10 Aralık 2010 Cuma

Özgürlük; kişiden kişiye değişen bir anlama dönüşmüştür.

Özgürlük; kişiden kişiye değişen bir anlama dönüşmüştür.

“Bu tür olaylar devam ettiği sürece polisimiz de tavrını koruyacaktır”

Polis, biliyorsunuz bazı olaylarda orantısız güç gösterisi yapmaktadır ve zafer işaretleri altında bir birlerine Amerikan selamı olan elleri bir birine vururken yani sokak dili ile çakarken fotoğrafları yayınlanır. Yetkili kişilerden de teşekkür alırlar. Bu yetkili kişilerin arkasında da hükümet olduğu gerçeği gün yüzüne başbakanın yukarıdaki sözleri ile serilmiş durumdadır.

Geçmişte 1 Mayıs olayları sırasında yaşananlar hala gözleri yaşartmaya devam ederken, üzerimizde gaz bulutu dağılmadan, başka olaylarda da gaz bulutları alanı kaplamıştır. Öğrenci, işçi … kim ki, hükümete muhalif potansiyeli taşıyorsa; üzerlerinden cop, gaz eksik olmaz olmuş. (Bu durum sadece bu hükümete ait değildir, kim iktidar gücünü alıyorsa, karşısındakine onu yapmayı hak olarak görmektedir, sanki bu yasalar ile ruha işlenmiş ve sürekliliği olan bir gelenek gibidir. Gelenek bu hükümette daha çıplak olarak sergilenmektedir sadece… Ne yazık ki bu sergilenenlere ise yandaş kalemler başka anlamlar yükleyerek gözden saklamaya çalışmaktadırlar.) Gaz tüketimi o kadar fazla olmuş ki, üretim ihtiyacı duyulmuş, artık gaz için dışarıya dolar göndermek yerine, iç üretim yaparak tasarruf, bir kaçta yandaş vatandaşa iş çıkarılmış olduğunu düşünüyorum.

Polis, hükümetten almış olduğu güç ile gazını gerekli görülen grupların üzerine sıkmaktan geri durmuyor, çünkü devlet memurunu koruyan yasalar nasıl olsa yapmış olduklarını korumaktadır ve meşrulaştırmaktadır. Hükmet, sadece gaz sıkan polisi değil, Hrant Dink (Nefretin ortaya çıkarmış olduğu cinayetlere karışan devlet memurlarını ve görevlilerini…) cinayetinde şüpheli olan devlet görevlilerini de korumaya devam etmektedir. Hükmet nasıl bir toplum özlediğini sözleri ile değil ama yaptıkları ile çok şey anlatmaya devam etmektedir. Devlet gücü hangi amaçlar içinde kullanıldığı yaşananlar ile ortaya bir kere daha serilmiştir.

Anayasa komisyonu başkanı, bir protesto karşısında takındığı tavır, aslında gelecekte nasıl bir devlet yapısı ve toplum istediğini ortaya serer konumdaydı. Kuzu bir toplumun bir de çobanı olması yeterlidir, çoban nereye sürer ise oraya toplum gitmelidir diyerek, toplum içinde taşkınlık yapanlara nasihat değil, gaz hoşgörüsü göstermekte sakınca görmemektedir. Bu olaylar üzerine başbakan kendisini ve niyetini çok açık olarak ilan ediyordu. “Bu olaylar sürdüğü sürece polisimiz de tavrını koruyacaktır”. Tavır açıktır, yapılan operasyonlar, operasyonlar sonucunda açılan davalar ve sonuçlanmamış olaylar, gündemin sürdüğünü kanıtlamaktadır. Yaşanan süreçte; sonuçlanmış olaylar, bir niyetin gerçek boyutunu ortaya sermesini engellemektedir. Çünkü, bugüne kadar sonuçlanmış olayların olmaması, olanların ise; hükümetin istekleri yönünde yapılan hukuksal değişiklikler olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen, demokrasi, insan hakları ve kişilerin özgürce kendisini ifade etmesi konusunda ne yazık ki Avrupa Birliği devletleri boyutunda henüz olgunluğa erişmediğimiz göstermektedir.

Devlet adına hüküm verenleri koruyan yasalar gün geçtikçe daha da sağlamlaşmaktadır. Torba yasa olarak ortaya gelen ve tartışılmadan meclisteki komisyonlardan çoğunluk sayesinde geçen düzenlemeler, meclis onayladıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Bu yasaların özgürlüğü daha da olanak tanınması beklenirken, özgürlük belirli kesim için alan genişletirken, geniş kesimler içinde daralma anlamına gelmektedir.

Var olan demokratik açılımlar sonuçlanmamış ve sürece bırakılmıştır. Bu süreç ne kadar süreceği henüz belli değildir. Önümüzdeki günler seçimlerin olacağı günlerdir, bu süreç içinde, hükümet geniş kesimlerin ağzına bir parmak bal sürmeye devam edecektir ama ikinci bir balı onlardan esirgeyecektir. Çünkü yaşanmış olan referandum ve sonraki süreçte teşekkür ettiği kesimin beklentilerini yanıtlamamış, sessizlik içinde izlemeye devam etmiştir. Hükümet kendi programını ödünsüz olarak uygulamaya ve programı içinde pürüz gördükleri konularda torba yasalar çıkararak sorun üzerinden gelmeye devam etmektedir.

Sonuç olarak hükümet özgürlük anlayışını kendisine göre tanımlamakta ve bu tanıma uygun olarak açılımlarını yapmaya devam etmektedir. Özgürlük tanımı ve anlayışı farklı olan bir başbakan, kendi anlayışına uygun davranmayanları azarlamakta sakınca görmemektedir ve görüşünü dayatmaktadır. Görüşüne uygun ortam yaratması içinde, çevresinde oluşturmuş olduğu medya gücü ile kamu yaratmakta her türlü propagandayı kullanmaktan geri durmamaktadır. Özgürlük sübjektif bir kavrama dönüşmüştür ve nereden baktığına göre anlam ifade etmektedir.

7 Aralık 2010 Salı

Yoldaşları anlatırken, başkasının anlatması ne kadar doğru?

Yoldaşları anlatırken, başkasının anlatması ne kadar doğru?

Erdal Eren idam edilişinin günü yaklaştıkça ortalıkta Erdal Eren ile ilgili belgeseller ve filmlerinde dolandığına şahitlik eder olduk.

Erdal Eren sıradan bir vatandaş değildi, inançlıydı, ölürken bile örgütünün ismini haykırdı. Doğal olarak örgütü de ve örgütünün devamı olan kurum ve kuruluşlarda Erdal Eren’in ismini ve bıraktığı mirasa sahip çıkmak ve onun kişiliğinde geçmişe sahip çıkmak ile yükümlüdürler. Olması gerekende budur, çünkü en iyi onu anlatacaklar yoldaşlarıdır, başkası değil.

Erdal Eren henüz 18 yaşını doldurmadan işlemiş olduğu söylenen bir cinayetin faili olarak idam edilmiştir. 12 Eylül rejimi, iktidarını güçlendirmek için korkuyu topluma sindirmek için her türlü açık ve kapalı baskı aracını kullanmıştır ve ilk anda idamlar bunun için gerçekleşmiştir. Henüz mahkemesi sonlanmadan sağcı solcu önüne geleni sırası ile asmıştır. Asmayıp da beslemeyecekti, astı. Çünkü yasalar ona o olanağı tanıyordu, fakat idam edilen yasa maddeleri o anda artık yürürlükte değildi, askeri rejim hepsini askıya almıştı, sadece insanları değil, yasaları, anayasayı ve siyasi partileri de askıya almıştı. Askıya bu kadar şey alınırda insan alınmaz mı? Elbette onları da aldı, kaç kişi işkence odalarında Filistin askısına alındı? Kaç genç idam sehpasında askıya alındı, kaç öğretim üyesinin dosyası askıya alınıp, işinden el çektirildi? Kaç insanın yaşamı askıya alındı?

Milyonlarca, evet milyonlarca insan 12 Eylül rejimi içinde askıya alındı ve izleri bugün dahi sürmektedir, çünkü askıya alınan bir çok şey hala askıda olmaya devam ediyor.

Erdal Eren sehpaya giden en genç insandı. O beklendiği gibi göz yaşı dökmedi, inandığını son nefesine kadar haykırdı. Onun yattığı hücreyi anlatan gazeteci bugün dahi o gördüklerini tam yansıtamadığını söylüyor, fakat o günkü koşullar içinde sansürlenmiş, otosansürlenmiş haberleri okudu bir çok insan. Mamak gerçeğinden uzak haberleri. Mamak duvarlar arasında saklayacağını sandı 12 Eylül rejimi, fakat o duvarlar zaman içinde yok oldu, içeride yatanlar dışarı çıktı, kafesi anlattı. Kafes bugün saklanamayacak şekilde ortada duruyor ama o kafesi yapanlar, yaratanlar, orada yatma emrini veren ve uygulatanlar hala gözler önünde değildir. Onlar asılmadılar ama bu halk onları hala vergileri ile beslemeye devam ediyor. Asanlar bugün özgürce yaşamaya, özgürce resim çizmeye, özgürce görüşlerini ifade etmeye devam ediyor, asılanlar?

Asılanların büyük bölümü hala o dönemin travması altında, sessizliklerini korumaya devam ediyorlar. Gördükleri ve yaşattıklarına karşı duydukları öfkelerini, nefretlerini fırsat bulduklarında kusmaya devam ediyorlar ama sorunun tümünü görmekten çoğu uzak, bir hedefe yönelmişler, o hedef her şeymiş gibi algılamaya devam ediyorlar. Sistemi sorgulayan çok az ama çoğunluğu artık sorgulamıyor bile. Sistemin yarattığı yeni insan içinde, kendilerine yaşam alanı bulanlar, geçmişin değerleri üzerinden ünlü olmaya, para kazanmaya, isminden bahsettirmek için kitaplar yazmaya, kitapları basanlar ise, yazandan peşin aldıkları paralar ile kitabı basıp dağıtmaya devam ediyorlar. (Elbette bunların içinde istisnai olanlarda var ama ne yazık ki genele pek yansımıyor. Paranı ver, kitabını basayım, piyasa buna zorluyor diyenler azımsanamayacak kadardır. Parası olan; kitabını bastırıp, kitap fuarlarında imza günlerine katılıp, kitabını birincil elden pazarlamaya, derneklere girip, oralarda üye olarak ya da yönetici olarak kitaplarını pazarlamaya devam edenler hiç de az değil!) Bir dönem yaşandı, sonlandı. Öyle kabul ediliyor, sonlanmadığı bugün dahi o dönemin izlerini ve etkisini yaşadığımızı bir bölüm hala kabul edemiyor, bitmiş gibi algılayıp, film yapıp, onun üzerinden para kazanmaya, ün yapmaya çalışıyorlar.

Erdal Eren, bugün aramızda değil, fakat onun dünya görüşünü yaşatanlar bugün aramızda yaşamaya devam ediyorlar ve onlar, onu en iyi anlatacak olanlardır, çünkü onlar ün için, isim yapmak için yapmıyorlar belgeselleri ve kitapları. Onların amacı farklı ama Erdal Eren’in geleneğinden gelmeyenler, onu bir metaya dönüştürüyorlar. Bakın yaptıkları kitaplara ve belgesellere, Erdal’ın ismi kadar kendi isimleri büyük puntolarla yazılmış. Onları tanıyın ve Erdal Eren’e gerçek yoldaşlarının yaptıklarını izleyin, okuyun, ancak o zaman onun anısına saygıyı gerçekleştirmiş oluruz.

Birlikte oynayamayanlar birlikte yaşayamazlar!

Birlikte oynayamayanlar birlikte yaşayamazlar!

Yonca İnal Eğilmezbaş tarafından yazılan ve yönetilen bir oyun. Bir çocuk oyunu olarak ilk anda dikkatiniz çekiyor, fakat oyun 7den 77 ye diye de tanıtımında vurgu yapılmaktadır. Oyun hem büyüklere hem de küçüklere mesajlar vermektedir. Bir arada yaşam üzerine…

Konusuna kısaca bakmak gerekirse; bir orman ve bir örümcek. Örümcek ağlarını örmüş, canı sıkılmaktadır, fakat bu can sıkıntısını oyun ile bozar kendisince, çevrede yaşananlara göz gezdirip, orada olanları hikayeleştirerek. Her hikaye bir oyundur ve oyunun içinde bir figür. Örümcek ağlarını örmüştür ve ördüğü ağın merkezinde canı sıkılırken yuvarlaklar ve köşeler grubunun yaşamını gözler. Ne tesadüftür ki iki çocuk karışmıştır. Köşelerin yaşadığı alanda bir yuvarlak çocuk, yuvarlakların yaşadığı yerde ise bir köşe çocuk bulunmaktadır ve bu iki çocuk bulundukları topluluğun kuralları içinde yetiştirilmek istenir ama kolay değildir fiziki koşulları bu uyuma. Bir farklılık hep vardır. Oyun ile bu iki farklı çocuğa uyum dersi verir topluluk üyeleri ama ne de olsa fiziki farklılık bu oyunlarda ne kadar zorlarsa da zorlasın bir farklılığı bir uyumsuzluğu hissettirir.

Yuvarlaklar hep birlikte gün batımı şarkısı söylerler, yuvarlak cümleler ile yuvarlak hareketlerin eşliğinde, çünkü birlikte şarkı söyleyemeyenler birlikte yaşayamazlar!

Köşeliler birlikte oyun oynamaya çalışırlar, çünkü birlikte oyun oynayamayanlar birlikte yaşayamazlar!

Günlerden bir gün dışarıdan iki farklı canlı gelir, onlar ile birlikte eğlenmeye çalışır, ilk defa yan yana gelirler yuvarlaklar ve köşeliler. Ve o birlikte yan yana geliş, farklılıklarına rağmen bir arada yaşamın var olacağını ve bir birini değiştirmemek kaydıyla ortay yeni paylaşımlar yapacaklarını öğrenirler. Birlikte oyun oynarlar, birlikte şarkı söylerler. Görürler ki, bir birlerini değiştirmek için zorlamadıklarında tüm farklılıklara rağmen oynayabiliyorlar, şarkı söyleyebiliyorlar.

Kısaca konu bu; bu konunun içinde ise bedensel özürlülerin profesyonel oyuncuların desteği ile birlikte aynı sahneyi alması. Yani yuvarlaklar ve köşeliler aynı sahnede aynı mesajı vermekteler. Birlikte şarkı söylediler, birlikte oynadılar ve seyirciler ile birlikte o anı yaşadılar.

Seyircilere de kısaca değinmek gerek, çünkü bedensel özürlülerin oluşturmuş olduğu bir seyirci vardı salonda. Körler, sağırlar ve zihinsel özürlüler ve de kendilerini normal sanan insanlar, değişik kıyafetlerde, değişik algılayışlar içinde. Bir arada yaşamın bir göstergesiydi salon ve sahne. Birlikte şarkı söylediler, birlikte alkış tutular ve sağırlar için birlikte teşekkür ettiler el işaretleri ile… Köşeler, yuvarlaklar sahnede nasıl yan yanaysa salonda da izleyiciler yan yanaydı.

Sahne kurgusu, dansı, müziği, ışığı ile bir bütün eğlenceli ve içinde birlikte yaşamı yücelten mesajı ile güzel seyirlik bir müzikal oyun. Yaşadığımız toplumun beklentisi değil mi birlikte yaşam, ama bir birini anlayan ve değiştirmek için zorlamayan! Ne yazık ki yaşam bu birlikte yaşamı ortadan kaldıran asimilasyon politikaları ve çatışmaları ile dolu. Birlikte yaşam yaşadığımız günün özlemi sadece…

Biri Hiçbiri ya da Hepsi
Kadro :
Yazan ve Yöneten: Yonca İnal Eğilmezbaş
Müzik: Deniz Noyan
Sahne Tasarımı: Ayhan Doğan
Kostüm Tasarımı: Zuhal Soy
Işık Tasarımı: Vahit Geyik
Efekt Tasarımı: Umut Yüzbaşıoğlu
Koreografisi: İbrahim Ulutaş
Müzik direktörü: Hüseyin Tuncel
Süpervizör: Çiğdem Aydın
Proje Koordinatörü: Gökhan Eğilmezbaş
İSÖM Proje Sorumluları: Zübeyde Vural ve Songül Çoban
İşaret Dili Tercümanı: Sema Çavuş

Oyuncular
Ömer Barış Bakova
Cem Kiremit
Barış Çağatay Çakıroğlu
Elif Doğanay
Nazan Yatgın
Tahir Varan
Burcu Çoban
Neval Kahraman
Deniz Yeşil Mavi
Şimşek Doğanalp
Hande Ören
Mehmet Tarık Kolcu
İbrahim Ulutaş
Arzu Singin
Eren Güngör
Çağlar Yavuz
İlter Burak Kalay
Erkan Başyıldız
Hüseyin Tuncel
İsmail Akar
Edip Tüzgen
Murat Karakaş
Bayram Ali Engin

6 Aralık 2010 Pazartesi

Pozitif ayrımcılık için neden tek adım atılmaz?

Pozitif ayrımcılık için neden tek adım atılmaz?

Anti semitizm kavramını bir çok resmi yazışmada ve yasalarda görmeniz mümkündür. Özellikle 2. dünya savaşı sonrası oluşan ortam içinde, Yahudi düşmanlığının yasaklayan yasalar ve Yahudileri küçük gören, hakaret eden yasalar ve düzenlemeleri ortadan kaldırmayı amaçlayan ve Yahudi soykırımının bir daha oluşmaması için toplum içinde Yahudi düşmanlığını kontrol edebilmek amacı ile yasal düzenlemeler yapılmıştır. Ve bu düzenlemelere uygun olarak ise; eğitimden sağlığa kadar yaşamın her alanda uygulamalara geçilmiştir.

Anti semitizm kavramı batıda yer alan bütün yasal düzenlemelerin temelinde yerini almıştır, çünkü onlar yaşadıklarının bir daha yaşanmamasını devletler nezdinde istemektedir. Bu bir vicdan borcudur ve bu borç pozitif ayrımcılık ile yerini almıştır.

Bizim gibi ülkelerde ise Yahudi düşmanlığı başka boyutlarda geliştirilmiştir ve uygulanmıştır. Yahudi olanların Yahudi isimler alması bu cumhuriyet rejimi içinde yasaklanmıştır, bugüne kadar da o isimleri kullanmaları ne yazık ki yasalar nezdinde gerçekleşememiştir. Yahudilerin hep iki isimleri olmuştur, sinagogda kayıtlı olan ve resmi dairelerde kayıtlı olan şeklinde. Sadece Yahudiler mi, elbette bu ayrımcılık ve asimilasyon politikası bir çok kültür içinde yerini almıştır. Tek dil, tek din, tek kültür yaratma mücadelesi sonucunda ulusal sermaye yaratma süreci bu asimilasyon politikalarının boyutlarını değiştirmiştir. Bazıları yasalar ile düzenlenirken, bazıları yasaların yan etkileri ile yerine getirilmiştir.

Ülkemizde uzun yıllardır bir politika yürütülmektedir, 12 Eylül rejimi ile birlikte bu uygulama artık alevi köylerine cami yapma boyutuna kadar gitmiştir. Alevilere karşı asimilasyon politikası sonucunda bir çok alevinin de kafası karışmıştır. Acaba bizlerde cami var mıydı diye soru sormaya başlaması bile alevi kültürüne yapılan en büyük kötülük olarak yerini almıştır. Alevilere yönelik negatif ayrımcılık bir çok alanda kendisini göstermiştir ama bu durum genelde yasalar ile düzenlenmemiş ayrımcılıktır. Bazı mahkeme kararlarında bile bunu görmek mümkündür.

Alevilere karşı bir çok defa toplu kıyım olmuştur. Aleviler gün geçtikçe de nüfus olarak azalmaktadır ve UNESCO’nun korunması gereken kültürler listesinde yerini alacak boyuta gelmiştir. Alevilerin negatif ayrımcılığını ortadan kaldırmak için; pozitif ayrımcılık yapılacak hale dönüştürülecek ‘anti Alevilik’ yasası çıkarılmalıdır, tıpkı anti semitizmde olduğu gibi. Aleviler, yaşadığımız toplumun en önemli renkleridir ve yok olmaması için; var olan tüm negatif ayrımcılıkları ortadan kaldıracak en önemli düzenleme; temel yasalar içinde “anti Alevilik” yasasının eklenmesidir. Bu toplum; eğer bu düzenleme gerçekleşir ise ancak ve ancak demokrasi için büyük adımı atmış olur.

Bir arada yaşamı savunuyorsak, var olan negatif uygulamaları ortadan kaldırmak istiyorsak, yasalarda ki, ırkçı, nefret duygularını besleyen tüm düzenlemelerin ortadan kaldırılması ve bu duyguları besleyen ortamlarının yaratılmasını en düşük seviyede ve kontrol edilir halde olması için; yan ve ana yasadaki tüm maddeler yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece gözden geçirme yeterli değildir, Alevilik gibi farklı olan ve ötekileştirilmiş tüm kültürlere de pozitif ayrımcılık yapılmalıdır.

Pozitif ayrımcılık için, negatif ayrımcılıkların hepsinin ortadan kaldırılması için; zihniyet değişikliği şarttır, bu zihniyet değişikliği var olan eğitim sisteminin yeniden tartışılması ve karşılaştırmalı tarih bilgisi ışığında yeniden yazılması ile mümkündür. Aleviler ve diğer inanç ve kültürde olanlar; kendilerini tam ifade edebilmeleri için, var olan yasal engellerin ortadan kaldırılması şarttır.

5 Aralık 2010 Pazar

Protesto!

Protesto!

Protesto, demokratik toplumlar içinde olmazsa olmazıdır, beğenmediğini protesto edersin ve o beğenmediğin şey hakkında fikir bildirirsin, olması en doğal olan şeydir. Protesto etmek, iktidar olduğu günden beri vardır ve protestocular, protesto edilenlerden daha fazla tarihe iz bırakmışlardır.

Protesto edilir, protestonun bir de karşı gücü vardır ki genelde bunlar da devlet memurlarıdır ayda devletin bekası için kendisini memur yerine koyanlardır. Protesto edenlere genelde bunlar saldırır, çünkü onlar görev insanlardır ve verilen emri yerine getirmek ile yükümlüdürler. Siyasi tercih protestolara karşı dozu belirler. Bazı protestolara sert tepkiyi ortaya koyanlar, tarih içinden yok olmuşlardır. Bugünkü iktidarda tarih içinde yok olacaktır, bıraktıkları bir çok olumsuz sonuçları ile birlikte.

Spartaküs, köle olarak görülen insanlar içinde, başkaldırının ve protestonun simgesidir. O protestosunu yaşamını ortaya koyarak yapmıştır. Bugün protesto edenlerin ruhunda Spartaküs’ün izi vardır. Saldıran ve saldırtanların içinde ise Roma imparatorunun ve onun lejyonlarının izlerini görmek mümkündür. Roma artık yoktur, onun mirasını savunanlar bugün gençlere, muhalif olanlara, protesto edenlere tıpkı onlar gibi saldırmakta ve saldırarak kendi iktidarlarını sürdürmeyi düşünmektedirler, fakat tarih bize göstermiştir ki, ne Roma, ne de onların imparatorları kalmıştır. Bugün saldıranlarda, saldırtanlarda yok olacak ama Spartaküsler hep varlıklarını koruyacaklardır.

Başbakan Dolmabahçe sarayında YÖK konusunda toplantı yapacakmış. Ankara küçük geldi, çalışma ofisi artık sarayın bir odasını tespit etmiş ve yasalar bunu olanak kılmıştır. Saray müze olarak kullanılmaktan çok, başbakanın çalışma ofisi olarak uzun zamandır kullanılmaktadır. Osmanlı bir şekilde bir odada da olsa yaşamaya uzun süredir devam eder. İstanbul görünmeyen başkent olma işlevini sürdürmeye devam etmektedir. Yasalar ile düzenlenen uygulamalar, yasaladır ve meşrudur, bu sorgulanamaz! Başbakan en doğal tercihini orada kılmış, toplantı orada yapılacaktır! YÖK’ü kaldırmak yerine, YÖK’ü kullanmayı, devlet üniversitelerine bir çeki düzen vermeyi daha uygun görmüştür, bu iktidarın tercihidir ve olması gerekendir. Çünkü 12 Eylül Kurumu, 12 Eylül kurumlarını beslemeye devam edecektir. Doğanın yasası içinde vardır. YÖK, kurumun işlevi ve yapılanması içinde başbakana brifing vermek ile de yükümlüdürler, çünkü üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu, - ki YÖK’ün uydurduğu bir sorundu - yine YÖK uygulamaları ile kaldırmıştır, fakat sorunlar devam etmektedir. Sorunlarını protesto ile gündeme getirmek isteyen muhalif gençlere, düşmana saldırır gibi saldıran görüntü geçmişte de varlığını koruyordu, bugünde tüm çıplaklığı ile koruyor. Gençleri düşman gören bir başbakan ve onun emir verdiği memurlar İstanbul’da tüm güçleri ile saldırmıştır. Memurlar, yerli üretim biberlerin etkisini ve sonuçlarını en çıplak olarak görmek için sanırım savaş oyunu oynamışlar, savunmasız gençlere yapılan bu saldırı, arenaya atılan gladyatöre yapılan ile aynıdır.

Sarayda başbakan dekanlarına “parmaklara barut kokusu değil, mürekkep bulaşsın” demiş. Dışarıda gençlerin üzerine ise biber gazı bulaşmaya devam ederken. Gözyaşı içinde bırakılan gençler, gözaltına alınan gençler içeride verilen demokrasi dersinden haberi yoktur, çünkü onlar arenada başbakanın memurlarının saldırısı altındaydılar. Demokrasiden ne anladığını açıkça ilan ediyordu başbakan! Bir Roma’lı özgüveni altında!

Protesto etmek doğaldır, doğal olmayan bunu demokrasinin parçası olarak sadece yandaşlarının yapmasına izin vermektir. Roma’lı kendi parlamentosunda kendi vatandaşını rahatlıkla protesto edebilir, ama bir sıradan vatandaş bunu yapamaz, ona karşı her türlü eziyeti doğal görür. Kendisini hala Roma imparatoru olduğunu ve hala Roma’da gibi yaşayacağını sananlar ne yazık ki varlığını koruyor…

Roma yoktur, onun izleri ne yazık ki bugünde yaşamaya devam ediyor, doğal olarak Spartaküsler de yaşamaya ve kavga etmeye devam ediyorlar. Roma yoktur, onun izi de bir gün hepten yok olacaktır.

Nefret söylemi…

Nefret söylemi…

Nefret; devlet kurulduğu günden beri varlığını koruyor, çünkü devlet olmak için sınıra ihtiyaç vardır, sınırın olması içinde düşman. Düşman olan yerde, nefret duygusunun beslenmesi gereklidir, ki iktidar varlığını koruyabilsin.

Nefret söylemi, bir birikimin sonucunda ortaya çıkar, o birikimler tarihsel köklerini yaratmaktadır. Nefretin ortaya çıkması için uzun bir geçmişe de gerek yoktur, sizin ile sadece komşu olması yeterlidir. Bir de görülmeyen düşmanlar vardır, o düşmanları görüp görmemek önemli değildir, ama görünmeyen düşman; görünen düşmana göre daha tehlikelidir ve yok edilmesi için sürekli canlı tutulur.

Her kültürün, her toplumun, her cemaatın nefret ettiği bir şeyleri vardır, çünkü toplumsal varlık için sıva işlevini görür. Fakat sıvasızda toplum inşaat edileceği ve yaşatılacağı pek düşünülmez. İktidar hırsının olduğu yerde, düşmanlığın beslenmesi gereklidir, düşmanlık ise; nefret duygusunun her alanda okşanması ile mevcuttur.

Nefret duygusu kişisel olmaktan çok toplumsal normların ve doğruları ile gelişir ve değişir. Kişisel nefret duyguları kişisel etki yaparken, toplumsal nefret duygusu tamamı ile toplumun doğruları ve tarihe bakış açısı ile ilgilidir. Resmi ideoloji ile beslenen bu duygular, resmi tarihin eğitim yoluyla bireylere verilmesi ile ulusal sınırlar içinde nefret duygusunun; toplumsal normlar içinde normal karşılanmasına ve o duyguyu yaşayanlar devlet sınırları içinde doğal karşılanması ile karşı karşıya kalırız. O kadar ileri düzeye gider ki, o toplumun konuştuğu günlük yaşam içinde kullanılan kelimeler de, nefret duygusunun karşılığı cümlelere dönüşür. O cümleleri toplumun hangi kesimi içinde kullanırsanız kullanın, rahatsızlık vermez.

Nefret söylemi farkında olalım olmayalım; yasalar ile belirlenir. Yasaların izin verdiği nefret duygularımızda vardır. Devletin belirlediği yaşam alanları ve düşünce biçimimiz içinde, nefret duygularını besleyen düzenlemeler vardır. Her toplumun içinde bu duyguları besleyen ve geliştiren düzenlemeler varlığını korumuştur, çünkü bu duygular devletin ve sistemin devamı için yaşamsal bir anlamı vardır. Devlet; düşman olmadan yaşayamaz!

Nefret ettiğimiz ne ise; onu, her olumsuz olay karşısında kaldığımızda, altında o nefret ettiğimizi arar ve hatta buluruz da. Buna uygun düşünce biçimimiz ve dilimizin bize kazandırdığı düşünme yöntemi uygundur. Hangi kültürden geldiğimiz ve hangi dili konuştuğumuz çok önemlidir, her dil kendisine ait düşmanlar yaratır ve besler, o yüzden her toplumun ve kültürün nefret duygusunu besleyen anahtar kelimeler, yani uyarıcılar her zaman vardır ve bilinçli ya da bilinçsiz olarak beslenir. Bu beslenme sonucunda, bireyin tepkileri, bu bilinç altındaki nefret duygusunun bir yansıması olarak ortaya çıkar. İster üniversite mezunu, ister ilkokul mezunu birey olsun, bazı olaylar karşısında birey ortak tepki verir, sevincini, üzüntüsünü, neşesini bu toplum normlara uygun olarak ortak verir. Toplum duygularını ve varlık sebebi gördüğü ne varsa, toplumun genel kabul gören doğrularıdır ve toplumun doğruları sabit değildir ve değişkenlik gösterir zaman içinde. Dinamik toplum içinde de doğal olarak nefret ve sonucunda yaşanmışlıklar varlığını koruyacaktır. Hatta nefret edilen şey ortadan kalmış olsa da, duygusu varlığın koruyacak ve dil ile ileriki kuşaklara taşınacaktır.

Nefrete karşı mücadele ancak ve ancak toplumun karşılaştırmalı tarih bilincinin gelişmesi ile ortaya çıkacaktır, kendi içinde yaşayan ve kapalı toplumlarda nefrete karşı mücadele olmaz, ilişki ağının gelişimi ile birlikte nefrete karşı mücadele ortaya çıkar. Teknolojideki gelişmeler sonucunda, ulusal devletin yaratmış olduğu tarih bilinci yıkılmaya yüz tutarken, doğal olarak toplumlar içinde nefret ve ırkçılık gibi kavramlar insanlık düşmanı olarak algılanmaya ve toplumlar; nefret duygusunu besleyen, açıktan beslenen kaynaklara doğru sorgulamaya başlamıştır. Bu da doğal sonucu olarak; devlet ve varlığı sorgulanmaya, -şimdilik çekingen tavırlar ile - gidilmesini de beraberinde getirmiştir.

Devlet, varlık sebebinin önemli saç ayağından birini kaybetmek üzeredir, çünkü o güne kadar öğretilen ve kuşaklardan kuşaklara aktarılan nefret söylencelerin birer şehir efsanesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Uluslar üstü yasaların ulusal yasalardan üstün olduğu ve zorunlu olarak ulusal sınırlar içinde kullanılması sonucunda, bireyler dildeki ırkçılıktan, duygusal olarak nefretin sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Yaşadığımız toplum bize öğretildiği gibi homojen değil, heterojen olduğunu ve tek tarih yerine karşılaştırmalı tarihin sonucunda yeniden geçmişin sorgulanması ile karşı karşıyayız.

Nefrete karşı mücadele ulusal sınırlar içinde her ne kadar önemli olsa da, evrensel kuralların ve normların oluşması ile daha anlam kazanacaktır. Azınlıkların hakları ancak ve ancak evrensel yasaların katı şekilde ulusal sınırlar içinde kullanılması ile eğitim programın ve tarih bilincinin yeniden düzenlenmesi ile birlikte mümkündür.

Yasalarda var olan nefret duygularını besleyen düzenlemelerin ortadan kaldırılması, yasaları uygulayanların nefret duygularına göre karar vermelerinin ortadan kaldırılması ancak ve ancak verilen her kararın sorgulanması ile mümkündür.

Nefreti besleyen duyguların kökten ortadan kaldırılması, düşman kavramının ortadan kaldırılması ile mümkündür, bu ancak ve ancak devlet kavramın yeniden yorumlaması ile mümkündür. Bugün yaşadığımız çağ, düşmanlıkları besleyen ve yeni düşmanların yaratıldığı, yaşam bakışımız içine yeni nefret duyguların kazanıldığı bir geçiş sürecinde bulunmaktayız.

Yeni teknoloji ürün olan yeni medyanın yaratılması nefret duygusunun global çapta beslenmesini beraberinde getirmektedir. Nefret sanki bulaşıcı bir virüs gibi çok hızlı bir şekilde yaygınlaşmakta ve yeni savaş aracı olabilmektedir. Bu araçlar eğer evrensel yasalar içinde ve istisnasız kontrol edilmesi ve evrensel yasalar ile yönetilmesi ile; bu yaygınlaşan savaş tohumu olan nefretin kontrol altına alınması ile mümkündür, aksi halde bu duygu daha büyük yıkıcı bir çatışmayı besleyecek ve hızlı bir şekilde global çatışmayı yaşamamız ile sonuçlanacaktır. Nefret yeni biçimi ile virüs gibi yaygınlaşırken, ona karşı yürütülen anti nefret söylemleri ne yazık ki şimdilik çok zayıf konumdadır. Nefret duygusu öyle bir şeydir ki, toplumu tek vücut yapmakta ve karşı tarafı linç etmeye kadar götürebilmektedir, yani toplumun ve yöneticilerinin gözlerini karartabilmektedir. Bu durumu ülkemizde kısa süreç içinde bir çok olayda yaşadık.