18 Aralık 2010 Cumartesi

Ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım? (gerçek olmayan öykü)

Ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım? (gerçek olmayan öykü)
Gece karanlıktı. Karanlığın içinde denizin ortasındaydım. Bir vapur, her zamanki gibi kalabalık ve sessizdi. İş çıkışı yorgunluğu, gözler kapandı kapanacak, birçoğunun gözü kapanmıştı bile.
Vapurlarda bir şey satanlar olurdu eskiden, şimdilerde yoklar. Onların yerini müzisyenler almış, gitarı eline alan müzik yapıyor, bana göre çoğu sanatçının sesinden daha güzel. Bir parça okuyor, sonra para topluyor, modern dilencilik ama yetenek karşılığında alınan para, dilenme de denmez buna. Sokak müziğinden farklı, vapur müzik yapanları denmesi gerek. Sokak müziğinde dilenme yoktur, isteyen gelir parasını bırakır gider, önünde duran her hangi bir şeye. Vapurda öğle değil, önünde durması gerekene bir başkasının elinde, oturanların önüne ve gözüne sokarcasına gösteriliyor, çoğu para vermiyor ama olsun, inadına sürdürüyor. Bir parça bir tur.
“yanarım yanarım gün geçer yanarım
ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım? “
belki bestecisinden daha içli söylüyor, gecenin karanlığı içinde, denizin ortasında bir vapurda sessizliği bozan bir ses olarak yankılanıyor.
Dışarıya bakıyorum, ufukta gözlerim bir ışık demeti arıyor.
Karanlık ve motorun sesi, bir de vapurda müzik yapanın sesi. O seste bitti, gitti… Demek parayı toplayacağı kadar topladı ve başka katlara doğru seyir etti, seyir halindeki vapurda.
Karanlık ve sessizlik, iç dünyama doğru yönelmiştim, gözlerim kapanırken birden irkildim.
Deniz sakindi, havada rüzgar yoktu vapura bindiğimde.
Her zamanki şehir, aynı güzellikte ışıkların içinde kendi dünyasını yaşıyordu.
Vapur, her zaman gittiği yoldan gidiyordu, yadırganacak bir durum yoktu ortada.
Dev dalgaların arasında kalmış gibiydik.
Bir gürültü duymuştuk sanki.
İrkilmiştik.
Gözlerimiz açılmış, durumun şaşkınlığı içindeydik.
Ne olmuştu?
Karanlıktı dışarısı…
Sessizdi içerisi…
Bir uğultu oldu, nerden geliyordu uğultu?
Gözlerimiz açılmış, uykumuz kaçmıştı.
Dalgaların arasındaydık sanki ama deniz, karanlığın içinde hiçbir şey söylemiyordu.
Daha önce yaşamadığımız bir duygu içindeydik. Anlamaya çalışıyorduk.
Vapur her zamanki rotasında gidiyordu, kaptan her zamanki dinginliğinde vapurunu sürüyordu.
Telefonlar çalmaya başladı.
Ne ilginç, her telefonun müziği farklı, her telefon sahibi kendisine özgü ses yerleştirmiş gibi. Binlerce müzik parçası aynı odada çaldığını düşünün, bazıları yüksek, bazıları kısık. Bazıları umursamadan telefonun çalmasına devam etmesini izliyor gibi, bazıları acele ile aç düğmesine basıyor.
Telefon sesleri ve müzikleri içinde telaşlı sesler duyar gibi oldum. “Hayır biz iyiyiz” diyordu vapur içindeki, karşısındaki ne diyordu bilmiyorum. Telaş içinde biri bağırdı; deprem olmuş!
Deprem olmuş, biz denizin ortasında sakin sakin giderken.
Depremin yarattığı dalgadan etkilenmişiz meğer.
Şaşkınlık içindeydik.
Şaşkınlık meraka dönüşmüştü. Karada oturanların durumu nasıldı acaba?
Her zamanki şehrimiz, sessizlik içinde miydi?
Karanlığın içinden şehrin olduğu tarafa baktık, hepimiz camlara dayanmıştık, karanlığa değil, şehrin ışıklarına bakıyorduk. Uzaktan her şey yolunda gözüküyordu. Sakindi şehir, biz telaş içindeydik.
Telefonlar durmadan çalıyordu.
Verilen yanıtlar; “ben iyiyim, ya sen” diye devam ediyordu.
Telaş bulaşıcı bir hastalık gibi hepimize bulaşmıştı.
Telefon ediyorduk, şehirde yaşayanlara…
Hatlar doluydu...
Meşgul çalışıyordu…
Merak içindeydik, şehir sessiz gözüküyordu dışarıdan…
Vapur içinde bir birine bulaşan telaş ve merak hakimdi…
Ne çalan telefon, ne de vapur müzikçisinin sesi duyuluyordu…
Sessizdik, sessizlik halimdi şimdi, bizler cama dayanmış şehir ışıklarına bakarken…
Karanlıkta, deniz ortasındaydık. Vapurun ışığı denize vuruyordu, uzaktan da gittiğimiz kara parçasının ışığı…
Gözlerimizdeki uyku yok olmuştu.
Gelecek olan dalgayı bekliyorduk, artçı depremlerin olması her zaman mümkündü. Beyinlerimizin arkasına işlenen tusunami olacak mıydı? Kimse bunu düşünecek durumda bile değildi. Telaş içinde, merakın getirmiş olduğu durum ile karşı karşıyaydık. Ne olmuştu acaba karada?
Kara, karanlık içinde değildi, her yer ışıl ışıldı…
Sessizce oraya bakıyorduk, vapur her zamanki hızı ile giderken, biz ne kadar yavaş gidiyor diye söyleniyorduk…
Sessizce baktık…
Sessizlik içindeydik…
Ne telefon çalıyordu, ne müzik…
Vapurun sesi, denizin sesini yok etmişti…
Martıda yoktu…
Sessizdi her şey..
Tıpkı biraz önce olduğu gibi…
Ahh gecelerin hesabını kimlere sorarım?

16 Aralık 2010 Perşembe

Tarih affeder mi?

Tarih affeder mi?

Her bıyıklı adam Hitler değildir ama her Hitler diktatördür.
Diktatörlerin ortak özellikleri vardır; kendilerine yönetilen eleştiriyi saldırı olarak algılar ve düşman olarak gördüğü kesime koşulsuz saldırır.
Her diktatör; sadece kendisinin doğru düşündüğünü ve hareket ettiğini sanır.
Her diktatör; çocuk sever, çocukların babalarına / annelerine ve de yetişkin kardeşlerine her türlü eziyeti doğal görür.
Her diktatör; çevresinde yağdanlık takımının oluşmasına izin verir ve çevresindekilerinin kendisinden aptal olmasına önem verir. Akıllı gördüklerini ise, aptalların yönetmesine izin verir. Her akıllının başında, bir aptal yönetici olmasına özen gösterir, çünkü aptallar; her hareketi, her düşünceyi, her davranışı kendisine jurnalleyeceğini bilir.
Her diktatör; gençleri rayından çıkmış, raya zor ile oturtulması gereken bir kuşak olarak görür ve gençleri sadece kendi gördüğü cephesinde savaşan asker olarak görür ve mutlak itaat bekler. İtaat etmeyenlere karşı her türlü yasal düzenleme yapmaktan da kendisini alamaz.
Her diktatör; yaptıklarını yasalara uydurmaz, yasaları davranışlarına uydurur. Önüne çıkan her engelli yasal düzenleme ile aşar ve ona göre davranır.
Diktatör; kendi koyduğu yasalar ile yargılanamaz, çünkü kendi oluşturmuş olduğu yasalar, kendisini hep haklı çıkaracak konumdadır, eğer bir pürüz hissederse, o yasa da değiştirilir.
Diktatörler, sanıldığı gibi başına buyruk, kestiği kestik, astığı astık insanlar değildir. Diktatörlerin isteklerini yerine getirmek için; yasalar düzenlenir ve yasalar istekleri yerine getirmesi için kurumlar oluşturur. O kurumlar ise, yasalar uygun davrandıkları için ileride yargılanamazlar, çünkü yasalar devlet kurumlarını korumak ve kollamak ile yükümlüdür. Verilen emri sadece yerine getirmişlerdir. O emri yerine getirecek gönüllü işsiz binlercesi kapı önünde beklemektedir ve emir kulları olduklarını söyleyerek ileride oluşacak durumlar için savunmaları hazırdır. En kötü uygulamayı yapan bile yasadan aldığı güç ile vicdanı rahat, görevini yapmanın getirmiş olduğu huzur içinde bu dünyadan göçecektir. Fakat tarih; bunları yazmaya ve mahkum etmeye sessizce devam edecektir.
Diktatörler tek başlarına suç işleyemezler, çevresi ve kurumları ile birlikte suç işleyebilirler evrensel hukuk kuralları içinde, o yüzden iktidarını kaybetmiş bir diktatör ya kendisi gibi bir diktatörün yanında yaşar, ya da kendi ülkesinde özel korumalar alanda yaşamaya mahkum olur. Eski diktatörleri, koruyan ve kollayan hep yeni iktidarlar mevcut olur, çünkü yeni gelenler eskilerden aldığı güç ile iktidar olmuşlardır ve onların yollarını eleştirir gibi durmuş olsalar da, onların oluşturmuş olduğu devlet yapılanmasını ve hukuk kurallarını uygulayarak kendi iktidarlarını güçlendirmeye özen gösterirler.
Her diktatör bıyıklı olmak zorunda değildir, asker kökenli diktatörlerin çoğunda bıyık yoktur ama her Mussolini diktatördür.
Her diktatörün propaganda birimi olur, o birimde bazıları gönüllü çalışır, bazıları profesyonel. Profesyoneller her gelene paşam gözü ile bakarlar ve her gelene övgü dizmekten geri durmazlar. Gözden düşen diktatörler hakkında ise, bildiklerini söylemekten de geri durmazlar, her profesyonel bir anlamda dedikoducudur. Zamanı gelince çıkarına uygun ve vicdanını rahatlatmak için gerçekleri saptırmaktan geri durmaz. Her profesyonel; bir anlamda güçlünün lehinde yalan söyleyendir, çünkü o parası karşılığında, bekleneni yerine getirmiştir.
Tarih, diktatörler zamanında yazı yazan, yağdanlık yapan profesyonel gazetecileri ve tarih yazıcıları da not etmeye devam etmektedir.
Her profesyonel oluşan ve oluşacak olan ortama göre şekil ve biçim değiştiren yaşam tarzına sahip omurgasızlardan oluşur. Her dönemin adamı olurlar, kendilerini savunurken, dün dündür, bugün bugündür, o gün öyle düşünmem gerekliydi, bugün böyle düşünmem ve davranmam gereklidir. Bu sayede her profesyonelin vicdanı rahattır, çünkü güçlerini diktatörün izin verdiği yaşam alanından alırlar ve onun oluşturmuş olduğu yasalar ile biçimlendirdiği toplum ahlakı ve yaşam tarzından beslenirler. Her beslenen, kendisine göre yaşam alanı yaratır ve bu yaşam alanında hem savunur, hem de savunmazmış gibi davranış gösterir. Onları diğerlerinden ayırmak için; iktidara karşı yaptıkları eleştirilere bakın, çünkü gerçek profesyonel; iktidarda gücün etkisine göre eleştirilerini ya sınırlarlar ya da hiç eleştiri yapmazlar. Yaşamda bakılacak o kadar alan vardır ki, iktidarı görme gitsin, eğer iktidar çok güçlü ise. Gücünü kaybettiği anda, ilk eleştirileri bu kapı kulu özelliği gösteren profesyoneller yapacaktır, çünkü gelmekte olana göre şekil değiştirmeye başlamıştır.
Tarih diktatörler zamanında yaşananları not eder ve sessizce gelecek günleri bekler, çünkü tarih; hiç biz zaman yaşananları unutmaz, bir gün mutlaka bir yerde bu yaşananlar evrensel hukuk kuralları içinde sorgulanacaktır. Hitler ve adamları hiçbir zaman gerçek anlamda yargılanamadılar ama tarih onları ve Hitler’in kapsında kapı kullu yapanları unutmamıştır, vicdanlar içinde yargılamış ve mahkum etmiştir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Marat ve Sade

Marat ve Sade

İki isim yaşarken belki hiç karşılaşmadılar, fakat ikisi de sonlarını bir deli hanede geçirdi. (haklarında okuduğum bilgiler ışığında) Kaderleri farklı çizgi izlemiş olsa da sonları ne yazık ki aynıdır. Aynı zaman dilimi içinde iki ayrı cephede yer almış iki farklı kişi. O dönemin kahramanı toplum dışına düştükten sonra delilerin şahitliği içinde karşılaşmasını anlatan bir oyun.
Jean Paul Marat ve Marquis de Sade iki ayrı insan, 1789 Fransız devriminden küçük bir kesit. Delilerin akıllıları oynadığı bir oyun. Yönetilen sorular, sorulara farklı bakışlar. Müzikal sözler müziğin içinde saklı. Çok kalabalık bir sahne. Oyunda Nazi Alman askerlerini anımsatan resmi kıyafetli insanlar. Oyun başlamadan sahnedeler. Seyirciye bakıyorlar.
Oyun bir süre sonra başlar ve perde yoktur oyunu açılışında, çünkü tüm oyuncular sahneye önceden girmiştir, futbol maçı oynayan oyuncular gibi ısınma hareketleri içindeler. Bazıları seyircilerin arasında koşturuyor. Ve dijital ses geliyor, oyun başlıyor diyerek. Seyircilerin arasından bir kadın ve erkek. Deliler yurdunun müdürü ve müdiresisidir. Deliler hanesinde bir oyun sahneye konmasına izin vermişlerdir ve oyunu izlemek için o alana doğru yol almaktadırlar. Burjuva sınıfını temsil ediyorlar ve görünmeyen yönetmenler, delilerin sahnede olduğu oyun içinde yönetmen rolündedirler.
Marat ve Sade ikilsini sahnede gördüğümüzde post modern bir oyunun içinde olduğumuzu hissettim. İki ayrı karakter, iki ayrı uç nokta, bir oyunda sahnedeler. Bana daha önce okuduğum bir romanı anımsattı, farklı konular olmasına rağmen teknik aynıydı. Nietzsche Ağladığında (D. Yalom) romanda Freud ve Nietzsche aynı sayfalarda buluşuyordu.
Marat devrimci ama devrim günlerinden uzaktır. Toplumun dışına düşmüştür, sağlığı ile mücadele etmektedir. Deri hastalığı onu banyo küvetine bağlı kılmıştır. Güçsüzdür, gücü artık kelimelerindedir… Soru sorar ama yanıt vermez, düşünce çatışmasına girmez, düşüncesini açıklar…
Sade, bireycidir, sadistir ve toplumun oturmuş değerleri ile çatışma içindedir. Oyun içinde başka bir oyunu yönetir. Kendisi konuşmaları belirler, yönlendirir. Yalnızdır, acı çekmesini bilmek için, acı çektirir kendisine. İşkencecidir, efendilerine karşıdır ama devrimcilere daha çok karşıdır. Başa çıkamadığı hırs ve ego sahibidir. Onu deli hastanesine götüren iki özelliktir.
İki kahramanın ortak özelliği; kendi kendilerine ayağa kaldıracak ve evrene yepyeni gözler ile bakmayı savunurlar.
Oyunda başka bir kahraman vardır, Duperret. Sekso manyaktır, iki kelimeyi bir ara getiremez ama taciz etmekten de kendisini alamaz, sürekli kadınların çatal göğüslerine ve kıçına bakmaktadır, fırsatını bulduğunda saldırmaktadır.
Hastanenin müdürü, sahnenin tek aklısı gibidir, oyunda geçişleri belirtir, gerek gördüğünde müdahil olur, sahnede olması gerekeni belirtir ve sansürlenmesi gerekenleri sahneye koyan Sade’ye anımsatır.
Sade: “Benim için gerçek, kurduğum düşlerdir” demektedir. Bu düşüncesi bütün oyuna yansır ve düşlerini gerçek sanır, bu güç ile Marat’ı yönetir, hükmeder. Marat güçsüzdür, her ne kadar devrim için her şeyi göze almış olsa da, artık zayıftır ve su içinde yaşamaktadır. Aklı karışır, Sade’nin sözleri üzerinde, fakat o karışıklığı pek önemsemez. Sona doğru giden yolda, o banyodadır. Ve kapısını çalan ölümdür, Corday her kapıyı çaldığında Marat’ın yanındaki kadın onu kapı önünde beklemeye iter, mektubunu alır ve gönderir, belki içine doğmuştur; ölümden uzaklaştırır, fakat onunda sınırı vardır.
Hastabakıcılar üniforma içindedir, hepsi askeri kışlada gibidir, disiplini sağlarken, söylenen parçaları düzgün okunmasını sağlayan yönetmen gibidirler. Deliler ile birlikte hareket etmektedirler. Tacize uğrarlar ama ses çıkarmazlar, gerek gördüklerine ise soğuk su ile tedavi ederler!
Fransız devrimi olurda kilise olmaz mı? Elbette deliler arasında kiliseyi, yanı ruhani yönü temsil eden de vardır, Roux, devrime uyum sağlamış bir devrimci fikri savunur, o savunmasından dolayı Sade yönetiminde işkence görür.
Sahnenin sonu yaklaştığını giyotinin aşağıya inmesi ve kafatasların giyotinin altında birikmesi ile karşılaşıyoruz. Giyotin Fransız devriminde iyi çalışmıştır, keleler bir yerde toplanmıştır. Müzik kalabalık şeklinde söylenmeden çıkıyor ve tek sese dönüşüyor. Oyunun başından beri salıncakta sallanan kadın yürüyebildiğine şahitlik ediyoruz ve oyunu sonlandırıyor. Oyun boyunca hep orada aynı pozisyonda sallandı durdu, neden sallandı bilemiyorum ama oyunda son sözü sessizce o söylemektedir.
Oyuna kimin başladığı değil, son sözü söyleyenin adı kalır geriye.
Geniş kadrosu ile oyun sahneye konmuştur, sorular sorulmuştur, cevaplar kişiden kişiye göre değişecek şekildedir, muğlaktır. Bireyciliğin zaferi mi, devrimi savunan özgüveni mi? Devrimin önde giden lideri artık oyun sonunda suyun içinde değildir, çünkü öldürülmüştür. Oyunda hayatta kalanlar diğerleri oyun bittikten sonra normal yaşamlarına dönmüştür, oyun içinde oyun bitmiştir.
MARAT-SADE
Yazan : PETER WEISS
Çeviren : CENGİZ TUNCER
Yöneten : RAGIP YAVUZ
Koreografi : YASEMİN GEZGİN
Sahne Tasarımı : BARIŞ DİNÇEL
Işık Tasarımı : MURAT ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : TOMRİS KUZU
Yönetmen Yardımcısı : C.AHHAN ŞENER-NURSELİ TIRIŞKAN-GÜN KOPER
OYUNCULAR
ALİ MERT YAVUZCAN, ALTUĞ KUTLUĞ, ASLIHAN KANDEMIR, BAHAR ÖZGE GÖZE, BURÇAK ÇÖLLÜ, CENGIZ TANGÖR, ÇAĞLAR ÇORUMLU, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, DOĞAN ALTINEL, ECE YILDIZ, ELİF ÖZGE ÖZDER, HAMİT ERENTÜRK, KUTAY KIRŞEHIRLIOĞLU, MURAT COŞKUNER, MURAT GARIPAĞAOĞLU , MURAT GÜREÇ, MUZAFFER BERIŞA, NURDAN GÜR, OKAN PATIRER, OZAN GÖZEL, ÖZGE O’NEİLL SARIMOLA, ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, RADIFE BALTAOĞLU , REYHAN KARASU, SELIM CAN YALÇIN, SELİN TÜRKMEN, SENEM OLUZ, SERKAN BACAK, YASEMİN GÜVENÇ, YEŞİM KOÇAK, YILDIRIM FİKRET URAĞ

12 Aralık 2010 Pazar

Zorlu, Dr. Faust olursa…

Zorlu, Dr. Faust olursa…
Goethe’nin Faust’u tek kişilik ve 80 dakika bir oyuna dönüşmüş. Köln’lü tiyatro sanatçısı Haydar Zorlu sahneye koyduğu ve yönettiği oyun, sanatçının ilk tiyatroya adım atarken aklında bir gün bu oyunu sahneye koymak varmış.
Goethe en önemli çalışmasından sahneye uyarlanan oyun, Tiyatro Ti sahnesinde izleme olanağına eriştim.
Bölümler halinde Faust izleyiciye sunulur. Her bölümde bir anlam gizlidir ve izleyiciye o anlamlar ve ifadeler sahnedeki sanatçı tarafından fısıldanır, mimikleri ve sesi ile bir trajedi canlanır. Sanatçı birden çok karakteri canlandırır, başrolde tek bir oyuncu olmasına rağmen, oyun içinde şeytan, tanrı, Dr Faust, sevgilisi, sevgilisinin kardeşi, şair dostu… oyun içinde oyun vardı. Metafizik düşüncesinin büyük düşünürü, okuyucusuna, izleyicisine bir şeyler sorar ve kafalarında soru oluşturmasına sağlar. Yazıldığı dönemin romantizmi vardır, konuşmalar ve anlamlar kelimelerin içinde saklıdır, o saklı olan ilk andaki algılayışın dışında başka anlamları barındırır. Anlamlar üzerine düşünüldüğünde derinliğini ele verir.
Goethe uzun soluklu olarak yazdığı eseri Faust içinde dönemin izlerini bulurken, Almanca dilinin zenginleşmesini de sağlamıştır. Bugün kullanılan Almancanın zenginliğini ve felsefi dil olarak oturmasını sağlayan en önemli yazarlarındandır. İngilizcenin nasıl bir Shakespeare’si varsa, Almancanın dil üstadı Goethe’dir ve zamanın dogma düşüncesine karşı savaş açmaktan da çekinmez. Katolik inancının o katı kurallarının geçerli olduğu dönem içinde, sorular sorar ve sorularına yanıt arar.
Oyun içinde tanrı seslenir, şeytan ile mücadele eder. Şeytan Dr. Faust ile anlaşır ve girmiş olduğu savaşı trajik bir son ile kaybeder. Dr. Faust birkaç mesleği olan bir öğretmendir, Almanya’da öğretmen olana profesör derler, o da ders verdiği için profesördür, çocuklara ders verir ve bir gün öğrettiklerinin aslında kendi kafasında sorun olan ve çözülmemiş sorular olduğunun farkına varır ve öğretmenlikten ve diğer yaptıklarından uzaklaşır. O uzaklaşma kendisini metafizik güçlere yakınlaşmasını sağlar, gökyüzüne bakar, yaşamı anlamaya çalışır, fallara inanır, yaşamı bir şeylerin anlamlandırmasını düşünür, yaşamı var eden tanrıdır, bundan şüphesi yoktur, şeytan’da tanrı ile mücadele eden bir metafordur.
Şeytan ile bu yaşam dönencesi içinde karşılaşır, köpek kıyafeti içinde gelir, çalışma masasının altında, üstünde yaşama bakışı açıkça duruyordur, şeytan bu durumu kendi lehine döndürür, anlaşmaya gider. Kan ile imzalanan anlaşma Dr. Faust’un yaşamını değiştirir. Hiç yaşamadığı aşkı, tutkuyu yaşayacaktır. Zenginliği, fakirliği ve zamanın kendisi için donduğunu ama öğrendiğinde trajik bir yaşamı tutku ile yaşadığını fark eder ve öğrenir.
Bir çocuğu olmuştur, yaşadığı tutkulu aşk günleri içinde, aşkının erkek kardeşini öldürmüş, annesini sevgilisinin (Gretchen) yanlış dozda uyku ilacı vermesi ile öldüğüne sahne üzerinde şahitlik ederiz. Tutku, onun yaşamını nasıl bir trajediye dönderdiğini, olaylar bittiğinde öğreniriz. Yaşarken fark etmediklerimiz, bittikten sonra nasıl sert bir şekilde tokat gibi yüzümüze vurulduğunu oyun sonunda hissederiz.
Oyun kısaca böyledir, sahnede tek dil hakimdir, fakat oyun iki dil ile sahne aldığını tanıtım broşüründen öğreniriz. İki dil ile oyun oynanır değişik zamanlar içinde. Bazı günler Türkçe, bazı günler Almanca.
Sahneye çıkan oyuncu, oyunu can sıkıcı olmaktan çıkarır ve 80 dakika bir anda bittiğini görürsünüz. Uzun soluklu bir metni, sahnede canlandırmak kolay bir iş olmaması gerek, çünkü birden fazla rol iç içedir ve zaman zaman noktasız geçişler yapar. Kimdi şimdi diye kafanızda soru sorarken, bir bakmışsınız başka bir rolü canlandırıyor. Kadın, erkek, tanrı, şeytan, Dr Faust. Bütün karakterler başroldedir, başrolü yine de Dr. Faust elinden bırakmaz! Uzun yıllar Almanya’da yaşayan ve Almanca oyunlar oynayan Haydar Zorlu, zor olanı seçmiş, iki ülkenin sahnesini kendisine yurt edinmiş. Uzun bir yolculukta iki ülke arasında gidip gelmektedir.