31 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir arada yaşam!


Bir arada yaşam!

Bir arada yaşamı kimler savunur, kimler karşı gelir?

Son yaşanan olaylarda gözükmüyor mu?

Kontrgerilla; ülke birliğini korumak adına, içte ayrışmayı, halkları bir birine düşman etmeyi daha doğru buluyor!

Öldür, öldür diye bağırıyorlar!

Birileri ellerine ne geçerse alıp, komşusunu öldürüyor...

Canını, malını, her şeyini alıyor...

Alınca zengin mi oluyor?

Daha da fakirleşiyor...

Fakirleşiyoruz, bugünkü fakirliğimizden gözükmüyor mu?

Öldürdüklerimizin yerini dolduramıyoruz, kovduklarımızın yerine yenileri gelmiyor…

Boşluk, boşluk içinde tarih…

Unutmak istiyoruz, konuşmuyoruz üzerinde…

Ama bir gün, bir gün karşımıza çıkıyor!

Karşımıza çıkınca ret ediyoruz önce, sonra anıları olanlar anılarını anlatmaya başlıyor…

Yastık altına bıraktığımız anılar gün yüzüne çıkıyor!

Atalarımızın, bizlerin neler yaptığı ile karşılaşıyoruz…

Fakirleşmiş olarak!

Zenginliğimizi yok ediyoruz…

Kendimizi yok ediyoruz!

Bir arada yaşamı gerçekten kimler savunuyor?

Savunanlar bir arada yaşamak için neler yapıyor?

Kaç kişi komşusunun dilini, kültürünü ve inancını biliyor?

Bilip de ona; kendi dilimiz, kültürümüzü ve inancımızı kabul ettirmek için komşu baskısını uyguluyoruz!

Ramazan ayında, komşusunun camına karpuz kabuğu atan?

Ramazan ayında, lokantalarını tadilata alanlar?

Ramazan ayında, resmi dairelerin yemekhaneleri bakıma alınması?

Kendi yaptıklarımızı hep haklı görüyoruz!

Dünyanın merkezindeyiz! Evren bizim etrafımızda dönüyor!

Herkes düşman, yok benden başka bana dost!

En doğru inanç, benim inandığım ve yaptığım diyen kaç kişi?

En güzel dil, konuştuğum dil diyen?

En büyük ırk, benim doğduğum ırk?

Gerçekten kaç kişi komşusunun hangi kültürden geldiğini biliyor?

Kaç kişi komşusunu olduğu gibi kabul ediyor?

Kaç kişi duvarın arkasında tek başına yaşıyor?

Zenginleşmek için kaç kişi birden fazla dil biliyor ve bildiği dillerin ülkesine gidip konuşabiliyor?

Kaç kişi balkonuna bayrak asıyor?

Bir arada yaşamı savunuyoruz sözde…

Gerçekten savunuyorsak, komşunuzun dili ile günaydın deyip, gülümseyip, tanımadığımız birine; “sen bu ülkenin zenginliğisin” diyebiliyor muyuz?

30 Temmuz 2010 Cuma

Sıcaklar…

Sıcaklar…

Sıcaklar bir bütün olarak kavuruyor yeryüzünü. Biz öyle deriz, çünkü yaşadığımız alanın yeryüzünün bir parçası olduğunu unutur ve bir bütün olduğunu düşünürüz.

Yeryüzü sıcaklar ile boğuşuyor, öte yandan seller ile…

İnsanlar bir birlerini öldürmek üzere, en gelişkin teknolojik silah üretme derdinde…

Üçüncü dünya ülkesi ise, teknoloji sahibi ülkelerin çöplüklerinden yararlanarak kitlesel silah üretme derdinde…

Teknoloji sahibi ülkeler; bu üçüncü dünya ülkeleri ile kedinin fare ile oynaması gibi oynuyorlar, araya yardımcı oyuncu alıp paslaşıyorlar…

Bizler sıcaktan kavruluyoruz, eskiden çeşmeye ağzımızı dayayıp kana kana su içerdik, şimdi damacana suyunu para vererek alıyoruz.

Sıcaklardan kavruluyoruz, asfaltta arabamızın altında kayıyor, her tarafımız nem, sıcak ve sıcağın yaratmış olduğu bir atmosfer altındayız…

Bir birine anlayışlı davranamayanlar, kavga için meydan bulmalarına gerek yok, anında yumruklar sıkılıyor ve gözler kapatılıyor ve nereye gelirse sallanan yumrukların bırakmış olduğu hava akımının etkisi ile insanlar serinlemek içinde olsa, kavgaya seyirci, kavgada taraf olmaya çalışıyorlar. Bazı gözü açıklar, bu işten de para kazanılır diyerek hemen cepheler kuruyor ve bahisler havada uçuşuyor…

Cepheler yaratmak, para kazananların en büyük taktiklerindendir ve kesin o işten para kazanılır… Biri de elbette kaybeder. Kazancın olduğu yerde kayıpta olur!

Sıcaklar güneşin gökyüzsüzünü fethetmesi ile başladığını sanırız, kendi kuyumuzdan dünyaya bakarken, fakat hiç düşünmeyiz, o sıcakların asıl sebebi yine bizleriz! Çünkü o kadar çok şeyi, sorumsuz ve amaçsızca tüketiyoruz ki, dünya bir sera olmuş önemsemiyoruz. Biz tüketiyoruz, tüketmemiz içinde sürekli üretiyorlar. Sera etkisini yaratan ve kontrolden çıkaranda yine bizleriz!

Kontrollü yaşam; bir anlamda devlettir. Devletin olduğu yerde kontrol kaçınılmazdır, o kadar kontrol türleri geliştirilmiştir ki, artık dersiniz bu devlet sonsuza kadar yaşar ama bir an olur ve o devlet yıkılır, buharda suyun buharlaşması gibi yok olur gider…

Dijital teknoloji, arşiv için mekan sorunu en küçük alana sıkıştırarak, devletin yapması gereken arşiv için binalarında azalmasına sebep oldu. Fakat öyle bir şey ki, teknoloji; bir virüs o birikimleri bir anda sıfırlayabilir. Tıpkı eskiden kağıt evrakları farelerin, yangınların ve su basmaların yok etmesi gibi! Bu yeni teknolojide bir anda olur, milyonlarca yılda biriken birikim!... Sıcaklar bu teknolojiye de etkiliyor, bir anda su buharı altında kalmasına, yok olmasına sebep olabilir…

Sıcaklar yeryüzünü kavuruyor, bazı bölgelerde çatışmalar sürüyor. Evleri yananlar, dükkanları yağmalananlar, sıcakları düşünecek durumda değiller, hatta sıcakların farkında bile değillerdir. Onlar klimalı ortam aradıklarını sanmayın, onlar yaşama haklarının ve insan haklarının korunmasının derdindeler. Ne sıcak, ne güneş onların umurunda değildir! Yaratılan cephede taraf konumunda ve neden taraf olduğunu bilmeden sonuçtan direkt etkilenmeye devam ediyorlar… Devlet kontrol etmektedir, olayların hepten kendi çıkarları dışında oluşacağına inandığında müdahale edecektir. Şimdiki çatışmada, taraf olan devlet, sessizce yağmalayanları alkışlamaktadır…

Sıcaklar, güneş, nem, su…

Sıcaklar bazı şeylerin buharlaşmasını kolaylaştırırken, sıcaklar sayesinde kasalarına para ile dolduracaklar, büyük bir keyif ile çalan müziğin etkisi ile dans yapma devam ediyorlar. Sıcaklarda dans figürler daha kıvraktır, neden dersiniz???

27 Temmuz 2010 Salı

Yaşayan şiddet!

Yaşayan şiddet!

Halk, kendisini güvenlik görevlisi yerine koyup, düşündüğü cezayı vermeye kalkarsa orada açık faşizm var demektir. Çünkü her birey artık güvenlik görevlisidir!

Bu açık faşizm durumu Almanya’da Hitler iktidarı döneminde; Yahudiler, Çingenler ve Alman olmayanlar üzerinde açıkça göstermiştir. Hitler halkı öyle bir şekilde örgütlemiştir ki, sıradan evde oturan vatandaş, güvenlik görevlisinin gözü olmuştur ve ilk fırsatta ihbar etme kültürünü benliğin her damarını işletmiştir. Bugün bile bu gelenek yaşam alanı bulmaktadır.

İnegöl, Dörtyol, Erzurum… daha da artacak gibi gözüken linç kültürünün yaşandığı iller. Güvenlik görevlisi yerine kendisi ceza vermeye yetkili görenler. Kürtlerin göç ettiği yerlerin hepsinde bu kültürün hayat bulması an meselesidir. Çünkü olayları veren TV kanalları, var olan yangına benzin döker gibi haber yapıyorlar ve bu haberlerin taraflı olduğunu söylemek gereksiz diye düşünüyorum. Türk medyası, Türk ırkının çıkarlarına göre haberi yapmayı Türkiye çıkarları olarak görmeyi doğal karşılar konumundadır ve bu durum; 12 Eylül’de basına biçilen rolün hala yaşıyor olduğunu göstermektedir.

Adını andığım linçlerin yaşandığı yerlerde ortak özellik bayrak! Bayrak asmayanların evleri, işyerleri talan edilmiş, yakılmış, camları kırılmıştır. Kendisini ülkenin sahibi olarak gören faşist grup, artık bir güruh değil, bilinçli milis konumundadır. Bilinçli şekilde hedef gördükleri yerlere saldırmışlardır, saldırdıkları yerlerin sahiplerine terk etmeleri yönünde tehditlerde bulunmuştur. Mağdur konumunda olan Kürtler, kendilerini savunmak için direniş yapmaları karşısında kolluk kuvvetleri, olayları yatıştırma adı altında onları tutuklamıştır. Mağdur, suçlu gibi algılanmaktadır, çünkü öyle bir yorum yaratılması için her türlü propaganda yapılmaktadır. Hitler döneminde yaşan sıradan bir Alman nasıl tepki veriyorsa, bugün aynı tavrı, adını andığımız yerlerde ki vatandaşında tepkisinde görebiliriz.

Sokakların gün geçtikçe gerildiğini daha önce ki bir yazımda belirtmiştim. O gerilimin patlama yapacağı ve domino taşı etkisi ile ülke insanlarının faşizm dönemi yaşanan kültürel atmosfer gibi benzerlikler taşıyacağını söylemek için falcı olmaya gerek yoktur. Kalabalığın arasına girin bir iki kişi ile konuşun, aynı mantığı taşıyan ve kendisinin çok haklı olduğunu söyleyen binlerce insan ile karşılaşırsınız. Et ile tırnak gibi ayrışmayız dedikleri Kürtleri; katil, ayrımcı, hain, arkadan bıçaklayan, uyuşturucu pazarlayan, çocuklarımızı zehirleyen… gibi sıfatlar ile anar hale geldik. En ufak bir çatışmayı fırsat bilenler, bu yapılan propagandaya uygun olarak tepki verir konumuna gelmiştir. Bugün yaşananlar kısa dönemde, uzun süredir uygulanan hükümetler programına uygundur ve yaşanan olaylar hükümetin bilgisi dahilinde, kontrollü olarak yapılmaktadır. Çünkü olaya müdahale eden güvenlik kuvvetleri, olayların büyümemesi için saldırgan olanları öperek kutlayıp, tamam çocuklar sizler görevinizi yaptınız dağılın diyebilmektedir. Olaya geç müdahale eden kaç güvenlik görevlisi hakkında bugüne kadar soruşturma açılmıştır? Eğer açılmadıysa, bu hükümetin bilgisi dahilinde olduğunu gösterir.

Son yaşananların benzerleri batı ilerlimizde daha önce yaşanmıştı. Hatta bir kasabada sabah akşam istiklal marşı belediye hoparlöründe çalınmış, kuranı kerim dinletilmiştir. Bu sayede, oraya göç etmek zorunda kalmış Kürtlere, nerede yaşandıkları anımsatılmıştır ve o anonstaki homojenliğe uyum sağlayın, PKK’yı kınayın, aranızda kendi dilinizi değil, bizim dilimizi konuşun diyerek gözdağı verilmiştir. Sadece gözdağı ile kalmamış, en ufak çelişkiyi bile linç ortamına dönüştürmüşlerdir. Arada Türk gibi yaşayanlarda tepkiden yeteri kadar nasibini almıştır. Onlar gibi olmakta önyargıyı ortadan kaldırmıyor. Önyargılar gün geçtikçe daha da keskin sınırlarını çiziyor.

Türkiye, 12 Eylül gününden beri bir politika ile idare edilmektedir, arada genel politikayı etkilemeyen değişiklikler yapılmış ve bu düzenlemeler, var olan sorunlara rötuş yapılmıştır. 12 Eylül, bütün kurumları ve hedefleri ile yaşamaya devam etmektedir. O gün alınan ekonomik kararlar, siyasi hedefler, sosyal değişimler, çatışmalar bugünde varlığını daha da ağırlaştırarak sürdürmektedir. 12 Eylül anlayışı biraz daha ileriye götürülmektedir ve halkı güvenlik görevlisi olarak hissetmesi ve tepkisini linç olarak göstermesine olanak sağlayacak ortamı yaratmıştır. Bugün yaşananlar, uzun zamandır uygulamaya konan politikaların sonucudur. Kontrollü olarak geliştirilen bu ortam, Trabzon’da, Malatya’da cinayetler ve planlamaları da geliştirmiş ve uygulamıştır. Kontrgerilla tüm kurum ve eylemleri ile hala varlığını korumakta ve kontrollü olarak toplumu sevk edebilmektedir.

Kontrgerillanın varlık sebebi olan düşman bugün vardır ve o düşman tam etkisizleştirene kadar eylemlerini geliştirecek ve keskinleştirecektir. 12 Eylül’ü yaratanlar, geliştirenler ve yaşamasına sebep olanlar kurumları ile birlikte varlıklarını bugünde koruduğunu yaşanan olaylar göstermektedir.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

İnegöl!

İnegöl!

İnegöl, köftesi ile ünlüdür, şimdi ününe başka bir şeyi de ekledi, linç!

İnegöl, diğer kasabalarımız gibi, göç almaya devam eden ve gelişen bir yerleşimdir. Batıdadır, adı konmamış savaştan dolaylı etkilenen yerdir. Çünkü o yörenin insanı, adı konulmamış bir savaşın kurbanı yönündedir. Savaşın başka bir boyutu da orada kendisine yaşam alanı bulmuştur, oraya göç etmek zorunda kalmış Kürt aileler. Bir yandan toprakları savaş alanına dönenler, öte yandan savaş alanına can veren insanlar. Toprağını kaybeden ile, toprağı kanı ile sulayanlar batıda yan yana düşmüştür. İç içe değildirler, ayrı mahallerde kendilerini ifade etmektedirler. Ne zaman bir gerilim olsa, bu ilçede çatışma gün geçtikçe körüklenmektedir. Gözle görülmeyen ama hissedilen bir ayrışma yaşanmaktadır ve bu ayrışma o kasabada yaşayanların istemleri ile değil, gelişen ülke gündeminin oraya sert yansıması ile ilgilidir. Bu çatışmayı geren de, yatıştıranda iktidar gücü elinde bulundurandadır.

İnegöl, karanlığını alev ışığına bıraktığı bir geceyi geride bıraktı. Saldıran ve savunma durumunda olanlar. Yaralılar, alevlere teslim olmuş işyerleri, arabalar, evler… Caddeler korkuyu beslemiş. Linç girişimin olmazsa olmazı sloganlar. Sloganların sokakları teslim aldığı gece sona ermiş ve polis elindeki fotoğraflara bakarak suçlu arama telaşında, yol kesip surata bakıyor, fotoğrafa uyanı topluyor.

Sky Türk kanalına İHA muhabir bağlanmış, olayları anlatmakta. Muhabir anlatırken bir şey dikkatimi çekti. Demekte ki muhabir; “polis kendi çektiği fotoğraflar ve biz basın görevlilerin çektiği fotoğraflara bakarak olaya karışmışları sorguya alıyor. “

Basın etiği artık sadece kağıt üzerinde kalmış bir durumdur. Çünkü basın haberin kaynağı ve haberin görsel malzemesinde kişiyi teşhir edecek şekilde yayınlanmasını men eder. Yani haber bir kural içinde okuyucusuna ulaştırılır. Muhabir çektiği fotoğrafları ne olursa olsun güvenlik görevlilerine veremez, çünkü haberin mahrumiyetini çiğner. Bu kural 12 Eylül insan avı sırasında yok oldu ve o sürecin devam eden bölümünde de alışkanlık olarak paylaşım yapılmaktadır. Polis ve gazeteci yan yanadır ve gazeteci orada muhabir değil, muhbir konumdadır.

Muhabirin muhbir olduğu bu durum, gazeteler ve haber ajansları rahatsız değildir, çünkü onların amacı da, gazetecinin amacı da ülkeye hizmettir ve hizmeti en iyi şekilde yerine getirmektedir. Hizmet için gerek görülürse haber görülmez, görülmek zorunda kalınırsa eğer, çarpıtılır ve bazı gerçekler yok sayılarak okuyucuya aktarılır. Bu sayede basın, silahlı kuvvetlerin 4. gücü olarak gönül rahatlığı ile görevini yerine getirmiş olur. Irak savaşında Amerikalı gazeteciler tanklara iliştirilmişti, bizde 12 Eylül’den beri uygulanmakta olan sıradan bir durumdur. Basın, iktidar ve güvenlik güçleri lehinde haber değil, muhbirlik yapmak için sanki olay yerinde bulunuyormuş gibi geliyor durum söz konusudur… Elbette bu kategoriye tüm basın emekçilerini katamam ama genel görünüm ne yazık ki bu şekilde, artık kanıksanmış gibidir.

İnegöl, sadece toplumsal cinnet ve linç olarak anılmayacaktır, basının görevini en iyi şekilde ve çıplak olarak gerçekleştirildiği olarak da anımsanacaktır. Bir arda yaşama kültürün gelişimi yerine, düşmanlığı ve ayrışmayı körükleyen ve taraf olan basın; yeni rolünü çok sevmiş gibi hiç sorgusuz bir şekilde ekranlar aracılığı ile birlikte açıklayabiliyor.

Aynı tepkiyi, İsviçre Türkiye futbol karşılaşması sonunda, siyaset ile direkt ilişkisi olmayan spor sayfaları editörleri de yapmıştı. Bu gösteriyor ki; bu kanıksama sadece muhabir boyutunda değil, yönetim kademesinin her alanında da gözükmektedir.

25 Temmuz 2010 Pazar

Parkta bir heykele bakarken…

Parkta bir heykele bakarken…

Parklar heykeller ile güzelleştiriliyor, güzellik algısı içinde sonunda heykellerde girdi ve parkların içinde uygun yerlere heykeller de konmaya başlandı.

Parklar, şehirlerin vazgeçilmez nefes alma alanlarıdır. Topraktan beton yeryüzüne çıkarken, geldiğimiz doğada unutulmasın diye belki, belki de sadece estetik görünüm için parklar yaratıldı.

İzmir’de Uğur Mumcu Parkı’na gidenler at heykelleri ile karşılaşacaklardır. Atlar, bize bir çok şeyi anımsatır.

“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”

Eskiden, çok eskiden değil, bundan elli yıl önce, şehirlerimizin yollarında bu kadar araç yoktu, atlar ve onların arabaları ile çok şey halledilirdi. Onlar ile ev taşınır, onlar ile kışlık odunlar, kömürler evlere getirilirdi. Onların olduğu sokaklar elbette kokardı, köyün kokusunu yansıtır gibiydi. Dostluklar vardı, bu kadar insanlar bir birine yabancı değildi. Sabahları elinde zili ile gelen sütçü ve onun süüüt diye bağırması çok kimsenin artık sadece anılarında kaldı. Bir çok kişi, bu satırları okurken, aaa geçen gün rengi bozulmuş Türk filminde seyrederken duydum demiş olabilir…

Hayatımızdan bir çok canlı yok olup gitti, bir zamanlar uğrunda cinayet işleneler, bugün kaçak kesimhanelerin müdavimi gibidir. Bugün geriye sadece yapay olarak yapılmış, yeşilliklerin içinde bronzdan heykelleri durmaktadır.

Heykellere baktım, orijinali gibi değildi, sanatçının yorumu üzerine düşmüş bronzun. Doğayı taklit etmemiş, yaratmış. Heykellerin yaratılmış halini çok severim, fakat yaşantımızdan tamamı ile çıkan atlarında orijinal boyutta bir heykelinde olmasını isterim, çünkü yeni kuşağa bakın bu bir zamanlar bizim vazgeçilmemizdi demek için!

Atlar, yaşantımızdan hepten yok oldular, geriye parklarda kalan suretleri, bronz şekline dönmüş halde yeşillikler içinde durmaktadırlar. Betonların arasında sadece kendisine yaşama hakkı tanıyan insan, yaşamından çıkardıklarının heykellerini parklara dikmeye devam ediyor… Bu heykeller arasında sadece atlar yok elbette, yaşamımızdan koparılan aydınların da heykelleri bulunmaktadır…

Yaşamımızdan kopardıklarımızın heykellerini parklara dikiyoruz, etrafına da betondan çay bahçesi. Betonun arasında yapay bir doğa yaratılıyor. Yapay doğa içinde ise, geçmişimize göndermeler bulunması beni mutlu ediyor, en azından okumayan yeni kuşak, bu parklar sayesinde ne amaçla kullandıklarını bilmeseler de böyle bir şeyin hayatımızın içinde geçtiğinin farkına varmalarına neden olabilir. Gerçi pek umudum yok ama olsun, dilek dilektir! Şimdiki kuşak kitap okuyacağına, çekilen filmine bakmayı daha doğru görüyor. O yüzden her kitabın filminin yapılmasını arzulamaktadırlar! Atları da kovboy filmlerindeki işlevleri ile biliyorlar! At çiftliklerine gidip, para karşılığı ata binerken, takındıkları tavırlara bir bakın, ne demek istediğimi anlarsınız!