6 Ağustos 2010 Cuma

Sürgün!

Sürgün!

Almanya’ya ilk gittiğim günlerdi, orada Dersim’li bir öğretmen ile tanıştım. Adı Zeki Koşan, sürgünün ne olduğunu sordu, sürgüne ilk adımını attığım günlerde. Sonra gazete kupürleri çıkardı, orada anlatılanları sordu, gerçekten bu kupürde yazılanlara inanan var mıydı? Elime aldım, okudum, inanılmayacak şeyler yazıyordu. Eski bir gazeteden kesmiş, saklamış. O kupürde Dersimlileri anlatılıyordu. Gözlerime inanamadım, çünkü Dersimlileri kuyruklu, uzun boylu, kocaman burunlu, küçük kafalı, ayı boğan garip canlılar olarak tanıtıyordu. Gazete 30’lu ya da 40’lı yıllara aitti. Dersim olaylarını ve nedenlerini anlatan dizi yazısı olarak yayınlanmış bir kupürdü. Bilimsel çalışma ile karşı karşıyaydım! Her yazı bizde bilimseldir, isimin önüne doktor, profesör koydun mu, sorgulanamayacak gerçekler bu yazı dizi ile ortaya çıkmıştır!

Zeki Koşan benim en samimi dostum oldu. Orada kaldığım sürece, her an kapsını sorgusuz çaldığım arkadaşımdı. Başından çok kötü bir olay geçti ve kansere yenik düştü. Onu kimse tanımaz, tanınmak içinde uğraşmadı. O öğretmendi ve para karşılığında işini yapıyordu. Hayattan zevk almaya çalışıyordu, her sürgün çocuğu gibi mülk alma derdindeydi. Dersimlileri sevdim; içlerinde adam gibi adamlar vardı, aydındırlar ve candadırlar. Elbette her Dersimli bir değildir, içinden ırkçısı da çıkmıştır, üçkağıtçısı da, olması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü bir toplum homojen olması beklenmez, eğer toplum homojen tavır ve düşünce belirtiyorsa, o toplumda hastalık var demektir. Sağlıklı toplumlarda, her tipten yaşam biçimi bulmak doğaldır. Ben çok iyi insanları kendime dost bildim, dost bildiklerimin memleket ırk, renk ayrımını yapmadım, yapamazdım, çünkü sürgün ve ezilmişliğin acısını yüreğimden hissettiğimi yaşayarak biliyorum.

Zeytun’dan, Dersimden sürülende, Kapadokya’dan mübadele ile gönderilen Türk Hıristiyanlarda, Aydınlı Rum’unda, Çanakkaleli Yahudi’nin de acısı yüreğimde aynıdır ve o acıyı onlar kadar yaşarım. Sürgünün haklı gerekçesi olmaz, bunu kimse bana anlatamaz, çünkü o acının tarifi yoktur, geriye bıraktığı duygu, ileriye taşıdığı travmada toplumların yarayan kanası olarak hep kalacaktır. Bir arada yaşamın en temel taşına indirilmiş bir darbedir.

Karanlık zaman diliminde sürgün edilen Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Nazım Hikmet, Orhan Kemal… Her hapishane bir aydını, her şehir bir sürgünü içinde beslemiştir, korumuştur. Acıları oralarda sessizce durmaktadır. Her sessiz duruş, fırtınayı büyütür, bir gün o fırtınanın bıraktığı dağınıklık içinde ne yapacağını bilemez halde kendimizi bulabiliriz.

Zeki Koşan; Dersimli bir ailenin çocuğuydu, sürgünde yetişmişti, sürgüne giden büyüklerin anlattıkları ile büyümüştü. O anlatılanları araştırmak için eline geçen her fırsatı değerlendirmişti ve hep soru sormuştu, yanıtını tam alamadığı sorular. O soruların gölgesinde bu dünyadan gitti. Kimse ona o kupürü anlatamaz, ‘bak bende kuyruk var mı?’ diye sorarken!

Seyit Rıza’nın heykeli açıldı, idam edildiği yerde değil, dört dağ arasında eline silah aldığı yerde. Bugün mezarı dahi olmayan bir isyankar konumundadır. Aynı zamanda dini ve o bölgenin efsane lideridir. Kutsaldır, adına türküler yakılmıştır. Yakınlarına, o yörenin insanı saygıda kusur etmez, dört elle sarılır. Bugün çocuklar dahi Seyid’in sehpaya gidişini anlatabilir.

Dersimli dostlarım geldi aklıma. Gözleri candan bakan, dudaklarında dostluk sözleri, sarılmaları içten ve yürekten olandırlar. Heykelin açılış coşkusunu orada olmasam da candan hissettim, çünkü onlar o kupürde yazan olmadıklarını bir kere daha dünyaya haykırma imkanı bulmuşlardır.

Tarihi yalnızca kendi penceresinden bakan ve yorumlayan, her şeyi devletin çıkarı gözünden gören ve buna göre bilim adamı yetiştiren sistemin bir anlamda parçalanmasını ifade etmektedir. Çünkü tarih karşılaştırmalı olarak yazılabilmiş olsaydı, tarih notlarını kağıda aktarırken, taraflar birbiri hakkında empati kurabilmiş ve anlamak için çaba sarf etmiş olsalardı bugün yaşanan bir çok sorun yaşanmayacaktı.

Sürgünler, öldürmeler, yakmalar, kökünü kazımak için üzerinden buldozerlerin geçmiş olması dahi tarihin akışını kısa olarak aksatmış olsa da, tarih bildiğini yazmaya devam ediyor.

Gelecek; bir arada yaşayacağımız, ortak gelecek için umut içine bakacağımız, birbirimizin düşmanı değil, anlamak için çaba sarf edeceğimiz bir yaşam olabilir. Bu ancak dokunulmazlıkların her açıdan ortadan kalkması ile mümkündür.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Mahkemeler…

Mahkemeler…

Gelişmemiş ülkelerde hukuk, erk sahibi tarafından silah olarak kullanılır. İşine gelmeyenin sesi kesilir.

Bizlerde mahkemeler ve hukuk uygulama süreci keyfiyeti hep var olmuştur. Gerçek anlamda hukuk ayrıcalık tanınmadan uygulanma süreci yok gibidir. İlk anayasayı yapan sürgüne giderken, hangi kurallara göre sürgün gittiğini bilemeden, boynunda ipi hissederek öldü.

Mahkemeye hükmeden, devlete de hükmeder. O yüzden devletin sahibi, buyruğunu hukukçulara uygulatmayı sever, çünkü yasalar öyle yazılmıştır ki, her türlü yoruma açık ve o açık yorumlardan işine gelene han hamam, işine gelene Sinop cezaevidir.

Savaş yıllarının mahkemeleri genelde asker kaçaklarına bakar, savaş dışı zamanlarda ise devleti yıkmaya eğimli olduğu kuşkusu olan bölücülere karşıdır. Bu eğimlilere zaman zaman değişik isimler verilir, anarşist, terörist, ajan, provokatör… isim bulmada uzmandır erk sahipleri, yeter ki isim bulma derdi olsun, onlar adına çalışan nice bilim adamı emirleri ‘şak’ diye yerine getirecektir.

Cumhuriyetin kuruluş aşaması savaş yıllarına gelir, o dönemin mahkemelerin adı istiklal’dir. O mahkemelerin tutanakları bugün dahi pek bilinmez, kaç kişi idam edildi, kaç kişi tutuklandı, kaç kişi güvenlik kuvvetlerinden kaçarken öldü?

Her dönem özel statülü mahkemelerimiz olmuştur. Normal yaşama geçtik dediğimiz an bir bakmışsınız özel statü içinde kurulmuş ve işlevi olan mahkemeler uygulamalarına devam etmiştir.

Mahkemelerin en keyfi uygulamaları 12 Eylül döneminde olmuştur. O kadar keyfiyetlik vardır ki, hem sağdan hem de soldan suçları bile tam tespit edilemeyenler, ele güne karşı göstermelik için idam edilmiştir... Bu erk sahibi darbeciler istediği için olmuştur. Mahkeme başkanları vicdanları ile bu emri ret etme yetkisi var olmasına rağmen, uygulamaların gösterdiği yoldan gitmiş ve idam için kalemini kırmakta tereddüt etmemiştir.

Suçun soruşturulduğu alanlarda işkenceler normal uygulama kabul edilmiş ve işkence altında alınan ifadeler doğru kabul edilerek; suçlar ve suç örgütleri güya ortaya çıkarılmıştır. Bu arada kaç suçsuz insan, suç delileri üzerine yıkılarak suçlanmış ve mahkum olmuştur?

12 Eylül, tüm toplum üzerine demir parmaklıkların düştüğü yıllardır. Tüm ülke cezaevi olmuş, tek tip toplum yaratmak için devletin tüm olanaklarından yararlanılmıştır. Suçlu, suçsuz ayrımı yapılmadan, her birey potansiyel suçlu görülmüştür. Suçlu görülmeye uygun olarak devlet kendisini korumak için özel yasalar çıkarmıştır.

Özel mahkemelerin verdiği davaların bir çoğu Avrupa mahkemelerinde mahkum edilmesi tesadüfi değildir. Çünkü savunma hakkının ortadan kalktığı cezalandırmalar, devlet içinde doğal ve normal görülmüştür.

Mahkemeler ve sonuçları; bizim ülkemiz için silah olarak kullanılması yeni değildir. Erk sahibi kendi sisteminin düzgün devam etmesi için gerek gördüğünde muhaliflerinin sesini yasal zeminde sesini ortadan kaldırmak için araç olarak kullanmıştır. Her dönemin savcısı ve hakimi vardır. Bu hakimler verilen görevleri vicdanları rahat olarak hep yapmışlardır, onlar için önemli olan emrin yerine getirilmesidir. Emri verenler ise, tarihimiz içinde sorgulanmamış, aksine kahraman olarak görülmüştür.

Bugün mahkemeler erk sahibinin güç gösteri alanı olmayı sürdürüyor, alınan kararlar ve uygulamalar Avrupa mahkemelerinden bize ceza olarak dönmesi bunun kanıtıdır.

Avrupa’da en çok mahkum olan ülke neden ülkemiz diye sorma ihtiyacı duymaz erk sahibi, neyse parasını öderiz der! Çünkü o, o süreç içinde amacına ulaşmıştır, sonuçta biri acı duymuş, hakları yok olmuş, hayatının önemli bir dönemi dört duvar arasında geçmiş önemli değildir, önemli olan amaca hizmetidir.

Bugünde yaşanan süreç, geçmişte yaşanan süreçten büyük farkı yoktur, çünkü yasalar, anlayışlar ve teamüller olarak devam etmektedir.

3 Ağustos 2010 Salı

Faili meçhul!

Faili meçhul!

Faili meçhul ne zaman yaşantımızın içine girdi, ne zaman faili meçhuller için İstanbul Galatasaray Lisesi önünde oturduk?

Hasan Ocak ile simgeleşti. Ailesine gece yarısı gelen telefonda oğullarının nerede olduğunu söylüyordu.

Faili meçhul cinayetlerin kurbanlarının bazılarının ayakkabı bağcıkları çıkarılmış olarak bulundu!

Faili meçhul cinayeti işleyenler, birinden emir almadığı sürece parmağını oynatmayacağını düşünüyorum, çünkü o parmak sahibi profesyoneldir!

Profesyoneller ise karşılığı olmayan işlere imza atmaz. Birinin emir vermesi gerekli, yoksa profesyonel düşünüp onu hayata geçiremez, çünkü risk almayı sevmez!

Faili meçhul cinayetler tarihimiz içinde yeni değildir. Karanlık bir sokakta, kimin tarafından öldürüldüğü belli olmayan aydınların cinayetleri genelde faili meçhuldür. Batılılaşma serüvenimize başladığımız günden beri, faili meçhuller hayatımızın içinde hep olagelmiştir. Osmanlı döneminden, cumhuriyet dönemimize ve 12 Eylül sonrası cinayetler, bir zincir gibi, bir birine bağlı olarak işlenmeye devam etmiştir.

Cumhuriyet döneminin en kapsamlı faili meçhul cinayet, Maraş’ta işlenmiştir. O dönemin bürokratları bugün hala görevlerinin başındadır.

Emekli koramiral; faili meçhul cinayetler acaba devlet politikası mı diye soru sordu. Soru haklıydı, çünkü faili meçhul cinayeti işlediği söylenenler cezaevinde yatıyordu ama onu planlayanlar dışarıda vicdanları ile hesaplaşmadan yaşıyorlardı! Bugüne kadar açıktan soru soranlar vatan haini gözü ile bakılıyordu. Bu sefer soru soran önemliydi, hain olacak konumda değildi.

“Bu vatan için kurşun sıkanda, kurşun sıkılanda kahramandır” diyenler ve onların bir emrini şak diye yerine getirenler, tarih sayfalarındaki yerlerini koruyorlar, henüz mahkeme önüne çıkmış bir iddia yok…

Devlet politikası olduğu kabul edilirse, tarihimiz içinde yer alan bütün faili meçhulleri yeniden sorgulamak ve faillerin siyasi tarafı sorgulanması anlamına gelir… Bu da tarihin yeniden yazılması ve kişilere verilen payelere yeniden isimlendirmesi anlamını beraberinde taşır. Bugün yaşanan kan tutulmasının sonuçlarının gerçek nedenleri ortaya çıkarsa eğer, devletin içinde bulunduğu sarmaldan çıkması için bir şans anlamına gelir. Bugüne kadar söylenen yanıltıcı cümleler yerine, gerçek veriler ile konuşmak ve yüzleşmek için bir fırsattır.

Faili meçhul cinayetlerin emir komuta zinciri içinde yer alan tüm unsurların çıplak olarak ortaya çıkması, demokrasi için atılacak en büyük adımdır. İşin siyasi boyutundan, tetik boyutuna kadar olan aşamasında yer alanların yüzüne, gün yüzünün vurması demek, tarihimizin yeniden yazılması ve sorgulanmasını da beraberinde getirir.

Faili meçhul sadece sonuçtur, nedenleri bugüne kadar veriler tam olamadığı için tartışılamadı ve hep söylence boyutunda kaldı.

Siz hiç Galatasaray Lisesi önünde oturanlara ve ellerinde tuttuğu fotoğraflara baktınız mı? Kaç faili meçhul var, faili karanlıkta yok olan?

Sadece tetiği çekenin ceza verildiği adalet eksik adalettir. Eksik adalet ise, cinayetlerin devamına da bir anlamda onay vermek anlamındadır.

Gazeteciler…

Gazeteciler…

Gazetecileri izliyorum, çalıştığı gazetenin politikasına uygun yorum yaparken görüyorum. Gazeteci o gazeteden ayrılıp başka gazeteye geçtiğinde, geçtiği gazetenin politikasına uygun tavır aldığına şahitlik yapmaktayım.

Gazeteci çalıştığı gazetenin rengini almak ile yükümlü müdür?

Gazetecileri izliyorum, liberalizm adına, o kadar fikirlerinde dönmeler yapılıyor ki, çıktığı ekranın izleyicisine göre de konuşuyor! Kendi fikri yok sanki, patronun bir sözcüsü gibi onun görüşlerine ihanet etmeden konuşuyor! Kendisince belki objektiflik adına ve ekmek kapısını koruyor olabilir ama gazetecinin kendisine ait hiç fikri olmaz mı?

Gündemin bu kadar sık değiştiği, zeminin çölde olduğu gibi kaygan olduğu yerde ayakta kalmak için belki kendilerince bir çözüm yolunun bu olduğunu bulmuşlardır. Patron ne derse doğru odur! Patronun gör dediğini gör! Peki, patrona kim nereyi görmesi gerektiğini ve doğrunun ne olduğunu söylüyor?

Gazeteciler, çalıştıkları kurumun görüşlerine uygun davranıyor ve sanki bir bütünün bir parçasıymış gibi, o görüşün vücuduna uygun kamuoyu önünde hareket ediyor, özel hayattaysa şikayetlerin bini bir parça konumda… İşten atılan arkadaşının arkasından bir iki göz damasını içine akıtıp, profesyonelliğin gereğini yapmaya devam ediyor, haber üretmeye devam!

Gazeteci, bant başında çalışan vasıfsız işçi konumuna mı gelmiş durumdadır, verilen görevini yerine getiren ve mesai saati bittiğinde gönül rahatlığı evine giden bir bant işçisi midir?

McDonalds şubelerinde çalışan aşçı gördünüz mü? McDonalds başardığını bugün gazeteler başarıyor! Vasıfsız gazeteciler ile gazete çıkarıyor!

Şikayet eden, gazete politikası dışında görüşü olan, onu gazetesinde dillendirdiğinde kendisini kapı önünde rahat şekilde bulabilir, çünkü yerini dolduracak binlerce aday kapı önünde bir yetkili ile görüşmek için torpil aramakla meşgul.

Gazetecilere bakıyorum, başbakanlıktan aldıkları kimlikleri kullanıyorlar ve bu kimliklerin ayrıcalık olduğunu düşünüyorlar. Bir ülkede gazeteciler devletten aldığı kimliği önemsiyorsa, orada bağımsız gazeteci yok demektir. Gözünü kapar vazifesini yapar!

Gazetecilere bakıyorum, çalıştığı gazetenin sesini seslendirirken…

Gazetecilere bakıyorum, editörlerin dediği haberin peşinde koşarken…

Gazetecilere bakıyorum, aylık bordolarının yüksekliği karşılığında ihale peşinde koşarken…

Gazetecilere bakıyorum, iktidarda olanın penceresinden, uçağından, otobüsünden ve yurtdışı gezilerinden yararlanırken görüyorum…

Gazeteciler bakıyorum, ellerindeki kimlikler ve maaşı aldıkları kurum gazete, TV veya başka bir medya olduğunu bilmezsem gazeteci demeye dilim varmıyor… Okumayan, okuduğunu tam anlayamayan, neye hizmet ettiğini sorgulamayan, verilen görev dışında haber olacak olanı görse dahi görmeyen bir profesyoneller topluluğun üyesi konumunda…

McDonalds’da çalışan, et kızartan, kasada sipariş alıp veren de profesyonel işçidir ve vasfı yoktur. Her an işten çıkabilir, her an işe başkası alınabilir, işten çıkıp ve girmesi kuruma ne zarar verir ne de yarar! Bir gazeteci işten atıldıktan sonra, o gazetede bir şey değişmiyor ise, orada sistem McDonalds’da olduğunu gibi olduğunu söylemiş olsam acaba çok mu abartmış oluyorum…

1 Ağustos 2010 Pazar

Evet sözünde homojenlik vardır.

Evet sözünde homojenlik vardır.

Aptallar ve aptallığa eğimli olanlar, bir konuda fikirleri sorulduğunda, sorulan soruyu anlamdan genelde evet deme eğilimindedirler.

Bilinçli olanlar ve kendi fikri sorulduğunu sorgulayanlar ise, önce konuyu anlamaya ve o konuda var olan bilgilerinin ve tecrübelerinin birikimine bağlı olarak; evet ya da hayır deme eğilimini kendi tercihi olarak ortaya koyar. O yüzden insanların hayır deme eğilimi bilinç ile ilgilidir.

Anayasa değişikliği ile ilgili olarak önümüze evet ve hayır seçenekleri olan seçim sürecine girmiş bulunuyoruz. Elimize verilecek kağıtta iki seçenek mevcuttur. Üçüncü bir alternatifimiz yok! Üçüncü alternatifi; tercihini ortaya koyacak olanlar ortaya çıkaracaktır. Hem evet hem de hayır’a basarak, kullandığı oyu geçersiz kılarak üçüncü yol ortaya çıkmış olacaktır.

Anayasa değişikliği, hükümetin ısrarcı tavrı ile ortaya çıkmış ve toplumun görüşü hiç önemsemeden, mecliste görüşmeler ile en kısa zamanda prosedür yerine getirilmiş ve önümüze sunulmuştur.

Hükümet, yaptığını savunmak ve ‘evet’ dedirtmek için devletin olanaklarını da kullanarak her türlü propagandayı yapacaktır. Hatta mazlum rolü oynamak için de her türlü olanağı anında kullanacaktır. Burada normal olamayan durum aslında vardır ama artık üçüncü dünya ülkesinde olur böyle haksızlıklar diyebiliriz. Diktatör eğimli bir hükümet başkanı, dediğini yaptırmak ve onaylatmak için her yolu mubah görmektedir. Gelişmemiş ülkenin lideri de kendisine göre olur.

Bu referandumda, iki cevap olduğu içinde, iki cephenin de olması kadar doğal bir şey yoktur. İki cepheli bir propaganda dönemi yaşanacaktır, yaşanmaktadır. Üçüncü cephe yani protesto edenler ve tarafsız kalanlar bu meydanlarda kendilerine ses bulmaları zordur. Çünkü ülke kültürü üçüncü düşünceye açık değildir, şıklar arasında üçüncü şık yoktur! Şıklar arasında yaşamaya alışmış halk ve buna göre biçimlenen kültürel yapı onlara şans tanımamaktadır.

İki cephede propaganda yürürken, yine üçüncü dünyaya özgü taraflar oluşmuştur. Çünkü hükümet değişiklikleri ortaya getirirken, kimsenin fikrini sorma zahmetine katlanmamıştır. Getirdikleri değişiklikler anayasayı ortadan kaldırmıyor, sadece yeni düzenleme yapmaktadır. Anayasanın ruhu olduğu gibi korunmaktadır. Birkaç madde değişikliği ile anayasa ve devam eden sistemde değişiklik olamayacaktır. Hükümet, kendi çıkarlarına uygun ve anlayışını yansıtan değişikliği meclisi gece gündüz çalıştırarak geçirmiştir. Bir çok milletvekili hangi maddeyi onaylamadığını bilemeden, uykulu gözler ile görevini yapmış ve liderine ne kadar sadık olduğunu göstermiştir.

Hükümet, yapmış olduğu değişikliği meydanlarda savunmak ile yükümlüdür. Çünkü kendi eseridir. Üçüncü dünyaya özgü olan durum burada ortaya çıkmaktadır, çünkü maddeler hakkında, fikirleri dahi sorulmayanlar, bilgisi olmayanlar, sadece duygusal (!) nedenlere dayalı olarak hükümetin bu oldu - bitti değişikliklerini savunur konuma gelmiştir. Hükümetin adam yerine dahi koyup sormadığı, değişikliklerine taraf olanlar, acaba kendilerine bu gerçeği sorma zahmetine katlanıyorlar mı?

12 Eylül, devam eden bir süreçtir. Henüz kurumları, yasaları uygulamaları yürürlüktedir. 12 Eylül ortamının yaratmış olduğu siyasi kültürel değişimden yararlananlar, bugün iktidardadır. Bugün iktidarda olanların o döneme anlayışa uygun şekilde değişikliği gündeme getirmesi ve sunması tıpkı beş generalin anayasayı onaylatmasına benzemektedir. O gün evet diyen taraflar ile bugün evet diyen taraflar aynıdır. Biçim olarak aynı olan taraflar, içerik olarak da aynılaşmaktadır. Çünkü anlamadıkları, fikirleri sorulmadıkları bir değişiklikte taraf olmak ile, hükümetin yedek gücü konumuna düşmüş ve hükümetin elde edeceği başarıdan nemalanmayı hedeflemektedirler. Alınacak evet başarısını kendi hanelerine yazdırmak için, fikirleri dahi sorulmadıkları bir değişiklikte gönüllü taraf olmuş konumdadırlar. Taraflılıklarına paye çıkarmak içinde olmayan şeylere anlamlar yükleyerek, var olan gerçeklik çarpıtılmakta ve duygulara seslenmeyi kolay yol olarak seçmişlerdir. 12 Eylül darbesini yapanlar kan gölünü bahane göstermişlerdir, bugün evet diyenler 12 Eylül idamlarını bahane olarak göstermektedirler. Biçim aynıdır, kullanılan yöntem aynıdır. Çünkü denenmişi ve sonucu belli olan yarışta, bilinçli olmayan çoğunluğun evet diyeceği kabul edilerek, sonucu belli olan bir yarışa girilmiştir.

Muhalefete olanlar ise, daha zoru seçmek zorunda kalmış ve hayır demenin neden gerekli olduğu bilince çıkarılmak ile yükümlüdür. Muhalefetin her görüşten ve kesimden olması doğaldır, çünkü kendilerine sorulmayan, görüşleri alınmayana karşı olmak bilinç ile yapılan bir tepkidir. Ben yaptım oldu anlayışına karşı dirençtir.

Hayırların çok çıkması ve referandumun gerekçesi olan maddeler ret edilmesi aslında o ülkenin demokrasisinin ne kadar geliştiğinin de göstergesi olacaktır. Evet gösterge değildir, toplumun bilinci hayır’da gizlidir. Hayır sözünün homojen olmaması kadar doğal bir şey yoktur ama evet homojendir.