27 Kasım 2010 Cumartesi

King Kong’un Kızları

King Kong’un Kızları

Huzurevi ya da yaşlılar yurdu deyin ama yaşlıların ölümü beklediği alandır. Ölüm son noktadır ve o son noktaya huzur içinde insan, yılların birikimi ile gitmek ister. Yıllar izlerini insanların üzerine işlemiştir. Her kıvırım, her çizgi, her anı ve her konuşma geçmişin birikimdir. O birikim ile dünyaya bakarız.
Yaşlılık bir anlamda insanın trajik sondur ama aynı zamanda komedisidir, çünkü çocukluğuna dönüşünün de bir işaretidir. Yeniden başa dönmek, özlem, özlem yanında unutmak. Çağın trajedisi kara mizah bir şekilde oyun içinde işlenirse eğer, mükemmel bir oyun ve yorum ortaya çıkar. King kong’un Kızları adlı oyun bir kara mizahtır. Kara mizah zaman zaman öyle sert şekilde kendisini gösterir ki, ister istemez afallamadan edemezsiniz. Gördüklerinizi, hissettiklerinizi, fark edemediklerinizi öyle bir dil ile anlatır ki, gülüp gülmeme arasında, ağlamak ile şaşkınlık arasında kalırsınız. Oyun sahneye konması, yeniden yorumlanması içinde Işıl Yücesoy, tecrübelerini konuşturmuş. Mükemmel bir yorum içinde oyunu izleyiciler ile buluşturmuştur.
Oyun huzurevindedir. Yaşamın son günlerini yaşadıklarının farkında olmayan yaşlılar ve onarla bakan bakıcılar. Üç bakıcının kendilerini sonlandıran yerine koymaları ve yaşlıların çaresizlikleri, çaresizlikleri içinde günlük yaşama bakışlarını sahnede görürüz. Üç bakıcı ve yaşlılar.
Huzurevleri yaşlandıkça ve yakınımızın yaşlanması ile gündemimize gelir, pek farkında değilizdir. Arada sırada haberlerde kötü muamele ilgili haberler duyarız ama pek bilmeyiz orada ne yaşandığını. Sağ girenlerin ölü çıktığı yerler gibidir. Bir son nokta, son duraktır. Oraya binenin artık yaşama dönme şansı yoktur.
Oyun işte bu son durakta geçer. Son durakta bir doğum günü. 90. yaş gününü kutlayan bir kadın, oğlunu yıllardır görmemiş ve onu bekler konumdadır. Son bir kere daha görmek ama şansı yoktur. Tekerlekli sandalyede geldiği huzur evini, tekerleksiz terk edecektir. Bir anlamda vampirler için tekerlekli yiyecek konumundadır. Huzur evinde yaşlılara bakan üç kadın, üçü de yaşlılara bakmanın ne kadar zor olduğunu bilir ve kafalarında Hollywood kahramanlarının adlarını kullanarak senaryo yazarlar. Her kahramanın son noktasıdır onları ilgilendiren. Ve o son noktayı kendi yaşlılar üzerinde bir oyun gibi sergilerler.
Bir oyundur, oyun beklentileri ve yaşanmışlıkları içinde gelişir. Hafızasını kaybedenler, hala dokunulmamış bakire kıza kadar her şey; hızlı ve bir gecede gelişir. Doğum günü son nefesi verdiği gündür, sadece son nefesi o değil diğerleri de verecektir. Üç kadın, üçü de hayatta kalacaktır, en önemli müşterileri, ekmek kapılarını sonlandırarak! Yaşamda yaşayamadıklarını, yaşamak için kendilerine verdikleri özel farklı adlar ile üç farklı insan. Üç farklı insanın ortak noktası vardır, kendilerine biçilen rolleri ret etmek ve var olan gerçekliklerini oyuna dönüştürerek, kafalarındakine hayat vermek. Üç kişi, rollerini ret ederken durmadan cinayet işleyen makineye dönüşürler tıpkı King Kong gibi, aslında kurban ettiklerini içten içe seviyorlardır.
Oyunu izleme şansını bulanlar şansılar, bulmayanlar ise bulmak için fırsat bulduklarında kaçırmasınlar derim, çünkü her biri bir birinden değerli emekçilerin ortak üretimine ve yorumuna şahitlik edeceksiniz. Her oyuncu, her teknik eleman, kapıda bekleyenden, içeride yer gösterene kadar, her çalışanın özen gösterdiği oyuna siz de özen göstereceğinizi umuyorum ve unutmayacağınız bir oyun seyretmiş olacaksınız. Emeği geçenleri, yazanından, tercümanına, ışıkçısından, dansçısına hepsine teşekkür ediyorum. Emekliye ilk adımını atan ama emekli olamayacak olan sevgili yönetmenimize ayrıca teşekkürler ederim, bu oyunu bize sunduğu için…

Yazan: Theresia Walser
Çeviren: Sibel Arslan Yeşilay
Yöneten: Işıl Yücesoy
Dekor Tasarım: Ethem Özbora
Giysi Tasarım: Serpil Tezcan
Işık Tasarım: Serhat Akın
Müzik: Nurettin Özşuca
Dans Düzeni: S. Handan Özer
Yönetmen Yardımcısı: Mahmut Gökgöz
Asistan: Dilara Akın
Sahne Amiri: Mahzuni Yılmaz
Kondüvit: Nil Nuran Tanrıseven
Işık Kumanda: Bülent Yalçın
Rol Dağılımı:
Habibe Merih Atalay, Ebru Unurtan, Mehlika Balkan, Hanife Şahin, Suna Selen, Emin Olcay, Mahmut Gökgöz, Sevinç Aktansel, Turan Günay

25 Kasım 2010 Perşembe

Kendi kendine konuşmaktır aşk!

Kendi kendine konuşmaktır aşk!

Bana göre, eskiden solcu olup da, yıllar sonra kendisi ile yüzleşen bir yazarın iç konuşmasının sahnedeki canlandırılmasına verilen isim olmuş. Yazarın kendine karşın içten konuşmalarına sahnede şahitlik yaparken, aslında yazarın ne kadar içten içe kanayan bir yarasının olduğunu da görüyoruz.
Tiyatro yazarı, eserini yazarken aklına ilk geleni olduğu gibi anlatmak zorunda mıdır?… Bir öykü içinde bir çok öykü anlatmak?... İzleyiciyi yoran, uzun diyaloglar içinde, bir biri ile alakası olmayan konular arasında zıplamak zorunda mıdır? Bizde tiyatro eserleri neden evrensel olarak başarısız olarak kabul ediliyor? Bir eser hayata getirilirken, yazar komplekslerini tümü ile yansıtmak zorunda mıdır?
Oyunu sahnede izlerken kafamdan geçen sorular bunlardı.
Bir adamın sevgililer günü içinde yaşadığı birkaç saatte şahitlik ediyorduk. Trajediydi, belki de dram. Neydi gerçekten oyunun türü?
Sahnede oyun tek kişilik gibi gözükebilir, fakat oyunun bir de yan oyuncuları vardı. Salonun yan koridorlarından gelen karanlıkta bir oyuncu, bir de sesini duyduğumuz kadın. Sahnede tek oyuncu görmekteyiz, fakat iç içe girmiş başka oyuncularda seyirciye kendisini hissettiriyor.
Oyun tanıtım katalogunda iki oyuncunun ismi geçmesine rağmen, sesi ile hayat veren, kapıdan seslenene kadar değişik seslerin sahibi de, oyuncu listesi içinde isimlerinin alması uygun olurdu diye düşünüyorum. Kürşat Alnıaçık sahnede hayat verdiği karakter, oyunun yazarı olduğunu düşünmeden geçemedim. Yazar, eski solcu! Neden bu eski solcu vurgusu yapılır? Yazar bilerek, eski solcu gününde ilişkiye geçemediği kız arkadaşı ile yaşadıklarını sıkıştırır konunun içine… (belkide tek aşık olduğu kadın, bakire olarak sevdiği kadın, tenine dokunamadığı için onu hep sevdiğini sandığı kadın) İlk cinsel ilişkiye girdiği kadını, ilk ilişkiye Freud’un penceresinden bakar ve bugün yaşadıklarını ona bağlar. Sola küfretmek modadır, söz arasında da olsa eski geldiği geleneğe küfret gitsin, bakın onlar özgürlükçü değildi, sevdiğimin elini bile tutamadım. Yazar solcu geçmişi olmasaydı, acaba sola karşı bilinç altında beslediği düşmanlığı yeniden hayat verir miydi?
Eski solcu, sahneden gördüğüm kadarı ile alkolik ve cinsel ilişki yaşadıklarını aşk sanan kişi, sevgililer gününde sevgilisi gelmeyince düştüğü trajik komik durum. Geçmiş artık yoktur, toprak altına sakladığı sevgilileri de yoktur, yalnızdır ve bu yalnızlığı ile yüzleşmektedir. Sahnede müthiş bir abartı ve performans izledik. Gereğinden fazla abartılı hareketler ve dans gibi kıvrılmalar. Ne anlamlar ifade ediyordu? Yerde, koltukların üzerinde, altında üstünde... Neden bu kadar çok hareket ve abartı? Neden??? Hiç anlam veremediğim ve anlamlandıramadım performans. Belki oyuncu bu sayede çok iyi oynadığını sanıyor, terlemeyen oyuncuya oyuncu denemez mi diye düşünüyor? Bilemem, anlamlandırmadım. Sahnede yer alan her objenin, hareketin bir anlamı ve sonucu olması gereklidir, sporcu vücudu ile şimdiki moda değimi ile fit bir oyuncunun performansına şahitlik ettik ama anlamlandırmadığım bir enerji içinde terleyen oyuncuyu izledim. Yazar ne kadar anlamsız (bana göre) ayrınlar içinde konulardan konulara zıplıyorsa, oyuncu da o kadar anlamsız zıpladı.
Sahne düzeni, oyuna göre çok güzel yapılmış, ışık; oyuncuyu çok iyi izlemiş ve aydınlatmış. Müzik aynı başarıyı göstermiş olmasına rağmen, oyunda beni rahatsız eden iki konu öne çıkıyor, yazarın yazdığı öykü ve oyuncunun hareketi. İkisi de gereğinden fazla abartı ve ayrıntı ile süslüydü. Gereksiz ayrıntılar konunun içinin boşalmasına sebep oluyor. Harcanmış o kadar güzel emeğin gökyüzüne savrulmasına sebep olmaktadır.
İsmail Cem Özkan

Kendi kendine konuşmaktır aşk
Yazan: Cezmi Ersöz
Yöneten: Serap Eyüboğlu
Dekor: Serpil Tezcan
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Müzik: Vedat Sakman

Sahne Amiri: İlker Temür
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Kaan Eman

23 Kasım 2010 Salı

Yüzleşme

Yüzleşme

Yaşam sahnesinin minyatür olarak gösterildiği alana tiyatro denmektedir. En az oyuncu ile değişik konuların gösterildiği, canlandırıldığı alandır. Yaşam; figüranından, baş kahramanlarına kadar çok değişik oyuncular tarafından oynanır. Tiyatroda alan dardır, zaman bellidir. Yaşam sahnesinde oynanan oyunun zamanı geniştir, tek bir defa oynanır ve tekrarı yoktur. Sahnede öyle mi, hafta içinde kaç defa oynandığını programa bakarak görebilirsiniz, aynı oyun; değişik seyircilere oynanır durur, ta ki tiyatro sahipleri artık bu oyun verimli değil, gelir getirmiyor diyene kadar.

Arslan Kacar, cezaevinde yazdığı oyunu, yıllar sonra sahnelerken, kendiside oyunun içinde sahnedeki yerini almıştır. Oyun; küçük küçük diyaloglar ile her konuya değinir şekilde toplumun hem sosyolojik, hem tarihsel hem de psikolojik durumunu bireyler üzerinden anlatmaktadır. Diyaloglar şeklinde geçen zaman dilimi içinde bir bakmışsınız, önünüze bir dönemin kronolojisi çıkmış gibidir. İçinde yaşadığımız, geçmişte yaşadıklarımızdan oluşan bir derleme gibidir.

Henüz idamların olduğu zaman dilimidir, olaylar o dönemde geçmektedir. Yaşananlar tarih kitabında başka yazılmıştır, gerçekler ise yaşayanların içinde derin yaralar olarak durmaya devam etmektedir. Gerçek anlamda kimse o dönem ile yüzleşememiştir, yüzleşilemeyen geçmişimiz hep varlığını korumaktadır. Ne uzak geçmişimiz, ne yakın geçmişimiz ile yüzleşemedik, yerini resmi tarih söylemleri aldı. Bir de sanat eserlerindeki isyan sesleri, ne yazık ki o isyan seslerini bastıracak olanakları ellerinde olanlar, yaratmış oldukları tarih bilgileri içinde, geniş bir kesimi kendisine inandırmıştır. O inanılan geçmiş ise bir çoğun kafasında doğru olarak algılanmaya devam ederken, yeni kuşaklarında geçmiş ile kopmalarına ve bağ kuramamalarına neden olmaktadır.

Yüzleşmek, sadece tarihin kronolojik olarak yazılması değildir, kronolojik olayların bize bıraktığı izler ve izlerin yaratmış olduğu acıları yeniden hissetmek ve geniş kesimin empati kurması ile mümkündür. Geçmişi anlamlandırmak; ancak ve ancak geçmiş ile yüzleşildiğin de ortaya çıkacak olan bilgi bikrimi ile mümkündür ve o mümkün olan şey de kalın duvarlar ile birbirinden ayrılmıştır.

Alternatifsizlik, uzun süredir insanların yaşamını belirlemektedir. Alternatif olmadığı için iktidar iktidarda kalmaktadır, çünkü alternatif düşünmeyi ve alternatif yaşamayı hepten unutturdular, şıklar arasındaki yaşamda alternatif düşünmek ve yorumlamak yoktur, yok olduğu içinde inanmadığı yaşama uymaktan başka çaresi yoktur. Alışacaklar ve alışmaya devam edecekler gibi sözleri iktidar sahipleri çok rahat söylemeye devam etmektedirler, çünkü onlarda biliyor ki; alışmaktan başka çıkar yolları yoktur. Tek yönlü yolda belirleyici olanlar iktidar erkini elinde bulunduranlardır, o erk sayesinde iktidar için yapılan her türlü eylem meşrudur ve yasalar çiğnenmekten, delinmekten onlar açısından sorun yoktur. Yaptıkları eylemlere; yasalar uydurmak, yorumlamak erk sahibinin işidir ve bunu kamuoyuna anlatmak ve benimsetmek ise var olan korkak entelektüellerin işidir. Onu o kadar iyi yaparlar ki korkak entelektüeller, iktidarın bir yandaşı oluvermişlerdir. Çünkü tarih; idamların olduğu günden beri tek çizgi olarak devam etmektedir. Arada çizgi dışı gibi şeylerin olmuş olması, tek çizgiden çıkmayı değil, tek çizginin alternatifsiz olduğu duygusunun geniş kesimlere benimsetilmesi olarak okuyabilirsiniz. Alternatifsiz yaşam!

Korkak entelektüel; iktidar gölgesinde yaşayan, iktidarın yaptığını kendisi yapmış gibi övünen zavallıdır. İyi eğitim almış, eli kalem tutan, ekranlarda iyi laf ebeliği yapan kişidir. Her dönemde iktidar ile içli dışlı, geçimini iktidar gölgesinde, iktidarın verdiği olanaklar ile yapandır. Çoğu sanki iktidar ve güce karşıymış gibi gösterir ama içten içe iktidardan nemalanmayı da ihmal etmeyendir. Korkak entelektüeller yalan söylemekten ve olayları kendilerine göre saptırmaktan geri durmazlar, işlerine geldiğinde istediği kimliği alabilen kişilere korkak entelektüel demekteyim. Çünkü riske giremezler, risksiz bir yaşam içinde başkalarını ihbar etmekten de kendilerini alamazlar.

Oyun, tren istasyonunda sizi uzun bir yolculuğa davet etmektedir. Zaman zaman gülerken halimize, zaman zaman hislenmekteyiz. O kadar değişik konular üst üste gelmiş ki, geçişler arasında; sahnede anlatılan konuyu tam içselleştiremeden, bir anda başka konu ile yüzleşmektesiniz. Konular arasında sanki hızlı bir kovalamaca vardır ve tren saatine ayarlı olarak bizlerde (seyirciler de) bu hızlı tempoya ayak uydurmuş durumdayız. Sahnede yaşananlardan bir an kopmadan izlemek sanıldığı kadar kolay değildir, çünkü konular çoktur ve zaman dardır. Birazdan tren kalkacaktır.

Sahnede aslında iki kişi vardır, fakat yan tarafta çello çalan biri daha vardır, sesi gelir, sesi ile oyuna katılır. Oyuncunun konusuna göre müzik ile müdahil olur, nerede hüzünleneceğimize, nerede derinlere dalacağımıza işaret veriri gibidir. Tek sesliliği çok sesliliğe dönüştürür, başarılı bir şekilde kurgulanmıştır. Müzik tiyatronun bir parçasıdır ve notalar ile konuşur. Notalar diyaloglara anlamlar yükler. Bir de her an karşınıza çıkabilecek bir deli. Bir anda sahneye gelip, söyleyeceklerini söyleyip yok olan bir deli. Mesaj yüklüdür ve mesajını vermek telaşındadır. Deli, doğruyu söyler ama doğrular üzerine iddialaşmaktan kaçınır, deli söyler ve kaçar.

Züleyha ve Yadigar. Tren istasyonunda iki yabancı, kısa zaman içinde bir birlerini anlayan ve seven iki arkadaş olacaktır.

Yadigar; tren istasyonunda yaşayan bir doğu kökenli köylü.(aksanından Kürt olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz) Dokuz çocuk babasıdır. Hissetmektedir ama hissettiklerini köylü kurnazlığı içinde yorumlamaktadır. Alternatifsizdir. Para kazanmak için emeğini satar. Hayalleri vardır, hayallerini gerçekleştiremeyeceği hayaller.

Zülayha; kendisinden kaçan bir kadındır, öykü yazarak yaşamaya çalışır. Arkadaşları ile cafe açmıştır ama hayal kırıklığı yaşamıştır, tek kalmıştır. Bilmediği yerlere doğru yol almak için istasyondadır, fakat oyun sonunda öğreniyoruz ki, idam edilen arkadaşının cenazesine gitmektedir. O hüznü ile yola çıkmıştır, yaşama bakışı, içeriye düşüşü, tesadüflerin ve korkunun biçimlendirdiği aydın bir kadındır. Farkındadır, değiştirecek ne gücü ne de çevresi vardır. Yüzleşmektedir sessizce, sessizliğine tesadüfi tanıdığı Yadigar’ıda katar, seyirciye ulaşır.

Oyun trenin kalkması ile sonlanır. Yadigar gözlerini dinlendirmek için evi olan banklara kendisini bırakır, seyirciyi de alkışları ile… Konuların arka arkaya verildiği bir yüzleşmeden seyirci mesajını alarak ayrılır salondan.

Bu oyun için tasarlanan sahnesinden, kıyafetine kadar, ışık /ses efektlerine kadar başarılı bir çalışma olduğunu söylemden geçemeyeceğim, sahneye gelene kadar süreçte emeği geçen ve bize bu olanağı veren İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’na teşekkürlerimizi iletmek artık bu yazının son noktası olsun. Her oyuncu, her teknik çalışan gerektiğini yaparak başarılı bir sahne düzeni içinde bize bu eseri ulaştırmıştır. Bir dönem ile yüzleşirken bakmışsınız kendiniz ile yüzleşmişsiniz. İyi seyirler…

Yüzleşme
Yazan: Arslan Kacar
Yöneten: Ali Karagöz
Oyuncular: Perihan Savaş
Arslan Kacar
Samet Halızoğlu
Oncan Dönmezer
Sahne tasarım: Zuhal Soy
Kostüm tasarım: Sebahat Çolakoğlu
Işık tasarım: Murat İşçi
Efekt tasarım: Mustafa Duman
Müzik: Altuğ Akınsel