11 Şubat 2011 Cuma

Devlet, şirketin kapısına vardı…

Devlet, şirketin kapısına vardı…

Devlet şirketin kapısına vardı ve dedi ki; benim topraklarıma yatırım yap. Devlet şirketin kapısına vardı, “her türlü kolaylığı göstereceğim sana, beş yıl vergi almayacağım, yeter ki gel ülkeme ve yatırım yap” dedi.
Şirket, yönetim kurulunu toplayıp karar vereceğini söyledi ve planları içinde şimdilik yatırım olmadığını ama düşüneceklerini ağızlarının ucu ile fısıldadılar…
Bundan çok uzun seneler önce değil, daha 20 yıl öncesinde şirketler devletin kapısına gider, ihale açıldığında ihaleyi almak için sıraya girerlerdi, devlet ile ilişkilerini sıcak tutmak için devlet içinde söz sahibi olanları tespit eder, onlar ile sıcak ilişkide olmaya özen gösterirdi, onlara yakın olanlara hediyeler vermekten de geri durmazlardı. Hediyeler devlet katında doğal görülüyordu. Devlet yetkilisi, isterse hediyeyi kayıt altına aldırır, isterse özel kasasının içinde saklardı. Hediyeler ile zengin olmuş devlet görevlileri hep var olmuştur, nede olsa devleti temsil edenler hediyeler ile servetini açıklıyordu.
Geçmiş zaman dilimi içinde hediye rüşvet sayılmazdı, o yüzden devlet içinde hediye aldı diye davalar da açılmazdı. Aynı hediye başka ülkede rüşvet kabul edilmiş ve değişik ülkelerde davalar açılmış olmasına rağmen, bu yaşadığımız devlet içinde dava söz konusu olmazdı, her şey meşrudu ve yasalara uygundu.
Gel zaman, git zaman devlet ile şirketlerin rolü değişti, bu değişimin adına globalizm adı verildi. Globalizm; devletin şirketin kapsını çalmasıdır.
Devlet devlet olalı böyle kötü koşullarda yaşamamıştı. Devlet kapısı garanti kapısıydı, her vatandaş devlet kapsından adım atmak için nelerini vermezdi. Devlet kapısından içeri giren emekli olarak çıkıyordu. Çoluğunu, çocuğunu garanti altında okutur ve kendi içinden geldiği toplumu küçük görmek adetten sayılırdı. Devlet memurları kapalı kutu gibi, içlerinde ilişki içinde yaşarlar ve dışarıya karşı gizemli davranırlardı. Devleti sembolize ettiklerini ve oturdukları masa arkasında ise devlet olduklarını düşünürlerdi. Devlet kendileri olduğu içinde; gelene her türlü eziyeti doğal görürlerdi. Devlet memuru olmak demek, her türlü ayrıcalığı peşinen kabul etmekti.
Masanın önü vardı, bir de arkası. Masa arkasında olan kravatını takar, ağır başlı hareketler ile, ağır ağır konuşur ve devlet kapısına düşmüş vatandaşın işini yapardı. Vatandaş için çileli yoldu ama memur için gelir kapısıydı. Bazı memurlar işini bilir, dosya arasında geleni alır, cepteki biriken haneye bir rakam eklerdi. Memur işini bilirdi, çünkü en üst temsilci öyle demişti; “memurum işini bilir.”
Memur işini bilirdi ama zaman içinde işini bilen memurda enflasyon altında ezildi ve yukardan baktığı köşedeki bakkalın veresiye defterine ismini yazdırdı. Önce ismini yazdırdı, sonra eski konumunu. Liberal ekonomi; global ekonomi ile birleşmek için tüm ekonomi kapılarını açınca, devlet kapısı fakirin çenesini yormaktan başka işe yaramaz oldu, çünkü hayat; memur maaşı ile devam edecek kadar ucuz değildi. Ek iş yapan, ek işini kaybetmemek için memurlukta özveri göstermesi doğal hale geldi. Devlet artık üretmiyor, üretici olduğu alandan da çekiliyordu. Özelleştirme diyorlardı, devlet biriktirdiğini elinden çıkarıyor, bütçesini dengeleme telaşı içindeydi. Borçlanmıştı, borç büyüdükçe global dünyanın firmalarının istekleri doğrultusunda yeni doktrini kabul eder konuma gelmişti. Şirketler artık ihale için kapıyı çalmıyordu, özelleştirme sonunda kim ne alırsa alsın artık önemi yoktu, çünkü hizmet sektörü üretimin yarattığı sektörü yok ediyordu. Üretme tüket!
Her tüketim maddesi global dünyanın hareket alanı içinde serbestçe hareket ediyor ve yerel olan tatları yok ediyordu. Hizmet sektörü için hizmetin sınırı yoktu. Düzenini kendisi koyuyor ve benimsetiyordu. Her ülkede hizmet tekleşiyordu, alışkanlıklarda fotokopi gibi benzer olmaya başlamıştı. Ne kadar ülke varsa o kadar kopya kağıdı kullanıyordu şirket. Her ülke için ayrı program üreteceğine, global üretiyordu.
Şirketin sahibi artık tek ülkede değildi, her ülkeden birleri şirketin yönetiminde yer almasına rağmen, şirket görünmeyen canlı bir mekanizma gibi genişliyor, büyüyordu. Gerçek anlamda obezit bir yapıya kavuşuyordu. Sadece insanlarda sorun yoktu, şirketlerde obez olmuştu. Obez olan şirket, kendi alanında diğer şirketleri yok ediyor, teker teker bünyesine katıyordu. Büyüyen şirketler devleti artık kendi kolları arasına almıştı, istediklerini yaptırıyor, biçimlendiriyordu. Şirket yan yan büyümeye devam ediyordu. Yatay büyümek globalizm demekti.
Devlet bu şirketlerin kapısını çalıyordu gönüllü olarak, lütfen diyordu, lütfen gelin memleketime yatırım yapın!
Şirket programına bakıyordu. önce devlet ile görüşmek için randevu takvimine bakıyor ve sekreterine uygun bir zaman verdiriyordu. Şirket temsilcisi, tıpkı eskiden devlet memurların yaptığı gibi masanın arkasında devleti karşılıyor ve ona tepeden bakıyordu.
Devlet, şirketin kapsını çalıyordu, şirket; kapı deliğinden gelene bakıyor…
İsmail Cem Özkan

9 Şubat 2011 Çarşamba

Şirketler mi daha önemlidir, yoksa devletler mi?


Şirketler mi daha önemlidir, yoksa devletler mi?

Globalizm kavramı içinde; şirketlerin evrensel boyutta yayılması olarak algılanıyor ve ulusal sermayelerin birer birer uluslar üstü firmalar tarafından hortumlanması olarak da okuyabiliriz.
Globalizm; tek tip çalışma yaşam biçimi yanında, paranın sürekli hareket halinde olması anlamına geliyor, elbette para yanında insan da hareket ediyor. Sınırlar içinde çalışma yaşamı yanında, sınır ötesi çalışma ve geçici görevlendirilmeler de doğal karşılanır oldu. Göçmenlik kavramının yerine, başka bir şey istihdam ediliyor, o da part-time iş yanında esnek çalışma kavramıdır. Bu kavram içinde gerek görüldüğünde işçiler (memurlar, mühendisler, teknik elemanlar…) her pozisyonda, her alanda (şirketin olduğu yerlerde) işçinin hareket edebilirliği kavramını peşinen kabul etmek demektir. Bunun yanında Amerikan kökenli global firmalarda ise daha başka kavramda geliştirilmiştir. Aynı iş için birden fazla eleman alınıyor ve onlardan o işi ne kadar sürede ve ne kadar tasarruflu yapacaklarına dair proje üretmeleri isteniyor, o projelerden en verimli olanı şirket tarafından seçiliyor ve o projeyi sunana hadi yap denmektedir. Diğer davet edilenler ise başka proje için randevu yapılıyor ve başka zamana kadar ücretsiz ya da çok düşük ücret ile firmada pasif konumda kalabiliyorlar.
Bu çalışma şartlarını kabul edenler, o firma ve başka firmalar için en uygun proje geliştirmek için işsiz kaldıkları süre içinde çalışmak zorundalar, çünkü yakında açılacak olan yeni projede iş alıp, maddi anlamda kendilerini doyurmak ile yükümlüdürler.
Part-time yönetici uygulaması da bu şirketler içinde olağan bir konum almıştır. Verimli olduğu sürece yönetici; firma içinde yerini korurken, verimlilik kavramı içinde zamanı geldiğinde yerini başka birine bırakmak zorundadır. Yöneticilerin eskisi gibi sürekli olarak bir konumu yoktur, güvencesi ortadan kalkmıştır. Esnek çalışma adı verilen bu sistemde, verimli olduğu zaman aralığında insanlar firmalar için çalışmak zorundadır ve firmanın çıkarı her şeyin üstündedir. (Bireye denmektir ki, para kazandığın zaman içinde özel sigortalı ol, çünkü o sigorta senin gelecek garantindir, bu sayede sistem kendisi için sıcak para kaynağını da yaratmış oluyor!)
Şirketlerin çıkarlarını öne alındığında; elbette devlet ayak bağı olacaktır, çünkü şirketlerin çıkarları ile devletlerin çıkarları bir biri ile çelişmektedir. Devlet sınırları içinde kendi halkının refah düzeyinin seviyesinden sorumluyken, bundan şirketlerin ilgisi olmaması kadar doğal bir şey yoktur. Şirket için; devlet içinde refahtan daha çok, şirket içindeki verimlilik ile ilgilenmektedir. En az bürokrasi ile, ülke toprakları üzerinde yatay olarak yayılması önündeki engellerin ortadan kaldırılması için şirket her yolu mubah saymaktadır. (Uluslar arası açılmış olan rüşvet davaları ve gün geçtikçe artamaya devam edecek olan bu davalar bu yatay olarak yayılmanın sonucudur.) Şirket için çalışanlar, her şeyin üstünde şirketin çıkarını tutacaktır, çünkü şirketin ayakta kalması onların iş güvencesidir bir anlamda.
Devlet üretimden elini çektikçe, şirketlerin yayılma alanı sözde rekabet koşulları içinde, özgür piyasa içinde olmaktadır. Özgürlük; sermayesi güçlü global firmaların daha rahat yatay büyümesi anlamındadır.
Part-time çalışanların daha az sürede daha kaliteli iş çıkardıkları, performanslarının saat bazında daha yüksek olduğu bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği bilen işveren elbette yeni piyasa koşulları içinde çalışanına esnek çalışmayı ve bu konuda yasal düzenleme yaptırmak için ulus devletlerin üzerine baskı yapacaktır. Bugün ülkemizde “torba yasa” içinde çıkan bazı maddeler onların isteklerinin küçük bir yansımasıdır. Bu konuda bazı akademisyenlerin ve şirket danışmanlarının esnek çalışmanın nimetlerini anlatan övgü dolu açıklamalarını okuyacaksınız, çünkü onlar için devlet değil şirketin verimliliği önemlidir ve şirketlerin daha çok verimli çalışması için esnek çalışma koşullarının yasal düzenleme içinde işveren lehinde olması önemlidir. Bu sayede işçinin sendikalı olma olasılığı yok gibidir, işçi hiçbir direnç göstermeden sunduğu projeyi bitirmek için can ile baş ile çalışacaktır, çünkü bir daha proje sunduğunda kabul edilebilmesi proje sırasında gösterdiği performans önemlidir.
Devletin çalışma yaşamı içinden tamamı ile çıkması ve sadece denetleyici olarak kalması arzulanmaktadır, fakat şirketler bu denetleme işine de çare düşünmüşlerdir ve devletlere şu baskıyı yapmaktadırlar; şirket yöneticisi ya da devlet görevlisi gerek görüldüğünde karşılıklı olarak alanlarında çalışma hakkının olması. Yani devlet memuru gerek görülürse şirkette çalışması için olanak olmasıdır, aynı şekilde şirket yöneticisi de devlette görev alabilmelidir. Bu konuda ülkemizde bir düzenleme yapılmıştır. (henüz yasallaşıp yasallaşmadığı konusunda tam bilgi sahibi değilim. Bu konuda tartışmaların bir süre önce gazete sayfalarına kadar düşmüştü.)
Devletin sadece denetleyici konumda olması, şirketlerin önemini ve geleceği, konumu daha önem kazanmaktadır. Devletler, devletlerden borç almak yerine şirketten borç alır konuma gelecektir. Devletler bütçelerini şirketlerden elde edecekleri gelirlere ve onlardan alacakları borçlara göre planlamak zorundadır.
Hizmet devletten satın alınmayacak, şirketten alınacaktır.
Şimdi bizim için yabacı olan bir durum yakında olağan olacaktır, örneğin, Merkez bankasının çıkardığı para üzerine özel bir bankanın amblemi olması gibi. (Hong Kong parsının üzerine HSBC bankın amblemi vardır, “dünyanın yerel bankası” sloganı ile global hizmet vermeye devam eden bir bankadır)
Bulunduğumuz zaman dilimi devlet kavramına başka anlamlar yüklemektedir, bildiğimiz ve alışageldiğimiz devlet kavramının yerini başka kavramlar almaktadır. Bu kavramlar bizleri bir sınır içinde ama şirketler için çalışan bir noktaya döndürmektedir. Proje yetiştirmek için canımıza dişimize taktığımız bir yaşamda; ne zaman yaşayıp ne zaman ortadan kalktığımızın kimsenin haberi olmayacağı bir zaman dilimine doğru hızla kayıyoruz. Dişlinin gerçek anlamda parçası olan ama esnek çalışma sayesinde parça olmanın fazla bir anlam ifade etmeyeceği ve yerini alacak hemen bir parçanın olduğu sürece girmiş bulunuyoruz. Bu yaşam hızı içinde bizler sürekli bir şeylere yetişmek zorunda kalan maraton koşucusu rolü oynamamızı istiyorlar ve istem dışı ve yaşamın zorlaması ile bu tempoya bir bakmışsınız katılmışız bile…
Her şey hızlı oldu, internet bağlantımız, aybaşları, ay sonları artık daha hızlı geliyor, biz gözü açıp kapatıyoruz yıl bitmiş. Ne zaman bu yaşa geldik sorusu dahi sormayacak konuma gelmekteyiz.
Eskiden başbakan ne derdi diye merak edip haberleri izlerdim, şimdi hiç merak etmiyorum, çünkü onun sözünün artık benim bugünkü bakış açım içinde değeri olmadığını biliyorum. Sözü söyleyen global firmalardır ve bu firmaların yıllık stratejisi devletin stratejisinden daha önem kazanmıştır. Hükümetlerin değişmesi, seçim için kavgaların artık pek önemi olmadığını gelişmiş ülkelerdeki seçime katılım oranına bakarak söyleyebilirim, hükümetlerin değişimi ve seçimi o ülkede yaşayanların artık ilgisi dışına düşmüştür, kim gelirse gelsin bugünkü koşullar içinde global firmaların çıkarları yönünde karar almak ve davranmak zorundadır. Global firmalar yatay olarak büyürken devleti de kendi altlarına almıştır.
İsmail Cem Özkan

Bir martının kanadında…


Bir martının kanadında…
İstanbul’da yaşanan aşkların çetelesi tutulamaz, çünkü o kadar çok ki, hangisi anlatmak gerek bilemem. Bir aşk var ki, içinde buruk bir hüznü barındırır. Bu hüzün bir tarihi içinde saklar. Tarık Şerbetçioğlu bu saklı hüznü sahneye aktarmış, hem oynamış hem de yönetmiş.
Yaşlı bir adam, bugünü anlatır, bugünde aslında geçmişi. İlk gençlik yıllarındaki aşkını, Galata’yı, İstanbul’u anlatır. Bir destanı içinde dokunur geçer. Tarihtir yaşam, yaşamın tarihi içinde bireyin gözü ile bakar. Kargaşanın hüküm sürdüğü, direkler arası eğlencelerin ve Müslüman olmayan kadınların sahne aldığı o özel günlerin ve gecelerin bir konuğu vardır, genç ve hevesli bir genç. Aşkını dili ile ifade edemeyecek kadar mahcup, çekingen ve kafasında canlandırdığı aşkı yakalamak için uzun yıllar bekleyecek bir genç. Bir de kahvede son demini kahve tadında yaşayan yaşlı bir adam.
İkisi de aynı kişidir, aynı bakış açısına sahiptir, iç konuşmaları, düşünceleri, yaklaşımları duruşu. Birinde tecrübe vardır, ötekinde acemilik. Aralarındaki tek fark budur. Çok kültürlü bir şehirdir, imparatorluğun başkentinde her rengin kendisine yaşam alanı bulduğu ve bir arada yaşandığı yerdedir. Eskiden mahallerde sınır yoktur, her kültür iç içedir ve kimse kimseyi yabancı görmez. Yine de İstanbullu olmak ayrıcalıklıdır, önce o konuşur, isteklerini dillendirir.
Bir azınlık üyesi kadını sever, gönlü ondandır, bütün meslek yaşamını bir yana iter, onun aşkı için sahne alır. Aşk her şeyi ret ediştir belki. Aileyi, toplumu ve oluşmuş olan tüm önyargıları. Parasızdır, parayı sahnede alır. Aşk bütün yoksulluğun üstünü örter. Ülke savaşa girmiştir ve savaş bütün güzellikleri ve birliktelikleri yok eder. Çünkü ülke de birlikteliğini kaybetmiştir, başka güçlerin denetimi altındadır. İşgal günleri aşkların duygusunu canlı olarak ve kor olarak saklasa da artık o korun üzerine işkence izleri düşecektir. Ölüm aşkın sonsuzluğun dehlizinde zamanı durduracaktır. Zaman akar, yaşam başka güzellikleri içinde saklayarak gelişir. Fakat o zamanın durduğu an, hep o an yaşar. Yaşlanınca dahi o an hep yanındadır ve sıcaklığını, sesini korur. Tek kimlik, iki zaman yaşarız. Sahne İstanbul süliyeti içindedir, sahnede bir kişinin üzerine büyüteç ile bakmaktayız, yaşanan milyonlarca aşkın arasından.
Kaybolan renkler, güzellikler, ayrılıklar, savaşlar, yoksulluklar… hepsi geçmiştir, şehrin tarihi içinde, bir duvara, belki bir yola işlenmiştir. O işlenmiş anıların bir tanesini Tarik Şerbetçioğlu’nun kaleminden öğreniriz.
İsmail Cem Özkan
İstanbul Hatırası
Yazan-Yöneten: Tarık Şerbetçioğlu
Dramaturgi: Gökhan Aktemur
Koreografi: Selçuk Borak
Sahne Tasarımı: Aysel Doğan
Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş
Işık Tasarımı: Zilkifli Özdemir
Efekt Tasarımı: Ersin Aşar
Oyuncular:
Toron Karacaoğlu
İbrahim Şirin
Naci Taşdöğen
Tarık Şerbetçioğlu
Ergun Üğlü
Binnur Şerbetçioğlu
Rahmi Elhan
Selma Kutluğ
İskender Bağcılar
Gökhan Eğilmezbaş

Çığ


Çığ
Tunce Cücenoğlu 40. sanat yılını İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sahnesinde “Çığ” adlı yazdığı oyun ile kutlamaktadır. 40 yıldır kalemini sahne sanatlarına adayan ve öyküler, makaleler yazan Cücenoğlu, yaşamını bir çok ödül ile de taçlandırmıştır. En son aldığı ödül ise daha anlamlıdır, çünkü kelimeleri sahnede vücut bulmuş ve yaşatılmaktadır.
Kısaca oyundan bahsedelim ve oyun içinde yaşanan dramın aslında beyinlerde oluşan yaşamın sonucu olduğunu bir algılayalım.
Çığ; çığ düşme tehlikesi olan bir dağın eteğinde bulunan köyde geçmektedir. Kışları uzundur ve uzun kış günlerinde yolar kapanmaktadır ve karlar köyün üst noktasında toplanmaktadır. En ufak bir ses çığı tetikleyecektir. O yüzden köylüler, bütün zorluklarına rağmen, o köyde yaşamayı tercih etmişlerdir. Başka yere gitmeyi düşünmezler, oradalar, çünkü ataları orada yaşamıştır ve atalarının yaşamını devam ettirirler.
Bir evde geçer oyun, karlar ile örtülü bir ev. Geniş ailenin çekirdek kısmıdır, evde kalanlar. Büyükler, büyüklerin çocuğu, gelini ve torunu. Torunu evlidir, eşi de hamiledir. Çocuk erken doğabilir, ama kimse erken doğumu değil, sesi düşünmektedir. Ses korkuyu içinde barındırır, çünkü çığı tetikleyecektir. Fısıltı konuşmalar içindeler. Korku insanı biçimlendirmektedir, korkuya karşı isyan yoktur, çünkü geçmişte isyanı dahi düşünenler o toplumun meclisi tarafından ölüme mahkum edilmiştir. Korku çığdır, çünkü bir kişinin sesini yükseltmesi köyün hepten yok olması anlamındadır. Bir kişi mi önemlidir, toplum mu? Elbette toplum yönünde ve çoğunluğa göre yasalar düzenlenmiştir. Yasa çoğunluğun hakkını korur, ses çıkaranın sonu ölümdür.
Geçmişte bir gelin, plansız çiftleşmelerinden dolayı, belki erken doğumdan dolayı doğum yapmaya ramak kala, köyün liderleri (meclisi) tarafından diri diri gömülmesine karar verilmiştir. Gelin; geçmişte ses çıkaramayacak şekilde mezara gömülmüş ve bu sayede köyün selameti kurtarılmıştır. Ölüm af etmez. Çoğunluğun haklarını koruyan yasada af yoktur.
Başka bir olayda yaşanmıştır geçmişte. İki kardeşten biri “sesimi yükseltsem, fısıltı ile yaşamaktan kurtulsam ne olur?” sorusu sorması ile başlamıştır. Sesi çıkarsa, bir bağırsa acaba ne olacaktır? Bu soru o kadar kafasını kemirir ki, kardeşine açılır. Kardeşi ise toplumun selameti için kardeşinin bu düşüncesini büyüğüne söylemiştir, büyüğü köy meclisine bildirmiştir. ve meclis kararını vermiştir; ağzı sımsıkı kapanması gereklidir. Ses çıkarır diye yemek ve su dahi vermemişlerdir. Ya bağırırsa, o zaman bir kişinin yaşamı mı daha önemlidir, yoksa toplumun mu? Bir kişiyi feda etmek en mantıklısıdır, çünkü yasa toplumu korur ve düzenler, bireyi değil. Ve bir süre sonra ölüm haberi gelir, sessizlik içinde kabul edilir. Ne isyan vardır, ne ağıt. Ağıt içe doğru akar ve gider. Anısı ama hep canlıdır, onun korkusu o köyün üstündedir ve çığ gibi etkisini korur. Korkuyu beslemektedir, düşünmek bile ölüm anlamına gelmektedir. Kardeşine bile güvenmeyeceksin, kafandaki düşüncen hep sende saklı kalacaktır.
Yıllar yılları kovalar, çocukluğunda yaşadığını yaşlanana kadar unutmaz, çünkü kendisinin ihbarı sonucu kardeşi öldürülmüştür, hem de yasal olarak. Belki hiç bağırmayacaktı, belki şaka yapmıştı, belki belki… soruları içindedir. Yıllar sonra o, kardeşi ile empati kuruyor ve bir bağırsa, bir silahı ateşlese ne olacaktır? Sorusu içini kemirmektedir, kardeşi gibi mi olacaktır sonu, yoksa ???
Gelini doğum sancılarının içindedir artık, erken doğum kaçınılmazdır. İsyan içten başlar, söze aktarılır, fısıldayarak ama… Ya yasalar, ya toplum dışına düşme ve diğerlerinin canını tehlikeye atamak durumu. Olamaz, haber verilmesi gereklidir. Ve hep kötü haberler kadına yüklenilir, kadın haber verir, çünkü kötülük erkek bakış açısı içinde kadındadır. Kadın bizim toplumuzun günah keçisidir. Ve doğum sancısı sessiz değildir.
Haber verilir, köyün ebesi gelir. Bir koruyucu ile birliktedir. Koruyucu, korumaktan daha çok can alır konumdadır. Neyi korumaktadır? Yaşamı mı, ölümü mü? Kıyafeti ölümün sembolü SS subaylarının kıyafeti içindedir. Ölüm toplum düzeni için gereklidir ve bu gerekliliği korucu yapacaktır. Ölümü sembolize eder, bir de köyün heyet başkanı, onun dudakları arasındadır, önceden yazılmış kurallar vardır ve kurallar gelenekler içinde gizlidir. Geçmişte bir kadın doğum sancısı başladı diye canlı canlı gömülmüştü, buda gömülmeliydi, isyan anlaşılmazdır, çünkü köyün geleceği bir çocuk ve anneden daha önemlidir. Baba adayı için ise daha çok çocuk doğuracak kadın vardır, biri gider, öteki gelirdi. Erkek yaşayacaktır, çünkü ses çıkarması için gerekçesi yoktur. Fakat bu sefer isyan eder, kavga eder, sessizlik içinde, isyan sessizliğe ve ölüme karşıdır. Büyük baba çocukluğundaki kardeşidir artık ve o tüfeği patlatır, bağırır. Çığ yoktur, çığ düşmez köyün üstüne ve kafalarda oluşan tabu bu sayede yıkılmıştır. Fakat bu yıkılışın sınırı da bellidir, çünkü çığ tehlikesini ölçmek için kullanılan havuzun dolmasına bir parmak yer kalmıştır.
Tuncer Cücenoğlu birikimleri içinde bu dramı kelimelere dökmüş ve günümüze çağrışımları açıkça iletmektedir. 40. yılında yazarlığının ve önemli bir eseri ile sahnede ayakta alkışlamaktan gurur duydum, nice yıllara…
İsmail Cem Özkan
Çığ
Yazan: Tuncer Cücenoğlu
Dramaturgluğunu Özge Ökten’in, müziğini Can Atilla’nın, sahne tasarımını Ayhan Doğan’ın, kostüm tasarımını Canan Göknil’in, ışık tasarımını Murat Özdemir’in yaptığı oyunda; Erhan Abir, Alev Oraloğlu, Sevtap Çapan, Caner Çandarlı, Orhan Hızlı, Nergis Çorakçı, Berrin Akdeniz Kortidis, Zeki Yıldırım, Vildan Türkbaş, Hüsnü Demiralay, Göksel Arslan rol alıyor.
Tuncer Cücenoğlu, 1944 yılında Çorum’da doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Uluslararası PEN Türkiye Merkezi üyesi olan Cücenoğlu, Müjdat Gezen Sanat Merkezi Özel Konservatuarı “Dramatik Oyun Yazarlığı” öğretmeni ve Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi Yazarlık Bölümü öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Cücenoğlu ayrıca “Mitos Boyut Yayınevi” danışmanı.
Cücenoğlu, Tobav (2),Türk Kadınlar Birliği (1), Ankara Sanat Kurumu (2), Abdi Ipekçi (1), İsmet Küntay (1), Avni Dilligil (2), Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (1), Kasaid (1), Lions (2), Kültür Bakanlığı (1) ve Muhsin Ertuğrul En Başarılı Yazar Ödülü (1) olmak üzere Türkiye'den 15, ayrıca Yugoslavya’dan (1) ve Hollanda’dan (1) olmak üzere toplam 17 ödül kazandı. Cücenoğlu'nun oyunları Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca, Bulgarca, Yunanca, Makedonca, İsveççe, Gürcüce, Urduca, Japonca, Romence, Azerice, Tatarca, Lehçe, Çuvaşça, Sırpça, İspanyolca, Arapça, Farsça vb. olmak üzere birçok yabancı dile çevrildi, çevriliyor. Başta Çığ, Matruşka, Boyacı, Kadıncıklar, Kızılırmak, Çıkmaz Sokak, Dosya, Helikopter, Şapka, Ziyaretçi olmak üzere oyunları, kırkı aşkın ülkede sahneleniyor, repertuarlara alınıyor.
Oyunlarından Bazıları: Kördövüşü, Öğretmen, Kadıncıklar, Çıkmaz Sokak, Dosya, Biga-1920, Kumarbazlar, Helikopter, Yıldırım Kemal, Matruşka, Ziyaretçi, Şapka, Boyacı, Neyzen Tevfik, Kızılırmak, Sabahattin Ali’yi Kim Öldürdü, Ah Bir Yoksul Olsam, Tiyatrocular, Che Guevara, Mustafam Kemalim, Gece Kulübü.
Yöneten: Kemal Başar
1963 yılında Ankara’da doğdu. TED Ankara Koleji’ni, ardından Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. 1989’dan beri Devlet Tiyatrosu sanatçısı; yönetmen, oyuncu, çevirmen ve tiyatro eğitmeni… Ankara Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü ve Müdür Yardımcılığı yaptı. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü Yurtdışı İlişkiler Bölümü Kuruculuğu ve Başkanlığı görevlerinde bulundu.
Romanya, Polonya, Yunanistan, Rusya, Moldova, Bosna Hersek, İsrail, Belarus, Avusturya, İngiltere, Hollanda ve Finlandiya’da çeşitli tiyatro festivallerine defalarca katıldı, katılıyor; bazılarında seçici kurul üyeliği ya da danışmanlık yapıyor. Uluslararası alanda oyunlar yönetiyor, tiyatro dersleri veriyor. Oyunları yurtiçinde ve dışında birçok ödüle layık görüldü.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Öfke bir gün patlayacaktır!

Öfke bir gün patlayacaktır!
Her ölüm içinde acısını taşır, yaşam içinde ölümü taşır. Ölümün olduğu yerde yaşam vardır ve yaşanmışlıklar vardır. Bir de neden öldüğünü bilmeyen ama hiçbir zaman soru soramayacak olanlar vardır.
Ankara OSTİM’de ölümler soru soramayanların ölümüdür, neden öldüklerini hiçbir zaman soramayacaklar ama cevapsız sorular hep orada asılı kalacaktır, tıpkı geçmişte Davutpaşa’da olduğu gibi.
Bir de yaşamın son günlerine gelmiş insanlar vardır, artık ölüm onlar için kurtuluştur, gönüllü olarak gider bu dünyadan. Bunun acısı da farklıdır, çünkü gönüllü gidişin arkasında hep acı vardır. Acının bıraktığı gözyaşı. Gözyaşı göçü anlatır.
Gözyaşının döküldüğü yerde ise, sorulmayan sorular vardır.
Soruların sorulmadığı yerde ise, baskı vardır, zulüm vardır, çünkü acı içe doğru akar.
Acının içe doğru aktığı zamanlardayız.
Öfkeler bilenmektedir…
Öfke patladı mı, önünde durabilecek hiçbir bent olmaz, yıkar gider.
Toplumsal öfke tsunami’dir, beklenmedik anda ortaya çıkar ve önüne geleni içine alıp yok eder.
O beklenmeyen an; aslında beklenendir, işareti önceden verilmiştir, fakat bir patlamaya görsün, önünde hiçbir güç dayanmaz, yok olur gider.
Öfkeler umuda döndüğünde, devrim olur.
OSTİM’de katil bellidir, öfkenin yönü de bellidir, sessizce başlayan bir tsunami, bir gün içine alıp hepimizi bir yere sürüklediğinde, şaşırmış gibi yapıp, nerede olduğumuzu dahi sorgulayamadan, kendimizi orada ayakta kalma mücadelesi verir bulabiliriz.
Her ölüm içinde öfkesini de taşır.