29 Ekim 2010 Cuma

87 yıldır değişerek yaşayan cumhuriyet…

87 yıldır değişerek yaşayan cumhuriyet…

Cumhuriyet, 87 yıl olmuş ilan edildiği günden beri. 87 yıldır adı cumhuriyet olan bir rejim içinde yaşıyoruz. 87 yıl içinde kaç cumhuriyet yaşadık?

Cumhuriyet, kuruluşundan beri değişerek yol almaktadır. Cumhuriyet rejimi altında anayasa değişiklikleri, tartışmaları adı altında geçti. Tartışmalar siyasi idamları gündeme getirdi ve uygulandı. Anayasayı değiştirmeye kalkıştıkları iddiası ile; 27 Mayıs,12 Mart, 12 Eylül rejimi bir çok gencin boynuna ip geçirmesini hukuk kuralları içinde onayladı. Her şey hukuk kuralları içinde gelişti. Devletin cinayetleri, hukuk kuralları içinde cinayet olarak işaretlenmedi. Cinayeti onaylayan ve imzalayan ise suçlu olarak yargılanmadı.

Cumhuriyet rejimi, ilk olarak fikri anlamda Osmanlı devletinde meşrutiyet ilanı ile hayat buldu. Fransız devriminin etkisinin cumhuriyet olacağını o gün yaşayanlar pek düşünememişti ama tarih çizgisi ister istemez bu düşüncenin olgunlaşmasını sağlamıştı. Osmanlı son meclisi cumhuriyetin sınırlarını çiziyordu. O sınırlar bugünkü cumhuriyetin sınırlarının %90’nını işaret etmektedir. O sınırılar içinde yaşananlar, tarih kitapları içinde değişik bakış açıları ile yerini almıştır.

Cumhuriyet rejimi olması için demokrasiye ihtiyaç yoktur, zaten ülkemizde demokrasinin d’si konuşulmaya başladığında, darbeler ile noktalanmıştır, demokrasi rafa kalkmıştır. En büyük neden olarak gösterilen anayasa’da rafa kalkmış ya da değiştirilmiştir. Cumhuriyet rejimi altında yaşayan ülke, yine cumhuriyet rejimi içinde yaşayan ülkeler tarafından kuşatılmış durumdadır. Değişik rejim anlayışı ile komşu olan bu ülke, içinde nasıl bir cumhuriyet sorusuna yaşanan çatışmalar içinde yanıt arar konumundadır.

Cumhuriyet rejimi hiçbir zaman şeffaf olmamıştır, şeffaf ve cumhura güveni olmadığı içinde, sürekli cumhuru nasıl kontrol ederim ve değiştiririm üzerine durmuştur. Devlet; mekanizmasının cumhuru en iyi şekilde kontrol edebilmek ve yönlendirebilmek için kurmuştur. Bu mekanizmadan aman zaman çizgisel anlamda ayrılmalar yaşanmıştır, fakat en köklü olarak yapılan ayrılık 12 Eylül ile gerçeklemiştir. 12 Eylül’den beri var olan cumhuriyet anlayışı, değişerek ve öngörülen anlayışa uygun olarak yaşamaya devam etmektedir. Bugün yaşanan sorunların temelinde, 12 Eylül’de oluşturulan cumhuriyet anlayışıdır.

Devlet önünde duran her engeli hukuk kuraları içinde kaldırılmaya devam etmektedir. Cumhuriyet rejimi içinde devlet; her yaptığını (faili meçhuller dışında) hukuk kuralları içinde yapmıştır, eğer hukuk kurallarından çıkmış ise, kurallar o yapılana uydurulmuştur, çünkü cumhurun temsilcileri bunu yapacak güce, verilmiş hukuk kuralları içinde sahiptir.

Bugün yaşanan cumhuriyet rejimi içinde cumhurun haber alma hakkı geçmişte olduğu gibi kısıtlıdır. Gelişen teknolojik olanaklarda, engeller ile cumhurun bilgi alması düzenlenmiştir. Cumhurun eğitimi hala tek doğru üzerine kuruludur ve karşılaştırmalı tarih eğitimi hala verilmemektedir. Cumhuriyet rejiminin var olan ideolojisine uygun olarak bireyler yetiştirilmekte ve o bireylerin seçtikleri ile yeni kurallar belirlenmektedir.

Cumhuriyet, parti başkanlarının belirlediği cumhur vekillerinin temsili ile sistem devam etmesine izin verilmiştir ve cumhurun gerçek temsil gücü yürütme organında temsil edilmemektedir. 87 yıldır cumhuriyet tartışmalar içinde yaşamaya devam etmektedir.

87 yıldır değişerek yaşayan cumhuriyet kutlu olsun!

27 Ekim 2010 Çarşamba

Felaket habersiz gelir ama önceden kapıyı çalmıştır.

Felaket habersiz gelir ama önceden kapıyı çalmıştır.

Felaketler evrensel olarak yansır, fakat biz sanki bizim etrafımızda yaşanıyormuş gibi algılarız. Bazı felaketlerin gerçek kaynağını bilemeyiz, sadece tanrının bizi cezalandırdığını düşünürüz.

1800’lü yılların ilk çeyreğinde, bir yaz kış gibi yaşanmıştı. O kış gibi geçen yazı, tanrının bize göndermiş olduğu bir işaret olarak algıladık. Bu kış gibi geçen yazdan sonra, ülke topraklarında ayaklanmalarda artış oldu. Doğu, güney derken bir bakmışsınız, bir kıtlık sonrası yaşanan ayaklanmalar, merkez hükümetin başını bayağı bir ağrıtmış. Silahlı adamlar ayaklananın olan yere gidip, donmuş toprağa kan ile yıkamışlardır.

Felaketten kurtulmak için kurbanlar adanmış, açlık ile karşı karşıya kalanlar ise göç yollarına düşmüştür. Bir yıl süren ama yaşarken kimsenin ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı büyük değişiklik, dünyanın öteki ucunda patlayan bir yanardağın eseri olduğunu yıllar sonra; gelen kuşaklar, okul kitaplarından öğrenmişlerdir. Dünyayı soğutan bir yanardağdır.

1815’te Endenozya’daki Sumbawa Adasında bulunan Tambora Volkanı’nın patlamasının ardından; 1816 yılı, dünyadaki yazsız bir yıldır.

O yaz, salgın hastalıkların ve toplu ölümlerin yılıdır.

O yaz yetişmesi gereken sebzeler toprakta çürüdüğü, hasadın yapılmadığı yıldır.

O yaz, beklenmeyen felaketin kapıyı çaldığı günlerdir.

O yaz insanlar açlıktan, şehirler korkudan geçilmez olmuştur. Çünkü kıtlık insanı insana kırdırır, bir parça ekmek için yağma yaptırır.

Toplumsal dalgalanmaların en üst noktaya doğru sıçradığı yıldır ve bizde o yaz korku hakim olurken, yaz sonuna doğru homurdanmalar ve bağımsızlık ilan eden açıklamalar ve ayaklanmalarında gün yüzüne çıktığı yıldır.

Osmanlı doğudan Rus işgaline doğru yol alırken, güneyden Arap milliyetçilerin bağımsız Arap devleti söylemin en yoğun yaşandığı yıldır.

Doğu güneyde ise Kürtler bağımsızlık için eyaletlerinde açıklamalarda bulunmuş, Bağdat emirliği onları tanıdığını ilan etmiştir.

Amerikan gemileri o yıl daha çok limanlara yanaşmış, misyoner Amerikalılar Anadolu topraklarına yayıldığı yıldır.

Anadolu; unutulmuş topraklardır, kavganın ve ayaklananlarında ana yurdu gibidir. Büyük İskender’in Anadolu’yu ateşten toprağa, şehirleri yıkıntıya dönderdikten sonra bir daha belini doğrultamayan topraklar; geçmişin üzerini toz ile kapatırken, yerine gelenlerin yağmasından da nasibini almıştır, çoraklaşmış, rengini kaybetmiştir.

Yeşillerin olduğu yerde bozkır vardır. Bozkırda yaşayan ve yaşamak için mücadele edenler o yaz gününde kışı yaşayanlar en çok kırıldığı yıldır. Felaket uzaklaşsın diyerek, elinde kalan son hayvanlarını da kurban ettikleri yıldır. Adak adanacak yerlere sıraya girip adak adadıkları yıldır.

Her sene bir öncekisini taklit ederek yaşadığı yıl değildir. Bu aykırılığın tek sorumlusu tanrının kendilerini cezalandırdıklarını ve bilmedikleri o dünyanın sonunu getiren işaret olarak algıladılar. O dönemin hafızları, ilim adamları; bu dünyanın sonu getiren işareti işte kış gibi geçen yazdır dedikleri yıldır.

Tövbe edin ve tövbe dereke cennetin kapısından geçin diye vaaz verdikleri yıldır.

Hiçbir Osmanlı, bir yıl önce patlayan bir yanardağın gökyüzünde ve atmosferde yarattığı değişiklikten haberi yoktu. Felaketin yazarından da haberleri yoktu, bugünkü gibi ilim adamları Nostradamus’un kahinlerini o ana uygulayabilsinler. Kimse bilmiyordu, Nostradamus kim olduğunu.

1816 yılı ve devam eden yıllar Osmanlı İmparatorluğunun gerileme ve çöküş sürecine tekabül eder. O dönemin padişahı henüz 31 yaşındaki II. Mahmut idi. Avrupa’nın yenileşme hareketini benimsemiş, devleti hukuk devleti normlarına uydurmaya çalışıyordu, her ayaklanmada bir padişahın kellesi gideceğine, hukuk ayaklanma sorunları çözsün istiyordu. Fakat iktidarı döneminde neler neler yaşamıştı, her anı ince bir çizgi üzerinde geçmiş, onun zamanında saray ve İstanbul top altında kalmıştı. Felaketlerin, ayaklanmaların olduğu çağda iktidar koltuğunda oturmak demek; ip, her an boğazında hissetmek anlamına geliyordu. Boğazına ip geçmedi ama verem hastalığın pençesinde yaşama veda etmiştir.

Osmanlı içinde yaşıyordu, dünyanın öteki tarafında patlayan yanardağın etkisinin bu şekilde olacağını bilemezdi, o dönemde sadece Osmanlı mı, elbette değil, bugünkü gibi hızlı haberleşme olanakları yoktu, dünyanın öte tarafında yaşanan felaketten kimse bilgi sahibi değildi. Bugünkü gibi erken uyarıda yapılamıyordu.

1815 yılında yaşanan olaylar, 26 Ekim günü Endonezya’da yaşanların bir çağrışımı olarak kafamda canlanması ile gündeme geldi. Şimdi Endonezya’da yaşanan 7,7 büyüklüğünde depren, sonrası tsunami ve yanardağ patlaması ne gibi sonuçlar yaşatacağını henüz bilim adamları tarafından açıklanmadı ama bu olay olduğunda aklıma 1816 yazı geldi.

26 Ekim 2010 Salı

Kara para

Kara para

Kara para olan yerde; her türlü olasılığın varlığından söz etmeye bile gerek yoktur. O yüzden kara paranın kontrolü için değişik yapılar kurulması da doğaldır. Bu yapıların global olması kaçınılmazdır, çünkü kara para sınır tanımaz, hareket halindedir.

Kara paranın denetimi için varlık sebebi olarak gösterilen NATO; üye ülkeler ve üye ülkeler aracılığı ile kontrol edebildiği ülkelerde kara paranın izini sürer. Kara para demek, sosyal olarak toplumların değişmesi anlamına gelmektedir. Bir anlamda, var olan sistem için tehlikeli durum anlamına gelir ki, bu tehlikeyi baştan ve kontrollü şekilde yok etmek, var olan denetleyen ülkelerin varlık sorunu anlamına gelir.

Kara paranın denetim dışında olanı vardır, bir de denetim içinde hareket eden kara para vardır. Bu denetim halinde hareket eden paraya değişik adlar verilmiştir. Örtülü ödenek, devlet sırrı gibi kavramlar bu kara paranın, denetim dahilinde hareketinin üstünü örten bir bez parçası gibidir. Kara parayı oluşturan ve kara paranın hareket etmesini sağlayan bir anlamda; var olan sistemdir ve sistemin gerçek bir sorunu olarak ortada durmaktadır.

Kara paranın denetim altına alınması için devlet mekanizması değişik yollar geliştirmiştir. Her denetim mekanizması bir yandan da kara paranın kontrolünü ve gelişimini de teşvik etmiştir. Bir biri ile savaşır gibi konumlanan unsurlar, aslında aynı kaynaktan beslenmektedir. Yaşanan çağ, göreceli unsurların sınırlarının sürekli değişimin olduğu bir alanı kuşatmaktadır. Değişim zorunludur ama bu çağdaki değişim baş döndürücü boyuttadır ve zaman ile orantılı gitmemektedir. Bir insan ömrü içinde, birden çok köklü değişimlere şahitlik yapılabilinmektedir.

Kara para ile oluşturulan ‘Underground’ yaşam, bütün evreni kucaklamaktadır. Kara para sahibi olanların para gibi sınırı yoktur, istediği ülkeye ve istediği zaman dilimi içinde hareket ederken, kara paranın dışında yasal olarak hareket halinde paraya sahip olanlar, buna eş değerli hareket alanı yoktur. Kara para bir anlamda bugünkü sistemi kontrol edenlerin yaşama alanı gibidir, gelişmelerini ve yayılmalarını rahatlatan devlet denetimi dışında, örtülü bir yaşam biçimidir.

Kara paranın Amerika’da kontrol altına alınması ve yeniden oluşturulması süreci sokak çatışmalarına sahne olmuştur. Mafya liderlerinin sokak köşelerinde öldürülmesi, paranın dolaşımını sağlayan mekanizmanın oluşturulması süreci kan ile yazılmıştır, bugünde kan ile beslenmektedir. Çünkü kara para; organ ticaretinden, uyuşturucu ticaretine, silah ticaretinden sahte ilaç ticaretine kadar her alanı kapsayabilmektedir. Ve bu kapsam alanı geniş olan pazarın alanı da gün geçtikçe biçim değiştirmektedir ve var olan zenginlerin katmanına yeni zenginler dahil edilmemektedir. Zengin gibi yaşayıp yok olan binlerce insan, bu kara para dünyasından gelip geçmiştir, anlık zengin olanlar anlık yok olmaktadır.

Kara paranın denetim dışı olanı ise savaş demektir, savaşta çatışmanın taraftarıdır. Bu taraftarlar siyasi değişime uygun olarak seçilir ve verilen rollerin oynanması beklenir. Beklenmeyen hareketler olduğunda ise, aklılara durgunluk verecek cevabı alacağını tarafların zayıf olanı ve kontrol edileni bilir. Kara para ülkelerin dolaşım ağını gerek gördüğünde felç edebilmekte ve sistem tıkanma sorunu ile karşı karşıya kalabilmektedir. Buna örnek davalar her ülke tarihi içinde varlığını korur.

Bir ülkenin bütçesinin % 50’sinin üstü kara para ile oluşturuluyor ve yaşıyorsa, bir an gelecektir ki, kara parayı denetim altında tutanlar, o ülkenin varlık sebebini ortadan kaldırabilir veya gerek gördüklerinde sınırlarını değiştirebilir. Buna karşıda ülke içinden gelecek her tepkide balon köpücüğü gibi yok olmak zorundadır, çünkü yaşam alanı ortadan kalkan mevcut durumun savulacak tarafı kalmaz.

Kara parayı kontrol edenler, istedikleri sınırları değiştirmeyi kendilerinde hak olarak görürler ve kara para ile beslediklerini anında yok edebilirler. Sonuç olarak deneti dışında aslında kara para yoktur, denetimsiz sadece tepkiler vardır. O tepkileri de denetlemek için toplumlar kara para sayesinde uyuşturulur ve tepki verebilecek enerjileri boşaltılır.

24 Ekim 2010 Pazar

Kopya meşru zemmini vardır ve oradan yayılır!

Kopya meşru zemmini vardır ve oradan yayılır!

Kopya skandalı aylardır gündemden düşmeden yenileri katılarak sürüyor. Her sınavda yeni kopya yöntemleri geliştiriliyor, yakalananlar akıllara durgunluk veriyor! Akılları duranlar ise yeni koya çekmeye hazırlanıyorlar, çünkü kopya çeken akıl kullanmasına gerek yok!

Sınav demek, kopya ve teknoloji anlamına gelmektedir. Kopyanın olduğu yerde ise, haksız kazanç vardır, ki tıpkı içinde bulunduğumuz ekonomimiz gibidir, çünkü ülke ekonomisinin önemli bir bölümü kayıt dışı paradan oluşmaktadır.

Ekonomi de devlet destekli yeni zenginler yaratılmaktadır. Yeni zenginler kopya çekmektedir, geçmişin tecrübelerinden. Halktan alınan vergiler, teşvikler, destekler ve devlet ihaleleri adı altında birilerin kasalarına hortum ediliyor. (Bu teşviklerden yararlanmak dış ülkede soruşturmalara neden olmaktadır, rüşvet gibi adlar altında) Yapılan lüks binalar, gökdelenler, yeni şehirler bir bakmışsınız, yeni zenginleri yaratmıştır.

Yeni zenginler, TOKİ destekli binalarını halka sanki kendi öz güçleri ile yaratmış gibi, kendi projeleri gibi halka reklamlar aracılığı ile sunuyorlar. Ben yaptım oldu!

TOKİ bu yeni yapılan binaların oluşmasında nerede duruyor? Sadece proje desteği mi veriyor, yoksa başka destekler mevcut mudur? (Rektör seçiminde bile TOKİ ismi kullanılır oldu, acaba o aday nereden kopya çekti dersiniz?)

Üniversite sınavlarında, başkası yerine sınava girenlerin yerini, sınava girene teknolojik destek ile verilen yanıtlara kadar gidildi. Hiç girilmeyen, (Kozmik bürolar, vb…) gözetim altında tutulan odalardan en gizli olan bilgiler para karşılığında satılır hale gelmiş durumdadır, çünkü hiç alakası olmayanların ellerinde bu bilgilere rastlamak artık şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır.

Kopyanın ucu paraya dayanıyor, parası olan kopya çekiyor! Dershaneye vereceğin parayı, sorunun yanıtlarına vermek daha verimli geliyor birileri için. Ver parayı, geç sınavı, istediğin bölümde, istediğin başarıyı kazan. Kazanmak amaç ise, kopya bir araçtır ve o araç bir kere kullanılıp unutulacaktır. Kimse kontrol edemez, nasıl başarı aldığını. Sonuçta elde tuttuğun başarıdır.

Bir çok öğretim üyesi, isminin önüne etiket ekleyenlerin kaçı kopya ile başarı elde etmiştir? Bu konuda yapılmış çalışma var mıdır? Fakat kopya yerine doktora tezinde bir başkasının kitabını tercüme edip altına ismini yazmak sanırım kopya olmuyor! Dünyada hiç olmayan bir dergide makalesi yayınlanmış gibi profesörlük unvanı içinde bir satırlık not kimsenin dikkatini çekmez! Orada kopya yoktur ama kopyanın amacından farklı değildir. Başar, önemli olan başarmaktır, öteki tarafı teferruattır.

Kopyanın bu kadar yaygın olmasının sebebi vardır, doğal olarak sınavların bu kadar fazla olmasıdır.

Sınavların oluşturduğu bir yaşam alanı içinde kopya meşrudur ve o meşrutiyet parası olanın yaralandığı bir alan haline dönmüştür.

En son olarak ehliyet için kopya ile yakalanalar olmuş. Biri ihbar etmezse yakalanmayacaklar. Demek ki, kopyayı pazarlayanlar arasında bir çıkar kavgası vardır ki, artık paylaşımın içine muhbirlik kavramını da karışmış durumdadır.

İhbar ancak ve ancak bir hatırı sayılır paranı olduğu ortamda olur. Kopya ayrı bir sektör olmuş konumdadır, çünkü o piyasayı yaratan ülke yönetimin tercihleri belirlemiştir. Eğitim sistemini şıklar arasına sıkıştırılırsa, sınavlar ile genç beyinler uyuştuğunda, doğal olarak bu alanda sektörde olarak gelişecektir.

Kopyada ve kopya pazarlayanların; dini, cinsiyeti, dili yoktur. Paranın rengi olmadığı gibi, kopyanın da rengi yoktur. Yakalanırlar ve serbest kalırlar ve kaldıkları yerden kopya pazarlanmaya devam ederler, çünkü yaptıkları iş yeni bir meslek alanıdır. Bir ilişki sona erir, sonra başka ilişki yaratılır, çünkü sistem o yolu açık tutmaktadır.

Trafik gibi basit bir sınavda bile kopya çekilir hale gelmişse, bu kopyanın nerelere kadar ulaştığını kanıtlar. Trafik hayati bir konudur ve orada; her kuralı, kursa katılanlar ve sınava girenler tarafından bilinmesi ve uygulanması zorunludur, aksi halde hayat ile ödenir hatalar.

Trafik kurallarının ne kadar uygulandığı kazaların istatistikleri ile ortadadır. Parasına güvenen, dayısına inananlar caddelerde, otobanlarda, çevre yollarında araba yarışı yapmaktan çekinmiyorlar. Çünkü onların ehliyetini koruyan paradır. Para ve çevre ehliyetin garantisidir ve o garanti bir kopya ile elde edilmiştir.

Kopya çekenleri anlıyorum, çünkü uyuşturulmuş beyinden akıllı yanıt beklemek abartıdır, onun yerine kopya çek, başar!

Kopya o kadar gelişmiştir ki, bir ürün başarı kazanmışsa satış konusunda, hemen onu kopyaları da piyasada yerini alır. Bir dükkan bir sokakta başarı göstermiş ise, hemen bir benzeri yanı başında açılır. DNA ile kopyalanmaz bize, daha basit bir şekilde kopya çekilir, var olan teknolojinin düşünülmeyen yönleri bizde kopya çekme aracı olur, fakat yeni teknoloji üretilemez, çünkü kopya çekenler yeni bir şeyi değil, işin üçkağıdını, dayısını, tanıdığını ve benzerinin ucuzunu arayarak geçirir.

Bizde her sınavda yeni bir kopya yöntemi yakalanması tesadüfü değildir, yılların birikiminin sonucudur. Bu birikimin kazanan tarafı ister cemaat olsun, ister bireyler, ister kurumlar ama sonuç olarak kopya çekenlerin olduğu ülkede bilimsel gelişme beklenemez. Beklenen şey; özel okulların ve dershanelerin öğrenci sayısı nasıl daha fazla artırılması konusunda projeler geliştirilir.

Kopya konusu sektörel konuma dönüşmüştür, büyük paraların hareket haline gelmiştir. Paranın hareket ettiği alanda kara ilişkilerin olması doğaldır, çünkü hareket eden para kayıt dışıdır ve kayıt alınamayan alanda elde edilen birikimler hangi amaçlar ile kullanılacağı ortada olmaz.

Akasya Durağı ve ev yardımcısı

Akasya Durağı ve ev yardımcısı

Uzun soluklu dizi Akasya Durağında, 92. bölümünde taksi sahibinin evine Nuri Baba (Zeki Alaysa) bir ev yardımcısı alır. Ev yardımcısı Nuri Babaya yardım edecek, evi düzenleyecektir. Ve dizinin çapkın, ele avuca sığmayan taksicisi Sinan (Levent Ülgen) aracılığı ile bir ev yardımcısı aracı firmadan gelir. Adı Olga’dır. Rusya’dan gelmiştir. İlerleyen saatlerde bir çete üyesi olduğu anlaşılacaktır. İki arkadaşı ile birlikte gece yarısı Nuri Baba’yı silah zoru ile soyar. İki soyguncu yüzünü kapatırken, Olga sanki her an yaptığı iş gibi rahattır ve Nuri babaya silah tutarak şifreyi öğrenir ve bir taksi sahibinde olmaması gerek büyüklükte parayı evdeki kasadan alırlar. (Aracı firma hiçbir kayıt tutmadan eline geleni sigortasız olarak çalıştırır, bu vurgu güzeldir)

Dizi çok saf ve komedi unsuru ile olağan olmayan şeyleri, olağan gibiymiş gibi gösterir. Tıpkı geçmişte Çiçek Taksi düzemlinde olduğu gibidir, onun gibi senaryo gerçeklikten uzak ama eğlendirirken mesaj vermeyi de unutmayan bir yönü vardır. Her bölümde birden fazla mesaj vardır ve mesajlar direkt değil, dolaylı olarak seyirciye ulaştırır. Seyirci direkt mesaj almadığı içinde, zamanını ekran önünde eğlenerek noktalar, geriye yüzü gülen ama bir şey bırakmayan bir balon özelliği gösterir. Zaten bir şey bırakmak gibi de hedefi yoktur, seyredilir, anında anlaşılır ve balon köpücüğünün gökyüzünde giderken bir anda patlaması gibidir, geriye bir damla su olarak kalacaktır. Dizi bittiğinde geriye bir şey kalmaz, yeni bölüm geldiğinde izlenilir.

92. bölümde beni rahatsız eden bir mesaj vardır, gerçi senaryo yazanlar bunu düşünerek yazmadıklarını biliyorum, fakat beni rahatsız eden yönü öne çıkarmak istedim. Çünkü bu bölümde ülkemize gelen yabancıları dolandırıcı, üçkağıtçı ve soyguncu olarak göstermektedir. Yabancı işçiyi evine alırken dikkat et ya da alma denmektedir, hangi ilişkiler içinde olduğu belli değildir, sessizce. Evet, sessizce söylenen söz beni rahatsız etti, çünkü başka ülkede yaşayanlar bilir ki, yabancı ve öteki olana güvensiz bakılır ve korku bilinç altında işlenir.

Çocukluk çağında kaç çocuğun hafızasında, Çingenelerin gelip kaçıracağı korkusu vardır? Evden uzaklaşmamak için ailelerin çocukları korkutma aracıdır Çingeneler. Elbette Çingeneler çocuk kaçırdığı dair olay kimse görmemiş, bilmemiştir. Fakat, bilinçaltında vardır. Çingeneler, Kürtler, vd. azınlıklar Türk ailelerin çocukları eğitiminde korku aracı olabilmektedir. Avrupa’da bir zamanlar Yahudilerdi korku aracı, bugünlerde onların yerini Müslüman ülkesinden gelen aileler aldı.

Korku öteki ile beslenir ve büyütülmektedir. Korkunun büyütüldüğü araçlar ise; eskiden kulaktan kulağa yayılan söylemlerken, bugünlerde diziler ve görsel malzemelerdir. Artık görsel korkular sadece ekran aracılığı ile değil, paylaşılan siteler, sosyal sanal alanlarda olabilmektedir. Korkunun yayılma aracı çok geniştir, eskisine göre. Korkunun yayıldığı yerde, korkunun kaynağına karşı düşmanlık duygusu da beklenmeyen tepkilerin hayat bulmasına zemin hazırlayabilmektedir. Çünkü yaşadığımız çağ, kategorilerin ve önyargıların daha da geliştiği bir zaman dilime tekabül etmektedir.

Dizide anlatılan konu; içinde bir yabancının yer alması, yabancıya karşı oluşan bir korkuyu besleme duygusu yer aldığı için rahatsız etti beni. Fakat yaşadığımız gerçeklik daha farklıdır; oradan gelen ev yardımcılarını hayat kadını olarak pazarlayan Türk erkekleri/ kadınları vardır. Onların oluşturmuş olduğu mafya ilişkiler içinde, beyaz kadın ticaretinin aracı konumundadır. Gerçek; gazetelerin sayfalarına düşen haberlerde her gün okumamıza rağmen, onların bu mağduriyetini başka açıdan ele alarak, olmayan bir gerçekliği gerçekmiş gibi genele yayarak anlattığımızda, o fısıltı bilinçaltına işlenmiş olmaktadır.

Yabancı düşmanlığının gelişkin olan ülkelerde, bu gibi senaryolara tepki demokratik kurumlar tarafından ve muhatap olan kesim tarafından dile getirilmesi doğalken, şimdilik bizim gibi ülkelerde doğal karşılanmamakta ve ‘gerçekten de olabilmektedir’ gibi garip bir anlayış içinde olabiliriz. Belki gelenlerin içinde binde biri bu şekilde ve amaç içinde gelmiş olabilir, fakat bu binde bir, büyüteç altına alınarak genele yansıtılamaz. Rus geleneği içinde mafya ilişkilerin bu şekilde dışarıya yansıması yoktur, onların mafya ilişkileri devlet kurumları içindeki ilişkiler içinde gizlidir. O ilişkiler içinde, bugün Moskova’da gelişkin bir yabancı düşmanlığı vardır ve bu yabacı düşmanları Moskova dışında yerde yaşamazlar. Yabancı düşmanı olmayan ve emeği ile geçinmek için başka ülkeye çalışmak için gidenler ise, bırakın soygun yapmayı, namusu ile yaşamak ve emeğinin karşılığını almak için her türlü riski göze alıp gelmektedir. Emekçilerin ülkesi sınırı yoktur, alın terinin rengi olmadığı içinde orada aşağılanan emektir, Rus mafyası değildir.

Ülkemizde de yabancı düşmanlığı gelişmektedir. Sırf renginden dolayı bir genç karakolda öldürülmüştür, (intihar ettin denilmiştir, fakat ölüm gerçektir ve kontrol altında birinin ölümü ne olursa olsun, cinayettir.) onun davası henüz bitmiş değildir. Kaçak gelenlerin, başka ülkeye naklini yapanlar, insan ticareti yapanlar, kaçak olanları istismar edenler, emeğini çalanlar bu ülkede varlıklarını korumaktalar. Gelenler mafya ilişkileri içinde olamazlar. Olanlar ise; bir eve yardımcı olarak girmez, giriş yöntemi mafya ilişkileri içinde olur ki, mafya küçük paralar için kendisini riske atmaz. Bu gerçeklik bilinerek; senaryo yazılırken, her akla gelen konuyu yazmak başarı değildir, her senaryoda kimlerin etkilendiği, kimler lehine kamuoyu oluşturulduğu hesaplanmalıdır. Mağdur yapılan kesimlerin penceresinden bakılmasında yarar vardır, eğer barış içinde, korkusuz bir ülkede yaşanmak isteniyorsa. Bir arada her rengin, kültürün yaşayacağı alan düşmanlık duygularını fısıltı halinde söylememekten geçiyor, dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum.