21 Ağustos 2010 Cumartesi

Veli Küçük, yaşayan Topal Osman mıdır?

Veli Küçük, yaşayan Topal Osman mıdır?

Tarih tekerrür mü ediyor? Elbette, hayır! Tarih yaşanması gerektiği gibi yaşanmış ve sonlanmıştır. Bugün ise, yaşananlar sonlanmadığı için, tarihin sadece iz düşümlerini görebiliriz. Her anımız tarih değildir ama her an tarihin biz yansımasını hissederiz.

Tarih sayfalarını, tozlu ve örümcek ağlı yerinden çıkarıp baktığımızda bize hiç ummadığımız sonuçlar ve çağrışımlar yaptırır. Bu çağrışımlar acaba insanlık tarihi içinde bir arpa boyu yol mu gitti düşüncesini, masallardan alır ve beyninizin içinde ışık gibi bırakır.

Topal Osman, tarihin kanla yazıldığı dönemde, kanlar ile kendi tarihini yazmıştır ve sonu kan içinde olmuştur. Onun heykelini yaptıran ise, ne garip bir buluşmadır ki, kaderleri ve duruşları birbirinin üzerine karbon kağıdı konmuş gibidir.

Her ikisi de emir içinde yer alıyordu, onlar emir almadan bir şey yapamazlardı, fakat yaptıklarının sonucunu emir veren ile birlikte yaşamadılar. Emir veren, her türlü konforlu yaşamına devam ederken ve erkini korurken, emir alanlar ise kaderlerinin çizdiği yolda kendileri ile başbaşadırlar.

Topal Osman; Koçgiri isyanını kan ile bastırmış, sakallı Nurettin Paşa’nın emrinde isyan sonlanmış olmasına rağmen, Koçgiri köylerini kana ve ataşe döndürmüştür. Güce inanırdı, güçlünün üzülmesini asla istemezdi. Güce ve erke karşı geleni kendisince sorgular ve adamlarına boğazlatmaktan da geri durmazdı. O birileri için kahraman, birileri için katil, birleri için soykırım makinesiydi. Fakat sonuç itibarı ile çok kan döktü, dökülmesinde görev aldı.

Topal Osman, kimden emir alarak kan döktüğünü hiç açıklamadı, emir verenler tarihin içinden bugüne göz kırpıyor, savunmaları ile birlikte. Fakat devletin resmi tarihi, bu göz kırpmayı yok sayıyor ama yine de flu görüntü içinde siluetin ortaya çıkmasına izin verecek bilgilerinde olmasına karşı gelmiyor.

Tarih, bugün yaşananlara bir açıklık getiriyor, suçluyu ortaya çıkaracak ipucunu vermesine rağmen, gerçek anlamda projektörlerin o emir verenin üzerine dönmesini de engelliyor. Çünkü tarih öyle bir şeydir ki, erk sahibi gereği gördüğünde; tarihin yorumunu ve bakış açısını değiştirecek bilgi kaynaklarına sahiptir. Ve kendi gücü ışığı altında tarihin yorumlanmasına tek yönlü izin verebilmektedir. Karşılaştırmalı tarih ne yazık ki, bizim gibi bilginin tek kaynaktan beslendiği toplumlarda yoktur, onun yerine ideolojiye uygun bakış açısı varlığını korumaya devam etmektedir. Bu yüzden tarih objektif değildir, nereden baktığına bağlı olarak değişkendir.

Veli Küçük, görevde bulunduğu yerlerde faili meçhul cinayetler ile anılır olmuştur. Ölüm üçgeni içinde, onun döneminde bir çok faili meçhul cinayet ve kayıplar olmuştur. Yaptıkları öldürmeler ile anılan Abdullah Çatlı, yeşil kod aldı ile Mahmut Yıldırım Veli Küçük ile direkt ilişki içinde oldukları kanıtlanmıştır. Kızıl Elma koalisyonu mimarlarındandır, 301 maddesini aydınlar ve ötekiler üzerinde baskı kuracak hukuk girişiminin içinde yer aldığı söylentiler vardır, o hukukçular ile bugün Ergenekon davası nedeniyle yargılanmaktadır. Veli Küçük, yaşamı içinde bir çok karanlık nokta vardır, bu noktaların aydınlığa çıkarılması bilgi ile mümkündür, fakat devletin sırları içinde olan bir çok nokta ne yazık ki, karanlıkta kalmaya mahkumdur. Çünkü emir almadan, kendi başına yapacak konumda değildir, birilerinin bilgisi dahilinde bir çok olaya katılmış ve yönlendirmiştir. Abdullah Çatlı devlet adına yurt dışında eylemlere katıldığını ve yaptığı saklamıyor, saklanamıyor. Mahmut Yıldırım devlet adına soğuk kanlı bir şekilde bir çok cinayete katıldığı saklanamıyor. Veli Küçük görev yaptığı dönemlerde bir çok faili meçhul ve kayıpların olması tesadüfi değildir.

Veli Küçük, Topal Osman’ın heykelini yaptırması ve memleketine yani Giresun’a hediye etmesi ve orada dikili olması tesadüf değildir, sanki tarih karbon kağıdını kullanmış gibidir. Bugün karışık olan, kime karşı sorumluydu ve kimden emir alıyordu bölümüdür. Çünkü Topal Osman döneminde olan koşullar ile bugün yaşanan koşullar arasında hiç bağlantı yoktur ama yoruma açık olarak devletin varlığı tehlikede olduğu kabul edilerek bir çok şey, devlet adına yapıldığı artık saklanamayacak gerçektir. Homojen toplum yaratmak için, öteki olarak kabul edilenlerin yok edilmesi birileri tarafından savunulmuş ve uygulanmıştır. Devlet / vatan adına kurşun atanda, yiyende kahramandır/ şereflidir. Bu söylem bir çok şeyin üstünü kapatamaya devam etmektedir.

Bugün yaşananların gerçek anlamda sorgulanabilmesi için dokunulmazlıkların ortadan kaldırılması, bütün bilgi kaynaklarının ortada olması ile mümkündür. Bugün ki sistem içinde bunu beklemek hayalidir, çünkü devlet dokunulmazlığını korumaya devam edecektir, kozmik odalar varlığını koruyacaktır.

Topal Osman nasıl konuşmadan ölmüş ise, Veli Küçük’ün de konuşacağını sanmak hayalidir. Anılarını kendisi ile birlikte sonsuzluğa götürecektir ama anılarının iz düşümleri yaşamaya devam edecektir. Bu iz düşümler doğru takip edilirse, doğru kaynaklara gerçekten ulaşılabilinirse, bir dönemin tarihi tartışmalı olmaktan çıkar. Veli Küçük yargılandığı dava tarih değil, sonuçtur. Tarihin sayfasına konulacak noktadır. Veli Küçük tarihi onun yaşadığı ve güçlü olduğu dönemdir. O dönem içinde olanlardır.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Tekin’den Dink’e…

Tekin’den Dink’e…

12 Eylül ülkenin insanlarını tek vücut yapmıştı. Olay olmayacaktı, her şey devletin denetimi ve bilgisi dahilinde olacaktı. Denetimi o kadar abartılmıştı ki, devlet içinde ayrılıkçı, farklı olanlar da tek bayrak altında, tek millet, tek dil içinde birleştirilecekti. Her yerde okum ayazma kursları açılmış, okullar Türkçe eğitime, kışlalar Türkçe kurslarına dönüştürülmüştü. Elinde Kuran alarak meydanlarda konuşan orgeneral, yeni sıfatı ile haklın biricik sevgili adamı olmuştu, halka referandum ile yeni anayasayı onaylatmıştı. Bu anayasada öteki yoktu, her kişi Türk’tü, dini inancı İslam suniydi. (Lozan’da hakları verilenler haklarını koruyacak ama var olan uygumla dışında bir şey yapılmayacaktı, çünkü çok az kalmışlardı, olanların bu ülke İçin tehlike olma şansları yoktu) Ülkenin renkleri tek bayrak gibi olmuştu, ayın yeryüzünde kan üzerine yansımasıydı. Kan ile sulanmış topraklar tarihinde olamayacağı kadar homojendi, çünkü anayasa ve yasalar bunu söylüyordu.

Farklı olan, farklı dil konuşanların bir bölümünü cezaevlerinin koğuşlarında, görüşmeye gelen anaları ile el işaretleri ile konuşur hale gelmişti. Türkçenin altı dili olarak lanse edilen farklı bir dil yasaklanıyordu, konuşması hoş karşılanmıyordu. Dil bilmeyenlere tercüman yoktu, çünkü o dil zaten hayatta değildi. Hayatta olmayan dilin tercümanı mı olurdu, halkı mı olurdu?

Üniversitelerde Türkçe bölümler, Atatürk devrimleri kürsüleri yeni düzene uygun öğrenci yetiştirir konuma gelmişti. Bilim adamı olduğu söylenenler, yeni düzenin kurallarına uygun gör dediklerini görür, görme dediklerini görmez, konuşmaz konumdaydılar. Her şey bilimsel kurallar içinde oluyordu. Edebiyat fakülteleri, farkı dinden mensup olanları, farklı mezhepleri yok sayıyor, oruç tutmayanları düşman ve içimizdeki ajan olarak görüyorlardı. Bugün dahi edebiyat fakülteleri diğer fakültelere göre İslami duyarlı olanların yoğunlaşma alanı olması tesadüfi değildir.

Van böyle bir düzen içinde, sisteme uygun davranmış ve ramazan ayı içinde oruç tutmayan bir grup öğrenicin üzerine kurallara uygun, yeni düzene uygun ateşli gençleri kışkırtarak saldırtmıştır. Van’daki üniversitede öğrenci olan Mehmet Şirin Tekin bu saldırıda hayatını kaybetmiştir, beş kişi ağır yaralanmıştı. Saldırganlar ve katiler bu saldırıdan ceza aldıklarını mı düşünüyorsunuz, her şey yasalara ve yeni düzene uygun olmuştu. Gelmekte olan, o gün kendisini açıkça kendisini göstermişti. Bu cinayet 12 Eylül sonrası ilk katili toplu olan cinayetti. Toplu olarak işlemişlerdi. Bir grup öğrenci ve çevreden katılanlar ile din elden gidiyor diyerek tekbir sesleri eşliğinde bu cinayeti işlemiştir.

Van üniversitesinde okuyan ve oraya sadece okumak için giden alevi Mehmet Şirin Tekin, kendi inancına uygun davrandığı için öldürülmüştür. Aleviler yeni düzende yoktular, herkes suniydi ve oruç tutmak zorundaydı. Bu işi kendisine iş edinen öğretim üyelerinin etkisi kaçınılmazdır, çünkü hiç kimse durduk yere adam öldürmez. O öldüren çocuklar da öğrenci, ölende. Bu işin arkasındaki esas güç ortada olmasına rağmen görülmedi, görülemezdi, çünkü yapılanı meşru gösteren yasalar vardı…

O dönemde orada öğretim üyesi olan kişi, bugün iktidardadır. Onun eğitime bakış açısı ortadadır. 12 Eylül’den aldıkları güç ile güçlenmişler, bugün iktidara gelmişlerdir. Mehmet Şirin Tekin unutuldu, unutturulmak istendi, fakat unutulamayacak, çünkü onun gibi düşünen ve yaşayanlar bugün de vardırlar. Yok sayılanlar bir bir ortaya çıkıp kimliklerini ortaya koymaya devam ediyorlar. Yok sayarak ile yasa çıkarmak ile yok olmuyorlar.

Saldırganlara güç veren şey 12 Eylül yasaları ve anayasasıdır. Bu yasadan güç alanlar, Sivas’da aydını yakmayı doğal gördüler, gelecek hükümetin adalet bakanı öldürenlerin avukatı bile oldu. Ötekini yok etmek, öldürmek suç değildir, çünkü o suçu ortaya koyacak yasalar henüz mevcut değildir, çünkü Türk milleti adına mahkemelerde hala kararlar alınıyor ve veriliyor. Bugün dahi aleviler yok sayılıyor, Kürtler yasalarda yerleri yoktur.

Hrant Dink birilerini kışkırttığı için öldürüldü dahi deniyor, bu söylem 12 Eylül yasalarından ve uygulama halinde olan yasalardan güç almaya devam ediyor. Mehmet Şirin Tekin’den Hrant Dink’e kadar işlenen cinayetlerde ortak yön vardır. Bu yön yasalar içinde kendisini korumaya devam ediyor. 12 Eylül anayasası devam ettiği sürece de bu ortak yön kendisini yaşatamaya ve cinayetleri işlemeye devam edecektir.

Not: O dönemde orada görev yapan Hüseyin Çelik bu öldürülme olayı ile ilgili nasıl bir ilgisi vardır, bugün için bilinmiyor, fakat o dönemde orada yaşayanların söylemleri bugün dahi kulaklarda durmaya devam etmektedir.


“4 Mayıs 1987 günkü Hürriyet'in ilk sayfasındaki habere göre; 3 Mayıs 1987 günü Van Üniversitesi kampusunun hemen karşısındaki bir cafe’de arkadaşlarıyla oturan Mehmet Şirin Tekin adlı öğrenci, oruç tutmadığı için bıçaklanarak öldürülmüştü. 30 kadar öğrencinin oruç tutmayan öğrencilere taşlı, sopalı ve bıçaklı saldırısında 5 kişi de ağır yaralanmıştı...”
Meral TAMER, Milliyet Gazetesi, 11 Aralık 2005

Mustafa Özenç, son günlerinde Adana Cezaevi hücresinde yazdığı şu şiirle yaşama veda etti:

"O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kimbilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembayaz karın soğuğundan....
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.

17 Ağustos 2010 Salı

Öldürme yetkisi elinde olmasına rağmen…

Öldürme yetkisi elinde olmasına rağmen…

Musa, peygamber olmadan adam öldürdü. O yüzden uzun süre çölde yaşadı. Tanrı bu katili kendi temsilcisi olarak seçti ve ona seslendi.

Tanrı, neden Musa’yı seçti?

Musa, seçilmiş halkımı özgür bırak dedi firavuna. O sırada halkı, firavunun şehrini inşaatında çalışıyordu. Köle miydiler, yoksa işçi miydiler, hatta asker miydiler o konuda net bilgi yok. Ama bu en alttaki insanlar, Musa’nın İsrail oğullarıydı. Firavun buna güler, ciddiye almaz. Musa artık seçtiği yol kanla yazılır. Her adımı kan ile izlenir hale gelir.

Tanrı, kan ile sesine biçim verir. Mısır’ın üzerine alevler fırlatır. Kıtlık verir. Ama firavun iktidarını korur. İsrail oğulları çıkış yapmak için çöle çıkar ama önüne gelen yerleri de yağmalamayı unutmazlar, çünkü yol için yiyeceğe ve silaha ihtiyaçları vardır. Savaşın tüm hileleri bu çıkışta kullanılır.

Musa çölde yaşadığı sürece kaçacağı yolu çok iyi öğrenmiştir ve zamanı iyi kontrol eden çölde başarılı olacağını bilir. Zamanı iyi kullanarak Sina Yarımadasına geçer. Kızıldeniz’den geçerken, deniz ikiye ayrılır! Ama gerçek farklıdır, günün belirli saatlerde denizde sular çekiliyor ve yürüyerek geçilecek konumdadır. Gelgit ile denizde su çekiliyordu. Orada yaşayan bilirdi, Musa’da adam öldürdükten sonra kaçak olduğu dönemlerde orada yaşamıştı!

Musa, kendisini izleyen firavunun askerlerinden, halkını bu gelgitlerdeki zamanın doğru kullanımı ile kurtarmıştı. Fakat yeni toprakların sahipleri ile savaşmak zorundaydı ve çok kanlı savaşları yönetmek ile uğraştı.

Canaan topraklarını (bugünkü Filistin, İsrail topraklarıdır) vaat edilmiş toprak olduğunu söylüyordu. Musa vaat edilen topraklarda bir şehir devletin varlığından haberi vardı. Bu devlet çok güçlü bir şehir devlettir ve o bölgenin gözde devletidir. Çok iyi korunan ve beslenen bir şehir devlettir. Bunu bilen Musa, asker ve mühimmatını toplamak için zamana ihtiyacı vardı. Ve bu zamanı en iyi şekilde kullandı.

Musa, nihai savaş için korkunç katı bir savaş örgütü kurmuştu. Acımasız savaş örgütü, önüne geleni yağmalıyor, gereğinde bütün şehir devletlerinde yaşayanları kadın erkek, çocuk farkı gözetmeden öldürüyordu. O kadar acımasızdı ki, ölüm makinesine dönüşmüşlerdi.

Musa, çıktığı dağdan inerken on emir tabletlerini elinde taşıyordu. halkının yanına indiğinde gördüğüne şok olmuştu, çünkü halkı eski inandıkları tanrılarının sembollerine dua eder görmüştü. Gördükleri karşısında şaşkına düşer ve tabletleri yok eder ve o şekilde dua edenleri ibadet edenleri kadın, çoluk çocuk demeden öldürtür. Bu arada tanrının en önemli sesini bizzat Musa yok etmiştir. On emir tabletleri toprağa karışmıştır. (bu arada ölen sayısı binlerin üzerinde olduğu söylenir)

Musa hedefine ulaşmak için her yolu katı bir şekilde uyguluyordu. Tanrı yönü belirtmişti, Musa o yöne ulaşmak için kanlı bir şekilde adım adım yerine getiriyordu.

Vaat edilen topraklara geldiğinde, orayı gören dağa çıkmasını buyurdu tanrı. Ama dedi tanrı, oraya çıkıp inmeyeceksin. Yani kutsal topraklara Musa adım atamdan o toprakları gördüğü noktada öldü. Burası tartışma haindedir ama kutsal kitaba göre tanrı buyurdu ve bir basit neden yüzünden öldürdüğünü belirtir. Musa güya inancını kaybettiği için öldürülmüştür, bizzat tanrı tarafından. Başka söylence ise; kendi halkı tarafından öldürüldü.

Musa seçilmiş kabileyi vaat edilen topraklara kadar getirmişti ama toprağa adım atamdan ölmüştür. Tanrı ondan sonra kimse ile konuşmamıştır, ta ki oğlu yeryüzüne merhaba diyene kadar. Bütün hikayeyi de oğlunun dilinden, İbranice yazan kitaptan öğreniyoruz.

Şimdi soru şu: tanrı neden kan ile kendi isteğini uygulatmak istedi? Neden bir şehri, bir halka vaat etti? Musa Mısır’dan neden bu kadar acı ve kanlı yolu katlederek, bu topraklara geldi ve neden alamadan öldü? Tanrı istediği canı istediği an alabilir, peki kendi adına neden bunca insanı öldürtmüştür?

Tarih bilinmezleri içinde taşır…

15 Ağustos 2010 Pazar

Deprem!

Deprem!

Depremler ile ilgili bir belgesel baktım. Beklenen en büyük depremi anlatıyordu. Yüzyılın başında orta derecede büyük olan şehir, bugün metropol olmuştur. Elbette bizim metropoldeki gibi alt yapı yoksunu değildir, çünkü orada yaşayan insanlar yaşadıkları acıdan ders çıkaran ve geleceğe yatırım yapan devletin bireyleridir. Ve her çalışmalarını; bilimsel veriler ile, yüzyıllara dayanan araştırmanın sonucuna göre yapıyorlar. Bizdeki gibi birkaç senede tüm alt yapımızın röntgeni, çok büyük harcamalar ile çıkmıyor!

Deprem gerçeği bizde magazinleştirildi, ha bugün geliyor, ha bu hafta gelecek yalanları ile günler geçiştirildi, korku yaşayanların bilincinin altına işlendi. Korku ile para kazanmak, en risksiz iştir ve bu en risksiz işten birileri zengin oldu. Devletin kasasına para girdi, zorunlu deprem sigortası yaptırıldı ve orada biriktirilen paralar ile özel TV programlarına sponsor olundu.

Bizde depremin fay hattının gözümüzün önünde olduğunu görmez olduk! İstanbul boğazımız nasıl oluşmuştu? Kaç kişi bunun bilincindedir?

İstanbul tarihi; depremlerin tarihi gibidir, her büyük değişiklik deprem ile olmuştur ya da deprem etkisi yaratmıştır. Boğaz deprem ile oluşmuş ve Ege sularını Karadeniz’e taşımıştır, bir anda su seviyesi yükselen Karadeniz içinde, deniz altında yerleşim birimleri olduğu bugün bilinmektedir. Deprem, sen neye kadirsin, boğaz yaratır, ada yok eder!

Boğaz, iki kıtanın hareket noktasında yer alıyor, sürekli hareket halindedir. Bu hareketlilik yerkürenin üzerindeki kara parçasına basınç uyguluyor ve bu basınç bir noktada patlama yapıyor. Bu patlamanın ne kadar büyük olacağı ise önceden kesin tahmin edilemez ise de, varsayım olarak söylenebiliniyor, çünkü geçmiş depremlerin; ne zaman ve hangi büyüklükte olduğu kayıtlarına bakılarak. Bizde depremlerin kayıtları var, sonuç itibarı ile.

İstanbul boğazına uzaydan bakınca bir buluşma ve ayrılma noktası olarak görebilirsiniz. Keskin dönemeçler dikkati çekiyor. Bu keskin hatlar kara parçasının hareket ve kırılma noktasını gösteriyor. Binlerce yıldır gözümüzün önünde durmaktadır. Binlerce sayfaya sığan öyküleri içinde barındırmaktadır. Bir depremde Galata Kulesi’nin dibinden balık fırlamış, o dönemi yaşayan bir yazarın anlatımda… Destanlar var, öyküler var, kayıtlar var… Elimizde veriler çok, ama deprem bölgesinde yapılmış bilimsel çalışmalar yok! Deprem ne gibi değişiklik yaptı, kaç yıl önce oldu gibi bilgiler daha dünkü kıtada yapılan çalışmalar ile bilinirken, bizdeki bütün veriler anlatımlar üzerine kuruludur. Vardır da belki, biz bilmiyoruz. Göz ile bakıp karar verenler, yabancı araştırmacıların verdiği bilgiler ile bilgi toplayanlar dışında, bizim yaptığımız araştırma var mıdır? Örneğin, Sarıyer’de; depremin değişimini anlatan veri var mıdır?

Gazetelere yansıyan, yapılan araştırmalar sonucu Tusunami olursa eğer, Moda sahilinden Tuzla sahiline kadar etkilenecektir. Bilmem ne kadar yükseklikte dalga olacakmış, kaç dakika süreceği de belirtilmiş. Büyük bilgi olarak verilmiş, peki önlem alınmış mı? Evet, kötü senaryoya göre başımıza bunlar gelecektir ama bizler, Allahın sevgili kullarıyız, bize bir şey olmaz duyarlılığı içinde yaşamaya devam ediyoruz. Korku topluma veriliyor ama korkuyu yok edecek çözüm ortada yok! Bizde her şey bize göre işler, koskoca metropol şehrin kanal sisteminin sorununu borular ile çözmeye çalışıyoruz, Avrupa’da bu sorun 100 yıl önce sorun olmaktan çıkmış, biz boru döşemeye devam etmekteyiz!

Deprem bize anlatıldığı gibi Marmara içinden değil, belki boğazdan gelecektir… Bu konuda bilimsel çalışma var mıdır? Bilim insanı Marmara dibinde şelale varlığından bahsediyor, ama İstanbul’un bıraktığı günlük lağım ve çöpten bahsetmiyor! Bir zamanlar Yunus’ların denizi, bugün belirli sayıda balığın geçiş güzergahı olduğundan bahsetmiyor. Kayıp bir adanın bilgisi var ama kayıp adanın neden yok olduğunu bilen yok! Depremdendir, depremden! Üzerinde kilise olan ada bugün Marmara suyu içindedir… Diğer adaların su içinde kalmayacağını kim garanti edebilir? Global ısınma depremden önce yapabilir mi? Çünkü tehlike tek yönlü değil, çok yönlüdür, doğayı yok ediyoruz, yok ederken de sonucuna bakmıyoruz, kasamıza giren para daha önemlidir. Ver korkuyu, doldur kasayı! Yeni bir virüs daha çıkmış, dünya çapında insan öldürecek, ver aşıyı, doldur kasayı, rüşvet al, ithal et doldur kasayı! Virüs yok olur, aşı çöpü boylar! Kasa doldu ya, diğeri hikaye, kim sorar, kim sorgular?

San Francisco depremi beklenen en büyük deprem olarak kamuya yansıtılıyor ama arada Şili’de büyük deprem olabiliyor. Kayıp sayısının azlığı dikkate alınırsa, Şili bu depreme iyi hazırlanmış konumdadır. Yani unutulan depremde oluyor, beklenen değil, beklenmeyen, gözden uzak tutulan köşede bir anda oluyor! Bizim gündemimizde olan ama dünya gündeminde olmayan depremimizde her an gelebilir, biz olabilecek sonuçları tahmin ediyoruz! Ama önlem olarak birkaç binayı güçlendirtiyoruz! Yolların genişliği, binaların domino taşı olabilme özelliğini sorguluyor muyuz? Dik gökdeleni, sat daireyi, çık ihaleye, al parayı, koy kasaya… Peki, dereye gökdelen dikimi ne kadar sağlıklı? O gökdelenlerin lağımları nereye akar? Çöpleri nerede toplanır? Yolların genişliği yeterli midir? En kötü senaryoya göre yerleşmek gerek ama biz en iyi senaryoya göre binaları dikiyoruz, şehir planlıyoruz!

Koskoca bir şehir yandı, yanan şehri olduğu gibi dar sokakları ile yeniden inşaat ettik! Dünyanın en büyük metropolünü yarattık ama alt yapısı olmadan yaptık, büyümeye devam ederken dahi, gökyüzüne betonu ağaç gibi dikerken, alt yapısı olarak kazık çakmak olarak algıladık! Yollar, kanal sistemi o beton binaların boyutunun minik karikatürü gibi duruyor. Boru döşedik, sel gelirse ne yapalım, yollar su içinde kalmasına alıştık! Birkaç araç su ile denize gitmiş sorun yok, bizde araç ne de olsa çok!

Depremler hayatımızın vazgeçilmesi olduğuna göre, ona göre de alt yapı kurmak ile yükümlüyüz, fakat bizler alt yapı yerine üst yapı ile uğraşmışız. Depremde çok yıkım olunca taş binayı yasaklamışız bir zamanlar, yangınlar çıkınca taş binayı önermişiz. Anlık çözümler, olay olup bittikten sonra gündeme geliyor. Anadolu medeniyetlerin beşiği deriz, ama bu beşik anlamını sorgulamayız, yıkılan, yok olan şehirler gözümüzün önünde yoktur. Metro çalışması sırasında eski yerleşim yerleri yokmuş gibi davranıp, üzerine beton dökebiliyoruz. Biz tarihi değil, bugünü yaşıyoruz, geçmişten bugüne sadece söylence taşıyıp, korkuyu besliyoruz, büyütüyoruz, büyüttükçe birilerinin kasası doluyor, dolduruyoruz…

Deprem, bir birikim işidir. Enerji birikimi bir gün gelir olması gereken kadar karayı itekler. Kıtalar arasında bir hareketlilik vardır. Bu hareketliliği köprübaşlarına kıta ismi yazarak biliriz. Avrupa yakası ve Asya yakasına hoş geldiniz yazarız ama bu iki kıtanın hareketliliğinin ne yapacağını anlatmayız, anlatmaya kalkınca korku yaratırız. Bilimsel veriler ile konuşma yerine, kahve konuşmasını tercih ederiz, çünkü kahvedeki insana ancak o şekilde seslenirsek anlayacağını düşünürüz. Ama kimse sorgulamaz, bizim bilim insanının seviyesi ne kadardır diye? Evrensel olarak ne gibi katkı sunmuş bilim dünyasına diye… Bizde isimin önünde yazan unvan önemlidir, sorgulamaya bile gerek duyulmaz. Politikaya atılırsa eğer, doktora tezini şuradan çaldı diye laf çıkar, üniversite konseyi toplanır, ya af eder, ya da zaman aşımı der yok sayar! Bilim insanımıza toz kondurmayız, gecekondu olarak kurulan üniversitelerimize öğretim üyesi ihtiyacını bu şekilde gideririz!

Bizde olay olduktan sonra keşke diyerek konuşmayı severiz, sonra o acıdan kahramanlar çıkarırız, sonra o kahramanları unuturuz… Biz de deprem, bir anı olarak kalır kısa sürede, depremi yaşayan korkusunu ömür boyu taşır…