20 Mayıs 2010 Perşembe

Toplumun ruhu kahramanlardır!

Toplumun ruhu kahramanlardır!

Kahramanlar, toplumun ruhunu temsil eder. Dengelerin var olduğu sürece de kahramanlar varlığını koruyacak ve yeni kahramanları yaratacaktır. Her dönem; eski kahramana, zamana uygun ruh verilerek yeniden üretilecektir. O yüzden eski kahramanlar, ilk hallerinden çok farklı olarak, yaşamın içinde kulaktan kulağa aktarılarak yaşamaya devam ediyorlar.

Toplumun ruhu ne zaman dinlenecek? Bu soru; toplum içinde dengelerin tamamı ile kalktığı zamana denk gelir diye kısaca cevap verebiliriz. Toplum içinde dengelerin eşit olmaması yüzünden, her dönem kendisine uygun toplumsal sözleşmeleri yaratır, tıpkı kahramanların yaratılması gibi. Kahramanlar, genellikle ezilen kesimi temsil eder ve ezilen kesim her zaman çoğunluğun sesidir. Ezilen kesimi temsil eden kahramanların kökü çoğu zaman ezen kesimden gelir. Bu çelişki gibi durur, çünkü ezilen kesim kendi içinden gelene o kadar büyük anlamlar yüklememe eğilimindedir.

Kahramanların geçmişte yaşayıp yaşamaması da önemli değildir, önemli olan toplumun ruhunu taşıp taşımadıklarıdır. O yüzden kahramanların gerçek yaşamlarını kimse merak etmez, hatta onların yaşayıp yaşamadığını birkaç meraklı dışında kimse sorgulamaz.

İnce Mehmed bir roman kahramanıdır, fakat o, o şekilde nüfus etmiştir ki, gerçekten yaşadığına inanılır. Bir dönemin ruhunu sembolize eden bu kahraman, bugün daha farklı bir şekilde ele alınıp yeniden yorumlanmayı beklemektedir. Yeniden yorumlananlar ise, yeni tutkuları ve acıları da beraberinde taşır. Toplumun ruhu, kahramanlar sayesinde sakinleşir ve huzur bulurlar, çünkü yaşadıkları ve inandıkları karanlık çağın çıkış noktasını ve ümidini o kahramanlar topluma sunarlar, bir anlamda çoban yıldızı gibidirler.

Kahramanların aşkları vardır, çoğu zaman içinde seks barındırmayan büyük bir tutku şeklindedir. Fakat bu bütün kahramanlar için geçerli değildir. 1001 gece masalları içinde yer alan kahramanlar için cinsellik; bir tutku değil, bir doyum olabilmektedir. Toplum kendisini nerede aç hissediyorsa, o aç hissedilen alan; kahramanların yaşamı içinde doyulur ve hayal gücünün en son noktasına doğru yol alınır.

Eski çağlarda kahramanlar, belirli coğrafya ile sınırlı yaşarken, bugünkü kahramanlar üniversal çapta ve toplumların üstünde sunulmaya özen gösterilir. Fakat yaşam içinde karşılıkları olmadığı için, onların hikayeleri fantezi filmlerin etkisi kadardır ve toplum için ruh olma özellikleri yoktur. O kahramanlar, geçmişte yaşamış toplumun ruhunu sembolize eden kahramanların hayat hikayelerinden ödünç alarak, kolaj biçimde yeniden yaratılmışlardır. Filimler gösterimde olduğu sürece ilgi görür ve kısa sürede unutulur, ta ki, yeni bir versiyonu yeniden sürümüne kadar.

Dünya üzerinde erk sahibi olmak isteyenler, bu kahramanların etkilerinden reklam amacı ile yararlanmak istemişlerdir. Fakat toplumun ruhu bu ticari araca yüz vermemiştir, sadece küçük gülümsemeler içinde kalmıştır. Bu durum da istisnai durumları mevcuttur. Örneğin Noel Baba sembolü bir cola firmasının reklam aracı olarak üretilmiş ve bütün dünyada kabul görmüştür. Yeni döneme uygun bir kahraman, her topluma göre biçim değiştirmesine rağmen, genel karakterinden ödün vermemiş şekildedir. Amacından başka anlamlar yüklenerek toplum reklam aracını boşa düşürmüştür.

Bazı kahramanların yüzleri belirli değildir, her toplumda ayrı bir yüz ile kendisini ifade eder. Her toplum içinde üretilen resimlerde, ayrı ten rengi ve biçimi ile üretilen evrensel kahramanlarda mevcuttur. Bu kahramanlara kutsallık verilerek dokunulmaz kılınmıştır. Fakat bu dokunulmaz olan kahramanlarda, zaman içinde değişmekte ve yerini yeni dokunulmaz kahramanlara bırakabilmektedir. Zeus bugün dokunulmazlığı olmayan bir kahramandır ve Zeus’un hikayeleri tarih sayfaları içinde kalmıştır. Toplum içinde yaşayan parçaları ise, başka kahramanların vücutları içinde, ruhunu yaşatır. Kahramanlar değişen toplumlara göre, geçmişin ruhunu yaşayarak taşır ve bu sayede geçmiş ile köprü görevlerini de görürler.

Yeni kahramanlar üretiliyorsa eğer, o toplumda eşitsizliğin varlığının kanıtıdır. Dengeler kavramı eşitsizlikler üzerine durur! Kahramanlarda bu eşitsizliği ezilen lehine çevirmek için kavga etmeye devam eder. Bir anlamda denge kurmak için, sınıflı toplumu, kategorize edilmiş toplumları sıfırlamak için kavga eder… Kulaktan kulağa gelen hikayelerde de kavgaları, mücadeleleri yaşamaya devam eder…

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Taşeron!

Taşeron!

Taşeronlar can alıyor, verimlik esasına göre yasalara uygun çalışıyorlar.
Yasalar ile kuruldular, özel sektör yaratılsın diye…
Para, daha çok para ve paranın adresi önce yasaları kuranların yakınlarına doğru aktı, yakın olunca denetleme olmadı. Önemli olan işin çabuk ve daha çok para kazandırmasaydı...
Kazandırdı…
Yeni zenginler oluştu…
Yeni lüks binalar, yeni araçları ile şehrin yeni yüzü oldu…
Taşeron firmalar işlerini yaptırmak için yeni taşeron firmalar buldu.
Ucuz ve hızlı olması istendi…
Oldu...
Hızlı oldu...
Ölümlerde arttı...
Madenlerde göçükler hep oldu...
Grizu hep olageldi…
Ölümler hep geri kalmış veya geri bıraktırılmış ülkelerde oldu...
Bizde madenler verimli değil diyerek kapatıldı…
Açık kalanlarda ise, kazalar hiç eksik olmadı…
Hep ölümler sonunda anımsandı, önce güvenlik sözü…
Güvenlikten önce para geldiği için, kaza sonunda anımsandı bu cümle…
Taşeronları yaratanlar bugün hala iktidardalar…
İktidarda oldukları içinde protesto edilmekteler…
Onlar da suçu başkasına attılar, önce güvenlik kavramını unutarak ve denetimi bir prosedür olarak gördüklerini saklayarak…
Her ölümden önce, güvenlik alamayan ve denetlemeyendir suçlu olan…
Denetlemek ile yükümlü olanlar ise, ölümler sonucunda kara tahtaya geçip, kurtarma ekibinin kaç günde hedefe ulaşacağını anlatan teknik bilgi verirken görürsünüz…
Suçlu, suçu yokmuş gibi davranır…
Ölen, öldüğü için suçlu olur, çünkü yakınları ölüm olmasaydı protesto etmeyi bile aklılarına getirmezlerdi…
Bugün, suçlu olanı protesto eden, suçlu olarak gözaltına alınmıştır.
Yasalar, taşeronluğu meşrulaştırdı…
Protestolarda meşrudur…
Maden ocaklarından patlama sesi gelir…
Canların sesi, patlama ile gökyüzüne, yeryüzüne yayılır…
Taşeronluğu yasal zemine taşıyanlar ise kasalarına biriktirdikleri paralarını sayarlar…
Kendilerini protesto edenleri ise, ideolojik görürler…
Gözü yaşlı anneler, eşler, çocuklar kazanın ocağının kapısını beklerler…
Babalar, oğullar, amcalar ise gözyaşlarını içine akıtıp, yumruklarını sıkarken, dişlerinin arasından olanı biteni konuşmaya çalıştılar… Bir umut ile kapıya baktılar, kapının önünde bekleyen polisin arkasındaki yazıya gözü takıldı. Önce güvenlik!
Önce güvenlik her yerde yazılı kaldı, güvenlik kazadan sonra geldi!
Kapıdan gelecek umutlu haberleri susuz beklediler…

Yaşan şehir ve atalarla gurur duymak!

Yaşan şehir ve atalarla gurur duymak!

“Atalarımızın yaptıkları ile gurur duyuyoruz, çünkü onların yaptıkları birikim ile bugünkü seviyemize ulaştık! “

Bu sözü içimizden biri söylemiyor, eğer söylemiş olsaydı bugünkü kadar yağmalanmış şehirlerimiz olmazdı. Şehirlerimiz, atalarımız ile ne kadar gurur duyduğumuzun sergilendiği yaşayan alanlardır.

İstanbul şehrinin fethini izleyen Şehir-i Üsküdar; bugün, İstanbul’un yağmalanmış tipik bir semt özelliğini göstermektedir. Üsküdar, tarihin izlerini betonların altına saklarken, var olanlarda yaşadığımız çağın ideolojisine uygun kimliksizdir. Kimliksizleştirilen şehir Üsküdar, diğer şehirlerden aslında pek farkı yoktur. Yağmalama; daha modern yaşam ve daha rahat yaşamak olarak algılanan, beton binaların güvensiz sokakları içinde, geçmişin sanki izlerini taşıyormuş gibi, çarşaflı kadınların sokaklarda gölge gibi dolaştığı alanlar olarak algılanmaktadır. Bugün geçmişin ve atalarının izlerini arayanlar birkaç camii ve birkaç hamama bakarak neyi algılayabilecekler ve nasıl günlük yaşamın aktığını çocuklarına aktarabilecekler?

Bugün turistlik amaç için yapılan birkaç düzenleme dışında, tarihimizin ve atalarımızın izlerini sürmeye kalkacak bir ilkokul öğrencisi, o dönemi nasıl gözünde canlandıracaktır? Eskiden kalma birkaç minyatür ve kartpostal görüntüsü dışında, elde kalanlar ile neyi algılayacak? Türküler ve o dönemin müziği belki evlere ve sokaklara göre daha şanslı ama bizim ne kadar müziği ve türküyü yok ettiğimizi ve unuttuğumuzu bilmediğimden, bu karşılaşmayı da yapamam. Çünkü şehirleri yağmalayanlar, şehrin ürürünü olan günlük yaşamı ve birikimi de yağmalamıştır!

Binalar mı şanslı, türküler mi diye soru soracak konumda dahi değiliz, çünkü gözlerimizle gördüğümüzü, kulaklarımız ile duymaktayız, bugün sokaklarda sadece motor sesleri hakimken, geçmişte sokaklarda çocuk sesleri yanında, sokak satıcıları ve sokakta yaşayan ailelerin de seslerini duyarmışız! Elimize geçen birkaç öykü ve romanda o günleri bu şeklide okumuşuz! Gerçi ben çocukluğumda biraz izlerini yaşadım ama bugün o izleri bile yok ettik! Standart bir yaşam yaratmak adı altında, sokaklar ve yaşam betonlara emanet edildi! Gerçi binaları oluşturan alt yapıdaki demir ve kum ‘çakma’ olarak kullanılsa da görüntüsel olarak sağlıklı gibi gözüküyor!

Yağmalamanın acı olarak sergilendiği şehir Üsküdar, eskiden kalma birkaç yapıyı kurtarmak için yok edilenler yanında, çok küçük hatta nokta kalan alanları, modern algılayış içinde koruma yerine kaderine bıraktığını görmekteyiz. Herhangi bir zaman içinde yollarına çıkın ve eski bir su yolunun üzerinde olan çeşmelerin akıbetini izleyin. Çeşmelerin musluğundan su akmıyor, hadi bunu şehrin alt yapısı ile biraz hoşgörü ile görebilirsiniz, çünkü su, petrol kadar değerli bir sanayi ürünü olmuştur, doğanın içinden koparılan, alınıp satılan bir metaya dönüştü ve musluklar özgürce işlevini yapan yerler olmaktan çıkmıştır. Bunu gelişen kapitalist ilişki içinde açıklayabilirsiniz, fakat açıklanamayan şey, eski çeşmelerin üzerine yapılan duvarlar. Bu duvarlar elbette bir binaya aittir. Hatta o kadar ileri gidilmiş ki, eski görünümlü bir ev -ve sanırım ev sahibi geçmişine bağlı ve evi satmamış-, uyanık mütahit; “madem satın alamadım, o zaman çatına bir duvar öreyim de gölgemde kal!” der gibi çatının üzerinden gökyüzüne uzanan daireleri konduruvermiş. Ters L harfi gibi binaları Üsküdar içinde görmek şaşırtıcı değildir. “Satın alamadım ama Allahın havasın da tapusu yok ya” demiş ve çatının üzerine bina ekleyivermiş, katlar çıkıvermiş. Hani derler ya, İstanbul büyük depremi bekliyor! İstanbul büyük depremi yağmalandığı gün yaşamış! O yağmalama günü; ne zamandır ve ne zaman başlar, ne zaman biter kimse söyleyemez, çünkü her an ve her saniye bir yer yağmalanmaktadır.

Üsküdar’ı Üsküdar yapan sokaklar artık yok, peki geçmişin hiç izi yok mu? Elbette var diyerek mezarlara yönelirseniz büyük hayal kırıklığı ile yaşarsınız, çünkü mezarlardaki düzensizlik ve ölüye gösterilen saygı ile karşılaşırsınız. Yaşayana ne kadar saygı duyuluyor da, ölüye saygı olsun! Haklısınız, saygını olmadığı yerde, yağma kültürünün her türlü artçı sarsıntısı ile karşılaşabilirsiniz. Eskiden günümüze ulaşan şanslı birkaç mezar taşı da bir kenara atılmış ve kaderleri ile baş başa bırakılmıştır. Hadi eskileri hiç önemsenmiyor, ya şunun şurasında on yıl önce ölenler? Onların bile mezar yerlerini koruyabiliyorsa şanslılar, çünkü onların yeri sökülüp başkasına satılmaması büyük şans eseri olarak ortada durabiliyor. Karacaahmet Mezarlığı, İstanbul içinde tarihin izlerini taşır, fakat aynı zamanda yağmanın da izlerini açıkça taşır. Düşünebiliyor musunuz, Alevi dergahının bahçesinde suni inançlı birinin mezarı durabiliyor. Alevileri o kadar yok saymışlar ki, tam dergahın arka kapısına kadar gelmişler. Artvinli, Rizeli ailelerin aile mezarlıklarını görmek şaşırtıcı bile değil. Alevi dergahın üç tarafına modern camiler yapılmış, hadi dersiniz bir anlam verilebilinir, ama dergahın kapısına kadar izin verilen mezar yerlerine ne anlamlar yüklenebilir! Eğer yağma yapanlar utanmazsalar dergahın içine de parselleyecek ve satacaklardır. Çünkü kar hırsı o kadar gelişmiş ki, artık o hırsın boyutunu kimse düşünemiyor!

Atalarımızın yaptıkları ile gurur duyuyoruz sözünü bugün kim söyleyebilmektedir? Tarihi, okul kitaplarında öğrenen ve belirli ideolojik bakış ile atalarının sadece kahramanlıklar ve zaferler yaptığına inanların bakış açısı içinde söylenebilir, fakat tarihin karşılaştırmalı olarak öğrendiğinde yaşanan travmanın hesabını kimse görmek istemiyor, algılamıyor.

Dün dündür, bugün önemli olandır. Boş ver dünü ve eğer yapabiliyorsan, bugün, dün yaratılan ve biriktirilen tüm değerleri paraya dönder ve çağın nimetlerinden yararlan! anlayışı yağma kültürünün temeline hakimdir. Atalarından gurur duyduğunu söyleyenlerin, sadece sözde kalması ve sözü her şeyin senedi olarak görmesi gibi bir durum yaşamaktayız. Bugün karşılıksız senetlerin çok olmasının altında, acaba bu sözde yaşamak ve geçmişe sözde sahip olmak düşüncesi yatıyor olmasın? Sokaklara hakim olanların sözde senetleri gökyüzünde martılar kadar çok! Sözü senet olanların hakim olduğu bu yağma kültüründen kurtulanlar kendisini şanslı görebilirler, çünkü yağmanın boyutunu dünü göremediğimiz için karşılaştırma bile yapamıyor konuma geldik.

Gençlik bayramı!

Gençlik bayramı!

19 Mayıs birkaç anlamı içinde barındırır. Birilerine göre; doğum günü, birilerine göre; jimnastik günleri, birilerine göre gençlik bayramı ama yasalara göre 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı…

Milli bayramlar yasalara göre kurulur ve kaldırılır… O yüzden bir dönem sonsuza kadar sürecek gibi algılanan bayramların ömrü, rejim değişikliği ile ortadan kalkmıştır. Rejim ile bağlantısı olmayan dini ve geleneklerden gelen bayramlar ise, toplum yerini yeni bir topluma bırakana kadar devam eder. Yeni yaratılan toplum, bayramlarını da beraber oluşturur. Bir süre yeni düzen içinde eski bayramlar devam etmiş olsa da, bir süre sonra ya anlam kaybından ya da rejimin ihtiyacını karşılayamadığından dolayı yok olur.

12 Eylül rejimi, bayramlar ile de oynamıştır ve kendisine uygun bayramlara yeni isimler ve biçimler vererek hayat vermiştir ama 12 Eylül rejimini izleyen günlerde, o günlerin ruhuna uygun başka bir bayram daha uydurulmuştur. Bunların içinde en dikkati çeken Kutlu Doğum Haftasıdır, bayramlaşmak yolunda önemli adımlar atıyor ve İslam dünyasının ilgisi ve bilgisi dışında, o gün, rejimin ihtiyaçlarına uygun olarak; propaganda ve topluma yeni biçim verme aracı olarak, geçmiş bayramlar ile bağlantı kurmaktadır. Bayramlar; toplum mühendisliği içinde önemli birer araçtır ve bu bayramlar ile rejim kendisinin neden vazgeçilmez olduğunu tabasına anlatma fırsatını yakalamaktadır.

23 Temmuz 1908'deki II. Meşrutiyet'in ilanını Hürriyet Bayramı ülkemizde olarak uzun süre kutladı. Bu bayramın kutlama alanı ve önemi bir dönemin iktidarları için çok önemliydi. 1935 yılında bu bayram bir yasal düzenleme ile kalkmıştır. Bugün o bayramlara ait anısı olan bile bulmak zordur. O bayramın kutlama alanı, bugün kendi sessizliği içinde, gökyüzüne doğru doğrultulmuş bir top heykeli ile geçmişin izlerini üzerinde taşımaya devam etmektedir. O günlerin coşkusu içinde kutlanan bu bayram ve bayramın ritüelleri bugün yoktur. Değişerek ve zamanını değiştirerek başka bayramlar içinde belki kendisini hissettirmeye devam etmektedir ama artık o da bayramlar çöplüğü içindeki yerini almıştır.

Her dönem, rejime uygun bayramlar yaratılır ve yok edilir. Bayramların anlamları zaman içinde değişir ve yeni anlamlar yüklenilir. Devletlerin var olduğu sürece de bayramlar var olacaktır, çünkü bayramlar; devletlerin varlığının toplum için ne kadar önemli ve bir arada tutma aracı / harcı olduğunu kanıtlama günüdür. Yıl boyunca devletin basksının bir nebze olarak azaldığı ve toplumun nasıl yan yana gelerek eğlenebileceğini kanıtladığı günlerdir. Bayramlar, tek kutlanmaz ve alanlar bu yüzden şehirler için önemlidir. Gerçi alanları şehir merkezleri yerine stadyumlara, arenalara sıkıştırmak devleti elinde bulunduran erkler için daha önemlidir. Geniş ölçekli kutlamalar için arenaların şehirler için önemli olduğu kutlamalar sırasında daha iyi görülür. Tam yıl boyunca boş olan bu alanlar, sene de bir görevini en iyi şekilde yapmak için korunur. Her bayramda buluşma alanları bellidir ve bu belli alanlara insanlar akar!

Dini bayramların ulusal bayramlara göre çok olması, toplum mayası içinde, dinin hala ne kadar çok önemli olduğu kanıtlar ve rejimi elinde bulunduran erk için, bu gelenekselleşmiş bayramların etkisinden ve tecrübesinden yararlandığını gösterir ve bu sayede riske girmeden devletin varlığı kutsanmaya devam eder. Dini bayramlarda devlet ve devleti elinde bulunduranlara şükran sunulması bir tesadüfi gelenek değildir.

Her bayram bir kategorizeyi de yanında getirir, bugünlerde kutlanan bayram, tüm gençler ve genç kalanlar içindir. Bu bayram içinde ve bayramı yaratan parti; değişimin eşiğindedir, umarım bu eşik; eşitlik, adalet, özgürlük ve demokrasi yönüne atlanarak geçilir. Gelenekselleşmiş despot ve hadım edilmiş toplum yerine; üretken, konuşan, örgütlenen toplumun gelişeceği özgür alanlar yaratılır.