5 Şubat 2011 Cumartesi

Ölüm; bazen cinsiyet ayrımını ortaya çıkarır!

Ölüm; bazen cinsiyet ayrımını ortaya çıkarır!

Her ölüm; bazı şeyleri gizler, bazı şeyleri açığa çıkarır. Ölümler doğanın bir gerçeğidir, gerçek olmayan ölümlerde; içinde bir şeyleri saklama eğilimindedir. Cinayet adını verdiğimiz bu ölümler, gün geçtikçe daha karmaşıklaşmakta ve dolaylı ölümler ile katilini bulunmaz hale getirmektedir. Görünen bir el vardır ama o görünen elin parmağını kontrol eden başka bir güç; bugünkü yaşam içinde olması artık tesadüf değildir ve o parmağı kontrol eden güç kendisini gölgede bırakırken, bir bakmışsınız cinayeti sorgulayan dahi olabiliyor.
Globalizm adı verilen çağımız içinde ise; cinayetler daha da karmaşıklaşmıştır, doğal ölümler bile bir anlamda cinayeti içinde saklar hale geldi.
Bugün, kanserden ölümler aslında bir cinayetin parmak izlerini içinde saklar, o cinayet reaktörlerin yaratmış olduğu çevre kirliliğidir. Hadi reaktörleri tek başına suçlamayalım, onun gibi daha fazla çevreye radyasyon yayan o kadar çok alet var ki, hangisini sayalım; cep telefonundan, ev televizyona, yediğimiz gıdaya kadar o kadar çok radyasyon ile yoğruluyoruz ki, artık cinayeti bile doğal karşılar olduk.
Bir de ülkemizin üzerine bir kabus olarak çöken 12 Eylül tortularının yaratmış olduğu cinayetler vardır ki, onların katilini tanıyor olmamıza rağmen, mahkemeye bile çıkaramıyoruz, çünkü katillerin oluşturmuş olduğu yasal düzenlemeler, katilleri korumaktadır. Bu yasal düzenleme içinde ölenler hep suçludur, yaşayanlar ise ‘kader’ kurbanı rolündedir ve iki de bir örtülü çıkan aflar ile bu cinayetler temizlenir.
12 Eylül rejimi ve daha önceki rejimlerin ortak bir özelliği vardır, o özellikte yasalar ve uygulamalar cinsiyete göre ayrılmıştır ve cinsiyetçi bakış içinde olaylar sorgulanmaktadır. Eşit işi yapan kadın ile erkeğin maaş farkı bu bakış açısının eseri olarak ortada durmaktadır. Cinsiyetçi bakış açısı o kadar açıktır ki, erkek; kadını yanında gezdirdiği bir propaganda aracı olarak görmektedir ve sıradan bir şeydir.
Erkeğin yaşadığın yaşam farklıdır, fakat o yaşama uygun sevgili elde edip, evinde ikinci bir eşini kapalı tutmaktadır (metresli yaşam), bu yaşam tarzı bir cinsiyetçi bakış açısının eseri olarak ortada durmaktadır.
Cinsiyetçi bakış açısının hakim olduğu bir yerde, bir ölümün arkasından bir yazar çıkıp, o sabahın o saatlerinde orada ne arıyordu diye soru sorma yetkisini kendisinde bulmuş ve üstelik sorgulamış ve yargılamıştır. Onu var olan toplum ve siyasi yapısına uygun davranmıştır. Bu sorgulamayı savunanlar elbette vardır ve o yazarı haklı görenler bu toplum içinde çoğunluğu bile temsil edebilir, çünkü toplumu yönlendirenler ve biçim verenler bunu bu şekilde algılamasını doğal göstermiştir.
Kadın sadece ilişkiye girilecek bir araçtır, insan olduğu dahi düşünülmez.
12 Eylül’ün ilk günlerini anımsayın; o günlerde parklarda bahçelerde ahlak polisleri ve ahlak polislerini yanına alan milletvekilleri ve devlet memurlarını görürdünüz. Bankta oturmuş gençlerin el ele tutmasına müthiş tepki vermişlerdir ve o dönem içinde bu gençler karakola götürülmüştür, oraya gelen muhabirlerden fotoğrafları çekilmesine olanak tanınmıştır ve kamuoyuna onları takdim etmişlerdi. Bunlar ile ilgili haberleri o döneme ait gazetelere girip bulabilirsiniz. Bol bol yayınlanmıştı. O dönem açıktan cinsiyet ayrımcılık ve aile ahlakçılığı yapılıyordu. Aileyi biçim vermek için Diyanet İşleri Başkanlığından örnek aile profili çıkarılması istenmişti. Kadının, çocuğun ve erkeğin rollerini anlatan programlar topluma bir elbise giydirilir gibi giydirilmeye çalışılmıştır.
Kızların ayrımcılığı negatif yönde geliştirilmiştir ve gün geçtikçe çalışma yaşamı içinde kadının varlığı düşmeye devam etmektedir. Kadının yeri, erkeğinin dizinin dibidir, bekarsa ailesinin ocağı içidir. Görücü usulü ile evlendirilip, üç çocuk doğurması beklenen bir makinedir.
Üç çocuk doğuran kadının kocası, dışarıda her türlü eğlence içinde olması kadar doğal bir şey yoktur. Pavyonlar, gece kulüpleri kadınlar için değil, erkekler için düzenlenmiştir adeta. Orada erkek üç çocuğunu evde bırakıp, cebindeki parayı sonuna kadar harcayıp, sonra borçlanan tartışılmaz. Sabah erken saatlerde bir hayat kadının evine girdiği gözler önüne gelmez, ölmüş olsa dahi orada, üstü kapatılır. Erkek tartışma konusu olmaz ama bir kadın oldu mu, işte orada cinsiyetçi bakış açısı hakim olur, ders verilir, ahlak anımsatılır falan filan… ağzı salya akan yorumların havada uçuşması kadar doğal bir şey yoktur. O kadın belki kendi evinde görmek isteyenler, tüh neden orada öldü, benim burada olmadı diye hayıflanıyor bile olabilir. Çünkü erkek bakış açısı bencildir ve her şeyi kendisinin olmasını ister.
Toplumda cinsiyetçi bakış açısı hakim olduğu sürece; evrensel olarak bakıldığında ipe sapa gelmeyen ama ülke içinde bakıldığında haklı olan yorumlar hep var olacaktır. Bu yorumların ortadan kalkması için, topluma biçim veren ve toplumu yönlendirenlerin kafasından cinsiyetçi bakış açısının ortadan kalması için, evrensel hukuk kurallarının ülkemiz içinde uygulanır olması ve eğitimin, ordunun, devlet dairelerinin yeniden düzenlemesi gereklidir. Bugün her şeyi sorguladığını söyleyen bir gazetenin başyazarının kitaplarına bakın, cinsiyetçi bakış içinde yazmıştır. Cinsiyetçi bakış açısı içinde olanların konuştuklarına bakın, içki, uyuşturucu ve kadının başka erkeğin tek başına o saatte gitmesini tartışır. Henüz neden öldüğü belli olmayan bir kadının ölüm nedenini hemen ortaya sermişlerdir, çünkü emindirler, o kadın onların bakış açısı içinde ölmüştür, gerçek ne derse desin önemli değildir, önyargıdır önemli olan ve o önyargı cinsiyetçi bakışı içinde bol bol barındırır.
Başörtüsünün özgürlüğü için imza verenler, diğer özgürlükleri yok sayanlar cinsiyetçi bakış açısına ortaktırlar. Bugün Hıncal Uluç öznesinde eleştiri getirenler, kendilerine de bir çuvaldızı batırmalılar, çünkü onlarda bu toplumun oluşmasına ortak olmuşlardır. Bugün üç çocuk isteyenler cinsiyetçi bakış açısını saklamıyorlar, yanlarında gezdirdikleri eşlerinin duruşları bu bakış açısının yansıması olarak görmek mümkündür. Bir gazetenin yazarı, reşit olmayan çocuğa taciz ettiği için cezaevindedir, onu savunanlar bu toplum içinde vardır, çünkü peygamberin bakış açısı içinde bakmış ve yaşamıştır, sorgulanacak ne var diyerek şaşkınlıkla etrafına bakmışlardır. Çünkü kafalarındaki doğrular cinsiyetçidir ve o doğrular yaşadıkları toplum içinde doğrudur ama evrensel bakış içinde yanlıştır.
Bugün yaşanan bilgi kirliliği de cinayetlerin üstünü örtmeye devam ederken, bazılarında üstünü açmaktadır ama katil hala ortada yoktur.

3 Şubat 2011 Perşembe

Surname*

Surname*

Bir sahaf, İstanbul. İstanbul içinde yaşanmışlıklara ve yaşananlara dair bir maskelerin arakasında bize gösterilen dünya. Oyun, İstanbul karmaşası içinde ve İstanbul sesleri ile başlıyor. Sahnede bir köşe, kitaplardan oluşmuş. Yaşlı bir kadın, satmaya kıyamadığı kitaplar içinde. Anısı beş yıl önce kaybettiği hayat arkadaşının bir çalışması ile canlanır. Aslında canlanan eşi değildir, eşinin hayal dünyasıdır. Maskeler rollerini oynamaya başlar, bugünden uzak, geçmişten daha yakın şekilde.
İstanbul’un bugünkü kirliliği, gürültüsü, kaosu ara fonlarda gösterilirken, eğlence tarafı geçmiştedir. İstanbul, aynı zaman içinde bugünü ve geçmişi yaşamaktadır. Geçmiş çadırlar içinde oynanan bir oyundur belki. Gulyabanisi, kuş avcısı ve büyük kukaların yanında insanların başlarına giydiği maskeler ile kukla olmuşlardı. Siyah bir zemin içinde, siyah giysiler içinde bugünde oynayanlar, kaosunun tüm çıplaklığını seyircinin gözüne sokarken, seyirciye yönelikte eleştirisini sunmaktan da geri durmaz.
Sahaf kadının kocasının yazmış olduğu kelimeler, sahnede canlanmaya başlar ve her bölüm bir şeyler anlatır ve anlattıkları neşelidir, geçmiş neşeli olayların anıldığı zaman dilimdir bir anlamda. Büyük kuklalar başarı ile sahnede yerini alırken, onlara kumanda edenler işin ne kadar ağır ve dikkat edilmesi gerektiğini bilmektedirler. Maskeler içindedir eğlence dünyası, maskeler her biri rolünü anlatmaktadır.
Surname 2010, eğlenirken kendinizi sahnede görebileceğiniz bir masal dünyasına davettir. Bu davet içinde günümüzün eleştirisini gördüğünüzde hiç yadırgamayın, çünkü sahnede sizsiziniz, o kaosun içinde de sizler yer almaktasınız.
Geçmişte de aile kavgası vardır, kıskançlık vardır, her ne kadar eğlenceli olmuş olsa da, yaşam her şeyi içinde barındırmaktadır. Geçmişte toplu eğlenceler bir birikimin ürünü ve gidenlerin bir şeyler öğrenerek ve hayal dünyasını geliştirerek ayrıldığı çadırdan bir dünyaydı, bugün ise toplu eğlenceden çıktığın an neden dolayı eğlendiğini unutuyor insan. Gulyabanili eğlenceleri hiç birimiz görmedi ama eski komedi filmlerinde (Kemal Sunal ve Şener Şen o filmde müthiş oynuyorlardı) korkutmak amaçlı Gülyabani kuklası yapmışlardı, aynı boyutta ve güzellikte Gülyabani’yi ve diğerlerini sahnede görüyorsunuz. Kuklalar müthiş düşünülmüş ve yapılmış, o kuklalara be maskelere hayat veren tüm oyunculara ve teknik ekibe ve doğal olarak yazan ve sahneye koyan Yiğit Sertdemir’i kutlamaktan geçemeyeceğim. Bütün emeği geçenleri kutluyorum, bize böyle güzel zaman yaşattıkları için ve güzel anılar bıraktıkları için…
Fırsatınız var ise, bu oyuna gidin ve eğlenin derim.
İsmail Cem Özkan
*Osmanlı döneminde Surname, birine ithafen tertip edilen meydan gösterileridir. Bu gösterilerde meddah, kavuklu Pişekar, Hacivat karagöz, cambaz, curcunabazlar görev alır, halkın neşeli ve eğlenceli zaman geçirmesini sağlarlardı. Bütün bu gösteriler padişah, şehzade ya da üst makamda birileri için yapıldığından hep onun adı zikredilirdi. Halk bu eğlencelerle, günün dertlerinden uzaklaşarak, hem geleneklerini yaşatır, hem de eğlenirdi.
Kadro:
Proje Tasarımı: Candan Seda Balaban-Yiğit Sertdemir
Yazan-Yöneten: Yiğit Sertdemir
Maske-Kukla-Kostüm Tasarımı: Candan Seda Balaban
Müzik-Ses Tasarımı: Selim Can Yalçın-Barış Manisa
Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Hareket Düzeni: Özgür Tanık
Proje Danışmanı: Engin Uludağ
Şarkı Sözleri: Yiğit Sertdemir
Oyuncular
Ayşem Yağmur Ulusoy
Can Alibeyoğlu
Ceren Hacımuratoğlu
Derya Keykubat
Derya Yıldırım
Elyesa Çağlar Evkaya
Engin Akpınar
Eraslan Sağlam
İrem Erkaya
Mana Alkoy
Mehmet Soner Dinç
Mert Aykul
Özgür Atkın
Özgür Tanık
Seda Fettahoğlu
Semah Tuğsel
Seza Güneş
Şeyda Arslan
Uğur Dilbaz
Yiğit Sertdemir
Zeynep Göktay Dilbaz

1 Şubat 2011 Salı

Arbeit Macht Frei! (Çalışmak Özgürleştirir!)

Arbeit Macht Frei! (Çalışmak Özgürleştirir!)
Nisan ayı içinde bir gün (20) dünyanın en büyük doğum günü partisi olmuştu. O bir dönemin en büyük lideriydi, lideri olduğu ulus onun doğum günü meydanlarda ve büyük geçitler ile kutlamaktaydı. Belki en büyük doğum günü hediyesi Yahudilerin ibadet yerinin yakılması oldu. Sinagoglar kül oluyordu, yalnızca sinagoglar mı? Elbette hayır, cemaat da rüzgar ile Almanya’dan kaçıyordu. Kaçamayanlar ise yıllar sonra bacalardan çıkan dumanların içinde kül olarak rüzgar tarafından taşınacaktı.
Sinagog bir pasta gibi görülmüş ve kubbesi yakılmıştı ama onu üfleyen olmamıştı. Ve o pastaya bir daha yapılmamak kaydıyla yakmışları. Rüzgar yangını hızlandırmıştı, külleri bütün şehri kuşatmıştı. Yahudiler; komşularının başlarını döndürerek, kendilerini görmemeye başladıklarını görmüşlerdi. Görenler ise; zafer çığlıkları içinde, Yahudilere ağza alınmayacak küfürler eşliğinde biralarını içerken görmüşlerdi. Heil Hitler! Sağ ellerini Roma askerleri gibi yapıp Führer’lerinin doğum gününü selamlıyorlardı. Yeni Roma Almanya’ydı ve onların kafasında Roma kadar büyük ve uzun yaşayacaktı…
Avrupa’yı birleştiriyordu Hitler, Yahudisiz bir Avrupa!
Avrupa savaşlar ile parçalanmış, tek ulusun hakimiyeti altında değildi, o dönemde firmalar henüz uluslararası yapıya kavuşmamıştı ama bazı Alman firmaları İngiltere’de fabrikalarını kurmuştu ve her iki cephe için silah üretiyordu. Savaş; silah sanayisi ve dolayısı ile yeni istihdam yaratıyordu. Mutlu azınlık iş bulmuştu, dünyanın yaşamış olduğu büyük buhrandan savaş sayesinde kurtulacaklardı ve evlerine sıcak ekmek götürmeye başlamışlardı. Saf ırk artık beklediği mutluluğa ermişti, birleri rüzgar ile yok olmuştu ama mutluluk rüzgarı o gidenleri çabuk unutturmuştu. Kalanları ise kendilerin dışında yaşayan “domuzlar gibi” görüyorlardı, onlar için ayrı vagonlar kurulmuştu, ayrı yerleşim birimleri kurulmuştu. (Ghetto’lar adını artık her Alman biliyordu.) Çalıştıkları işyerlerinde tek tükte olsa onları görüyorlardı, onlarda kısa bir süre sonra yok olacaktı.
1939 yılının Nisan ayında dünyanın en büyük doğum günü partisi kutlanmıştı. Bu kutlamanın estirdiği bir hava vardı, o hava bütün dünyayı savaş rüzgarı ile kuşatıyordu. Hitler ile karşı karşıya gelmek istemeyenler, kendi ülkelerinde onun estirdiği havaya uygun davranır olmuştu. Hitler bıyığı o günlerde ülkemiz içinde özellikle memurları arasında moda olacaktı. Sadece biçim mi, elbette değil, biçimi yanında bazı uygulamaları ve yasal düzenlemeleri ile o günkü havaya uygun devletimiz tavır almıştı. Kanunlar çıkarılmış ve ülke içinde Lozan Anlaşması ile azınlık kabul edilenler; askerliklerini yapmış olsalar da 20 ile 44 yaş arasındaki erkekler askere alınacaktı ve toplama merkezlerine benzer yerlerde çalıştırılmışlardı. Varlık Vergisi ise dışarıda kalanlarında üzerine kara bir bulut gibi çökecek ve Erzurum yolu onların sürgün yolu olacaktı. Azınlıkların bütün birikimleri yok olacaktı ve yeni bir ulusal sermaye yaratılacaktı. O dönemde azınlıklardan ucuza satın alanlar bugün o birikmiş serveti yemeye devam ediyorlar…
Doğum günleri gibi özel günler, baskı döneminin en yoğun olarak yaşandığı dönemlerde birden sosyal kutlamaya dönüşür. Binlerce yıldır ya da onlarca yıldır doğum günü olmasına rağmen, bir bakmışsınız bir anda doğum günleri önem kazanır ve o günler ulusal bayram olarak kutlanır. Toplumun bir şekilde kanalize edilmesi için araçtır artık ve doğum günü kutlanan kişinin bazı özellikleri toplum tarafından taklit edilir konumuna dönüşür.
Türkiye’de hangi şehrine giderseniz gidin, sanki tek elden çıkmış bir kıyafet ile karşılaşırsınız, başörtüsünün altına takılan ayrı bir başörtüsü. Anadolu’da, bu tarzda bundan otuz yıl önce takan yoktu, daha sonra çıktı ve yaygınlaştı. Lübnan’da Şii’ler kadınlarını diğer mezheplerden ayırmak için geliştirdiği bu örtünme sitili olmasına rağmen, bir anda bütün İslam dünyasını kuşatması ilginçtir. Nasıl oldu da bütün bir alem içinde yaygınlaşmıştır? Bu konuda yapılmış bir araştırma var mıdır? Kadınlar nasıl oldu da bu kıyafeti kendilerine uygun gördü ve gönüllü olarak takmaya başladılar? Bu takış biçiminde acaba devleti temsil edenlerin eşlerinin rolü var mıdır?
Erkeklerin son günlerde dikkatimi çeken selamlaşma biçimi; kafa kafaya vurularak selamlaşmak. Bu selamlaşmanın geçmişi nedir, kim geliştirdi ve neden devlet memurları arasında yaygın olarak kullanılmaktadır?
Tek tip kıyafet, tek tip davranış biçimi ve düşünce yapısı oluşturulması toplum bilimi içinde önemli bir yeri kaplar, çünkü toplum bunun sayesinde biçim verilir ve gerektiğinde silaha dönüştürülür. Bombasını üzerinde taşıyan bir intihar eylemcisi oluverir.
Kıyafetler, semboller topluma biçim vermek amacıyla kullanılan araçlar, bireyi ortadan kaldırmakta ve toplumun yeni doğrularını oluşturmaktadır. Bu doğrular zaman içinde ve toplumdan topluma değişim göstermektedir.
Bugün dünyada Hitler’in doğum gününü kutlayan bir çok taraftarı hala vardır. Moskova Hitlerin acısını çok yakından yaşamış olmasına rağmen, bugünkü gençlik Moskova’da Hitler’in doğum günü kutlamaktadır. Dünya yeni bir düzene ve biçime giriyor, rüzgar yeni savaş fısıltılarını yayıyor, çünkü dünya uzun süredir sınır tanımayan bir kriz içinde ve girdabın içinde dönüyor duruyor, işsizlik yaygınlaşıyor. Bu krizden çıkış için bir global çapta savaşın olması mı gereklidir? Savaş krizleri geçici olarak ortadan kaldırırken, yeni krizinde alt yapısını oluşturmaktadır. Yeniden biçim verilen dünyamız acaba savaşın yeni cephelerinde kimler hangi rolü oynayacaktır? Tarih hep kazananlar tarafından yazıldığına göre, bugünler acaba kimler tarafından yazılacaktır?
İsmail Cem Özkan