25 Mart 2011 Cuma

Doğuda reaktör patladı, batıdan bulutu geldi…

Doğuda reaktör patladı, batıdan bulutu geldi…

Bizim doğumuz olarak kabul ettiğimiz Japonya’da depremden olmayan ama tusinami’den olan bir patlama ile karşı karşıyayız, depremi yenen insan, başka bir tehlikeyi yaşayarak öğrendi. Elbette Japonya gibi ülkenin insanları felaketten ders çıkartır ve bir daha olmaması için ona göre düzenleme yapar. Bizdeki gibi hemen unut gitsin demez kısaca…

Bizden binlerce kilometre uzakta yaşanan bir felaketten dolaylı olarak etkilenmeye başladık ama direkt olarak etkilenmemiz bugünlere düştü. Gökten cemre düşmüyor ama radyasyon yağmur ve kar taneleri ile toprağımıza karışıyor. Radyasyon tehlikesini Çernobil ile çok yakın yaşayan bizler, yakınlarımızı kaybetmeye devam ediyoruz. Dünyanın neresinde ne üretilirse üretilsin, hangi hayvanın etini tüketirsek tüketelim, dünyayı kirleten bizlerin eserleri ile karşı karşıyayız. Her üründe radyasyon vardır, her üründe kimyasal artıklar var olmaya devam edecektir, çünkü bulutlar, hava akımları bu bizim artıklarımızı, ürünlerimizi taşımaya ve dünya içinde hareket ettirmeye devam ediyor. Tehlike batıdan geliyor, doğuda olmuş olmasına rağmen.

Hiç düşündünüz mü, Hiroşima’ya atılan atom bombasının radyosunu bizim ülke sınırlarını geçtiğini ve bizden insanların bu bomba etkisi ile yıllar sonra öldüğünü? Kimse bilemez, çünkü o gün o radyasyonlu bulutların bizim toprağımıza uğradığını söyleyen olmadı. Bugün ekranlardan bulutun şimdi nerede ve hangi yükseklikte olduğunu takip edebiliyoruz.

Tüketirken, çöp üretirken bilmeliyiz ki, dünyamız bir bütündür ve bizim çöplerimiz, bizden binlerce kilometre ötesinde yaşayan bir insanın sonunu hazırlıyor olabilir. Artık doğal ve doğal süreci yaşayan evren bırakmadık, evren bizim çöplerimizi temizlemek ile uğraşıyor, mücadele ediyor ama toprağın sesi henüz sanıldığı gibi yüksek çıkmadı, toprak bir sesini çıkarmaya görsün, bakın o zaman insanın yarattığı dünya kalıyor mu?

Şimdilerde bol bol modası yapılan organik domates, organik salatalık gibi şeylerin ne kadar hikaye şeyler olduğunu daha iyi anlar olduk sanırım, Japonya’dan gelen bulutlara bakarak. Organik olabilmesi için dünyamızın gökyüzünün radyasyon taşımaması gereklidir. Organik pazarlar, oldu mu şimdi sadece tüketim pazarları ve bir takım şehirli insanları kandırma yerleri. Kötünün iyisi diye bakanlar, çocuklarına bile bile ama medyanın gücü sayesinde kandırılarak radyasyonlu, kimyasal karışımlı süt içirmeye devam ediyor…

Doğuda reaktörler patladı, bulutu batıdan geldi… Batıdan sadece radyasyon değil, radyasyon yayan bombaları taşıyan uçaklarda geldi. Müttefik uçakları yeryüzüne bomba atmaya devam ediyor. Komuta merkezi bizim toprakta oldu diye sevinenler var bu dünyada, komuta merkezi burada olsa, orada olsa ne fark eder, bomba yağdırmaya devam ediyor. Ölüm her yerden kuşatmış, doğal olmaktan çıktık. Toprağın üzerini beton ile örttük, betonda bizi kendisine benzetti… Kırılıyoruz, yok oluyoruz, yalnızlaşıyoruz ve de en önemlisi aptallaştırılıyoruz. Toplumsal Alzheimer hastalığı yayılıyor, toplumsal bellek ortadan kalkıyor, kalkan sadece bellek değil, tarihimiz, doğamız, dünyamız ve de bizler…

Doğuda reaktör patladı, bulutu batıdan geldi, radyasyonlu güneşli havada güneşleniyoruz.

İsmail Cem Özkan

Savaşa girme merakı…

Savaşa girme merakı…

Ne kadar savaşa girme meraklısıymışız, haberim vardı ama bu kadar da açık açık ele güne karşı da yapılmaz ki, henüz tezkere bile çıkmadan gemileri rotasını belirledik ve yola çıkardık. Önce yola çıkıyor, sonra arkasından hukuki süreci yapılıyor… Ne kadar çok meraklıymışız?
Bir yayınevi çıkmayan bir kitap yüzünden aranıyor, söz ile söyleniyor arama nedeni, fakat normal koşullarda yazılı olarak bildirmek zorundalar, yazılı belge olmadan bırakın yayınevine, eve bile giremezler, çünkü bu konuda uluslararası yasalara tabi olduğumuza dair altına imza attığımız sözleşmeler var. Bu sözleşmelere uygun olsun diye ikinci defa geliniyor ve yine aranıyor, bu sefer mahkeme kararı belgesi ile. İlk aramanın hukuki süreci ikinci aramada yerine getirilmiş. Ne kadar meraklıymışız, verilen görevi leb demeden yerine getirmeye… Günlerdir orada duran bir bilginin, kitabın ya da müsvettesinin bir saat sonra yok olacağını düşünerek, acil baskın yapıp, aramak ve silmek. Silmek, yakmanın modern teknolojideki adı mı oldu?
Komşu ülke için, yakında BM bir karar alsa ve uçma yasağı koysa ne olacak? Meclisi toplayıp onlar için hemen karar mı alacağız, bir koyup üç almaca…
Aynı durumu, komşu ülkede bizim için yapsa ne düşünürdük? Kendi toprağımızı ve komşu ülkenin toprağını bombalama durumu artık başka açıdan bakılsa ve yorumlansa, bu durumda BM karar alsa ve komşu ülkelerin meclisleri toplansa ve BM gücüne kendi ülkelerinin askerlerinin ve hava kuvvetlerinin katılması için karar alsa, ne düşünülür? Üstelik insan hakları için onların başbakanlarına bir de kısa süre önce ödül verdiğimizi düşünelim. Basın ve medya ile kısa bir süre öncesine kadar; “dost, kardeş” dediğimiz bir lider, bizim hakkımızda asker göndermek için meclisini toplasa ve “o ülkelerdeki her vatandaş bizim vatandaşımız, onların halkına silah sıkmayacak askerimiz” dese ne düşünürsünüz? Empati yapamayanlar, başkalarının da size karşı empati yapmayacağını bilmeleri gereklidir, aynı acımasızlık, duyarsızlıklar ve kendi çıkarları doğrultusunda yaklaşacağını unutmayalım. Bir koyup üç alalım derken, kendimizi yok ederken, bir kuşağın üzerine suç yüklediğinizi düşünün, suça ortak olmayın! Tezkere ile başkalarının toprakları için, başkalarının çıkarı için asker göndermeye hayır deyin. Geleceğin, bugünkü onuru olun… Gelecek kuşak bize bakıp utanmasın, evet desinler, o yanlışı alanlar erk sahibiydi ama onurlu insanlarda vardı demeleri için onlara olanak yaratın…
Bir koyup üç almak için başkalarına akıl verenler, ne kadar akla ihtiyaç duyduklarını tarih bize öğretmiştir. Irak, Afganistan, Somali, Libya, Kosava… Yaklaşmakta olan üçüncü dünya savaşının provaları gibi, cepheler ve koalisyonlar kurulma sürecini yaşamaktayız. Çünkü bütün savaşlarının tek göstergesi vardır, kriz.
Krizi aşamayanların söyleyecek sözü kalmaz, savaşmaktan başka… Sözü olmayanlar, çatışır… Çatışanların kazanacağı bir şeyler vardır ama cephede karşılıklı silah sıkanların bir tarafının kazanacağı aslında bir şey yoktur. Onlar başkaları için çarpışır ve öldüğü ile kalır. Kore dağlarında atalarımız neden çatışmıştı, anlayan ve anlatabilecek olan var mı? Somali’de neden askerimiz var? Neden Afganistan’dayız, oradan elde ettiğimiz çıkarlar nedir, bize ne kazandırdı? Oraya gönderdiğimiz askerlerimiz için kira bedeli mi alıyoruz, neden Afganistan topraklarında nöbet tutar askerimiz? Yararı şudur desinler... Yuvarlak cümlelere sığınmadan savaşın ve savaşta taraf olmamızın nedenini anlatsınlar. Neden, insan öldürülmesine taraf oluyoruz? Yaşamı savunmak için öldürmek mi zorundayız ya da öldürenlere yardım etmek ve desteklemek mi zorundayız, yok mu başka çözüm yolu? Nedir leb demeden anlayıp yola çıkmalar? Bizler o kadar akıllıysak, neden hala kriz içinde ve kendi sorununu çözemez haldeyiz? Sivil itaatsizlik eylemleri durduk yere mi başladı, yok mu bu işte sessiz kalan bizlerin suçu?
Silmek, yakmanın modern dili oldu, yok saymak asimilasyonun öteki adı. Başkası için savaşmak normal bir şey olarak algılanır oldu. Ve bir koyup üç almak bizim milli hayalimiz oldu.
Hayır, savaşmıyorum, savaşa da taraf olmuyorum. Ben önce komşum ile barışmayı, onu anlamayı ve bir arada yaşamayı daha çok önemsiyorum. Önce anlamayı, yorumlamayı ve görev adamı olmadığımı düşünüyorum. Leb demeden leblebi denmesini da anlamıyorum, gidip leblebi alıp elimde tutmayı da akıl sır erdiremiyorum. Yakmak ne kadar insanlık suçu ise, silmekte o kadar insanlık suçu olduğunu zaman bize anlatacaktır diye düşünüyorum. O suçu emir ile yapanda, emir verende tarih önünde suçlu olduğunu düşünüyorum, çünkü yakmak ile kitapları meydanlarda toplayıp, toplu yakmak ile ne kitap ne de yazarın düşüncesi ortadan kalkıyor… Kristal akşamları unutulmadı, yapanları kim anımsıyor ama yakılan kitapların yazarlarının eserleri bugün her dilde kitap olarak okunuyor. Elbette yakanlar ve karar verenler tarih sayfalarında kara harflerle yerini koruyor ve kimse onların bu geçmişine sahip çıkmıyor. Nasıl olsa unutulacağız, o yüzden yaptığımız yanımıza kar kalsın anlayışını tarih yalanlıyor… Tarih her şeyi not ediyor ve gelecek kuşağa, kendi çocuğunun üzerine bir yük olarak bırakıyor… Çocuğum, benim yaptıklarımdan utanmasın, övünsün istiyorsak, binlerce yıldır işlenen suçu tekrar işlemeyelim…
İsmail Cem Özkan

22 Mart 2011 Salı

Sinema ve komedi

Sinema ve komedi
Sinema ve komedi deyince aklımıza hep birkaç isim gelir, neden dersiniz? Çünkü komedi onlar ile özdeşleştirdik, onlar ile büyüdük ve onlar sayesinde nasıl gülüneceğini, dram olan bir olaydan bile nasıl komedi unsurun çıkılacağını öğrendik. Onlar bizim dünya bakış açımızın ilk nüveleri oldu, büyüdük, büyüttük ve komediyi küçümser hale geldik, çünkü komik adamlar rahatsız eder, düzen ile barışık değildir. Barıştın mı düzen ile komedi düşer, yerini dram alır. Dramların bu kadar fazla izleyici ve reklam toplamasının arkasında işte bu paraya dayalı ilişki yatar. Komedi sorar, beklenmedik anda tepki verir. Komedi rahatsız eder… o yüzden komediyi aşağılayabilmek için ellerinden geleni yaparlar, işi gücü olmayan aylak adamların yaptığı iş olarak algılatmaya çalışılır ve ayak takımının işte eğlencesi olarak görülür. O kadar ileri giderler ki, padişahların, kralların yanında şarlatanlar alınır, onları eğlendirmeleri için, bugün kral adını taşımayan bazı krallarda çevrelerine yalaka şarlatanlar almayı ihmal etmezler. Şarlatanların yaptığı hiçbir açıklama ciddiye alınmaz, eğer şarlatanın yaptığını onun erki yaparsa, iş ciddi olur ve dram başlar. Şarlatanlar ile komedyenler arasında en büyük fark, şarlatan sadece ağız gülümsemesini önemser ve eğlenceye dayalıdır. Komedi ise beyinin gülmesine ve ince mesajların içinde olmasına önem verir. Nasrettin hocamız mizah yapar, şarlatanlık yapmaz. Ama şarlatan olup da ismi duyulan kişiler var mı, elbette var, ama dönemi biter bitmez unutulur gider, ama mizahçı öyle mi, yaşar… Olaylar ve benzer olaylar olduğunda o mizahçıyı arar gözlerimiz, beynimiz.

Charlie Chaplin ve Loren ve Hardy ikilisi sessiz sinemanın büyük starlarıdır ve dünya sinemasına yön vermişlerdir. Bizim siyah beyaz kanal izlediğimiz günlerde evimize girdiler ve o giriş, sinema dünyamızı da etkilediler. Onların etkileri ve izleri abartılarak kendi sinemamız içinde de yerlerini aldılar. Mr Bean ise soğuk İngiliz komedisi olarak algıladık. Olur olmayan yerde gülme efektleri ile abartılmış mimikleri ile yaşantımıza girdi. Hollywood çizgi film ile komedi sektörünü nasıl paraya döndüreceğini buldu ve bir çok ülkede eğlence merkezleri açtı, maketlerden ve gerçek insanlardan oluşan sirkler, showlar ile yeni bir alan yarattı. En ciddi oyuncuyu bile figüran olarak kullanmaktan geri durmadı. Sinemda iş yapabilmek için ismi duyulmuş bir oyuncuyu başoyuncu yap, afişlerde öne çıkar ve gösterim öncesi magazin programlarına dağıt ve gişe işini garantile diye algılandı. Film öncesi oyuncularımızın başından geçen komik trajediler magazin sayfalarında, gösterim öncesi boy gösterir ve hemen unutulur. Açılışta yeterli para kazınıldığı an unutulur. Gişeden yeter ki para geçsin. Para için her şey mubahtır. Bizde de dünyadan farklı olarak bir şey yok gibidir…

Ama biz sinema sanayisini kurmadık, çünkü bizde teknoloji için kafa yoran olmadı, teknolojisi olmayanın sanayisi olur mu, olur ama ancak bugün yaşadığımız kadar olur. Bize ait ne bir film, ne kamera, ne bakış açısı oldu, her aleti nasıl dışarıdan alıp, burada kendimize uygun monte etmişsek, sinema sektörümüzü de aynı o şekilde yaptık. Porno filmlerinde Almanları taklit ettik, komedi filmlerinde Amerikan ama bize uyarlanmış hali ile. Uzay filmi ile kendimize özgün aletler uydurduk, konuşmalarımızı nayır, n’olamaz doğru döndürdük. Amerikan İngilizcesini Türkçe dönüşümü nayır olarak biçimlendirdik. Romantik, macera filmleri sonrasında komedi filmleri ürettik.

Komedi film üretmek öyle basit bir şey değildir, ama biz ne yaptık? Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı kitabını ciltler dolusu haline getirdik, amacına ve içeriğine uygun olmayan içi boş komedi ürettik. İçi boş olması yüzünden çok tutuldu, çünkü insanların gülmeye ihtiyacı vardı ve o gülme beyaz perdeden evlerimize, mahallemize doğru geldi. O gelen görüntülerdeki konuşmaları kendimize uydurduk, bir çok insanımız “inek” oldu, her şeyi bilen öğretmenler oldu, müdürün disiplini ile korku oldu.

Sinema tarihimizi kronolojik olarak iz düşümünü izlersek;
40’lı yıllarda İsmail Dümbüllü halk komiği olarak yıldızlaşır. 50’li yıllarda yeni yeni komikler tanırız. Aziz Basmacı, Settar Körmükçü, Vahi Öz, Zeki Alpan, Münir Özkul gibi oyuncular beyazperdenin sevilen komiklerinden bazılarıdır sadece. 1960’lı yıllara gelindiğinde salon komedileri dönemi de başlıyordu. Yine bu dönemde etkisi yıllarca sürecek tiplemeler de yaratılır. Feridun Karakaya’nın oynadığı Cilalı İbo, Öztürk Serengil’in Adanalı Tayfur’u ve Sadri Alışık’ın Turist Ömer’i güldürü sinemasının üç büyükleri olarak öne çıkar. Adanalı Tayfur gibi Adanalı Celal’de de izleriz Öztürk Serengil’i. Sadri Alışık’ı da dramla güldürüyü iç içe barındıran filmlerde izleriz.
Komedi filmlerinin jenerikleri de komik ve yaratıcı olmaktadır. 60’lı yıllar komedilerinin, bol kadrolu yıldızlar geçidi komedi filmlerinin bolca yapıldığı ve çok sevildiği verimli bir dönemdir. Kimler yoktur ki unutulmaz güldürü ustaları arasında... Vahi Öz, Necdet Tosun, Cevat Kurtuluş, Ali Şen, Mualla Sürer, Mürvet Sim, Hulusi Kentmen, Suphi Kaner hemen akla gelenlerden bazıları sadece...

Vahi Öz, Horoz Nuri tiplemesiyle birçok filmde yansır beyazperdeye... Vahi Öz’ün, Mualla Sürer’le oluşturdukları ikili ise unutulmaz bir neşe kaynağıdır o filmleri izlediğimizde. Türk sinemasının hüzün yüzlü komiği Suphi Kaner ise ne yazık ki trajik bir hayat sürdürür. En verimli döneminde intihar ederek ayrılır aramızdan. Cevat Kurtuluş unutulmazlar arasına yazdırır adını. Hulusi Kentmen de Mualla Sürer’le haylaz çocuklar gibidir bir çok filmde... Sami Hazinses her zamanki Sami Hazinses’dir, fıldır fıldır oynayan gözleriyle...

Komedi, sinemamızın trajedi filmlerin içinden çıktı dersem abartı olmasa gerek, dram oynanan bir sahnede, bazı oyuncuların beyaz perdede gözükmesi yüzlerde gülümsemelere yol açtı. Necdet Tosun, Hüseyin Baradan, Feridun Karakaya, Suna Pekuysal, Hulisi Kentmen, Gazanfer Özcan, Nejat Uygur, Bilge Zobu, Sadri Alışık, Selim Naşit, Toto Karca, İsmet Ay, Vasfı Rıza Zobu, Şemsi İnkaya, Suphi Kaner… Hangi filimde karşımıza çıkarlarsa çıksınlar, onların perdeye yansıyan görüntüsü ile içimizi bir mutluluk ve neşe kaplardı. Onlar en ağır dram filmi bile neşe içinde bırakırlardı. Çünkü onlar mimikleri, sesleri ile bizim insanımızın gülümseyen yüzünü ifade ediyorlardı. (Onların yaşamları ayrı bir dramdır, beyaz perdede mutlu yaşamı olanlar, özel yaşamında açlık ve işsizlik ile mücadele ediyorlardı, işte onlardan biri Suphi Kaner işsizlik yüzünden intihar edecekti, arası bozuk olduğu yapımcısı ile kavgaya girmiş ve hayatı ile ödemişti, çünkü yapımcısı ona iş verilmemesi konusunda baskı uygulamıştı diğer yapımcılara…) En fakir durumda dahi dünyaya umut ve neşe içinde bakmanın öteki yüzleriydi. Film yapımcıları bunları bildikleri için bir kaçı hariç komedi oyuncularını hep ikinci rollerde veya figüran gibi beyaz perdeye yansıttılar. Hiç gördünüz mü Necdet Tosun’un başrol oynadığı bir filmi? O gerçek bir oyuncuydu ama başrolde oynatılmadı. Jönler vardı ve roller biçilmişti, gişe getirecek oyuncular ve gişeye yardımcı oyuncular olarak bakılıyordu yapımcı tarafından. Zaten olmayan bir sektörde daha fazla zarar etmemek için, en ucuz ve en kolay olanı tercih ediyorlar ve bu sayede hem gişeyi sağlama almış oluyorlar, hem de film çevirmiş oluyorlar. Yapımcıların o dönemde sinema salonu gibi dertleri olmadığını, köy köy dolaşan eşek, katır sırtında bir beyaz çarşaf (onu perde olarak okuyun) sinema tutkunları vardı. Köylere gider, meydana perdesini asar ve sinema gösterimi yapardı. Köy yaşantısında olanların dünyaya ilk bakışları bu perdeden olmuştur. Romantik öpüşü orada görüp, akşam evde deneme yapmanlar, ertesi gün keyif ile kahvede sırıtmaları ile ortaya çıkmaktaydı. İçgüdü ayrıydı, perde görünen ayrıydı ve perdede görünen daha keyifli olduğunu pratik yaparak öğrenmişlerdi, her sinema gösteri sonrası nüfusta oynama oluyor muydu, bilemiyorum.

Sinemanın ilk komedileri bilemem ama benim için ilk komediler, kovboy filmlerimizdi. Ben çok keyif alırdım ve keyif ile sokakta kovboyculuk oynardım. Daha sonra bunların çizgi romanlarını okudum. Teksas, Tom Miks, Kaptan Swing, daha sonraları Ten Ten, Red Kit gibi bizden olmayan ama bizim kahramanlarımızın komik hallerini sokakta arkadaşlarımla oynadım. Sonra evimizin içine TV girmesi ile birlikte komik filmler ile de tanışmaya başladım. Bu komik filmlerin başrol oyuncuları eskiden olduğu gibi yakışıklılardan oluşmuyordu. Kemal Sunal, Şener Şen, İlyas Salman, Ercan Yazgan, Şevket Altuğ, Ayşe Gruda, Adile Naşit, Gülşen Bubikoğlu, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Meral Zeren, Münir Özkul, Müjdat Gezen, Erdal Özyağcılar, Halit Akçatepe, Levent Kırca, tekin Akmansoy, Perran Kutman, Erol Günaydın, Ali Poyrazoğlu, Yaprak Özdemiroğlu, Aydemir Akbaş, Savaş Dinçer… yeni bir kuşak sinemanın yeni komedi yüzü olarak gözükmeye başladı. Türkiye’nin en çalkantılı döneminde komedi yaptılar ve komedi filmleri sosyal içerikli, eleştirel ve kara mizah unsurları da içinde barındıran bir hal aldı. 12 Eylül darbesi ile birlikte kara mizah çizgi daha öne çıktı ve söylenmesi gerekeni, ince espriler ile söylediler. 12 Eylül mizah alanında başka bir kulvarı daha açıyordu. Gırgır Dergisini. Gırgır Dergisi toplumsal muhalefetin öteki adı olmuştu. Günlük mizah gazetesi daha çıkardılar. Öyle bir çalışmayı bugün daha göze alacak insan yok... Müthiş bir ilgi uyandırmıştı ve Gırgırın yetiştirildiği karikatüristler ve mizah yazarları komedi sinema alanında eserler vermeye başladı ve onlara uygun sanatçılarda beyaz perdede parlamaya başladı. 12 Eylül ile birlikte Gani Müjde sinemamız için önemli bir isim olacaktı. Onu yaratan ve besleyen bir kuşaktan geliyordu ve o kuşağın üzerinden daha ileri boyutlara taşıdığı mizah dilini sinemamıza kazandırıyordu. Onun ile birlikte bir çok senaryo yazarı arkadaşımızda sinemada isimlerini göstermeye başladılar, fakat Gani Müjde / Atay Sözer kadar devamlılık gösteren olmadı, olduysa da benim haberim yok özür dilerim. Uğur Yücel, Tulu Çizgen, Yasemin Yalçın, Bülent Karabaş, Mehmet Ali Erbil, Müjde Ar, Rasim Öztekin, Güven Kıraç, Okan Bayülgen, Özkan Uğur, Ozan Güven, Engin Günaydın, Peker Açıkalın, Mustafa Üstündağ, Levent Üzümcü, Mazhar Alanson, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Hakan Yılmaz, Demet Akbağ, Ata Demirer, Beyazit Öztük, Haluk Bilginer, Ferhan Şensoy, Şafak Sezer, Şahan Gökbakar, Cem Devran, Sümer Tilmaç… Sinema sektörüne özel televizyonların karışması ile birlikte diziler rakip olarak geldi. Sinemada oynayan oyuncular teker teker dizi sektörüne girmek zorunda kaldı, çünkü diziler daha çok para getiren ve kısa sürede üretilen ve tüketilen şey konumuna geldi. Diziler zaman içinde o kadar değere bindi ki, televizyonlar için en önemli saatlerde yayınlanan; ana ve lokomotif özelliği gösteren konuma geldi. Dizler ile oturup kalkan, dizler ile günün sohbetini yapar hale geldik. Şimdi politik arenadaki söylemlerde artık dizlerden alınır hale geldi. Dizler günlük yaşamı belirlerde mizah anlayışımızı belirlemez mi? Elbette sanayisi olmayan sinema sektörümüz, dizlerinin sunumu ve kazanç yönünü daha önceden denenmiş ve para getiren yerden kopyalamakta gecikmedi ve gülme efektleri ile birlikte komedi dizleri seyreder olduk. Gülme efekti varsa eğer, o dizi komedi dizisidir. Yoksa, demek ki komedi değil der hale geldik. Komedi anlayışımız ve dizlerin dilleri Amerikan sanayisinin kötü bir kopyası konumuna geldi, kopya yaparız da abartmaz mıyız, elbette abartacaktık, kırkbeş dakika olan süreyi bizi ikiye katladık, hatta bazı dizilerde üçe katladık ve sinema film süresini dizi saatini konuma getirdik ve geçtik… Diziler ile daha hızlı ve haftalık üretir hale geldik. Bir hafta içinde, dizi çekiliyor, montaj yapılıyor, reklam için pasajlar çıkartılıyor ve gösterime giriyor. Üç saat süren dizi ürettik ve bunu istikrarlı bir şekilde üretmeye devam ediyoruz.

Oyuncuları sayıp da onlara rol veren ve şans verenleri anmamak olur mu? Orhan Aksoy, Şerif Gören, Zeki Ökten, Zeki Alaysa, Kartal Tibet, Orhan Elmas, Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz… aklıma ilk gelenleri aldım, unuttuklarımdan da özür dilerim.

Senaryo yazan arkadaşımı kaç aydır görmüyorum, biliyor musunuz? Bu üç saat dizi olduktan sonra arkadaşımı bilgisayar başında intihar etmeyi düşünür halde buldum. Ne haber dedim geçenlerde, duvar yazıları gibi konuştu. Sms veya Twitter gibi kısa kısa anlamlı anlamsız bir şeyler söyler buldum. Kamyon arkası yazılar, dizilerin repliklerinde görür olduk. Kamyon arkası yazıları bile artık kurtarıcı gözü ile bakar buldum. Mizah ve senaryo yazmak sanki çok kolaymış gibi gözükür oldu ama kimse bu senaryoyu yazanın oynayanın, filmini çeken teknik elemanın durumunu görmüyor. Daha fazla, daha uzun üretin diyen televizyon patronları; aldıkları reklamlara bakıp, köleleştirdikleri sektör elemanlarına yaşam alanı bile bırakamadı. Etinden, kemiğinden ve beynin en ince damarından yararlandığı mizah insanın ürettiğini, o kadar hızlı tüketir olduk ki, piyasa koşullarının rekabet ortamında kimin yazdığı belli olmayan mizah ürünlerine bakar olduk, hangisi iyi para, pardon reklam alıyorsa dizilerde o çok kazandırana uygun kopyalarını yaratmaya başladı. Önceleri Amerikan dizlerine uygun replikler üretenler, şimdi bizim duvar yazılarımıza uygun replikler uydurmaya başladılar. Tercüme film bile izleyecek zamanları yok! Zaman, senaryo yazarı için önemli her dakikasını uykusuz olarak değerlendirmek zorundadır. Her hafta yetiştirmesi gereken doksan dakika var ve o doksan dakika küçük bir öykü ile dolmuyor… Tekrarı bol, kısa sohbetleri bol olan ve daha çok hareketli içi boş dizler seyirciye verilmek zorunda kalıyor, çünkü senaryo yazarının çevresine bakıp neler olduğunun farkına varacak vakti yok, okumak mı o da ne der haldeler… O yüzden son komedi filmler ve diziler apolitiktir. Apolitik dizler ve sinema filmleri gişe rekorları kırıyor. Hatta küçük bir politik espri olduğunda, hah bu işte komedi bu diye alkış bile tutanımız olmaya başladı ama politik mizah sinema ve dizilerimiz içinde artık yoktur. Yetmişli ve seksenli yılların politik duruşu olan sanatçısı da yoktur. Son dönem oyunculara bakın, ne savunduklarını ve nasıl yaşadıklarını inceleyin, göreceğiniz ilk başta tutarsızlık görürsünüz. Oyuncunun birinci amacı sadece ünlü olmak, para kazanmak olduğunu görürsünüz. Kendi menajeri ile çalışmayı hayal eden bir çok oyuncu ile karşılaşırsınız. Belden aşağıya ve çağın sorunları ile ilgilenmeyen, içi boş mizah ürünleri ile karşılaşırsınız. Komedi sinemamız, kapak politik, iç sayfaları apolitik, daha çok seksist mizah dergilerinin bir yansıması gibidir. Komedi diye üretilenler, komik olmak yerine padişahını eğlendirmeye çalışan şarlatanların esprileri gibidir. Şarlatan bilir ki, yanlış bir kelime boynunun vurulması anlamındadır ve şarlatanlar hiçbir zaman soruna parmak basmazlar, hoş vakit geçirtmeyi amaçlar. Hoş vakit geçirilen ama içinde mizah olmayan sinemamız beyaz perdeye yansımaya devam ediyor. Bu bir tercih değil, belki şartların zorlaması olarak okuyabiliriz, alan memnun, satan ise kasası dolduğu sürece çok memnun olduğu bir dönemi yaşıyoruz.

Yaşadığımız zaman diliminde ne yazık ki mizah yazarı ve oyuncusu çok yok, olanlar ise ekmek kavgasında piyasa uygun ürünler vermeye devam ediyorlar. Piyasa kimin nereye savuracağını önceden söylemiyor… Çağımıza mizahi olarak şahitlik yapacak, çıkışlar yapacak cesaretli pek insan yok, bu da belki çok doğal, çünkü kimse bir yaştan sonra riske girmek istemiyor, yeni gelenler ise zaten risk nedir bilmeden, hep sağdan, soldan dolanarak, işleri bitene kadar eğilmeyi doğal görüyor. Onlar için mizah belden aşağı yapıldığında para demek ve ona göre eser üretiyorlar. Şimdi çok ünlü olan sanatçıların hangileri politik mizah üretti diye bakın, bir iki kişi dışında bulma şansınız yok, içi boş ve zamana uygun espriler dışında ileriye bırakılacak bir çalışma ile karşı karşıya kalamazsınız. Günümüzde bir Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz yok. Farklı kulvarda ürün verenler var, ama suya sabuna dokunur gibi yapıp, dokunmadan temizlenmeye çalışanlar daha çok bol… para ile kendi vicdanlarını rahatlatanlar, geçmişte savunduklarının üzerine sünger çekmeyi, marifet olarak gösterip, yeni yaşam biçimlerini özlenen ve çekici göstermek için her türlü magazin haber üretmeyi marifet sayan bir anlayışın hakim olduğu süreci yaşıyoruz. Magazin sayfalarında yaşayanlar, kendilerine ait sırça köşk yaratmışlardır ve bu sırça köşklerinde kapı kulu olarak yaşamak onları mutlu etmektedir. Her koyun kendi bacağından asılır diyerek, gemisini kurtarmak için, iktidarın nimetlerinden yararlanmak için, her türlü var olan gerçeği illüzyona çevirmek için çaba sarf eden, yeni oluşan bir liberal yaşam tarzı yaratıldı. Bu yaratılan yaşam tarzında eskiden solcu olmuş olanların olması tesadüfi değildir. Bugün sponsor oldukları dizlere, filmlere bakın söylemleri ile erk sahibini rahatsız edici değildir, aksine erk sahibinin yaşam tarzına uygun görüşler dillendirmektedir. Özgürlük anlayışını bile erk sahibinin bakışı kadar sınırlayanlar, bugün sinema sektörü içinde varlıklarını reklam filmleri çekerek, meslek okulları ve kurslar açarak sürdürmekte ve elindekini kaybetmemek için iktidar ile dans etmeyi marifet gören bir anlayış varlığını korumaktadır. Komedi dizlerin bazılarında erk sahibinin amacına uygun mesajlar veriliyor. Mizah dizleri tersi amacına uygun konumlandırılıyor, çünkü mizah eleştirel olması gerekirken, eleştirel değil, akıl verir konumuna gelmiştir gülme efektleri eşliğinde. Bugün Metin Akpınar’ın oynadığı “papatyam” dizisi erk sahibinin sesi olarak karşımıza çıkmaktadır ve sisteme ve düzene uygun mesajlar, oynandığı zamana uygun vermektedir… Dizi komik değildir, şaka gibi bir dizidir ve uzun süredir yayındadır. Her bölümde akıl verir izleyiciye, kimin bakış açısından verir dersiniz?
Şaka bir yana, mizah şakaya gelir tarafı yoktur, mizahın içeriği şaka değildir, şaka padişah ya da kralın yanında yer alan “şarlatan” için hayati bir şeydir, çünkü şaka yaparken her an boynunun vurulması riski vardır, ama mizahçı erk sahibinin yanında yer alamaz, daha özgürdür ve eleştireldir. Bugün eleştirel anlamda üretilen kaç filmimiz var dersiniz?

Cemal Süreyya ile nokta koyayım derim beyaz perde konusuna..

Sevgilim Ben Şimdi

Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz".
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
O gülün yüzü gülmüyor sensiz
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen - derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropda ve şurda burda
Memo'nun oyuncak sepeti uykularda
Mavi gece lambası hevessiz
Kapı diyor ki açın beni kapayın beni
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
Radyo desen sessiz
Tabure sandalyelerden çekiniyor
Küçük oda karanlık ve ıssız
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni
İçeri girmeni
Senin elinin değmesini
Gözünün dokunmasını
Ve her şey tekrarlıyor
Seni nice sevdiğimi

CEMAL SÜREYA

20 Mart 2011 Pazar

Gökyüzüne baktı…

Gökyüzüne baktı…

Henüz akşam olmamıştı, güneş yeryüzünü aydınlatıyordu. Güneşin yeryüzün terk ederken ufukta kızıllığın anlamı derdi babası, yarın havanın güzel olacağını muştular. O sokakta çocuklar arkadaşları ile oynamaya dünkü gibi devam ediyordu. Sokaklar dar ve komşuların kapıları hep açıktır. Susayan bir çocuk, istediği kapıdan girip suyunu içer ve çıkardı. Güven, yaşadıkları mahallede doğal bir şeydi, kapılarda büyük büyük anahtarlar yoktu.
Gökyüzü dünkü gibi yine ufuğu kızıla boyamıştı, tarın hava güzel olacak ve sokakta arkadaşları ile oynayacaktı.
Babası ve annesi endişe içindeydi, sokaklarda bir şeyler oluyordu ama anlamıyordu, o arkadaşları ile kırık kiremit parçalarını üst üste koyup, top ile onu devirmeye çalışıyorlardı. Oyun onlar için hayat demekti ve çevrede olanlar onların dışındaydı. Bir şeyler oluyordu ama onlar için olanlar, sadece oyunun bir parçasıydı.
Doğduğunda bugün iktidar olanı görmüştü, varlıkları ve devletlerinin sahibi hep aynı kişiydi. Onun İtalya gezisi ülke içinde selamlanmıştı, ulusal kahraman bir direnişçiyi yakasına takarak gitmesi babasının gururunu okşamıştı. Babası şükür demişti, “başı dik ve onurlu bir devlette yaşadığım için”…
Bağımsız olmadan önce oralar Osmanlı topraklarıydı, Osmanlı topraklarını kaybederken Libya bağımsızlık savaşını başlatmıştı, İtalyan’lara karşı. Ömer Muhtar idam edilmişti ama onun ateşi yanıyordu. İtalyan’lar tarihte bir ilki gerçekleştirmişlerdi, havdan saldırmışlardı. Karadan saldırdı bekleyen Osmanlılar, havadan gelen saldırı karşısında yenilmişti. Haksız bir savaş sürüyordu ve bu savaşı o dönemin teknoloji sahibi ülke kazanmıştı, zulüm yapmıştı, baskı uygulamışlardı. Sonra işgalci ülkeler değişti ve 1951 yılında Birleşmiş Milletler kararı ile bağımsız devlet olmuştu. Libya ilkler ülkesi olmuştu. İlk hava saldırısını bu topraklar görmüştü, ilk olarak bir karar üzerine bağımsız olan devletti. Monarşi kurulmuştu ama o monarşi bir darbe ile yok olmuştu ve darbe yapan bugüne kadar iktidarda kalmayı başarmıştı. Berberilerin ülkesi anlamına gelen Libya, yeni bir dönemece giriyordu, fakat gün, dün gibi kızıla boyanarak batıyordu. Denizden meltem esiyordu, güneyden gelen çöl havası deniz havası ile buluşuyordu. Çocuklar her zamanki gibi sokaklarda oyunlarını oynamaya devam ediyordu.
Gökyüzünde gürültüler duyuldu. Son günlerde gökyüzünde metal ölüm canavarları uçuyordu. Ölüm yukarıdan geliyordu. Alışmışlardı, evlerini sallayarak geçen uçakların gürültüsüne. Oyunlarını bozmadılar çocuklar. Bozmaları için de gerekçeleri yoktu, oyun her çocuğun hakkıydı.
İtalyan televizyonu açık olur bir çok evde, sesler açılmış, gelen haberler dinleniyordu. Paris toplantısı ve alınan karar. Kararın hemen arkasından Libya üzerinde duyulan uçak gürültüleri. Patlayan bombalar, sirenler. Sokaklar artık güvenli değildi, telaş içinde koşturan insanların sokakları teslim aldığı andı, telaşın yerini korkuya bırakmıştı, ilk bomba şehirlerinin üzerine patladığında. Bomba geliyordu gökyüzünden. Keskin bir ses ve büyük bir gürültü. Yeryüzü sallanıyordu, her patlama sonunda. Üst üste yığdıkları kiremit parçaları sokağın ortasında öyle kalmış, her gürültüde etrafa yayılmaya devam ediyordu. O kiremidin olduğu sokağa bir bomba düşmüştü, ne çocuk kalmıştı, ne ev. Yangın başlamıştı dumanların arasında. Fakir hayatları şimdi daha bir parçalanıyordu. Sokakta oynayan çocukların kaçı bu saldırıda toprağa düşmüştü, kaçı anasının kucağına saklanmıştı? Ne önemi vardı artık onların adı yoktu, yaralı ve ölüler arasında birer rakama dönüşmüştü. İlk saldırıda 48 kişi öldü, 150 kişi yaralı. Adlarını ve hayallerini bilen var mı bu rakamların içindeki insanların?
Savaş başladı, yakında işgal başlar…
Çocukluğunu yaşamak isteyenler, birer savaş parçası konuma dönüştürüldü. Savaş toprakları kan ile sulanması anlamına gelir ve insanlık tarihi içinde hep savaş var olup geldi ama savaşın galipleri ve zafer kazananları bugün neredeler, ne yapıyorlar? Savaş sorunları çözmüyor, erteliyor. Savaş geleceği çalar, yarını yok eder…
Savaşın olduğu yerde kimsenin aklına gökyüzünün güneş batarken bıraktığı kızıllığa bakmak gelmiyor. Onlar havadan gelecek ölümü çaresizlik içinde bekler konumdalar. Ekranlar açık, radyolar ellerinde, son gelişmeleri endişe içinde izlemeye çalışıyorlar. Gökyüzü kızıla boyandı, yeryüzünü kan ile suladılar.
İsmail Cem Özkan

Libya bomba altında…

Libya bomba altında…

Libya üzerine yapılan saldırıda yeni silahların denendiği bir alan olmaya başladı. Tek yönlü ve teknoloji üstünü olan güçler tarafından, Libya üzerine silah yağdırıyor. Silahlar; yerden, havadan ve denizden ve deniz dibinden hedeflere gönderiliyor. Burada silah teknolojisi açısından önemli olan; belirlenen hedefleri tam olarak vurulması ve ne kadar çok hedefe şaşmadan vurursa, o silahın üretimi ve satımı o kadar fazla olacaktır.
Bu savaş, Irak, Afganistan işgalleri ve orada süren uzun yıllar süren işgalin temelinde; kendi toraklarında deneme yerine yabancı topraklar üzerinde silahların denenmesi ve silahların oluşturduğu radyasyon ve diğer zararlı durumun o bölgede kontrol edilir şekilde kullanılması olarak gözükmektedir.
Son olarak Libya üzerine yapılan saldırıda; gerçek düşmana karşı, gerçek silahların kullanıldığı ve güç dengesinin olmadığı bir prova saldırıdır. Saldıranlar çok iyi bilmektedirler ki, Libya iç düşmana karşı tüm silahlarını kullanmış ve yeteri kadar askeri teçhizatı yoktur. Silah sanayisi olmayan ülke lideri, kendisini dev aynada görmesine olanak tanınmış, İtalya gezisi ile Avrupa kamuoyu gözünde kadın düşkünü çadırda yaşayan adam imgesi verilmiştir. İtalya gezisi savaşı kaybedenlerin gözünde, yeni hedef yapmıştır. Fransa ve İtalya geçmişte kuzey Afrika’da yenilmiştir. Bugün, o yenilginin yıllar sonra karşı saldırı konumundadır.
Amerika düşman ülke tanımını yaparken, bir takım ülkelerin isimlerini anmıştı ve sırası ile o ülkelere karşı saldırılar olmaya ve işgal edilmeye devam ediliyor. Libya işgali başarılı olduktan sonra, Irak işgalinden sonraki sürece benzer bir süreç yaşanıp ve sonra tekrar başka bir hedef ülke seçilecektir. O ülke belki kapı komşumuz Suriye olabilir.
Sırası ile ve doktrine uygun strateji hayata geçiyor. Önce iç kargaşa, sonra iktidarın zaaflarını kullanarak saldırtmak ve saldırana karşı verilen müdahale.
Libya lideri ülkesini 30 yıl yönettikten sonra nasıl oldu da bir anda ülke içinde düşmanına karşı saldırgan oldu? Kim bu muhalefeti harekete geçirdi, geçen muhaliflerin ortak yönleri nedir?
Mısır, Amerikan destekli bir ülkeydi ve o ülkede işgal yapılmadan, askere müdahale etmesi için fırsat yaratıldı ve görünmeyen eller ile müdahale edildi. Tunus’da aynı şekildedir. Kendi denetiminde olanları iç müdahale ile yola getirtirken, kendi denetiminin dışında olanları ise başka bir strateji izleyerek meşru zeminde müdahale ve kamuoyunu arkasına alarak rahat saldırı yapılabiliniyor. Üstelik saldırılar canlı olarak televizyondan yayınlanıyor. Saldıran taraftan değil, saldırılan taraftan canlı yayın yapılmaktadır. Bağdat bombalanmasını uçaklardan değil, Bağdat içinde olan araçlardan canlı yapıldığını anımsayın. Libya saldırısı da, Libya içinden canlı yayın ile dünyaya duyurulmaktadır. Bütün bunlar tesadüfi olduğu söylenemez, uzun süredir planlanan bir stratejinin sonu olduğunu söyleyebiliriz.
Libya saldırısı ne ilktir, ne de son olacaktır. Sırada başka ülkelerde vardır. Bu saldırıya katılan ülkeler silah tüketerek kendi iç ekonomilerini canlandırmak ve işsizlik ile mücadele etmede kullanacağını söylemek için büyük ekonomist olmak gerekmemektedir.
Bu saldırı, bir taş ile bir çok hedefi yakalamayı hedeflemektedir.
Savaşı live (canlı) olarak izlemeye devam ediyoruz…
İsmail Cem Özkan