10 Temmuz 2010 Cumartesi

Hayırda, hayır vardır…


Hayırda, hayır vardır…

Şimdi bana diyeceksiniz ki, referandumda yesinler birbirlerini, neden görüşlerini açıklıyorsun!

Ne zaman ‘yesinler birbirini’ diye bir laf duysam, ayrılık kaçınılmaz oluyor... Çünkü kontrgerillayı, Ergenekon örgütü davası içine tam olarak kapsadığını düşünenlerin saldırısı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Eğer siz Ergenekon örgütünü (henüz kanıtlanmış bir örgüt hala ortada yok, keşke örgüt olsa da tutukluların bir bölümü bu davada hüküm giyse, bu sayede belki Gladio yapılanmasının bir bölümü tasfiye olsa, fakat bu örgüt iç çatışma olduğu süre içinde kalkamayacağını devletin yetkilileri daha önce söyledikleri unutuluyor, çünkü onların bakışı içinde ülke saldırı altındadır, bu saldırıya kontrgerilla tekniği ile mücadele edilmesi kaçınılmazdır. Eğer dava, örgüt kanıtlanmadan devam ederse, o zaman nasıl bir sonuç ile karşı karşıya kalacağız? Çünkü örgütü kanıtlanamayan zanlıların beraat etmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu davada iddialar vardır, o iddialar üzerine gazeteler ve gazeteciler tavırlarını belirlediler. İktidarın bakış açısına uygun tavır alanlar her ekranda kendilerini gösterme yarışına girmişlerdir. Fakat iddialar kanıtlanamaz ise, o zaman her şey karışacaktır. O güne kadar konuşanlar İddialar üzerinde konuştuklarını açıklayarak kendilerini temize çıkaracaklardır, oluşturmuş oldukları kamuoyu sayesinde kimse geçmişi sormayacak ve yeni ve değişen gündemlerin peşinde yeni iddialar ortaya çıkacaktır. Her dönemin insanları yine başka iddialar ile ekranları doldurmaya devam edecektir. Kanıtlanamayan örgütten beraat edenler, bir anlamda suçları kesin bilinenlerin bile iddiaları düşeceğini ve başka davalardan yargılanacağını mantığını çıkarmak için avukat olmaya gerek yoktur. Fakat örgüt ortadan kalktığı için bize özgü Gladio bir anlamda üstü örtülecektir. Yani bir dönemin aklanmasını da beraberinde getireceği tehlikesi içinde taşıyan bir dava sürecidir. Ve bu dava da en önemli süreç, örgütün kanıtlanmasıdır.) onların gözü ile görmezseniz, sizde Ergenekoncusunuz!

Suçlama yapanlar; sizin, 12 Eylül’de, öncesinde ve sonrasında kontrgerillanın yok etmek istediği kişiler olduğunuz unutuluyor. Suçluyanlar öyle gözlerini karartıyorlar ki, işkenceci ile kola kola poz verdiğinizi sağa sola dedikodusu yapabiliyorlar. 12 Eylül zindanlarında işkence görenlerin, bugün devam eden sürecin savunucu gibi göstermek istemlerinde de bir anlamda da başarıya ulaştılar. Bu başarı sayesinde bugün ayrı bir siyasi örgütlülükler kurdular. (Can alıcı bir örnek olarak, kurulma aşamasından liderinin açıklaması ile dağılan bir hareketin taraftarlarının, bugün iktidar partisine toplu üye olmaları manidardır)

12 Eylül’de işkence görmeyenler, 12 Eylül şartları ile iktidara gelenleri demokrasi şövalyeleri görmeleri doğal karşılanır oldu. Onlara öyle payeler veriliyor ki, iktidarın yapmış olduğu her olay abartılıyor ve eğer başarı olmamışsa, yani hayatta karşılığını bulamamışsa, sanki kendilerine karşı yapılmış gibi algılayıp, saldırı konumda bulunabiliyorlar. Suçlamaların adresi bellidir, malum dava ve onu savunanlar suçludur. Neyse ki o davayı savunan fazla insan yok. Abartıldığı gibi savunma durumu yok, yesinler birbirlerini diyenlerin dışarıdan gözlemleri vardır. Ne dava lehine ne de daha aleyhine yapılan eylemlere katılmayan çoğunluk izleyici konumdadır. Bir cadde üzerinde yapılan eylemlerde at izi, it izine karışmış, anlamlar yüklenmeye çalışılıyor. Bu kesim nedense 12 Eylül darbesi yapanlarla açılış yapan iktidar partisinin bakanlarını eleştirmezler. İktidar partisinin yapmış oldukları göze gelmez, çünkü iktidar yapıyorsa bir nedeni vardır ve o yapılana anlamlar yüklenilir. Darbe yapmak için örgüt kuran bir emekli orgenerale en güvenli oto hediye edilir ama kimse neden iktidarın bu otomobili hediye ettiğini sorma zahmetine düşmez, çünkü onların önünde daha büyük sorular vardır ve bu gibi küçük sorular ile gündemlerini sulandırmak istemezler.

12 Eylül bitmiş bir süreç değildir, bütün kurumları ile ve o dönemde iktidarda olanların bugünde iktidar içinde olmaları bu kesim tarafından görülmez. Maraş katliamda gerçekten o dönemde Maraş’ta kim görevliydi? Bugün hangi görevleri yapmaktadır? Bugün iktidar, ‘gerekirse demokrasiyi de biz getiririz!’ anlayışını dillendirmektedir. Ankara valisi sanki iktidarda ve onun sözünü tekrarlanıyor, gerek görülürse demokrasiye de biz getireceğiz!

Bu iktidar süreci içinde yapılan açılımlar ve açılımların anlamları henüz net olarak ortaya konmamış olmasına rağmen, demokrasi havarisi olduğunu sananlar, kafalarındaki gördüklerini gerçek ve somut olduğunu düşünüyorlar. Bu gerçeklik içinde dünyaya bakanlar yaşanan süreci sanal bir gerçeklik kabul edip, sihirli cümleler ile her şeyin düzeleceğini düşünmekteler. O sihirli cümleler açılımların içinde kulaktan kulağa ve Abant toplantılarında senaryo olarak konmuş olmasına rağmen, hayatta karşılığını henüz bulmuş değildir. Sözde açılımlar ve toplantılar yapılırken, Kürtler üzerine toplu tutuklanmalar olmuştur, açılım yapanlar; “onlar ellerinden geleni yaptılar tutuklanmak için, ben ne yapayım?” diyerek işin içinden sanki sorumlu değilmiş gibi sıyrılmayı denemiştir. Sanki kendi altlarında çalışan memurlar, onları tutuklamamışlardır, onların bilgisi dışında birileri yapmış sanırsınız. Taş atan çocukların durumu ortadadır, cezaevleri dolmuş durumdadır. Alevilerin durumu daha da vahimdir, çünkü zorunlu din dersine karşı mahkeme kararı olmasına rağmen, mahkeme kararını uygulamayan bu iktidardır. Bu iktidarı başörtüsü için özgürlük imzaları ile destekleyen üniversitelerde görev yapan öğretim üyeleri, iki oy almalarına rağmen rektör atanması için cumhurbaşkanına bile gönderilebiliyor. İktidar, kimin iktidarı ve kimi destekleyeceğini çok iyi bilmektedir. Roman açılımı ise, diğerlerinden daha somuttur, Romanların yaşadıkları alandan 70 km kadar uzağa zorunlu göçmüşlerdir. Bir kasabadan linç edilmeye kalkınmışlardır. Linç etmeye kalkan kasabanın vatandaşlarına ne yapılmıştır? Romanlar, bugün başka bir yerde ikamet etmek zorundalar… Sulukule’de boşalan yerleri kimler tapusuna geçirmiştir? Boşalan yerleri boş kalmayacaktır elbette!

Anayasa değişiklikleri olayı daha ilginçtir, cumhurbaşkanı bile bu meclis değiştirmez derken, başbakanın istemi doğrultusunda gece gündüz çalışılarak meclisten geçmiştir. Bu gece gündüz çalışılan değişiklik ile yeni anayasa oluşmuyor. Var olan ve anayasaya rötuş atılıyor. Anayasa sonuç olarak 12 Eylül anayasasıdır ve o dönemin bütün izlerini üzerinde taşımaktadır. 12 Eylül darbecilerini koruyan maddelerin anayasadan çıkarılmış olması, bu yasanın içeriğini / özünü değiştirmez. İlk defa anayasa değiştirilmiyor. Daha önce yapılan değişiklikler ne getirmiş ise, bu değişiklikte onu getirecektir.

Bu anayasada toplumsal sözleşme yoktur. Yeni toplumsal sözleşme için yeni bir meclise ihtiyaç vardır. Bu seçim ile olacaktır. Referandum hayır oylarının çok çıkması, seçimi daha da öne alarak, halkın gerçek oyu meclise yansıyabilirse; gerçek sivil bir anayasa oluşması için şans olabilir. Bunun için mecliste çoğunluğu bulunduran iktidar, eğer gerçekten demokrasiyi istiyorsa, genel seçimdeki barajı ortadan kaldırmak ile kendi gerçek niyetini ortaya koyabilmelidir.

Meclis, dokunulmazlıkları daraltıp, seçim barajını düşürürse, bu halk oylamasında demokrasi, özgürlük savunanların elini güçlendirir. Aksi halde ‘kendisine demokrat’ olan bu iktidarın niyeti başka olduğuna inancımı korumaya devam edeceğim.

Bu halkoylamasında oyum hayırdır, çünkü hukukun üstünlüğüne inanan, laik, çağdaş, dokunulmazlıkların kısıtlı olduğu, azınlık haklarının yasalar ile güvence alındığı bir anayasa ancak ve ancak seçimden sonra oluşacak meclisin yapabileceğine inancımı koruyorum.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa üzerinde oynuyorlar, bizim lehimize olmayan düzenlemeler yapıyorlar. Biz gerçek demokrasi istiyorsak, 12 Eylül anayasasını tümden çöp kutusuna


Anayasa üzerinde oynuyorlar, bizim lehimize olmayan düzenlemeler yapıyorlar. Biz gerçek demokrasi istiyorsak, 12 Eylül anayasasını tümden çöp kutusuna atmak istiyorsak eğer, yasalar ile oynamayın, bütün yasaları tümden yok sayın ve yeni bir toplumsal sözleşme yapın... Bunu yapacak halk vardır bu ülkede... Azınlıkları yok sayan 12 Eylül anayasasını yok etmenin en doğru yolu, azınlıkların hakları anayasa ile garanti halini alacak düzenlemeler yapılmasından geçer, ancak ve ancak o zaman bizler medeniyet seviyesine koşar adım ilerleyebiliriz...

12 Eylül günü yapılacak anayasadaki ufak değişikliklere hayır diyorum, gerçek sivil anayasa için; yeni meclis kurulmasına evet!

Yeni bir toplumsal sözleşme için, yasalardaki ufak değişiklikler ile oyalamacılara hayır!

Bugüne kadar yapılan kandırmacalar dur demek için, yapılacak halk oylamasındaki oyum hayır olacak, çünkü sivil anayasa kaçınılmaz olarak meclis gündeme gelecek ve yeni seçilecek temsilciler bu anayasa hayat vereceklerine inanıyorum.

12 Eylül bir daha olmaması için, oyalamacılara hayır! 12 Eylül anlayışının devamı olan bu değişiklikler ile 12 Eylül yasası ve uygulamaları rafa kalkmaz…

Gerçek demokrasi için, yeni bir meclisin oluşması için oyum hayır!

7 Temmuz 2010 Çarşamba

İçinde saat olan şehirler…

İçinde saat olan şehirler…

İçinde saat olan şehirler, bizde nedense yok gibidir. Saat kulesi olan kaç şehir vardır? Var olan saatler gerçekten çalıyor mu? Kulesi olup da saati olmayan şehirlerde gördüm.

Bizde zaman; ezan sesine ve gün batımına göre planlanmıştır. Ezan sesinin duyulmadığı yerde sigara içimi zaman birimi olabilmiştir. “Ne zaman gelirsin?” dediğimde bir arkadaşıma, “bir sigara içimi oradayım” demişti. Zaman birimleri sürekli değişmektedir, bu konuda da bir standart yakalayamadığımız, yaptığımız işlerden ve verdiğimiz randevulardan bellidir.

Zaman kavramı sanayi toplumlarında önemlidir, orada çünkü zamanı para olarak ölçerler. O yüzden zamanı gösteren saatler her yerde olur. “Unutma zamanı, çünkü senin zamanın para için satın alınmıştır” der gibidir.

Bizim gibi doğu toplumlarında ise zaman boldur, yapacak işimiz azdır. O yüzden kahvehanelerde okey oynamak, bir de sözün belini kırmak varken. Sözün belini hep başkalarının açıkları üzerine kurmuşuzdur, o yüzden doğuluya söz söyleyen, sözünün değişmiş halini, en kısa zaman içinde duyacaktır. Sözün, ne başı kendisinindir ne de sonu ama sözün altındaki isim kendisi olduğunu duyduğunda şaşkınlığa bile uğramaz.

Zamanın olmadığı yerde sözünde önemi yoktur, söz söylenir ve unutulur gider. Tıpkı, verilen sözlerin havada uçan senetler gibi, borsa havasını taşır. Doğulunun sözü, batıda senet kağıdı gibi değerlidir, zamanı geldiğinde köşe dönderir, zaman gelir etkisi dahi olmaz, zamanı gelir değersiz kağıt gibi yemek altında serilir, üzerinde yemek yenir… Bazı kağıt parçalarına rakı şişesi sarılır, parası olmayan rakı yerine bira sarar. Kağıdın önemi yoktur, sardığı nesnenin önemi daha gerçektir. Zamanın önemi yoktur, zamanın kuşattığı öznenin önemi vardır doğuda.

Zaman bir düzlem boyunca hareket etmediğini en iyi olarak doğuda anlarsınız, çünkü olaylara göre eğilim gösterir. Bunu en iyi yaz ve kış aylarına aynı anda baktığınızda anlarsınız. Yazın mesai saati güneşe göre uzarken, kışın patronun inisiyatifine bağlıdır.

İçinde saat olan kaç şehir var?

Doğuda zaman batıya göre farklı akar, doğunun gizemini zamanın içinde ararsanız çok yanılırsınız, çünkü doğuda zaman çöl sıcağı içinde havanın yaratmış olduğu yanılsama gibidir. Zaman doğuda eğilir, biçim değiştirir. O yüzden doğu şehirlerinde batıdaki her köşede saat görmezsiniz…

6 Temmuz 2010 Salı

Konsolosluk işleri…

Konsolosluk işleri…

Konsolosluk işleri yurt dışında olunca insanın başına bir gelme ihtimali vardır ama yurt içindeyken başka bir ülkenin konsolosluk ile ilişkiler içinde olmak normal koşullarda hiçbir anlamı olmaz, çünkü yabancı biri, bir konsoloslukta ne arar?

Günümüz koşullarında konsolosluklar bir anlamda duvar görevini görmektedir. Görülmeyen duvarlar konsolosluk binaların kapısından başlar. O kapıdan girip yüzü güler çıkmak artık doğallaşmış ve kapıdan içeriye girmenin önemi anlatılır olmuş. Hele o kapıdan geç, bak güneş daha parlak olacak gibi inançlar insanların beyinlerine kazınmıştır. Bir başka söylem ile umut kapısı konsolosluk önünde sırayı getirir.

Konsolosluklar vatandaşından çok başka ülkenin vatandaşına hizmet verir konuma gelmiştir. Bu konsolosluklar; genelde gelişmiş ülkelerin toprakları sayılır. Gelişmiş olan ülke, kendisinden daha az kalkınmış ülkenin vatandaşını topraklarda görmek istemez, ama bir an gelir ki, o ülkenin vatandaşları kendisi için bir umut kapısı dahi olabilir, fakat bu umut olacak insanlarında iyi seçilmesi gereklidir. Dişlerine bakarlar, sağlıklı olup olmadığı tırnaklara bakarak anlarlar. Onlar, teknolojinin en üstünü, yaşam kalitesinin çok üstünde yaşadıklarına inanılır, çünkü o gidilmeyen ülke ve insanları için destanlar üretilmiştir, o destanlar ancak hiçbir şeyi görmeden yaşayanlar için doğrulardır.

Konsolosluk çalışanı doğal olarak hizmet verdiği vatandaşa göre daha üstün olduğunu düşünür, kendisinin en alta olduğunu unutarak. Burnunu havaya kaldırıp konuşmayı sever. Elinde maddelere bakar ve o maddelerin katı bir şekilde uygulaması için kendisi efendisinden daha çok ülkeyi seven vatandaşı ilan eder.

Bir ülkenin efendisi kimdir? Elbette hizmetlerinden en doğru ve kapsamlı yararlanandır. En doğru hizmeti kim alır? Parası olan! Parası kadar adam olanlar için zaten vize sorunu yoktur.

Gelişmiş ülkeler, gelişmişini engelledikleri ülkenin insanlarını hakir görürler, az gelişmiş olarak algılarlar, çünkü onlara verilen eğitim sistemi bunu doğal olduğunu söylemektedir. Akıllı insanların verdiği eğitimi kim yanlış diyebilir ki? Onların doğrusu, evrenin doğrusu olduğunu düşünürler ve tüm dünya insanları onları anlamak ile yükümlü olduğuna inanırlar. Hizmeti bile kendi dillerinden satın alırlar.

Konsolosluklar; ülkeler arası ticaretin gelişimi sonucu doğmuş olmasına rağmen, zaman içinde, o konsolosluklar ticari anlaşmazlıklar dışında, teknoloji casusluğu için kullanmışlardır. En son aşaması olan emek hırsızlığını ‘en iyisini’ seçerek geliştirmişlerdir. Kendileri için gerekli olan kas gücünü karşısındakini küçümseyerek ve küçülterek seçmiştir. Konsolosluklar, emperyalist zaman dilimin en önemli saldırı ve müdahale merkezi işlevini görmüştür. Kendi vatandaşının daha rahat ticari alana yayılması ve ticaretinin kendi vatandaşının lehine olması için koşullar hazırlamış ve uygulamıştır.

Konsolosluk çalışanları, ülkelerine hizmet etmekten büyük gurur ve onur duyarlar. O onur o kadar büyüktür ki, ülkeleri için sakladıkları sırlar ile ölürler. Konsolosluk çalışanın en altından en üst kademesine kadar hepsi tek vücuttur ama hayat standartları farklıdır, tıpkı ülkelerinde olduğu gibi. Konsolosluklarda çalışanlar o kadar çok işlerine kendilerini verirler ki, ülkelerinde üretilmiş kuralları en titiz şekilde uygularlar. Hiçbir şekilde eğilim göstermezler, onlar Newton’un bulduğu yer çekim kurallının hala doğru olduğuna inanırlar, zaman ve evrenin eğilmesinden haberleri yoktur.

Konsolosluklar vize konusunda uzmanlaşmıştır, kime nasıl davranacağın kuralları vardır. Kuralları esnekleştirmek çalışanın elinde olmasına rağmen, üstten biri bir şey demediği sürece bildiğini ve katı kuralı uygulamaya devam edecektir. Çünkü onlara verilen kuralları yerine getirmek ile yükümlüler, çünkü devletlerinin geleceği verdikleri bu vizeler garanti altında tuttuklarına gönülden inanırlar. Bir ülkenin her yerinde dalgalanan bayrak yerine kendi bahçelerinde kendi bayraklarını dalgalandırmaktan gurur duyarlar ve kendilerini ayrıcalıklı ve dokunulmaz görürler.

Konsolosluklar vize hizmetini bir gereklilik olarak değil, lütuf gibi yapmaya alışmışlardır. Bir ülke toprağında bir ülkenin konsolosluğu önünde vize için sıra olunuyorsa, o ülkenin yöneticilerinin o ülkelerin önünde kapı kulu olduğunu göstermektedir bir anlamda. Vize kuyruğu olan ülkenin insanların gururunu yok saymak anlamına gelir.

Sansür

Sansür

Sansür, yasakla ile başlar. Bir şeyi doğru görmüyorsanız, sizin tek doğrularınız içinde değilse, onu yok etmek istersiniz. Bu yok etme isteği öncelikle kendisini sansür ile gösterir. Sansür, sadece devletin yaptığı bir şey değildir, devletin vermiş olduğu eğitimden geçen her bir bireyin yaptığı bir harekettir.

Devlet, kendi bireyini yaratmak için her türlü baskı aracını kullanmıştır. En önemli baskı aracı okullardır. Okullarda verilen tek tip eğitim sayesinde, toplum homojen olması için en önemli araç kullanmıştır. Eğer toplum homojen olmamakta direniyorsa o zaman kolluk kuvvetleri araya girer, fakat kolluk kuvvetinin de yapacakları bellidir, onun başaramadığını medya sayesinde yapmaya çalışılır. Medyada yasakların öteki adı; sansürdür.

Bireyin özgür iradesi dışında gerçekleşir sansürler ve yasaklamalar. Bireyin özgür iradesi, devlet sistemi içinde yok sayılmıştır ve sayılacaktır. Çünkü devlet; adı üzerinde bir baskı aracıdır ve bu baskı aracı görevini erkin gücüne göre değerlendirir. Devlet var olduğu sürece ve devletin bakışı içinde tek doğru kavramı geçerli olduğu sürece, açık ve çıplak olarak baskılar olacaktır ve medya üzerinde sansürler olması doğal karşılanacaktır.

Global haberleşme ağları üzerinde devletler sansür uygulamaya çalışıyor. Doğal olarak, bu firmaların varlığı ulus devleti kavramın ortadan kaldırıyor, çünkü bu siteler karşılaştırmalı bilgilerin paylaşmasını beraberinde getiriyor. Bilgilerin farklı doğruları ve bakış açısını taşıması elbette toplumu homojen görmek isteyen devletleri ve devlet yöneticilerini rahatsız ediyor. Çünkü onların tek doğrularının, tek doğru olmadığını tüm çıplaklığı ile ortaya serilmesi anlamını beraberinde getiriyor…

Ülkemizde iki sansür olay gündeme geldi. YouTube ve versiyonları, bir de bunların dışında arama motoru Google. YouTube yasağını bildiğiniz gibi IP numaraların değişimi ile delinmiş olduğunu ülkenin başbakanı bile açıkladı. Fakat arama motorunda olanlar başka türlü devam ediyor. Son günlerde bir bilgi aramasına girdiniz mi? İngilizce bir kelime girilmiş olsa dahi, size sadece Türkçe sayfalarda o İngilizce kelimelerin karşılığını buluyorsunuz, Amerika veya başka ülkede olan sayfalara ulaşamıyorsunuz. Sansür kavramını en iyi açıklayan bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Ulaştırma bakanı ne demişti, bu gibi web sayfaları devlet ile mücadele etmeye çalışıyorlar, onlara devletin ne olduğunu gösterelim! Erişimi engelle, erişimin nerelere ulaşacağına karar ver… Devlet mi büyük, bir iki kendisini bilmezlerin oluşturduğu siteler mi? Arama motorunun erişim alanını daraltılmış halini bugünlerde sessizce yaşamaya başladık. Görüntüsel olarak bir arama motoru var ama evreni devletin sınırları ile belirlenmiş durumdadır.

Bu sınırlama elbette bilgilere direk olarak ulaşmayı engellemiyor, fakat arama motorunun sunmuş olduğu olanağı da yok ediyor. Hiç farkına varmadığınız bir sitede, tesadüfen ulaşacağınız bir bilgiyi baştan yok ediyor. Bilinç ile arama yapmayı zorunlu kılıyor. Yani bir kütüphaneye giriyorsunuz ve ancak bildiğiniz bir kitaba ulaşabilirsiniz, bilmediğiniz kitap elinizin altında dahi olsa, ulaşma şansınız çok azdır, size biri yönlendirmediği sürece… Arama motoru içindeki indekslerin büyük bir bölümün yok etmişsiniz ve size ancak bu indekslerdeki bilgilere ulaşabilirsiniz denmektedir. Sansür, kelimelerin üzerinin karalandığı dönemi çoktan geçti, şimdi indeksleri de biçimlendiriyor…

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Kirlenmiş çığlık!

Kirlenmiş çığlık!

Sesin kirlenmesine insan ne zaman şahitlik etti? Kim bilir, ilk katliamların ne yüzünden ve nerede başladığını? … Kim bilir, insan arasında ki kan davasının başlangıcını. Kan durmadan akıyor ve çığlıklar yeryüzünü kuşatmaya devam ediyor. Bu yazıyı okuduğunuz an belki biri çığlık atıyordur, son nefesini verirken…

Kanı kan ile yıkamaya ilk defa insan ne zaman başladı? Ne zaman öldürmenin meşru olduğu durum yaratıldı?

Bu soruların cevaplarını ne tarihçiler bilecek, ne de arkeologlar… İnsanın unutulmuş benliği içinde bir yerde yazıyordur ama kimse onu sorgulamayacak… Çünkü can alıcı bir yanıt olmayacak, ne durumu değiştirecek, ne de tarihin akışını. Ölümler devam edecek…

Yakın tarihimizin içinde bir çok olay kan ile anlatılır oldu. Öç almak için gözleri karartılan çocuklar, gelecekleri alınan yaşamlar… Kanı kan ile temizlenmeye çalışılıyor, yerine temiz bir zemin çıkmıyor, çünkü kanı kan ile temizlersen, daha sonra o temizlenen yeri de kan ile temizleyeceklerdir… Sonsuz bir zincirin halkası konumunda olur…

Kavgalar, çatışmalar insanlığa ne kazandırdı? Hızlı gelişen silah sanayi dışında? Sanayisi olan bir endüstri elbette pazarını yaratmak ve yaşatmak zorundadır. Bu sanayinin yaratmış olduğu savaşlar, çatışmalar ise kirlenmiş çığlıkları yeryüzünden gökyüzüne doğru akmasına sebep olmaktadır… Sanayinin yaratmış olduğu çığlık, kirlenmiştir.

Sanayinin yaratmış olduğu savaşlar, kirlidir…

Sanayinin yaratmış olduğu hükümetler, kirlidir…

Sanayinin yaratmış olduğu sınırlar, kanlıdır…

Sanayinin yaratmış olduğu kültür, öldürmek üzerinedir…

Sanayi silah üretmeye devam ediyor, her silah yeni göz yaşı ve çığlık demektir.

Her çığlık, gözyaşı ölüm demektir.

Her ölüm kan ile yıkanmaya çalışılıyor, çünkü sanayi o kan ile besleniyor…

Kanı kan ile yıkamaktan ne zaman kurtulacağız?

4 Temmuz 2010 Pazar

yeni sitede daha köşe yazısı yazmaya başladım...

yeni sitede daha köşe yazısı yazmaya başladım...

ilk yazımı buradan paaylaşmak istedim..

http://www.eskelim.com/


Merhaba

Yeni bir site ve yeni bir dünya. Yenidünyaya açılan bir pencere. Bu pencereden dünyaya bakacağız, birlikte yorumlayacağız. Her yazı yeni yorumu beraberinde getirir. Bu yorumu yazan yanında, okuyanda yapar. Her okunan yazı aslında yeniden yazılmış yazıdır ve yeniden yazılan yazının bakış açısı da değişik olur. Her okunduğunda başka şeyleri anlatır.

Bu köşede; renkli, sesli bir dünyaya bulunduğumuz noktadaki pencerenden bakacak olan bizleriz ve bir sohbet ortamında olduğumuzu düşünün. Bu sohbet ortamında; dostlar arasında ve dostlar ile birlikte güzel günlerin özlemini duyacağımız, yaşadığımız dünyanın çirkinlilerini göreceğimiz, yorumlayacağımız bir alan olacaktır.

Temmuz ayı içinde tarihimizde bizi yakından ilgilendiren bir çok olay olmuştur. Çorum, Sivas, Rıfat Ilgaz’ın acıdan kalbinin yetmemesi… Temmuz ayı da ‘acıyı bal eğlendiğimiz’ günlerdir.

Binlerce yıldır, bu ülkenin topraklarında bir çok acıya şahitlik yapmışız, bir çoğunu artık hissetmez, bilemez hale geldik, çünkü o kadar acı ile biçimlendirildik ki, hangi acıyı anlatacağımızı şaşırdık. Acılar bizi biçimlendirmesine izin vermedik, çünkü bizim dünya görüşümüzde; acılar ile değil, sevgi ile kucaklamak ve sevgi ile biçimlendirmek vardır. Bizim cemlerimiz, dünyamız, sevgi ile kardeşliğin güçlendirilmesi üzerine kuruludur.

Devletler kuruldu, yıkıldı ve yenisini kurdular ama sonuç olarak onlar; ne barışı getirdi, ne huzuru. Çünkü onlar güvensizlik içinde, çatışma ile beslendiler. Bu çatışmalar içinde bize acı düştü, üstelik taraf olmadığımız kavgalarda bile ezilen ve vurulan biz olduk.

Bizim ellerimizde büyüyecektir yarınlar ve geleceğimiz. Onların ellerine bırakamayacak kadar geleceğimize ve geçmişimize sahip çıkmak zorundayız. O yüzden, geleceğin nüvelerini bugünden kendi içimizde büyütmek ve geliştirmek zorundayız, çünkü geleceği için bir şey yapmayanların, geleceği olmuyor.

Geleceğimiz için bu köşe ortak düşüneceğimiz alan olacaktır. Bu köşede olayların arkasına takılıp gitmeyeceğiz, kendi gündemimizi konuşacağız, kendimizi anlatacağız. Tanışacağız ve tanıştıkça aramızdaki sevgi bağını daha da büyüteceğiz. Düşmanlığı ve ayrılığı değil, bir arada yaşamayı daha da geliştireceğiz. Bir birbirimizin farklı düşünceleri, dilleri, kültürlerini yok saymadan, belki hayatımızda ilk defa, bir birimizi olduğu gibi anlamaya çalışacağız. Çünkü bize verilen eğitim; değiştir ve değiştiril üzerine oturdu. “Hayır, değişmek istemiyorum! Beni böyle kabul edin, bende seni olduğun gibi kabul etmeye hazırım” demek bana daha doğru geliyor…

Bir arada yaşamayı daha da geliştirmek ve aramızda olan çatışmayı yok edip, gerçek anlamda barış ortamında yaşamak için merhaba… Savaşa hayır demek için, barış ortamını yaratmak için merhaba… Merhaba güzel insanlar, okuduğunuz bu yazıdan yeni yazı üreten güzel yürekli dostlarım merhaba!