2 Nisan 2011 Cumartesi

Para

Para

Parayı ilk defa kimin bulduğunu, kimin kullandığını tarih sayfalarında yazar, tekrarlamanın anlamı yok. Para, ticaret ile hayatımıza girdiğini bilmek yeterlidir. Ticaret ilk şehirleri yarattı. Ticaret yeni insan ilişkilerini ve biçimi ortaya koydu. Bugün ticaretin global çapta, birkaç firmanın denetimi ile yeniden biçimlendiği süreci yaşıyoruz. Haksız rekabetin, orantısız rekabet koşulları içinde, bizler para ile iç dışlı bir yaşamı yaşamaktayız. Parasız yaşam olunamayacağını, parasız yola çıkılamayacağını düşünüyoruz. Ara da sırada gazete haberlerinde parasız yola çıkan, bisiklet üzerinde dünyayı gezen birkaç çılgının haberini okuyoruz ama bizim yapabileceğimize inanmıyoruz, çünkü bizler parasız hayat olmaz inancı içindeyiz ve paranın bizi biçimlendirmesine izin vermeye devam ediyoruz.
Hayat paraya bağlı değildir, biz hayatı paraya bağladık.
Para üzerine şarkılar besteledik, onun uğruna hırsız olduk, onun uğruna cinayet işledik… Para o kadar içimize sindi ki, artık yüzünü görmeden harcar hale geldik. Bir takım rakamlar banka kartı üzerinde hareket ediyor ve o eden hareketler üzerine bunalıma giren yine bizler olduk.
Para o kadar hayatımıza biçim verdi ki, doğada paranın olmadığını, parasız yaşamın hala devam ettiğini unuttuk.
Doğayı da paramız için biçim verdik. Ülkeler büyüklüğünde çiftlikler kurduk, tek tip üretim yaptık. Bir kasaba büyüklüğünde tavuk üretim çiftlikleri ile her şehirde olan fast food dükkanların et ihtiyacını, hiç güneş görmeden doğan ve kesilen hayvanlarımızın etleri ile karşıladık. Salatasını, yine aynı şekilde, kısa sürede büyüyen, hormonlanmış, genetiği ile oynanmış yiyecekler ürettik ve tükettik. Biraz daha fazla para için...
Her şey para için, sağlığımızın yok olması da, beynimizin biçimlendirilmesi de, hayallerimizin yok edilmesi de para içi.
Parasız yaşam olmayacağına inandırıldık, para için arkadaşımızın sırtına basıp, kariyer elde etmeyi ahlaki görür hale geldik.
Para gözlerimizin içine öyle bir girmiş ki, en samimi arkadaşımızın üzerinden nasıl para kazanacağımızı, onun ile ilişkimizin nasıl bir gelir getirebileceğini düşünür olduk.
Para için yataklarımıza yabancıyı aldık, bin yıldır sevişiyor gibi seviştik. Para için, bizden yaş olarak çook büyüklerin yatağına meze olduk. Her şey para için…
Parası olan yatına atladı dünyayı dolaştı, paarsı olmayan bir semtten diğer semte yürüyerek ulaşamadı.
Para öyle bir biçime soktu ki bizi, parasız yaşayamayacağımıza inandık.
Para, para diye sayıklar buldum insanlığı, para için gitmeyeceği ülke, para için yapmayacağı iş yok insanın.
Her şey para olan yerde, doğa olmaz, insanlık olmaz.
Bilim insanları arılar üzerine denemeler yapmaktalar, çünkü arılar bu aralar toplu olarak yok olmaktadır. Arıların toplu olarak yok olması elbette para kazananların dikkatini çekmiş, ürettikleri hasılatta düşmeye sebep olmuş. Döllenmeyen çiçek ürün vermez olunca, bilim insanına emir vermiş, “bulun bunun nedeni”. Bilim insanları neden arılar toplu olarak yok olduğu konusunda araştırmaya başlamışlar ve görmüşler ki, arılar, çiçeklere ve ağaçlara sıkılan kimyasal maddeden dolayı öldükleri ortaya çıkmış. Bunun üzerine, o kimyasal maddelerden korumak için ayrı bir madde üretmişler, ölmeleri engellenmiş ama başka bir yan etkisi ortaya çıkmış. Arılar kovanlarından çıkıp gidiyor ama geri gelmiyormuş. Bunu gören para sahibi, demiş ki bilim insanına, “çözün bu sorunu da, neden geri gelmez arılarım?”. Bilim insanı başlamış, bilimsel yöntemler ile sorunu analiz etmeye ve görmüş ki, arılara verilen anti kimyasal madde, evet arıyı kimyasal maddelerden koruyor ama hafızaların kaybının önüne geçilememiş. Arılar toplu olarak yollarını kaybeder olmuş. Şimdi bilim insanları, bu hafıza kaybını ortaya çıkaran zararlıya karşı yeni yöntemler geliştirmeye çalışıyormuş, hatta o kadar ileri gitmişler ki, çiçeklerin kendi kendilerine döllenmeleri için yöntem arıyorlarmış. Eğer çiçeklerin kendi kendilerini döllenmeleri sağlanırsa, doğada arıya ihtiyaç kalmayacak ve onu da zararlı haşere olarak görüp yok edecektir bilim insanı.
Her şey para için…
Para için doğadaki canlıları yok ettik, toprağın üzerine beton döktük, kata kat gök yüzüne çıkan binalar yaptık, yerin altını tüneller ile donattık.
Her şey para için, para için insanlığın beynini yok ettik. Tıpkı arıların hafızalarını yok eden kimyasal maddeler geliştirildiği gibi.
Alzheimer hastalığı neden yaygınlaştı, neden ülkemizde ileride nüfusun önemli kesiminin Alzheimer hastası olacağı varsayılıyor, neden gelişmiş ülkelere göre daha fazla bu hastalığın ülkemizde olacağını kabul ediyor bilim insanları? Bu konuda soru sorup araştıran oldu mu? Yoksa bize de mi arılar gibi bazı anti maddeler veriliyor?
Her şey para için, para ile düşüncemizi belirledik ve onsuz yaşayamayacağımızı peşin peşin kabul ettik ve borçlandık… Parasız hayat olmaz, para için oku, kariyer elde et, para için çocuklarımızı sınavlara soktuk. Her şey para için…

1 Nisan 2011 Cuma

Pir Sultan Abdal

Pir Sultan Abdal

Oyun, büyük ozan Pir Sultanın hayatının bir kesidini alır. Fakat sanat eserlerinde tarihin iz düşümü bire bir bulunmaz, yazar kendi hayal dünyasını katar ve yeniden kendisince gerçeği yaratır. Oyundaki Pir Sultan ile gerçek arasındaki fark, bizzat oyun içindeki çelişkiler ile ortaya çıkıyor. Oyun, alevi ayaklanmasını bir ekonomi ayaklanması olarak gösterir ve tarih çizgi bire bir yansıtmaz. Şiirler, ayaklanma nedenlerini açıkça anlatır ama yazar nedense zorlama yapar. Alevileri iyi tanımamaktan kaynaklanıyor büyük olasılıkla. Hızlı okuma ile ancak bu kadar anlaşılır. Bugüne kadar yayınlanan bir çok Alevi üzerine yazılan kitapların yazarları suni olunca, elbette yanlış algıların oluşmasını da yaygınlaştırıyor.
Suni, Türk İslam teorisi içinde belki bir anlam ifade edebilir ama tarihi gerçeklik ile bir alakası yok, suni bakış içinde alevi ayaklanması işlenirse ancak bu kadar ele alınabilinirdi, o da bir bakış açısıdır. Ne mutlu ki, alınan şiirler, yazarı yalanlar ve çelişkiyi olduğu gibi ortaya çıkarır. Oyunun bir yerinde Antalya, Adana ve çevresindeki Türkmen ayaklanmasını bile suni vatandaşlar ayaklanmış gibi gösterme çalışması vardır, ayaklanma olan yerler bugün bile Alevilerin olduğu yerlerdir.
Oyunun artık son sahnesine geldiğimizde mahkeme kurulur ve verilmiş karar orada veriliyormuş gibi yapılır. Karar açıklandığında Pir Sultan irkilmez, dik ayakta durur.(!) (onun devamcısı devrimciler hep dik durmuştur, sloganlar ile salonu ve kararı protesto etmiştir. İdam edilen devrimciler, onurları ile darağacına gitmişlerdir, korkaklık yoktur, bir inanç vardır.) “Dönen dönsün yolundan ben dönmezem” der ve ipi onurlu bir şekilde boynuna geçirir, Oyunda insan Pir Sultan yaratalım derken, olmayan Pir Sultan’ı yaratmışlar.
Bu oyunda en güzel yanı, danslar ve semah gösterisi. Müzik ziyafeti. Sırf bu müzik ziyafeti için bile oyuna gidilebilinir ama müzik süreklilik ve devamlılık göstermez, ikinci bölümde sanki baştan savma ve klasik türkü formatına doğru dönüş yapılır, çok seslilikten uzaklaşılır. Oyunun başrolünde oyuncu sesini bana göre iyi kullanmamaktadır, gereksiz ses tınlamaları yapmakta ve sesini deforme etmektedir. Bazı cümleler yarım kalır, yüklemsizdir. (Yoksa ben öyle mi duydum?) Türküleri söyleyen ses farklı bir açıdan tonlama yaparken, oyuncunun ses kullanımı çok farklıdır ve seslerde bile çelişki kendisini ortaya sermektedir.
Sahne düzenlemesi ve ışık başarılı bir şekilde gerçekleşmiş, oyuna birazda olsa içerik kazandırmış. Oyuncular kendilerinden istenen performansı gerçekleştirmişler ama oyun metni, önemli ve ilgi çekecek bir konuyu bile zayıflatmakta ve gerçeklikten uzak hayal ürünü bir sahne ile karşılaşmaktayız. Müzik dinlemek, semah ve modern dans içinde gidin bu oyuna derim. Tiyatro eseri olarak bir bütün açıdan bakıldığında müzik, semah, cem gösterisi ile direk bağlantı kuramıyorsunuz. Semah ve ozanın dili farklı şeyler anlatıyor, oyuncuların dilinden kelimeler farklı şeyler… vaktiniz varsa, biraz eğlenmek istiyorsanız bu oyuna gidebilirsiniz.
Pir Sultan Abdal
Yazan: Mahmut Gökgöz
Yöneten: Mahmut Gökgöz
Dekor Tasarımı Medine Yavuz
Giysi Tasarım: Nalan Alaylı
Işık Tasarım: Serhat Akın
Müzik: Nurettin Özşuca
Dans Düzeni: Alev Akçin
Yönetmen Yardımcısı: Mürsel Yaylalı
Asistanlar: Serpil Özcan, Derya Aslan
Sahne Amiri: Oktay Uçar
Kondüvit: İlknur Deveci
Işık Kumanda: Tolga Korucuoğlu
Rol Dağılımı:
Okday Korunan, Işıl Dayıoğlu, Cengiz Baykal, Halil Doğan, Burak Karaman, Ufuk Karakoç, Şirvan Akan, Selin Tekman, Nurettin Özşuca, Mürsel Yaylalı, Deniz Gürzumar, Şeyda Pektok, Serpil Özcan

31 Mart 2011 Perşembe

Tarih çizgisi değişir mi?

Tarih çizgisi değişir mi?
Güncel olaylar beni pek ilgilendirmez aslında, genelde onları balon olarak görürüm ve izlemem. Çünkü günlük olaylar, genelde tarihin çizgisini değiştiremez. Tarihin çizgisi; planlı, düzenli ve hedefi olan gündemlerin değiştirdiğini düşünürüm. Planlı olacak, düzenli olacak ve hedefi olacak. Bütün bunlar yan yana gelindiğinde gündem değiştirmek için uğraşmaya gerek yok, tarihin çizgisi değişmiştir demektir.
Tarihin akış çizgisi, zaman zaman değişikliklere uğrar. En büyük değişimler, genelde savaşların zamanında olması kanıksamış ve öyle kabul etmiştik. Fakat, Sovyetlerin dağılması savaşın sonucu değildi, daha uzun süreli olarak Sovyet topraklarında oluşmasına izin verilen çürüme ve onun etkisi ve bu çürümeyi teşvik edenlerin büyük zaferi ile sonuçlandı. Buda göstermiştir ki, savaşsız da tarih çizgisi değiştirilebilmektedir. Tarih çizgisini değiştirmek için elinizde bir güç olması ve o gücü amacınız doğrultusunda kullanmanız gereklidir. Bir zamanlar bu güç kullanım kılavuzları doktrinlerdi. Doktrinlerden son yıllardan bahsetmez olduk. Bir dönem doktrinler elden ele dolaşır, kitapların kapaklarına göre isim alırlardı. Doktrinlerin yerini ne aldı dersiniz, firmaların uzun boyutlu planları mı, onların çıkarına alınan özellileştirme kararlar mı?
Global dünya dendi, evren küçültüldü, sınırlar daha rahat aşılır oldu ve insan, evrenin her noktasına parasını hareket ettirme fırsatını yakaladı. Kontrol edilebilen ama kayıt dışı bir paranın hareket alanı içinde olması, ticaretin sağlığı için önemlidir. Kontrol dışı parada aslında bir şekilde denetim içindedir ama bu denetim yasalara uygundur, meşrudur. Uyuşturucu, silah ticareti, insan kaçakçılığı, kaçak organ nakli gibi global suçların yaratmış olduğu piyasa, azımsanamayacak bir paranın istihdam edilmesini sağlamaktadır. Her kargaşa noktasında bu paranın serbest hareket ettiğini ve alıcı olan ülke kasasına doğru gittiğini söylemek abartı olmasa gerek. İsviçre bankaları, bu kayıt dışı paranın bir dönem cennet mekanlarıydı, artık değil, fakat kayıt dışı paranın bir şekilde yasal zemin içinde hareket ettiği, üçüncü dünya ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine bakarak anlayabiliriz. Çünkü onların cari açıkları gün geçtikçe büyümesine rağmen, ülke içinde yaşam standardı ve büyüme yönünde ekonomilerinin gelişimini izleyebiliyoruz. Cari açık, elbette üretim yönünde değil, tüketim yönünde olmaktadır. Ülkeye giren malın artması, o ülkede üretimin çökmesi ve yok olması anlamına gelmektedir. Bu yüzden gelişmekte olan ülkelerde hizmet sektörü gelişirken, sanayi güdük veya montaj sanayisi olarak kalır.
Global firmaların çıkarına doğru atılan her adım hoş görü ile karşılanırken, serbest piyasa kuralları sadece kağıt üzerinde kalmaktadır. Serbest rekabet, global ekonomide olmayacak şeydir. Haksız rekabet, cari açığı tüketim lehinde olan bir ülkenin yok olması ve bütün kurum ve kültürel birikimlerini global tüketim koşullarına uygun olarak yeniden biçimlenmesi anlamına gelmektedir. Bu yeni biçim, her ülkede aynı markaların ve tüketim alışkanlıkların firmaların çıkarları yönünde oluşturulması anlamına gelmektedir. Küçük nüans farklar dışında, bütün ülkeler aynı firma logoları karşısında, aynı davranış özellik göstermeye başlamıştır. Ulusal bayrakların yerini günümüzde global firmaların sembolleri alıyor. Global firma için çalışmak ve onun büyümesi için her türlü enerjiyi vermek, ulusal gururun yerini almıştır. Bir çalışan için hangi ülkede çalıştığı değil, hangi firma için çalıştığı kariyer açısından daha önemli hale gelmiştir. Global firma; istediği çalışanını, istediği ülkeye gönderip, orada proje boyunca kalmasını sağlayabilmekte ve onun her türlü birikiminden yararlanmayı doğal olarak görmektedir ve zamanı geldiğinde kapının önüne koyarak, onu kaderi ile baş başa bırakabilmektedir. İnsanlar işlerini kaybetmemek için, her türden özveriyi göstermekte ve yüzyıllardır mücadele sonucunda elde edilmiş, çalışma yaşamına dair bütün kazanımlarını, kariyerini kaybetmemek için terk etmeye gönüllü olarak katılmaktadır. Global ekonomi, kendisine uygun çalışma koşularını da yaratmaktadır.
Tarih çizgisini günlük olaylar değiştirmiyor, hatta yeni olarak başlayan işgaller ve “insan hakları” adına yapılan saldırılar, uçmaya yasak bölge ilan edilmesi bile tarih çizgisinin değişimine neden olmamaktadır. İşgal edilen ülkelerin tarih çizgisi değişim göstermekte ama eskisinden farkı, lideri değişmiş ve koalisyon hükümetlerin olduğu bir yapı olmasından başka bir şey ifade etmemektedir, çünkü global ekonomiye uygun değişim yaşanmıştır, bazı değişimler dış müdahale ile olmakta, bazıları da içten içe uzun soluklu bir politikanın ürünü olarak yapılmaktadır.
Fast food yiyecek ve tüketim çılgınlığı artık, ne ulusal sınır tanıyor ne de kültürleri. Hepsi hazır giyimden giyinir gibi yaşıyorlar ve bir birine benzer yaşam standardına ulaşıyor. Tarih çizgisi yaşadığı krizlere ve bunalımlara rağmen değişmeden devam ediyor.
Ülkemiz içinde tarih çizgisi, 12 Eylül öncesi alınan 24 Ocak kararları ile değişmiştir ve o değişiklik bugünde devam etmektedir. Biz, global tüketim çılgınlığına entegre olmuş, firmaların istekleri doğrultusunda kararlar almaya devam ediyoruz. Buna karşı direnç gösterebilecek olanları ise torba içine karıştırıp atmak ve gündemden dışarıya bırakmak doğal karşılanmıştır. Katil ile kurban aynı torbada bir biri ile kaynaştırmaya çalışılıyor. Bu 12 Eylül hapishanelerinde denenmişti, bugün daha aklıca ve global ekonominin isteklerine göre daha sinsice ve içten içe yapılmaktadır. Bir örgütün lideri olduğu söylenen biri kendi gazetesini bombalattığı, bomba atan ile mağdur konumda olan aynı yerde yargılandığını, Hrant’ı öldürttüğü söylenen ile “Hrant için adalet için” diye slogan atan bir gazeteci henüz ‘kanıtlanamamış’ bir örgüt davasından yargılanmaktadır. Bu bizim kendi ülke tarihimiz çizgisi içinde olmaktadır ama tarih çizgimizi değiştirecek şeyler değildir.
Tarih çizgisi artık savaşlar, tutuklanmalar ve işgaller ile değişmiyor. Tarih çizgisi yaşadığımız global krizin global çapta yaşanacak bir savaş ile kırılma durumu gerçeği kendisini korumasına rağmen, tarih bize şimdiden gelecekte neler ve ne olabileceklerini söylememektedir. Sürprizlere açık bir tarih çizgisi içinde, tarih çizgisini değiştirmenin koşulları yaratacak, sistemli, düzenli ve amacı olan bir muhalefetin olmaması, olmayacağı anlamına gelmiyor. Bunun ilk işaretini komünist manifesto’da söylenmişti. Bütün dünya işçileri birleştiğinde, global firmaların tarih çizgisi belirleme özgürlüğü ve rahatlığı ortadan kalkacaktır. İktidarda olanları destekleyen global firmaların yenilgisi en son yaşanan Almanya’daki seçimler göstermiştir. Tarih çizgisinde nasıl bir sürprize açık olduğumuzu da göstermiştir.
İsmail Cem Özkan
Not: Bugünlerde yayınlanmamış kitabın toplatılması, bilgisayardan ‘delete’ edilmesi ile karşı karşıyayız. Bu tarih çizgisini değiştirmeyecektir ama ilginç bir olayda yaşamaktayız, delete yani silinen kitap artık bir link ile her bilgisayarda yerini almıştır. Bu bir itaatsizlik örneğidir, güce ve erke karşı yapılan bu itaatsizlik örneği. Gelecek için önemli umudu içinde barındırıyor. Tam ve kontrol edilebilir denetim mekanizması henüz oluşmadığını, umudun başka yerlerde olduğunu ve tarih çizgisini değiştirecek sürprizlerin yeni koşullara uygun olarak değiştiğinin de işaretini taşımaktadır. Kitap için Cumhurbaşkanı Gül dediği gibi bir PR çalışması olmuştur, sanırım Cumhurbaşkanı bu kitabı okumuştur. Başbakanın yasaklanmış sitelere girip sörf yapması nasıl doğal ise, her bilgisayara silinen kitabın düşmesi de sanırım doğal karşılanır hale gelmiştir.

30 Mart 2011 Çarşamba

Dünyayı güzellik kurtaracak

Dünyayı güzellik kurtaracak
Güne keyifli başlamalı. Keyfimizi kaçıranlara inat gülen gözlerimiz ile başlamalı… En güzel savaşımız, güzel kalmak için verdiğimiz mücadeledir. Çünkü geleceği, dünyayı güzellik kurtaracaktır.
Bugün güzellikleri, birer metaya dönüştürenler, güzelliği mahkum etmek isteyenlerdir. Onlar, güzelliği paranın duvarları arasına sıkıştırarak, geleceğimizi elimizden almaya çalışıyorlar.
Biliyorum, paraya sıkışmamış olan güzelliklerimiz, gözlerimizin ışıltısı var ve onlar geleceğin umududur…
Gelecek güzel düşlerin üzerine kuruludur, düşlerimizi gerçekleştirmek için bugün ayakta ve mücadele ediyoruz.
Düşlerimizi kirletmemeleri için, kirli olan ilişkilerden uzak kaldık, kalmaya da devam ediyoruz.
Sürekli görüş değiştiren, çevre değiştiren isterse de istemese de kirlenir. Kirlilik ona bulaşmıştır.
“Her koyun kendi bacağından asılır” düşüncesi hakim olan artık sistemin kirliliğinden yeteri kadar yararlanmıştır demektir. Çünkü var olan kirli dünyamızda bencillik en önemli kirlilik belirtisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Bencil insan, yalnızdır.
Bencil insan, insana sarılacağına paraya sarılır.
Bencil insan, kariyer ve koltuk için çocukluk arkadaşını dahi tanımayacak kadar acımasızdır.
Bencil insan, bir grup içinde rahat hareket edemez, diğer insanları para ile satın alabileceğini düşünendir.
Bencillik tesadüfi değildir, global ekonominin yaratmış olduğu insan tipidir.
Bütün bencil insanlar, bir birine benzer kıyafetler giyer, hazır giyim düşkünüdürler. Lüks tüketim düşkünüdürler, çünkü lüks tüketim onların egolarını doyuran bir araçtır.
Güzel olduğumuz ve güzel kaldığımız sürece dünyanın kurtuluşu ellerimizdedir.
Kalbinizin güzelliğini ve ışığını yansıttığınız sürece, geleceğimizin umudu olmaya devam edeceksiniz…
Gününüz güzellikler içinde geçsin, bu kirli dünyaya inat…
Çünkü güzelliğiniz, gülümsemeniz, gözlerinizdeki ışık demeti, bu sistemi yok edecek en büyük silahtır. Dayanışmaya, bir arada yaşamaya ve bir arada mutlu olmak için, güzelliğinizi ve kalbinizdeki sevgiyi koruyun. Çünkü dünyayı güzellik kurtaracaktır.
İsmail Cem Özkan

29 Mart 2011 Salı

Silah ve nükleer tesisler arasında bağlantı var mı?

Silah ve nükleer tesisler arasında bağlantı var mı?
Silahlanma yarışı ve sonucu, İETT otobüsünde oturmak için koltuk yüzünden tartışan iki kişiden biri silahını çıkardı ve otobüs içinde tartıştığı kişiyi vurdu. Vurulan kişi ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Otobüs şoförünün verdiği bilgiye göre, en büyük şans otobüste fazla insan olmamasıydı.
Silahı belinde taşıyan adama ve eline geçen fırsatta kullanmaktan çekinmeyen birine silahın ruhsatını kim verdi, kim bu silahı ona sattı? Bu soruları sorarsanız, o zaman devletin yapmış olduğu silah ticaretin bilgisine ulaşırsınız. Özel ve resmi kurumlar, sivil vatandaşa her türden silahı satma ve resmi kurumlar aracılığı taşıma hakkı veriyor.
Yemen’de iç çatışmalarda kullanılmak için gönderilen silahlar bir ülkede el konulmuş. Silahların seri numarasından hangi ülkede üretildiği hemen ortaya çıkmış, meğer bizim ülkemizden silah gidiyormuş… Her türden ticaret mubahtır, çatışmada en çok silah ve kurşun satılacağını düşünen iş bilir tüccarlarımız, silahları el altında o ülkeye göndermiş ama yolda iş kazasına uğramış ve yakalanmışlar. (sigorta firmaları bu ticareti sigortalamadıkları için de, tüccarımız büyük zarara uğramış) Sanırım, silah tüccarı olan vatandaşlarımız, zararlarının karşılanması için hükümetimize başvuru yapmışlardır. Silah almak için aldıkları kredilerin geri ödenmesi için yeniden düzenlenmesi, faizlerin silinmesi için ricada bulunmuşlardır büyük olasılıkla. Ülkemizde silah bulundurmak ve satmak serbesttir.
Bir bayram günü kapısını çalan çocukları evine alıp, onlara taciz eden, erkek çocukları hemen öldürüp parçalara bölen insan, bu ülkenin insanıdır. Ve yakında hapishanede ‘kader kurbanı’ olarak anılacak ve seçimlere yakın zaman dilimi içinde, mahpushanelerimizin doluluk oranı göz önüne alınarak çıkarılacak bir kararname ya da yasa ile bu ‘kader kurbanı’ vatandaşlarımıza özgürlükleri geri verilecektir. Ölenin ailesi yasalara saygılı olduğu için, çıkan bu vatandaşın hükmünü aile meclisi kararı ile yerine getirecek bir ‘kader kurbanı’ bulunacak ve oluşan bu girdap zaman tünelinde kendisini tekrarlayacaktır.
Silahlanma yarışı elbette çatışmaların sonucu ortaya çıkar ve çatışmanın oluşması içinde koşullar hazırlanır. Bu yarıştan elbette üretici ve satıcılar ve de ithalatçılar kazanacaktır. Kaybeden insan olacaktır…
Kuzey Afrika, Arap yarımadası çatışmaların en yoğunlaştığı günleri yaşıyor, o çatışmaların olduğu bölgelerde, silah tüccarların da cirit attığı alan olması kadar doğal bir şey yoktur. Bizde silah ticareti serbest olduğuna göre, bizim silah tüccarlarımızda oralarda sıcak para ile buluşmaları kadar doğal bir şey yoktur diye düşünüyorum. Bu tüccarların 12 Eylül öncesi nasıl bir yol izledikleri konusunda Uğur Mumcu bir çok araştırma yapmış ve Abdi İpekçi Cinayetinden, 1 Mayıs katliamına kadar bir çok olayda bunların parmak izlerini yakalamıştı ama sonuç alınmadan bir bomba ile vücudu ortadan kaldırıldı. Araştırmayacaksın, sorgulamayacaksın, sormayacaksın dediler.
Serbest bırakıldı her şey ama kimse bilmez bu silah tüccarların adını, yerini… ama sokalar ve mahallelere kadar gelen silah satan dükkanlar ile karşılaşmanız artık şaşırtıcı değildir, her türden ve boydan silah camekanları süslüyor.
Silah ile nükleer tesisler arasında bir bağlantı kurmadı hükümetin başbakanı “ama sonuçta ikisi de öldürür, ikisini de yasaklamanın anlamı var mı” diyebilirdi. Doğal gaz ile nükleer tesisleri bir biri ile karşılaştırandan, silah ile nükleer silahları karşılaştırmasını beklerdim açıkçası. “Ha küçük bir silah almışsınız, ha atom bombası. Her ikisinin de ticareti serbest olmalıdır. Sonuçta atomda insan öldürüyor, silahta” diyebilirdi. “Atom silahı üretmek için nükleer tesislerine ihtiyacımız var, onun için nükleer tesis kurmalıyız, bakın çevremizde bizi tehdit eden bir çok unsur var, onlara karşı elimizi güçlendirmek için nükleer tesis kurmak ve işletmek zorundayız” diyebilirdi. Demedi, beni hayal kırıklığı ile baş başa bıraktı.
Silah satan tüccarlarımıza teşvikler verilmeli, onların oluşan borçları ertelenmeli ve faizlerini silmeliyiz, çünkü onların çalışma alanları risklidir ve de mallarına el konulma tehlikesi vardır.
Otobüste iki kişi bir koltuk yüzünden tartışmış, biri belindeki silahı çıkarmış ve ateşlemiş. En büyük şans, otobüsün çok kalabalık olmamasıymış… Otobüste pencereden dışarıya bakan gençler, aman dikkat edin, yolcuların bellerine bakın ve eğer bir kabartı filan görürseniz, hemen yer verin. Ne olur ne olur…

28 Mart 2011 Pazartesi

İki çarpı iki

İki çarpı iki
27 Mart “Dünya Tiyatrolar Günü” nedeniyle tiyatrocular ile birlikte günü kutlamak istedim. Muammer Karaca Tiyatrosunun yıkımına karşı bir etkinlik ile başladım, tiyatrolar gününe. Daha sonra Taksim meydanında yer alan Atatürk Kültür Merkezinin önünde eylem ile birlikte güne devam ettim. En son olarak, bugün (Tiyatrolar Günü) hiç tiyatroya gitmediğimi anımsadım ve İstanbul Devlet Tiyatrosunun Küçük Sahnesinde oynanan oyuna gittim. Oyunun ismi yoktu aklımda, kim yazmıştı, bilmiyordum, çünkü ne oynanırsa oynansın, tiyatrolar gününe uygun ve emeğe dayalı bir oyun izleyeceğimi biliyordum.
Küçük sahnenin kapsından girdim, meğer daha önce tiyatro için davetiye almak gerekiyormuş, kapıda öğrendim. Ama şanslıydım ve kapıdaki görevliden hemen bir davetiye aldım. Oyuna girmek için artık bir sorunum kalmamıştı. Oyun, öğlen sonu saat üçte başladı. Önce sahneye oyunun başrolünde oynayan Adnan Biricik, Ali Poyrazoğlu’nun kaleme aldığı güne uygun metni okudu. Tiyatro günü içinde, tiyatrocu sahnede yerini alıyordu. Tiyatrocuların bir bölümü meydanlarda tiyatrolarına / sahnelerine sahip çıkarken, bir bölümü de sahnede yerlerini almış ve sahneler bizimdir ve çalışma alanımızı terk etmeyeceğiz diyen grev işçileri gibiydiler. Sahne ve perde oyuncularındı, seyirci koltukları da bizimdi. Bir bütün olmuştuk. Seyircisiz tiyatro olmayacağı gibi, oyuncusuz sahne olmazdı. Gerçi tozlara bırakılmış bir sahnemiz var, uzun yıllardır o taksim meydanında sessizce çürümekte, o gün oyuncular dışarıda kurulan sahnede yerlerini almıştı. Gün güne uygun devam ediyordu.
“İki Çarpı İki” Behiç Ak’ın yazdığı bir oyundu. Oyun başladığında kimin oyunu olduğuna bile bakmamıştım, çünkü bugünü kendi içinde sürprizleri olan gün olmasını istiyordum ve daha önce hiçbir bilgi almadım. Almakta istemediğimden dolayı sıfır bilgi ile koltuğa oturdum. Sahne sade bir şekilde dekor edilmiştir. Işık ve ses efekti her rol değişiminde aynı şekilde yansıdığını kısa zamanda öğrenecektim. Deniz dalgası, rollerin değiştiğini anlatıyordu. İki koltuk ve bir bank. Ve iki oyuncu sahnedeydi. Oyuncular ilk adımda rollerini anlatıyor gibiydiler. Önce bir yabancı yazarın eseri mi diye düşündüm. Çünkü oyun konuşmaları bizim yerli yazarların konuşma metnine pek benzemiyordu. Akıl vermiyordu kısaca, olayı anlamak için oyunun içine davet ediyordu. Bizim yazarlarımız nedense hep mesaja önem vermiştir, mesaj önce olunca oyun bize özgü oluyor. Fakat son seyrettiğim ve okuduğum yerli bizim yazarların eserlerinde mesaj oyunun içinde dağıtılmış halde görmekteyim, tıpkı batılı yazarların yaptığı gibi… son yazılan oyunları ve sahnelenen oyunları daha başarılı görüyorum, elbette içlerinde kötü oyunlarda olacak. Ama Behiç Ak’ın bu çalışmasını çok başarılı buldum, kendisini karikatür dünyasından tanırdım, bu yönünü de geliştirdiğine oyunu izlerken şahitlik yapacaktım. Karikatür dünyası genelde sahneye oyuncu vermiştir, yazarı yok gibidir diye biliyorum, elbette yanılmışta olabilirim.
İki oyuncu sahnedeydi, dört karakteri canlandırıyorlardı. Sema-Ahmet, Mahmut-Elvan. Her an, bir karakterden diğerine geçiyorlardı ve mimikleri ve ses tonları ile hangi karakteri oynadıklarını izleyiciye sunuyorlardı. İki insan, evliydiler. İki aile vardı sahnede. Yıllardır birlikte yaşıyorlar ve birbirlerini oldukları gibi kabul etmişlerdir, roller bellidir ve o rolleri yaşarlar aile içinde. Değiştirmek amaçları yok. Birlikte yaşamak bir alışkanlık halini almıştır. Alışkanlıkları, yıllar öncesi arkadaşı ile karşılaşması ile dalgalanacaktır. Yıllar sonra karşılaşma yemek daveti ile sonlanacaktır ve yemek yaşamlarını bir süreliğine de olsa değiştirecektir. Yıllar önce gençlik eylemleri sırasında birlikte gözaltına alınmış ve işkenceden geçmiş iki arkadaş, biri dominant diğeri pasif konumdadır. Biri itirafçı konumdadır ve diğeri direnmiştir. Ve dışarıya çıktıklarında bir daha bir birlerini hiç görmemişlerdir. Tesadüf bu ki, o gençlik heyecanı ve düşüncelerinin yerini yeni yaşam koşulları almıştır. Zengin olmuştur biri, öteki ise sessizliği ve itiraz etmeden yaşamayı seçmiştir. İki arkadaş, bir akşam yemekte buluşurlar. Eşler birbirini ilk defa o gün görürler ama ilk dalgalanma o an olmuştur. Evlilik yaşamında dominant olanlar bir birine karşı ilgi duyarken, pasif olanlarda aynı derecede bir biri ile ilgilenmektedir. Eşler, sanki eşlerini değiştiriyor gibidir. Oyun ilerledikçe “gibi” kavramı kalkıyor ve değiştiriyorlar eşlerini bir anlık için. İki tarafın birbirine yaklaştıracak o kadar ortak yönleri vardır ki, o hep özlem olarak içlerindedir ve bu buluşma özlemlerini içlerinden çıkarmıştır. Birlikte olurlar ama vicdanların bu birlikteliğe karşı isyanı vardır. Olamaz, toplum normlarının verdiği ahlak ve vicdan, bu ilişkiye isyan eder. Ama bu isyana rağmen evlerini terk eder eşler ama bir süre sonra olmaz derler ve geri dönerler eski yaşamlarına. Bir dalgalanma sakinleşme ile sonlanır. Başlangıç noktasına dönerler.
Dört karakter, dört oyuncu yoktur sahnede, ama sanki dört oyuncu varmış gibi bir tiyatro şöleni ile karşı karşıyasınız. Oyuncular (Seray Gözler Yeniay, Adnan Biricik) müthiş performans gösteriyorlar, hangi karakteri canlandırıyorlarsa aynı anda ve bir anda geçiş yapabiliyorlar ve hiçbir şekilde karıştırmıyorlar. Mimikler, sesleri ve davranışları ile iki karakteri aynı anda canlandırmak sanırım oyunculuk açısından çok zor ama bunu sanki doğal bir şey yapar gibi yapıyorlar, o kadar içselleştirmişler ki oyunu, oyun içinde yaşıyorlar.
Ses ve ışık ve sahne uyarlaması çok başarılı bir oyunu tiyatro günü nedeniyle izledim. Emeği geçen tüm emekçilere teşekkür ediyorum, bana bu güzel ve anlamı günde bu duyguları yaşattıkları için…
İsmail Cem Özkan
İki Çarpı İki
Yazan: Behiç Ak
Yöneten: Serpil Tamur
Dekor Tasarım: Şirin Dağtekin Yenen
Giysi Tasarım: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarım: Önder Arık
Yönetmen Yardımcısı: Melek Gökçer
Sahne Amiri: Mahsuni Yılmaz
Kondüvit: Emre Akgül
Işık Kumanda: Kaan Eman
Rol Dağılımı:
Seray Gözler Yeniay, Adnan Biricik