12 Ocak 2011 Çarşamba

HES üzerine…

HES üzerine…

Hidro Elektrik Santralleri (HES) konusu gün geçtikçe yaşamımızın parçası olmaya devam edecektir, çünkü santrallerin olduğu alanlar; bizleri çok yakından ilgilendiren dereler ve akarsulardır. Derelerden elektrik elde etmek amacıyla kurulan santrallerin ömrü bellidir, sınırlı ömür içinde derlerin ekolojik dengesi olduğu gibi değiştirilecektir ve ona bağlı olarak bir çok bitki ve hayvan türünün ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Doğa daha da fakirleşecektir. Ekolojik denge; yeni ekolojik sistem kurarak devam edecektir ama bu yeni durum; para /kar hırsına değer mi?
Derelerin yuvalarına yapılan inşaat sadece yer yeryüzünde olan dengeyi mi yok ediyor, ya havadakiler? Polenleşmeyi ve bitki çeşidini sağlayan canlılara ne olacak? Arılar yeryüzünden kalktıktan sonra insan yaşayacak mıdır?
Elektrik sanayi için gerekli, peki ülkemizde sanayi anlamında ele avuca sığan kaç tesisimiz var? Var olan ağır sanayimizi kapatmadık mı? Olmayan sanayi için neden elektrik üretiyoruz?
Başkalarından aldığımız ürünlerin çalışması için elektriğe ihtiyacımız var! Tüketici toplumun beslenmesi için elektrik!
Dere yataklarının yön değiştirmesi de kaçınılmazdır, bu durumda yer altı suları durumu ne olacaktır, dererlin beslediği göller ve akarsular ne olacaktır?
Bütün bunların dışında bentlerin gücü konusu… Santral benlerin inşaatı ile başlar. İnşaat için yol açılması, var olan doğal yapı başlangıçta bozulur ve bozulan çevreye dikenli bir çelenk geçirilir ki, buna santral denir. Peki, bu inşaatlar ne kadar güvenlidir? Çünkü bizde önce güvenlik tabelada var olan bir yazıdan ibarettir, ondan önce para ve kar gelir.
Kar getirecek iş, kısa vadede hemen para kazandırmak zorundadır ve bu kurulan santrallerin müşterisi hazırdır ve o hazır müşteri ihtiyacı olsun olmasın almayı baştan güvence vermiştir. O yüzden önemli olan santralin çalışmasıdır, güvenlik pek gündeme gelmez.
Peki, nedir güvenlik ve olabilecek felaket?
Bu konuda senaryolar yazılmış mıdır? Örneğin Fındık’lıdan geçen dere (Pisğhala /Arılı) üzerine kurulan santrallerinden biri, aşırı yüke (aşırı yağmur sonucu oluşacak bir sel felaket) dayanamayıp yıkılsa, ne olacaktır? Domino taşı etkisi gösterse ve oluşacak su basıncından dolayı baskınlar karşısında nasıl önlem alınacaktır? Dere çevresinde yer alan yerleşim alanları ve köprülerde güvenlik nasıl sağlanacaktır? Çünkü su çok hızlı hareket eder ve önüne geleni sürükler ve yok eder.
Santraller üzerine yapılmış kötü senaryolar düşünülmüş müdür ve önlem olarak neler alınmıştır ya da alınmak zorundadır? Santral yapmak elektrik için önemli, peki bu santrallerin kötü senaryolar karşısında ki durumu ne olacaktır?
İklim değişimi, çevre değişimi ve doğal olarak o çevrede binlerce yıl devam eden üretim ilişkileri ve sosyal çevrenin birden değişimi sonucu yaşanacak travmalar karşısında, nasıl bir süreç tasarlanıyor? Bu yaşanacak değişim karşında yeni çevreye uyum için ne gibi; sosyal kültürel alanda önlemler alınması planlanıyor? Antropologlar bu konuda araştırma yapmışlar mıdır?
HES’ler sadece doğayı değil, doğa ile ilişki içinde olan her şeyi değiştirecektir. Bu değişim yavaş yavaş değil ve birden olacağı için beklenmedik felaketlerin yaşanması olasılık içindedir. Bu olasılıkların para için göz ardı edilmiş olduğunu düşünüyorum, çünkü var olan mücadelede taşeron firmalara verilmiş şantiyeler ve şantiyelerin durdurulması için hukuk mücadelesi şeklinde bir süreç yaşıyoruz. Bir çok bölgenin SİT alanından çıkarılması için hukuki düzenlemeler yapılmaktadır ve hukuk içinde bu yeni düzenlemeler içinde zafer; para kazanmak isteyenler olacağını öngörüsünü şimdiden söylemek abartı olmasa gereklidir.
Hes’ler kavramında bir çok deney hem ülkemizde, hem de yurt dışında mevcuttur, sonuçları ve ne getireceği bilinmektedir.
Ömrü bilinen santraller; bir süreliğine elektrik üretiminde hükümetin elini rahatlatırken, elektrik piyasası içe kapanık olduğu süre içinde, pahalı elektrik tüketmekte kaçınılmaz olacaktır. Çünkü Hes inşaatına giren ve işletmesini yapacak olan firmalara sözler verilmiştir ve bu sözleri devlet olarak yerine getirmek için hukuki düzenlemeler de yapılmıştır. Santrallerin ömrü kadar gelecek bir anlamda ipotek altına alınmıştır. Ülkemizin ekonomik durumu bu şekilde gideceği ve büyümemizin bu şekilde olacağı farz edilerek yapılan hesaplamalar, hiç beklenmedik bir felaket ile yok olduğunda, neler olabileceği hesaplanmamıştır.
Geleceğin planlanması yapılırken, tüm olasılıklar göz önüne alınması zorunludur ve en kötü senaryoya göre adım atılır. Fakat bizde iyimserlik aşırı derecededir ve özgüven kötü senaryoları göz ardına atılmasına sebep olmaktadır.
İsmail Cem Özkan

9 Ocak 2011 Pazar

Roller ve maskeler

Roller ve maskeler

Çocukluğumuzda kendimiz ile baş başa kaldığımızda bir çok oyun uydurur ve uydurduğumuz oyun içinde yaşardık. Okullu olmadan önce yaptığımız bu özgür davranışlarımız, okula başladıktan sonra ağır ağır, hatta hemen yok olmaktadır. Zil çalınca derse giren birer Pavlov’un köpeği olmadan önce, özgürlüğümüzü doya doğaya yaşadığımızın pek farkına varamayız. Bu farkına varma durumu önümüze bir pencere açıldığında ortaya çıkar.
Yunan tiyatrosunda oyuncular ellerine maskeler alır ve maskelerdeki yüz ifadelerine göre hareket ederlerdi. Kızgınlığını, neşesini değiştirdiği maskelerde ve çıkardıkları seslerde kendilerini gösterirlerdi. Oyuncu her zaman bir maskenin arkasındaydı. Maskeler modern tiyatronun başlangıcında vardır diyebiliriz, elbette ilk modern toplu eğlenme aracı olarak Yunan tiyatrosunu kabul edersek.
Çocukluğumuzun ve özgürlüğümüzün yaşadığımız yıllarda korku bizden uzaktır, korku zaman içinde içimize işlemiştir. İlk korkularımız beklide hayatta nasıl bir son ile veda edeceğimiz üzerineydi, bir başka canlı tarafından avlanılarak yem olmak ya da bilmediğimiz bir yerden gelen tehlike sonucunda ortadan kalkmamızdı. İlk insanların korkuları bugün yaşadığımız çağa göre hiç yoktu diyebiliriz, çünkü tek korkuları vardı, o da büyük olasılıkla hayatta nasıl veda edeceği konusundaydı. Belki bir doğumda hayatı sona eriyordu ama devam eden yaşamda doğumda ölüm korkusunu duymadan sürekli üremeye devam etmiştir.
Çocuk korkmaz, korkutulur. Korkutuldukça korkuları benimser ve o benimsediği korkuları gerçek sanır. Gerçekte olmayan şeylerden korkar olur. Korku kuşaktan kuşağa aktarılan ve çeşitlendirilen bir olgudur ve gün geçtikçe; sosyalleşen insan korkularının esiri olur ve sosyal yaşamda korkuları ile baş başadır. Sosyalleşen insan bireyselleşmektedir, çünkü şehir kalabalığın içinde bireyi yalnızlaştırmaktadır ve yalnız insan ise gelip geçici hevesleri kendi egosu içinde amaç olarak algılayabilmektedir.
Bir sahne, birden çok maske ve bir oyuncu. Kıya Oturmanın Böylesi adlı oyun. Oyuncu bu oyunu İtalya’daki eğitimi sırasında öğrenmiş ve ülkemize taşımıştır. Oyunun konusu da İtalya’da Venedik’te başlıyor. Venedik’ten İstanbul’a doğru yol alırken kıyıya vuran insanlar. Maskeleri ile kıya vuran ve maskeleri altıda duygularını ifade etmeye çalışan masalımsı ama içimizdeki insan. Her masal belki daha gerçektir, gördüklerimizden ve yaşadıklarımızdan. Masallar gerçekleri dolaylı ama bilinçaltına işleyerek anlatır kendi gerçeğini, o yüzdendir çocukluğumuzda duyduğumuz bir masal ömür boyunca bizim ile beraber gider. Okulda öğrendiklerimizin çoğu bizim ile yola devam etmez, yok olur giderler…
Venedik olur da, aşk olmaz mı? Elbette aşk vardır, tutkulu aşk. Zeus’un ateşi yanında küçük kalır. Yunan mitolojilerinde anlatılan destanların bir benzeri gibidir. Fakat oyun içinde günümüzde doğru uyarılarda vardır. Brecht tiyatrosunun özelliklerini de içinde barındıran ve seyirci ile bire bir ilişki içinde olan bir oyundur sahnede olan. Bir oyuncu birden fazla hatta onlarca maskeyi / rolü canlandırmaktadır. Oyuna seyirciyi katmakta ve oyun; salon içinde her bir seyirciyi aynı zamanda oyuncu yapabilmektedir.
Venedik’ten İstanbul’a doğru yol alırken fırtına içinde gemi batar ve bir kıyıya vurur. Kıyının ve adanın sahibi bir güzel kadındır, güzel olurda onu bekleyen ve gözeten kötü ama ruhu güzel olan, konuşması biraz engelli olan olmaz mı? Elbette kötü gözükmesinin tek sebebi hafızasının sahibine bağlı olmasındandır, sahibinin izin verdiği kadar düşünür ve hareket eder. Kıya vuranları teker teker sahibine haber verir ve onun istemini yerine getirir. Venedik’te aşkına methiyeler düzen erkek, kıyıda güzeller güzeli kadını görünce aşkın başka boyutunu yaşar hemen. Geride kalan aşkı içindedir, erkekler iki aşkı aynı anda yaşar, çünkü gözleri kör olmuştur, hangi kadına baksa aşkı görecektir. Onlar aşklarını; ada içinde geziler yaparak yaşarken, Venedik’teki sevgilisi fırtınadan haberi olmuştur ve aşkının dalgalar arasında kaybolduğunu duyar. Ve hemen onları bulmak için yollara düşer, dalgalar arasından belki bir kıyıya vurmuştur. Düşündüğü doğrudur ve kıyıda bulur aşkını ama bıraktığı aşkı değildir, bıyığını kesmiştir, başka kadına “aşkım” diyen bir erkek ile karşılaşır. Hayal kırıklığı vardır, fakat bir rüyadan uyanır gibi erkek ilk aşkına döner ve oradan ayrılır. Adada kalan kadın ise başka bir aşkı vardır. Mutlu son ve mutlu son oyununda sonudur.
Maskeler ile sizi başka dünyalara davet eden bu oyunu kaçırmayın derim, size farklı bir tat verecek oyun içinde, sizin de öğreneceğiniz, çocukluğunuza götürecek bir uyarıcı ile karşılaşmanız şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu arada oyunu oynayan oyuncuya aşık olma tehlikeniz de vardır, çünkü Venedik’teki o güzel kadın, aynı zamanda oyuncudur ama aşkını maskeler içinde bulduğunu da gözden kaçırmayın derim.
İsmail Cem Özkan

Cam

Cam
Levent Kazak'ın yazdığı, Laçin Ceylan'ın yönetmenliğini üstlendiği tiyatro oyunu "Cam"da Dolunay Soysert, Mete Horozoğlu, Deniz Çakır, Bülent Alkış ve Selen Uçer rol alıyor.
İstiklal caddesine yakın bir resim atölyesinde geçiyor olay. İki erkek ve üç kadının arasındaki ilişkileri irdeleyen, yaşamda olması olasılıkları iki yüzünden de bakan bir oyun. İki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde sergilenenin eğerli ikinci bölümü de vardır. İlk bölümde resim atölyesinde öğrencilerine resim dersi veren bir kadın ressam ve bir model, iki öğrenci ile başlar. İki penceresi vardır, küçük bir mutfak ve bir odası olan yüksek tavanlı eski Rum evleri gibidir bulundukları yer. Pencerenin önünde duran çalışma masası ve masa üzerinde işler ile ilgili yazışma kağıtları ve notları bulunmaktadır. Pencere ve kapı bir birine baktığından cereyan yapar. Hava akımının olmasından dolayı pencere kapalı durması, masanın üzerinde ki kağıtlar için önemlidir, çünkü kağıtlar bir karıştı mı toplaması o kadar kolay değildir. Camlarının açık olmaması gereklidir, açık olursa hayat karışabilir, tıpkı masadan aşağıya uçan kağıtların karışması ve onarlı düzenlemek için harcanan zaman içinde hayat akışının değişimine oyun içinde tanıklı edeceğiz. Boşanmaya giderken pencere açık olursa ne olur? Oyun bu soruya yanıt arar gibidir, hatta aramaktadır.
İlk bölümde ressam öğretmen; avukat kocasından boşanmak için mahkemeye gideceği gün başından geçen ve tesadüflerin ortaya çıkarmış olduğu ikiyüzlü ilişkilerin ortaya serileceğini bilemezdi. Her zamanki gibi ders vermektedir, öğrenciler modele bakarak resim eskizleri çizmektedir, ressam ise o gün kocasından boşanacaktır ve kocası onu mahkemeye götürmek için arabası ile sokağa gelir. Tepebaşı yokuşunda bir yer hayal edin, İstiklal Caddesi’ne bakan taraf. Garaj vardır ama “hayır” der kocası “acele et, park etmeye gerek yok, hemen gel” der. Pencere açıktır, açık olduğundan masa üzerindeki kağıtlar yere uçmuştur, bu arada kocası oradan bir kağıdı ister, kağıt karışmıştır, onu ararken küçük bir sır, kadın öğrenci tarafından öğrenilir. Önemsenmez, çünkü kargaşa aşağıdadır, freni boşalan bir kamyonun arabayı ve avukat kocayı tekerlerinin altına alır ve ezer. Çarpmanın ortaya çıkardığı ses, telefondaki kocanın da sesinin yok olması anlamına gelir. Kargaşa, telaş ve yüksek tempoda bir koşturmaca ve konuşma içinde, olaya dahil olur seyirci.
Cenaze yapılmıştır ve atölyeye dönülmüştür. Model olan kadın ile ressam çok samimi arkadaştır. Birlikte çok şeylerini paylaşırlar ama paylaşmadıkları da vardır. O paylaşmadıkları tesadüfen gelen bir telefon ile ortaya çıkar, telefondaki bir doktordur ve ressamın daha önce verdiği şeyler tahlil etmiştir ve sonucunu telefon ile bildirmektedir. Doktor telefon ile ressamın hamile olduğunu bildirir. Hamiledir. Ressamın hamile olduğunu öğrendiğinde bir şok yaşanır, sessizlik sese dönüşür, paylaşılmayan özel anlarda ortaya çıkmaya başlar. O hamile olduğu gün nasıl olmuştu ve babası kimdi? Çünkü kocası ile bir yıldır sorunlu yaşayan ressam, arada kocası ile buluşup sevişmekte olduğu ortaya çıkmıştır. Model olan arkadaşı bu işe şaşırmıştır, şok olmuştur. Ölüm karşısında şaşılacak kadar soğuk kanlı olan (Camus’ün yabancı adlı kitabında olduğu gibi) modelimiz, bu olay karşısında soğuk kanlı değildir ve sorgular, kimdi babası? Kocası mı, yoksa başka biri mi? Evet o an iki gerçek ile karşılaşmıştır, hem kocası ile yattığı hem de başka bir erkek! O hamile olduğu gün atölyede öğrencileri ile bir parti düzenlenmiş ve sarhoşluk sonucunda bir öğrencisi ile iyi vakit geçirmiştir. Kimdi öğrencisi, sorusu açıkta bırakılır.
Hamilelik ilerlemiştir, karında belirlemiştir bebek. Resim dersi alan kadın öğrenci, o kazanın olduğu gün gördüğü notu ressama açıklar ve o gün onun ile birlikte olan ve karında ki bebeğin babasının aslında birlikte ders aldığı erkek öğrenci olduğunu belirtir. O küçük not, bir sırrı içinde barındırmaktadır.
Olaylar bu şeklide akar gider ve gizli yapılanlar ve samimi arkadaşlar arasında saklanan küçük sırlar aslında bir birlerini çok ilgilendirmektedir. Model olan kadın, çocuğun babası ile evlilik kararı verir ve bu küçük sır hepsinin bildiği bir gerçek olarak üstü kapatılır. Bir pencerenin açık bırakılması ve kağıtların ortaya savrulması ile yaşanan bu kırlıma noktası bir çok şeyinde ortaya serilmesini neden olmuştur.
İkinci bölümde bu olayın öteki yüzü sorgulanır. Eğer arabanın içinde avukat değil de ressam öğretmen olmuş olsaydı, freni boşalan kamyonun altında o kalsaydı ve ölen avukat koca değil de ressam olsaydı ne olurdu? Bu sorunun yanıtı aranır ikinci bölümde.
İkinci bölümde birinci bölümde olduğu gibi başlar, kağıt aramaya bu sefer avukat çıkmıştır, ressam arabada beklemektedir ve beklenen kaza olur. Bu sefer hayatta kadın yerine erkek vardır. Erkeğin yaşamış olduğu küçük sırlar, iki yüzlüğü ortaya serilir. Model kadın ile ilişkisi vardır ve o ilişki ortaya çıkar, çocuğun babasını bilmekteyiz, fakat bunu avukat öğrenir, tipik tepkisini verir. Tek büyük fark sonuç bölümündedir, kadın resim öğrencisi bekar avukata talip olur ve o olay ile sonlanır.
Oyun kurgusu basittir, başka oyuncular oynamış olsaydı, belki vasat bir oyun olur çıkabilirdi, oyuncuların oyuna katkıları ile temposu yüksek ve izlenir bir oyun olup çıkmıştır. İlgimi çeken en önemli unsur benim açımdan; izleyici küfür edilen bölümde kahkahalar atmaktadır. Sadece bu oyun için geçerli değildir, diğer izlediğim tiyatro eserlerinde de aynı tepkiler ile karşılaştım, sanki mizah küfür ile geliyor gibidir. Daha akılıca yapılan espriler gülmeden tepkisiz geçebilirken, küfür ile kahkaha salonu doldurmaktadır. Yeni mizah anlayışımızın içinde küfür önemli yerini tutmaktadır, tıpkı Amerikan dizilerinde kahkaha efektleri yerini almıştır, küfürler. Küfür et, kahkahayı yakala…
Cam oyunu seyirciye hoşça vakit geçirtirken, küçük çağrışımları ile gündelik yaşamada gönderme yapmaktadır. Oyuncuların tempolu oyunu izlerken, kahkahalarınızı küfürlü bölümlerde olabildiğinizce yukarıya çıkaracaksınız, ama sakın yanlış anlaşılmasın bu oyunda diğer oyunlarda olduğu gibi çok fazla küfür yoktur, bulvar tiyatroları sanki küfür ile yazılıyor gibidir. Günlük hayat içinde belki bu kadar küfür kullanıyor değiliz ama son izlediğim oyunlar içinde bol küfür duydum, hem de gerekli gereksiz yerlerde… En azından bu oyunda gereksiz küfür yok… gerektiği yerde, uygun küfür yerleştirilmiştir.
İsmail Cem Özkan