22 Ekim 2010 Cuma

Gönül iktidarını yaşatanlar, aleviler

Gönül iktidarını yaşatanlar, aleviler

Anadolu topraklarına aleviler, ne zaman geldi tam belli değildir. Bu topraklarda binlerce, yüz binlerce yıldır insanlar bir arada yaşamakta ve siyasetin dengeleri içinde iktidar mücadelesi yapmaktadırlar. Dışarıdan gelenler de bu siyasetin parçası olmuşlardır. İster gönüllü gelin, ister zorunlu, bu topraklar her geleni içine katmış, kendisine benzetmiştir. Siyaset, bir anlamda; var olan kültürün içine yeni gelenleri kucaklamak ve kendisine benzetmek sanatıdır.

Aleviler, Anadolu topraklarında görülmesi başlangıçta Doğu Roma imparatorluğunu rahatsız etmiştir, çünkü bu topraklara savaşlar ile değil, dervişleri ile gelmişlerdir. Dervişler, gittikleri yerde kendilerine yaşam alanı yaratmış, bu yaratılan yaşam alanı içinde dini merkezlerini kurmuşlardır.

Yaşam alanı yaratanlar, Anadolu topraklarını kendilerine benzetmeye başlarken, kendileri de o kültürün güzelliklerinden yararlanmış ve içselleştirmişlerdir. Alevilik o yüzden Anadolu topraklarına özgü bir inanç biçimidir. Başkaları ne derse dersin; Anadolu kokar, konuşur…

Zaman içinde, Hıristiyanlar ile birlikte ortak yaşam Alevilerin lehine bozulacaktır, Alevilik bir Anadolu yaşam kültürünün öteki adı olacak ve çoğunluk olacaktır, çoğunluk olduğunda bile iktidar mücadelesi yapmayacaktır. Devlet iktidarı yerine, gönüllerin iktidarı mücadelesi yapmaya devam edecektir. O yüzden aleviler ortak (ile bir arda) yaşayanlar arasında çatışma yoktur, aleviler devlet ile de çatışmaya girmemiştir. Bütün sorunlarını içlerinde çözmüşlerdir. Kısaca, Alevilik içine kapalı yeni bir dünyanın öteki adıdır. Anadolu topraklarına gelen, Anadolulu olmuş bir kültürdür.

Aleviler kendi aralarında söz, türkü, deyiş, semah, gönül ile anlaşmış, dilin rengini önemsememişlerdir. Alevi; Kürtçe, Türkçe, Arapça, Farsça… belki de başka dilerlide konuşan bir inanç birliği olmuş çıkmıştır. Alevilik yaşam biçimdir, içine giren onun kurallarına gönüllü uyar.

Anadolu topraklarında, Doğru Roma İmparatorluğu yerini Anadolu Selçuklu Devleti alırken bile, iktidar tercihini yapmamıştır. O dönemde çoğunluk olan aleviler, iktidara gelmek için ne birlik kurmuş, ne de iktidar mücadelesi içinde olmuştur, o dönemden gelen sözler, destanlar; Alevilerin gönül iktidarını anlatır, Ali sevgisini, insanlığı yüceltmeyi sürdürür. Doğru Roma İmparatorluk topraklarında da aleviler yaşar, Selçuklu topraklarında da. İktidarın kim olduğu önemli değildir.

Ne yazık ki, Anadolu Selçuklu Devleti yıkılışına yakın bir zaman diliminde, Konya merkezli hükümet, çoğunluk olan Alevileri kendi iktidarı için tehlike olarak görmüş ve saldırmıştır. Büyük bir Alevi soykırımı yaşatarak Alevileri Anadolu topraklarında azınlık yapmaya çalışmıştır. Bu toprakların rengi olan aleviler, kendilerini korumuşlardır, saldıranların yerleşim yerine saldırı yapmamışlardır, saldırdıklarına dair hiçbir yerde kayıt yoktur, hiçbir sözde yoktur. Aleviler öç almazlar, savunurlar sadece kendilerini. Üstlerine gelen düzenli orduyu yenerler, yenilenler önüne gelen alevi köylerini, Alevilerin evlerini yakarlar yıkarlar ve büyük bir soykırım gerçekleştirirler. Soykırımı gerçekleştirenleri ise dışarıdan gelen Hunlar yok eder en kısa zamanda. Bu topraklarda kim soykırım yapmışsa, iktidarda uzun yaşayamazlar, yok olurlar! Anadolu Selçuklu devleti de yok olmuştur, arkasına kandan oluşan bir deniz bırakarak.

Çoğunluk olanlar azınlık olmuş gibidir ama Alevilik kendisini korur geliştirir. Bu korumanın artık bir yeni önderi varır. Hacıbektaş-ı Veli. Soykırımdan kendisi kurtulmuş, kardeşi Menteşe savaşta şehit düşmüştür. Soykırımdan kurtulanları toplayan, geliştiren ve yeniden hayat veren Hacıbektaş’dır.

Eline, diline, beline sahip ol der yandaşlarına, gönül birliktelerine. O her dilden konuşur, 72 milleti tek görür, çünkü en güzel konuşma, gönül konuşmasıdır. Okunacak en büyük kitap insandır ve insanı yüceltmeye devam eder. Onun dili; Türkçedir, Kürtçedir, Farsçadır, Arapçadır. O, o topraklarda konuşulan her dili konuşur, kimse diyemez ki, komşusu olan Ermeni, Rum dillerini konuşmadığını, onlar ile ortak yaşamış, onlar ile birlikte ezilmiştir. Ezilmişler ile birlikte birilik olmuş, en kötü zamanlarında yanlarında olmuştur. Kıtlıkta; hem buğday dağıtmış, hem akıl, hem de nefes… Yunus Emre o kıtlığın ortasında doğan yeni bir güneştir, Anadolu toprağında kan ile sulanmış çağda. O, barışı, güzelliği, yaşamı dillendirmiş, Hacıbektaş’ın verdiği nefes ile... Abdal Musa’nın güzelliği ile…

Anadolu beyliklerden oluşan devlet sürecini, Osmanlı ile birlikte yeni bir pencere açılmıştır. Açılan pencereden bakan ve kapısından giren Alevilerdir. Aleviler; balkanlara, Avrupa’ya giden ilk dervişlerdir. O dervişler, yeni kurulan devlete zemin hazırlamış, onların açtığı yoldan yeni devlet gitmiştir. Yeni kurulan devlet, bir Anadolu devleti değil, balkan devleti olarak yaşamayı tercih etmiştir ve Anadolu, yüzlerce yıl sürecek karanlık bir döneme girecektir. İktidar mücadelesi, Anadolu şehirlerinde bulunana şehzadeler arasında olurken, Anadolu toprağı Hacıbektaş’ın öğrencileri tarafından, devlete muhtaç olmadan yaşamayı sürdürmüşler ki, ne zaman Osmanlı yüzünü İran’a döndü, Şah İsmail’i düşman gördü o güne kadar. Şah İsmail önemli bir alevi şairidir. Hatayi’dir. Şiirleri dilden diledir, Pir Sultan’dır Anadolu’nun. Onun aleviler arasında yaygınlaşmasını, devlet iktidarı için tehlike olarak gören Osmanlı padişahı, tıpkı devamı olduğu Anadolu Selçuklu Devleti iktidarı gibi bir alevi kıyımı başlatmıştır. Alevilerin kanları, yine dereleri doldurmuş, ırmakların rengini değiştirmiştir. Savaşmayan aleviler, dağların doruklarına çekilmiştir. Ferman padişahın ise, dağlar bizimdir derler ve orada yaşarlar. O kıyımdan beri aleviler dağlardan, dağ eteklerinden inmemişlerdir. Güvenmezler devlete ve devleti yönetenlere. Çünkü devlet, hep kıyım ile gelmiştir onarla.

Alevilerin dergahları yoktur şehirlerde, dergahları kartal yuvası gibidir, ulaşılmazdır. Ulaşanlar ise mutludur orada. Şehirlerde Bektaşiler yer alır, onlardır aleviler ile iktidar arasında ki köprü. Bektaşilerin dergahları şehirlerde kurulur ama alevi o dergaha yolu düşmüşse demlenir, ama içinde alevi kimliği ile yoktur. Çünkü alevi dedesinin gölgesisidir, babanın nefesini dinler. Baba bektaşidir. Babalık kurumunu kuran bir Osmanlı devşirmesi olan Balım Sultandır. Balkanlardan gelir, dervişlerin kaynağını arayan bir gönül güzelidir. O kaynağın Hacıbektaş’da olduğunu görür, dergahı çeviren surlardan girmiş, artık oradan ayrılmamıştır. Balkanların gönül örgütlenmesini bu yeni gelen güneş yapacaktır. Güllü baba, Derviş baba, Kul Hikmet… Nice gönül güzeli yetişecektir onun ocağından. Alevilik iki ayrı kolu varmış gibidir, biri şehirli olan Bektaşilik, öteki dağları mekan tutan Alevilik.

Aleviler devlet iktidarından uzak durmuş, dağa sığınan mağdurları da kucaklamıştır. Osmanlı yıkılırken, tıpkı Anadolu Selçuklu devleti gibi davranmış ve bu sefer Ermenileri kıyıma uğratmıştır. Ermenileri kıyıma uğratanda çok yakın zaman diliminde yok olacaktır, tıpkı içinden çıktığı Anadolu devleti gibi.

Anadolu sürekliği olan bir tarihi çizgi izler, yıkılan yerine yenisi kurulur. Yenisi, yıkılanın içinden çıkar. Cumhuriyet devleti de Osmanlı külleri içinden doğmuştur, onun devamıdır. Osmanlı devlet anlayışı, yeni devlet anlayışıdır, bu sefer Aleviliği yasal olarak yok etmiştir, (Osmanlı’da Alevilik resmi olarak yok sayılmamıştır) dağ eteklerinde olan dergahları yasalar ile kapattırılmıştır, hiçbir devletin yapmadığını yasal olarak yapmaya girişmiştir. Ebu Suud, Osmanlı rejimi altında “Kızılbaşların katli vaciptir” diye ferman çıkarmıştı. O, o dönemde Alevilerin katliamını meşrulaştırmak istemişti, yeni kurulan devlet ise, tek millet, tek dil, tek din, tek mezhep yaratmak için bir anlamda bu fetvayı hayata geçirmiştir. Yeni katliam silah ile değil, eğitim ile yapılacaktır. Bugün dahi bu ülkenin başbakanı Ebu Suud’u rahmet ile anmaya devam etmektedir, dillerinde övgü eksik olmaz.

Cumhuriyetin ilk meclisinde alevi dedeleri yer almıştır, zaman içinde bu dedelerin yeri meclis değil, sürgün ve hapishaneler olmuştur. Dersim’de, Koçgride bulunan alevi dedeleri, yakınları ve izleyenlerinin kanları ile derlerin rengi değiştirilmiş, uçurumların kenarlarında binlerce alevinin cansız vücudu durur olmuştur. Yeni devlette, alevi düşmanıdır, Alevi’yi yok etmek için her yolu deneyecektir. Geçmişten ders alarak içten yok etmek için kolları sıvamıştır, dost gibi gözükerek, içinden taraftar toplayarak bunu yapmaya başlamıştır, bir çok anlamda da başarılı olmuştur.

Aleviler bu saldırılar karşısında yine dağları mekan eylemişlerdir, cumhuriyetin rejimine gönülsüz katılmışlardır, dağlar yeni ekonomik ilişliler içinde Alevileri besleyemez olmuş ve zorunlu bir şehre doğru göç yaşanmıştır. Bu göç yeni dengelerin oluşmasına sebep olmuştur. Gönül sultanı olanlar, mütevazı olarak geldikleri şehirlerde zaman içinde çoğunluluğun nüfusuna erişmişlerdir.

Cumhuriyetin kuruluşunu gerçekleştiren partiye sarılmalarının tek sebebi, Demokrat Partinin kurmuş olduğu ittifaktır. DP Alevileri karşısına almıştır, iktidar mücadelesi içinde. O yüzden aleviler, gönülsüz de olsa CHP ile ittifak kurmuş ve o günden beri bu ittifakı korumuşlardır. CHP içinde de Alevilerin iktidar hırsı yoktur, o yüzden bugüne kadar bir tek alevi CHP başkanı olmak için mücadele etmemiştir. Bugünkü başkan, mücadelesi ile değil, onu o koltuğa itmeleri sayesinde oturmuştur.

Aleviler için önemli olan, gönül iktidarını yüceleştirmek, gönül birlikteliğini Cem’ler ile yaymak, yaşatmaktır. Semah’ın dilinde olduğu gibi, insanı yücelten bir anlayışı yaşatırlar. Şehirleşen aleviler, dağlardaki dergahların yerine şehirlerde Cem Evlerini kuruyorlar. Tarihte ilk defa Bektaşilerin dışında aleviler dergahlarını oluşturuyorlar, Cem Evleri adı altında.

Aleviler binlerce yıldır dağları mesken etmenin dışında şehirlerde kendilerini açıkça göstermeye başlamışlardır. Şehirleşen aleviler, yeni süreçte yeni çizgileri ile kendilerini ifade etmek için araçlar oluşturmaya ve kendilerine yaşam alanı yaratmaya devam etmektedirler.

21 Ekim 2010 Perşembe

Rektör seçimleri…

Rektör seçimleri…

Değişik üniversitelerde rektör seçimleri yapılmakta şu sıralar. Rektör seçimleri demokratik şekilde yerine getiriliyor. Adaylar arasında 6 aday seçilecek, bu 6 adaydan 3 adayı YÖK belirleyecek, 3 adaydan bir adayı da cumhurbaşkanı rektör olarak atayacak. Müthiş bir demokrasi örneği. Bu örnek, demokrasi tarihine geçmiş olduğunu düşünüyorum.

Demokrasiyi sadece sandığa gitmek ve oy kullanmak diye algılayanlar; bu demokrasidir ve tartışılacak tarafı yoktur diyecekler. Seçim ile gelen, seçim ile gidecektir. Seçimi yapanlar belirleyicidir. En alt tabandan, en üst tabana kadar her kes sandık önünde eşittir! Sandık önünde eşit olan adaylar, seçilme çizgisi içinde pek eşit olmuyorlar, o da Yunan demokrasisidir. Eski Yunanlar bu şeklide seçim yaparlarmış! Roma vatandaşları nasıl yapardı, elbette onlarda Yunanlardan öğrendi!

Demokrasi için seçim şarttır, seçim olmazsa demokrasi olmaz, o halde her seçim yapan ülke demokrattır! Almanya 1930 yılında da demokrat bir ülkeydi, seçim ile geldi Hitler’in partisi, onu ancak Sovyet tankları, onu oturduğu koltuktan aşağıya aldı! Almanya’ya demokrasi seçim ile gelmedi, Amerika ve müttefik ülkelerin atadığı bir başbakan ile demokrasi oyunu başladı ve örnek bir demokrasi ülkesi kısa zamanda oldu. Demokrasi için seçim şart!

Ruanda’da demokrasi var, oranın seçilmiş başkanı ülkemizde en üst düzeyde karşılanırken, başka ülkelerde nedense hakkında davalar açılıyor, demokrasi içinde toplu katliamlar filan olmaz, demokraside halk ne derse o olur, Ruanda’da halk dediği için, o başkan iktidar olmuştur! Haklın seçtiği başkana saygıda kusur edilmemelidir, onu en üst seviyede karşılayan, onurlandıran devlet adamlarını da hoş görü ile yaklaşmak gerek, onun hakkında kötü fikirli birileri dedikodu çıkarmıştır, yoktur aslı!

Demokrasi işin içine girince konu parçalanıyor, gidiyor gibi oluyor ama biz yine konumuza dönelim, çünkü Raunda ile üniversiteler arasında hiçbir bağlantı yoktur. Bizde üniversite dediğimiz şey; meslek elemanı yetiştiren yüksek okul anlayışıdır, evrensel yani universium olma derdi yoktur, gelişen olaylar hakkında üniversitelerin fikirleri yoktur, ders veren hocalar, mevzuat neyse onu okutup, alır maaşını konumundadır. Soru sormak, sorgulamak demek, İsmail Beşikçi olmak demektir, kimse o cesareti gösteremez. Bilim adamı ahlakı, gururu YÖK ile birlikte yok olmuştur. Gerçi ondan öncede var olduğunu söylemek için elimizde yeterli veri yoktur, YÖK öncesi de, üniversitelerin adı ve bayrağı vardı ama kendisi yoktu. Dört duvar içinde eğitim verilen yerlerdi, o dört duvar içinde ne kadar genç vuruldu, yaralandı, okul önü sanki toplu cinayet merkezleri konumuna gelmişti. Orta eğitimden uslanmayanların son durağıydı üniversite adı verilen yerler. Göreceli olarak o zaman; bugünküne göre farklı bir demokrasi anlayışı vardı, seçim her dönem varlığını korudu, faşist rejimden çıkmayı bile sandık başına giderek yaptık! Yeni anayasayı ve halen yürürlükte olanı nasıl oyladık sanıyorsunuz?

Demokrasi öyle bir şeydir ki, seçime katılanlar bir şeyleri vaat ederler, genelde vaatler senet kağıdı işlevi görür, geçerliliği pek olmaz! Ekranlar aracılığı ile öğrendiğime göre, bir rektör adayı Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile anlaşıp, eğer seçilirse seçenine daire verecekmiş! Bu olanak var ise, TOKİ kim seçilirse seçilsin o olanağı öğretim üyelerine sunması gereklidir, fakat yok benim adayım seçilirse anlaşırım diyorsa, orada demokrasinin bize özgü oyunu oynanıyor demektir. Geçen seçimlerin küçük bir yansımasını izliyor gibiyiyiz, rektör seçimlerinde…

Demokrasi öyle bir şeydir ki, en çok oy alan seçilemez, en az oy alan, eğer seçenin tarafındaysa, bir ilişkisi var ise, seçilmemesi için önünde engel yoktur, çünkü üç aşamadan oluşan sistemde mutlaka en uygun aday, rektör koltuğuna oturacaktır. Bu en uygun aday ise, elbette seçenlerin inisiyatifine bağlıdır. Bir aday kalkıp doğal olarak ben seçilirsem eğer, TOKİ’den ev yaptırıp, ucuz kredi ile beni seçenlere vereceğim diyebilmektedir, demokraside böyle şeyler vardır.

Demokrasilerde vaat sınırı yoktur, vaatleri sorgulamak akla bile gelmez. Demokrasilerde vaatlerini yerine getirmeyenler, hortumun ucunu neye bıraktın diye sorgulanmış, mahkum olmuş kaç politikacı, pardon, aday vardır?

Neden her şehirde bir üniversite kuruldu? Her üniversite devlet bütçesinin biraz paylaşımı için pasta parçası olduğuna göre, o pastadan kimler yararlanmaktadır? Yeni Anadolu zenginleri, sermaye birikimi yine - hani o beğenilmeyen - planlı bütçelerde olduğu gibi liberal ekonominin nimetleri, belirli ellere toplanarak, ulusal sermeye yaratma süreci devam etmesine bir araç olmuyor mu? Hani nerede kaldı globalizim?

Rektörlük seçimlerin bu kadar önemli olması, üniversitelerin döner sermayesi ve sermayesinin kullanımının nimetlerinden kaynaklanan bir çekicilik olmasın? Demokraside her konuda soru sormak hakkımız vardır ama her soruya doğru yanıt bulma şansımız, bilginin kullanımı kadardır.

Demokraside önemli olan, seçim ile gelenin seçim ile gitmesidir, fakat bazı adaylar seçilip seçilip, seçim ile gideceğine, doğal yolda gitmektedir. Yani seçim ile gideceği beklenenler, hiç gitmiyorlar, şapkalarını alıp çıkıyorlar, şapkaları ile birlikte gelip geri oturuyorlar. Bazıları ise artık yürüyemeyecek konuma geldiğinde, elektrikli sandalye imdadına yetişiyor! Neyse ki üniversitelerde yaş hattı sınırı var, doğal sonuç beklemeden yaş hattından emekliye ayrılmak zorunda kalıyorlar…

Rektör seçimleri, demokrasimizin gerekliğidir, seçim her kapıyı açar, seçen istediği kapıdan istediği adayı geçirerek, halk adına halkın temsilcisini tek bir dudak hareketi ile yapabilmektedir. İşte bu, bizim demokrasimizdir.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Dizi oyuncuları…

Dizi oyuncuları…



Dizi oyuncuları birden fazla dizide aynı zamanda ekranlarda görülüyor, görüldüğüne göre dizi oyuncusu uykusu dışında eline verilen metini oynaması gereklidir, nerede yaşama yani doğal haline döner, nerede oyuncudur, o ince çizgi sürekli gel gitlere günlük yaşam içinde sebep olabilir.



Neden bir dizi oyuncusu birden fazla dizide oynar? Çok mu az para kazanıyor? Neden o oyuncu dışında başka oyuncu düşünülmez?



Sorulan sorulardan en sonuncusundan başlayarak yanıt aramak gereklidir, neden başka oyuncu düşünülmezde, ekranda popüler yüz olmasına özen gösterilir? Çünkü izleyici bir şekilde biçimlendirilmiştir, o oyuncuya bakarak seyirci ekranın önünde oturmaktadır, oyuncu hala dizinin seyredilmesi için etkendir. Bunu bilen yapımcılar, tutan oyuncalar ile yeni bir diziye başlarlar, bu sayede en az riski baştan göğüslemiş oluyorlar. Tanınmamış oyuncaların oynadığı diziler ancak devlet kanalları için mümkündür, özel kanalar bu riske giremezler. Girenler de ilk sıralarda reyting sıralamasında olamazlar.



Oyuncu gerçek hayatta da oyun oynamak zorundadır, dizlerde aldığı karaktere uygun davranış sergilemek ya da işverenin reytingi için, paparazzi programlar için bir şey yapmalarına teşvik edilir. Olmayan aşklar, intiharlar dizi seti dışında oynanan oyunun bir parçasıdır ve oyuncu onu oynamak zorundadır. Oyuncu kendisi öyle bir şekilde pazarlamalıdır ki, yeni bir oyunda iş bulabilsin. Oyuncular artık profesyoneldir, her yönden ve profesyonelliğe uygun biçim alırlar.



Profesyonel oyuncu, hangi rolü verseniz hemen tek çekimlik, tasarruflu bir şekilde rolünü oynar, vakit kaybedecek zamanı yoktur, çünkü başka bir sette veya programda onu bekliyorlardır. Zamanını en iyi şekilde kullanan oyuncu aranan oyuncudur.



Dizi oyuncuları ekranda gözüküldükleri için görünümleri de önemlidir. Görünümü korumak için her yol mubah sayılır. Görünüm için altına yatılmayacak ameliyat yoktur, her ameliyat sonrası ise en kısa zamanda ayağa kalkmak için her yol denenir. Oyuncu yüzü ile para kazanır, yüzünün düşmesini engellemek için hep rol yapmak zorundadır. Çok yorgun olduğu anda bile ‘fit’ olmak zorundadır.



Dizi oyuncusu popüler olduğu zaman reklamlarda da oynar, reklamlar onun en iyi gelir kaynağıdır. Reklamların vazgeçilmezi olması için sürekli yüzünü ekranda göstermek zorundadır. Dizi bittiği gün popülaritesini biten oyuncu, dizi sonlanmaya yakın yeni dizilerin projeleri için menajeri aracılığı ile görüşmelere başlar.



Oyuncu, oyuncudur ama oyuncular arasında da kategoriler oluşmaya başladı, bu kategoriyi yaratan oyuncuların menajerlik ilişkilerini yürüten profesyoneller tarafından oluşturulmaktadır, çünkü dram oyuncusu, komedi oyuncusu gibi üstüne yapışan rollerin kategorisi dışında başka kriterlerde oyunculuk içinde alınır oldu. Oyunculuk ajansları, yapımcı firmanın isteklerine uygun kategorize ettiği katalogları rahatlıkla oyuncu kiralamak isteyen firmaya göndermektedir. Kiralanan oyuncu istenirse dizide, istenirse bir müzik klibinde, istenirse bir reklamda rahatlıkla kullanılmaktadır.



Oyuncu ajanslarında yüzlerce oyuncu ya da oyuncu adaylarını web sayfalarında yayınlamaktadırlar. Ajanlarda; tanınan ve popüler yüze ihtiyacı vardır, o yüz sayesinde bir çok yardımcı oyuncuyu da bu piyasa içinde para kazanır hale getirebilmektedir. Ajanslar, kişilere bağlı olmadan kurumsal yapıya kavuşmak için, profilinde yer alan oyuncularına popüler kimlik kazandırmak için çeşitli hileleri yapmaktan geri durmazlar. Kurumsal kimlik kazanan ajanslar ise, yapımcı firmalar tarafından oyuncuya ihtiyaç duyulduğuna başvurulacak bir can simidi gibidir, pahalıdır ve güvenirdir, çünkü en kısa zamanda istenilen verim alınacağına inanılır. Ajans verim aldığı oyuncuları hep listesinde tutar ve bir gün o oyuncudan verim alamadığını hissettiği an artık o oyuncu ne web sayfasında yerini alır, ne de katalogda. "kazandır-kazan" politikasıyla ajans çalışır, çalıştırır.



Oyuncu çok para kazanmaz, çok kavramı göreceli olduğu için bu soruya öyle yanıt vermek zorundayız, fakat ajans oyuncu üzerinden çok para kazanır. Eğer ajansa bağlı değil, bağımsız çalışırım diyen oyuncu çok kısa süre sonra ekranlarda yüzünü göremeyiz, çünkü ajanslar ile işverenler arasında oluşmuş olan ilişkiler, bağımsızlara hayat şansı pek tanımaz.



Bir oyuncu nende birden fazla dizide oynar sorusuna ise, ajans öyle istediği için oyuncu oynamak zorundadır, çünkü o oyuncu profesyoneldir ve o işlevini yerine getirmek ile yükümdür. İşveren ise, riske girmemek için popüler olan ve izleyici çeken oyuncuyu role uysun uymasın istemektedir, çünkü o biliyor k, o oyuncu seyirciyi ekrana çekecektir. Kanallar arası dolaşırken dikkat edin, bir oyuncu birden fazla dizide değişik rollerde oynamaktadır. Kazancı çok mu iyi, bilemem ama artık para için değil, ekranda kalmak için oynamak ve ajansın dediğini yapmak zorunda olduğunu düşünüyorum.



Oyuncular dışında set işçilerin dramı ise, hep bir trafik kazası ya da setteki bir kaza ile duymaktayız, set işçisi sabit değildir, sürekli değişir, kimse o set işçisi ile illa çalışacağım demez, değişkendir, dişlinin bir parçasıdır ama vazgeçilmez değildir. Günümüz ekonomik ilişki içinde artık vazgeçilmez diye bir kavramı ortadan kaldırmıştır, vasıfsız birini bile kısa sürede vasıflı hale getirecek kurslar ve eğitim koşulları mevcuttur. Meslek ölmüştür, belirleyici olan paradır, paranın verimli kazanımıdır!

19 Ekim 2010 Salı

Sağlık merkezi sular altında kalırken…

Sağlık merkezi sular altında kalırken…

Toprak, bereketlidir, bereketini geçmişin birikimlerini saklamasından bellidir. O kadar bereketlidir ki, insanın yaratmış olduğu tüm birikimleri gelecek kuşaklara aktarırken, arada kalmış kuşaklara hiçbir şey söylemez. O, kime birikimi aktaracağını bilir. Saklar içindeki bilgiyi, hem de aç gözlü insandan saklar, yağmalayandan saklar. Toprak yangınlara, depremlere rağmen bilgiyi koynunda bir inci gibi korur, gözetir.

Tarihin ipuçlarını bugünkü insan toprağın altında arkeoloji adını verdikleri bilimsel yöntemlerle ararlar. Bu bilimsel arayış, iğne ile toprağı kazmak anlamına gelir, çünkü her bir parça bize bir şey anlatacaktır. Oraya elini koyan bilir ki, o toprağın altında bir birikim vardır, tarihin bilinmeyen yüzü saklıdır. Kulağını toprağa dayar ve topraktan gelen sesi dinler, toprak fısıldar sadece, ne zaman ki, sakladığı şeyin üstü açılır, o zaman yüksek ses ile söyler ama gel de o sesin bugünkü karşılığını çözsün insan! İnsan uğraşır, yorumlar ve sonuçta çözer, çözülmemiş dil yoktur, topraktan gelen ses şifreleri karşısında. Nice ölmüş dil, yeniden doğar topraktan, iğne ile kazıldığı zaman. Bir de define avcıları vardır, toprağı iğne yerine balta, kürek ile kazır, onlar topraktan gelen sesi sadece altın ve değerli maden olarak görür, yağmalar, kişinin kendi zenginliğine yarar, insanlığın birikimi kişisel hırs altında yok olur gider. Yağmadan kurtulanlar, iğne ile kazıldıktan sonra insanlığa bir hediye olarak gelir.

Bugün iğne ile kazılanların üstü, kepçe kepçe toprak ile örtülüyor, üzeri çok yakın zamanda su ile kaplanacak. Çünkü kürek ile kazan yağmacıların yanında, daha aç gözlüler vardır. O alanın üzerindeki sudan daha fazla para kazanacağına inanalar, iğne ile kazılan alanın üstüne baraj kurmaktan çekinmezler, çünkü onlara göre verimlilik, en kısa sürede paraya çevrilen değerdir, tarih ve insanlık birikimi değildir.

Belki oralar Perslerin, Yunan topraklarını Pers toprakları yapmak isteyen 1. Darius yaşadığı alandır. 1. Darius Atinalıları ve Spartalıları son darbe indirmek için denizden karşıya çok güçlü ordusu ile geçmiştir. O son savaş öncesi Maraton platosunda Atinalılara yenilmiş ve geri çekilmek orunda kalmıştır. Pers komutan Mardonius bu yenilgiyi zafere döndürmek için yeni girişimlerde bulunacaktır. Ve Atinalılara son uyarıyı gönderecektir, fakat Atinalıların yanında Atinalıların ezeli düşmanları Spartalılar Perslere karşı birlik olması gerektiğini düşünecek ve Perslere karşı son savaşta yerlerini alacaklardır. Tarihçi Herodot bilgileri ışığında son savaşı öğreneceğiz. Savaş ile bilgilerimiz Herodot’un tarihi kadardır. Platea Savaşı Perslerin Yunan toraklarından kovulması anlamına gelir.

Persler savaşı kaybettikten sonra nerede tedavi görmüşlerdir, yaralı komutanlarını nereye götürmüşlerdir?

Platea Savaşı savaşında yaralanan Pers komutanı Artabazus tedavi için belki Allianoi sağlık merkezine gelmiştir. Orada savaşın yaratmış olduğu kan tutulmasının tedavisini olmuştur, kim bilir, çünkü bilmemiz gereken ipuçları sular altında bırakılıyor…

Platea Savaşı deyip geçmeyin, o savaşta Atinalılar, Spartalılar ve Persler arasında müthiş bir taktik savaşıdır. İnsan sayısı bakımından ve teknoloji açısından üstün olanların yenilgisini anlatır o dönemi yazan tarihçiler. Elbette o dönemde de tarih, kazananların tarihçileri tarafından yazıldı, ne kadarı doğru ne kadarı yanlış bilinmez. Belki o savaşın yazılmayan tarafı, savaşta yenik düşen Pers komutanın tedavisi ve o tedavi sırasında neler yaşadığına dair bilgiler, belki hiç üzeri açılmadan su ile örtülen yerde gizlidir.

Allianoi, Perslerin en önemli üstlerinden birine çok yakındır, belki başka kültürlere de ev sahipliği yapmıştır. Belki hiç adını bilmediğimiz bir şehir devletin en önemli sağlık merkezi olarak gün yüne merhaba diyecektir. Yakın bir zamanda, gün ışığı suyun kırılmasını geçerek, kumun üzerinde yok olduğuna şahitlik edeceğiz. O yapılan çalışmalar, henüz tam bitmeden yeniden suyun, toprağın altında; sonsuzluk uykusuna devam edecektir.

Toprağın üzerini ne kadar taş ile örterseniz örtün, ne kadar beton ile kaplarsanız kaplayın, bir gün toprak; o kapladığınız alanın üzerini örtecektir. Toprak, sonsuz uykunun üstünü örten bir yorgan gibidir, sonsuzluğun perdesidir belki de… Bugün üzeri su ile örtülecek yer, yakın bir zaman dilimi içinde o suyun yerini kum, toprak kaplayacak ve o sulak alan düz bir ovaya dönecektir. O alanı bugünden görmek mi istiyorsunuz, gidin Selçuk’a Efes limanını arayın, karanın ortasında bir yerde olduğunu sütunlara bakarak öğreneceksiniz, çünkü sütunlar ile örülü yol limana açılan kapıya doğru yol alacaktır.

Allianoi, su altında gün yüzüne çıkmayı bekleyen ve insanlara bir şey fısıldayan toprağın zenginliği olarak duracaktır, ne zaman yağmacı insanların yerini iğne ile kazanlar alır, o zaman sesini gür çıkaracaktır diye düşünüyorum.