16 Nisan 2011 Cumartesi

Eski bir ses dolanır üzerimizde…

Eski bir ses dolanır üzerimizde…
Eski bir dil dolanır yaşadığım şehrin üzerinde. Eski yaşayanların sesleri ile birlikte. Bir müzik duyarım bu topraklara ait, toprağın sesini, insanını anlatırken.
Bir ses gelir uzaktan, binlerce yıl uzak yoldan… Binlerce yıldır bu gökyüzünde saklanır sesler, zaman zaman yer yüzüne inen sesler. Gök kubbe, yaşananları saklar, çığlıkları, savaşları ve de düğünler. Ne kadar azdır güzel günler, insanlar binlerce yıl acı çeker, acıyı ezgi yapar, güzel günleri umut yapar ama yok olmuş o gök kubbenin altındaki insanlar…
Gök kubbenin altındaki yer yüzünde, yerin altında yerleşim katmalarında hikayeleri yatar. Seslerin yazılı, belgelerin geçmişi anlattığı destanlar yaşadığımız yerin altında durmakta, sessizce. Geçmişin sesleri üzerine beton dökmüşüz, nefes almasınlar diye. Geçmişin birikimi üzerimizde, geçmiş yanı başımızda… Geçmişimizi yok ediyoruz, her toprağı kazıdığımızda… Kazılan yere ya beton döküyoruz ya da yağmalıyoruz, geçmişin yarattığı değerleri paraya döndürmek için…
Yaşadığımız çağ ne kadar beton üzerinde olsa da, aslında bizler görünmeyen kağıtlar üzerinde yaşıyoruz. O görünmeyen kağıtların üzerinde yazan rakamlar bizim yaşantımızı, kalitemizi ve kültürümüzü belirler konuma geldi. Şimdi diyeceksiniz ki ne kağıdı, para olarak kabul edilen ve değiştirilen alınan şey ve bir değeri taşıdığına inanılan kağıt parçacıklarından bahsediyorum. Kağıt bir zeminde yaşamın güvencesi olmaz, en ufak bir kıvılcımda parada üzerindekilerde yok olur gider…
Gök kubbe altında sesimiz kalacak mı, yoksa sadece küllerimiz mi uçacak?
Eski bir ses dolanır üzerimizde, ne dediğini anlamadığımız ama sesinden ne anlatmak istediğini anladığımız bir dil… Eskiden yaşananları anlatan sesler ve notalar...
Bizden acaba geleceğe bir nota kalacak mı?

14 Nisan 2011 Perşembe

Tiyatro ucubedir, kaldırın!

Tiyatro ucubedir, kaldırın!

Sanata tükürenler, ucube diyenler yan yana gelmiş devleti yönetiyorlar. Bu kadar sanat severi bir araya toplayan bir ideoloji var ki, insanlar yan yana geliyor. Ya da ideoloji demeyelim de “çıkar birliği” var ki diyelim.
Eskiden siyasi partilerin dayandığı bir zemin vardı, katmanlardan oluşurdu toplumlar, o katmanlarında sözcüleri ve temsilcileri olurdu. Global ekonomi bu katmanları yok etti, kitleyi yarattı. Şimdiki siyasi partiler kitle partisidir, dayandıkları bir katman yoktur. Kitle partisinin ve kitlenin ise birinci tercihi çıkarıdır. Çıkarına göre karar verir ve çıkarına göre yön değiştirir. Çıkarlar her şeyin önünde olduğunda ise, doğal olarak kitle partileri de dört ayrı düşünceyi bir arada tutabiliyor. Eski kimlikler, düşünceler ve geçişlerin artık önemi yoktur, çıkarı neredeyse kişi orada konumlanabilmekte ve çıkarı gereği aniden yön değiştirebilmektedir. Bugün kite partilerinin devamlılık göstermemesinin temelinde bu yatar. Yani çıkar ve çıkarsal ilişkiler.
Çıkar devletin işleyişini bile belirler konuma gelmiştir. Bu da global ekonominin ve politikalarının sonucundadır.
Global bakış içinde, ayrıntıların önemi yoktur. Yukarıdan aşağıya doğru bakın ve sokakta yürüyen insanları izleyin, sokakta yürüyen insanların kimliği sokağa yaklaştıkça önem kazanır ama bir gökdelenden bakarsanız, sadece nokta olarak göreceksiniz ve kimlikler önemsizidir. Global ekonomide, sokakta yürüyen nokta gibi gözüken insanlar istatistikte bir rakam olarak görülür, kimlikleri, kültürleri ve konuştukları dilin önemi yoktur. Gökdelenden bakan birinin belirlediği politika gereği aşağıda kim belediye başkanıymış, kim başbakanmış, kim kültür bakanıymış diye bakmaz, önemli olan şirketinin çıkarıdır ve amacı doğrultusundaki rakamlardır.
Kültür bakanı bir açıklama yapmış, devlet tiyatroları kaldırılabilinir. “Başbakanına bak, bakanının düşüncesini söyleyeyim” günümüzde hayat bulmuş cümle konumuna geldi. Başbakan, “ucube” diye bir heykeli ihale ile yıktırıyor, belediye başkanı heykele tükürüyor, bakanda bundan aşağı kalır mı, kendi sorumluluğunda olan bir kurumu ortadan kaldırabilme düşüncesini medyaya açıklayabiliyor. Çünkü çıkarlarına uymuyor. Devlet tiyatrosuna ayrılan bütçe başka amaçlar için kullanılabilinir. İşe yaramayan salonlar ihaleler ile pazar ekonomisinde verimli amaçlar için kullanılabilir, dönüştürülebilinir. Taksim’deki AKM binasının değerini bugün bir düşünün, orada neler olmaz ki, kimlerin iştahı kabarmaz ki?
Özel tiyatroların büyük bir bölümü politik mesaj veren oyun oynamıyor, çünkü politik mesaj verildiğinde ödenek sorunu karşılarına bir engel olarak çıkabilir. Devlet tiyatrosuna verilen para ile özel tiyatrolar bir hizaya getirilebilinir.
Devlet tiyatroları bir çok özel tiyatrodan daha cesur ve kaliteli oyun sahneye koyabiliyor. Bu durum piyasa ekonomisi ve kitle kültürü açısından bakan için anlamsız, çünkü para getirici işler değil. Sanat yapmak için eğitim şart, eğitimi olmayanın sahneye çıkıp bir şey söylemesi zor. O yüzden oraya çıkar ilişkisi içinde olunan kişileri öylesine istihdam edilemez. Bu büyük bir sorun teşkil eder. Çıkara uymuyorsa “kaldırın gitsin” sözü bakanın sözüne denk düşüyor.
Bir heykelin ihale ile kaldırılması meselesinde “ucube” sözü kullanılmıştı ama öncesinde başka şeyler de söylenmişti. Heykeltıraş oradan bilmem ne kadar para alıyor, bu paranın sadece bir adama verilmesi ne kadar doğru, gitsin başka yerden ihale ile para kazansın gibi… Buna benzer sözler söylenmişti. Heykele ve sanata bakış arkasında yatan asıl şey para ve paranın çıkara göre paylaşımı. Yani sanata para gözlüğü ile bakarsanız, kitle kültürünün dışa yansıması olarak “ucube, içine tükürülen, sırtımıza yük” gibi kavramlar ile karşılaşırsınız ve işin boyutu küçümsenmesine ve yok edilmesine kadar genişleyebilmektedir. Peki, iktidarda olanlar için sanat yok mu? Elbette var, çıkarlarına uygun olanlar ve çıkarına uygun eser üreten büyük sanatçılarımız her dönemde vardı, var olmaya da devam edecektir.
İktidar, tiyatro gibi iyi olan şeyi bunca zaman neden kaldırmadı diye kafamda sorular geçiyordu. Çünkü devlet tiyatrosunu kendi çıkarları yönünde biçimlendirmemişler ve istedikleri gibi propaganda aracı olarak kullanamadılar. Bu durum bende tiyatronun ayakta kalması konusunda kuşku yaratmıştı. Bir şey olması gerekli ki, tiyatroya biçim verilsin ya da kaldırılsın. O bahanede bir şekilde tesadüf sonucu yaratıldı. Ve hemen kafalarda şimşekler çaktı ve “tiyatroda ucubedir” sözü sessizce ortaya çıktı. Ha heykel ha tiyatro, çıkara hizmet etmeyen her şey ucubedir. Çıkara uygun şeyler ise en büyük sanat eseri olarak alkışlanır ve alkışlayanlarda her zaman bulunur.
Sanatı ucube olarak görenlerin kapısında, sanatçıların bir bölümü para için sıra beklemektedir. Onların anlayışına uygun projeler geliştiriyor… İktidarı elinde bulunduranlar ise, gerekli gördüklerini ucube, gerekli gördükleri ise para verilen sanat diye bakmaya devam ediyor...

13 Nisan 2011 Çarşamba

Notalar kadar güzel kadına...

Notalar kadar güzel kadına...

Notalar seni anlatıyor binlerce kilometre ötede... Seni ve sıcak kalbini... Ben sadece dinliyorum, elimden bir şey gelmeden...
Notalar, duyguları anlatır, konuşamadıklarımızı hissettirir. Notlar ile konuşanlar duygusaldır. Duygu yaşamın bize sunduğu armağandır.

Verilen armağanının değerini bilmeyenler, notaları yere saçar, ağlar ve ağlamaklı sesler çıkarır. Notalar gözyaşını taşıyamaz.

Notalar güzellikleri taşır, umudu… İşçinin gülümsemesini, emekçinin dayanışmasını seslendirir.

Aşıkların dilidir.

Aşkın dili nota…

Nota en çok kadını anlatır.

Emekçi, güzel kadını, tütün toplayan kadını notalar arasında hissedersiniz, görürsünüz.

Kadınım derken bir erkek sesi, notalara bırakmıştır sesini aslında.

Kadının kalbidir.

Kadının sıcak elidir.

Kadının bakışıdır notlarda gizli olan.

Gizli olan, notalarda açıktır, notalar gizlemez, açıkça söyler ve gösterir.


Kalbimin atış ritmidir notlar.
Notalardan yarattığım bir köydür yüreğim.

Yüreğim kocaman evrensel bir köy

İçinde hep güzeller var

11 Nisan 2011 Pazartesi

Ne zaman yaşlandım?


Ne zaman yaşlandım?
Yaşlıyım dedi, yaşlıyım dedi gözleri ile toprağa baktı. Şehirde toprak dediğin, betondan fırsat bulduğu yerde göze çarpıyor, saksılar içinde kalan bir avuç toprak. Eskiden yağmur yağdı mı, çamur olurdu, ayakkabılar ve pantolonun paçası. Şimdi ne ayakkabı çamur, ne de paça çamur olmakta.
Eskiden diye düşündü, yağmur yağdığında yeryüzü toprak kokardı, şimdi şehir pisliği kokuyor, özellikle güneş açtığında, sanki pis sular yeryüzünden akıyor. Şehrin kokusu doğanın kokusunu yok ediyor.
Lağım her yere sinmiş gibi…
Kokuyor, insanlar da kokuyor…
Şehrin içinde başıboş köpekler, kediler, kuşlar, fareler, küçük canlılar olabildiğince hareket etmek istiyorlar ama insan onların doğal hareketlerini bile yok etmiş, insana göre hareket ediyorlar. Duvarın üzerine sinmiş bir kedi, bir insan yanından geçerken, tüm dikkatini o insana yöneltiyor ve o gidince rahat nefes aldığını gözlemleyebilirsiniz, çünkü insan kendisinden olan olmayan her şeye saldırıyor…
Şehir, doğal olanı yok ediyor. Şehir, doğal olmayan yeni davranış hareketleri yaratıyor ve biçimlendiriyor.
İnsanlar, yaşadıkları yerlere benzemiş, beton yüzler ve betondan gülümsemeler ve konuşmalar.
Demir yumrukları her an hazır, havaya kaldırıp, rakip gördüğünün üzerine vurmaya.
İnsanlar, sesin en çok yankılandığı bir tünel karşılaşmasınlar hemen orada bağırıyor, haykırıyor. Sadece kendi duyuyor ama önemli değil, bağırıyor. Bütün yürüyüşlerde köprü altından geçerken yürüyenler daha canlı ve daha kuvvetli bağırıyor…
Kulakları sağ edecek müzik eşliğinde, kafasını bir o yana bir bu yana sallarken, saçların yarattığı rüzgardan zevk alan tek canlı insan olduğunu düşünemiyor bile…
Yağmur sonrası oluşan güneş, artık gökyüzünde gökkuşağı oluşturmuyor. Şehir içinde gökkuşağını sadece yapay havuzların fıskiyelerinde görebilirsiniz, eğer dikkat eder ve ışığı tam noktasına getirebilirseniz.
Gökkuşağı yok şehir yaşamı içinde.
Şehir, beton renginde, kendisine benzettiği insanlar ile homurdanmaya devam ediyor.
Şehir, hep gürültüyü doğuruyor, besliyor.
Sağır edecek kadar sesler her yeri kuşatıyor. Oturduğunuz binanın duvarı bile sesten titriyor.
“Yaşlıyım” dedi, “beni bu şehir yaşlandırdı.”
Zaman sanki yoktu, şehir yaşamı içinde zaman sadece saatlerde ve takvimlerde gözüken bir rakam gibi, çünkü kimse bilmiyor ne zaman ne yaşadığını.
Zaman ve mekan kayıbı yaşar şehir insanı, ne zaman yaşamıştı çocukluğunu, ne zaman okula gitmişti, okul arkadaşları ile ne zamandır görüşmüyordu, ne zaman saçları beyazlamıştı? Hiç fikri yoktu, gözlerindeki pırıltıyı ne zaman kaybetmişti?
Yaşlıyım dedi, gözleri toprağı aradı, geçmişi aradı.
İsmail Cem Özkan

Çıkarımız, ortak stratejide mi?

Çıkarımız, ortak stratejide mi?
Son günlerde okyanus ötesinden Türkiye’ye doğru bir övgü yarışı var. Eğer övgüde bir çoğalma varsa, başımıza bir şeyler örülüyor demektir.
Akşam gazetesinde STRATFOR'un kurucusu Friedman mülakat vermiş*. Onu okuyunca “vay be!” dedim, bizden habersiz hiçbir şey olmuyor ama başbakanın haberi dahi yok başucunuzdaki gelişmeler hakkında.
“Türkiye bölgesel güç ve bugün Libya'da hiçbir şey Türkiye'nin pozisyonu olmadan olmaz.” demekte. Bu cümleden yola çıkarsanız sizi yanlış yola çıkarır, çünkü gerçek öyle değildir. Başbakanın son aylar içinde zigzag çizmesine yol açan gelişmeleri yakından yaşadık… Bizim dışımızda alınan kararlar ve bizim dahi olmadığımız toplantı sonucunda yer yüzüne kucaklayan bombalar. Bir birine yakın ülkelerde yaşanan iktidar değişiklikleri ve bu değişikliklerin yarattığı kafalarda sorular. İktidar mı değişiyor, rejim mi, nasıl bir rol biçiliyor? Ürdün’de gösteriler var ama gösterilerin özeti yaşananların özeti gibi, rejim değişikliği değil, reform istiyoruz diyorlar. İktidar değişikliği isteyenler, uçuşa yasak bölge ilan ederek, iktidarı kendi güçleri ve denetiminde değiştirmeye başladılar bile.
Bu değişimlerin olduğu yerde NATO şemsiyesi altındayız ama yaşanan tek yönlü savaşta NATO bir bütün olarak yok. Friedman bile bunu elindeki istihbarat gücü ile görmüş, bize başka söz söylemek düşmez.
Friedman, İran ilişkileri bizim geleceğimizin belirleyeceğini ve İran ile aramızda mesafe koymamız gerektiği vurgulanıyor. İran gücü gereğinden fazla abartılarak, ileride oluşması olasılık olan savaş ya da işgal için zemin yaratılmaktadır. “Eğer İran'ın gücü önce Irak, sonra Suriye ve Lübnan'a yayılırsa, bu Türkiye için de İsrail için de tehlikeli.” demektedir. İran sanki bölgede ilk defa adım atıyor gibi algılatılmaktadır. Bu cümleden yol çıkarsanız eğer, İran sizin en büyük düşmanınız ve “çıkarlarınız (İsrail, ABD ile birlikte) var ve beraber çalışmak zorundasınız.” sözü tam bu noktada yerini buluyor.
Strateji ve istihbarat bilgileri toplayan firmalar veya kurumlar kamuoyu oluşturmak için araçtır. Bu amaçlarına yönelik her türlü propaganda aracını kullanmaktan geri durmazlar ve bu gibi kurumlar bizim bilgilerimizin üzerinde bilgi ile donanımlıdırlar. Atacakları adımlar daha önceden planlanmış ve alt yapısı sağlam kuruluşlardır.
“STRATFOR'da tüm dünyadan 500 kişi çalışıyor ve 269 bin üyemiz var. Bilgi toplamada ABD Dışişleri'nden daha iyiyiz.” demektedir Friedman kendi kurumunu tanıtırken. Demektir ki ülkemizde de bu kurum için çalışan gönüllüler / profesyoneller var. Kimler bunlar demeden duramadım.
“Türkiye, AB üyesi olmadığı için çok şanslı. … Ama zaten alınmayacaksınız. Sanırım en büyük şok AB sizi isterse yaşarsınız.” Büyüme hızımızın cari açık bölümü gözden uzak tutularak anlatılmaktadır. Eğer alt yapısı sağlama ekonomilerde büyüme hızı abartılarak ve daha da pohpohlanırsa felaket çanları çalıyor demektir, kontrollü büyümek ve sonuçlarını önceden tahmin etmek için ekonomilerde nefes almak zorundadır, yoksa bizim yarattığımız bir teknoloji ve sanayi büyümesi değildir. Eğer ekonomide bir kriz yaşanırsa bu krizin sonucu bizde yıkım olarak yansıyacak ve diğer ülkelere göre etkisi daha büyük olur. istikrarlı ve alt yapısı sağlam olanlar için yıkım tusinami ile ortaya çıkar. Bizde en ufak sallantı devrilmemize ve felç kalmamıza sebep olabilir.
Friedman elbette doğru şeylerde söylüyor cümlelerin arasında. Son günlerde yaşanan değişimler ve Libya’daki iç savaş sonuçta iktidar mücadelesi olduğunu sistemi ve rejimi değiştirecek boyutta olmadığı konusunda. “ortada rejim değişimi yok” demektedir kıvırmadan. Ama esas değişimin körfezde yaşandığının altını da çizmektedir. Şiiler ve Suudi rejiminin çıkar ve coğrafik çatışması konusunda. Sorun ve çatışma yaşanacaksa, körfez bölgesinde yaşanacağı vurgunsunu yapmaktadır. Bizim gündemimize düşmeyen Bahreyn gelişmeleri başka kaynaklar açısından büyüteç ile bakıldığı noktadır. Bahreyn’e yapılan Suudi desteği ve askerlerinin yol açtığı tahribat bizim medyada küçük bir haber olarak yansıdı.
İsmail Cem Özkan
* Şenay YILDIZ, 11 Nisan 2011 Pazartesi - Akşam Gazetesi

10 Nisan 2011 Pazar

Yer altından gelen sesler…

Yer altından gelen sesler…

İstanbul’u İstanbul yapan değerleri öne çıkaran bir yerel politika var mı? Buna olumlu yanıt vermek isterdim ama ne yazık ki bu konuda olumlu hiçbir şey göremiyorum.
İstanbul gün geçtikçe büyüyor ve görüntüsel olarak değişim yaşarken, temel sorunları büyümekte ve bir gün bu yapısal sorunlarından kaynaklanan büyük bir felakete davetiye yazmaya devam etmektedir. Şehir gökyüzüne ve yatay olarak büyürken, aynı şey yer altı için söyleme imkanına ne yazık ki sahip değiliz. Geçici çözümler ile sorunların üstü toprak ile örtülmekte ve üstüne de beton dökmekteyiz.
Binlerce yıldır ayakta duran şehir, geçmişte alt yapı sorununu tüneller ile çözdüğüne bugün dahi ayakta duran sarnıçlara bakarak görebiliriz. Sarnıçlar birer sanat eseri gibidir, oraya gidip gezmek isteriz.
Bugün şehrin değişik yerlerinde yer altı çalışmasına şahitlik yapmaktasınız. Yollar iki de bir kapanır ve değişik kurumlar tarafından kazınır, çünkü en basit çözüm tercih edilmiştir. Sorun olduğunda, sorunlu bölgeye müdahil etmek üzerinedir. Yer altında yer alan şehrin yükünü taşıyan yapılara günlük çözüm yollar ile çözümlenmeye çalışılıyor. Borular döşeniyor ama bu borular sorunun çözümünün ertelenmesi olarak okuyabiliriz.
Şehrin yer altı düzeni yoksa, o şehirde her türden felaket senaryo olma olasılığı yüksektir. Bir bakarsınız çöp patlar, bir bakarsanız havagazı patlar. Yollarda açılan çukurlara arabalar düşer. Kaldırımsız yola arabalar park eder, bir yangında müdahale etmesi gereken araç o yola giremez.
Enerji savurganlığı olabildiğince büyük şekildedir, her daire için ayrı ayrı çözüm yolları aranmıştır. Enerji ihtiyacımız fabrikalar için değil, konutlar için gerekli hale gelmiştir. Bu enerji açıklığı yüzünden alternatif enerji kaynakları araştırılmaktadır.
Enerji ihtiyacını karşılamak için hidroelektrik ya da nükleer santraller öne çıkmaktadır. Her iki enerji kaynağı da yaşadığımız evreni yok eden, yeniden biçimlendiren şeyler olduğu yaşadığımız yakın tarihe bakarak söyleyebiliriz. Hidroelektrik santraller dererli yok etmekle kalmıyor, göçmen kuşların yollarını da yok ediyor. Kuşların olmadığı evrende neler kaybederiz, hiç düşünen oldu mu? İnsanın akılına başka sorularda hemen geliyor, kuş gribi acaba bu enerji pazarlayan firmalar tarafından mı üretildi?
Gelişmiş ülkelerde yer altı sorunları yüz yıl öncesinden çözümlemiş, o şehirlerin alt yapısına bakarak yer altı yeniden yapılandırılabilinir. New York şehri önümüzde beş yüz yıl için su ve enerji sorununu çözmüş. Madem kuzeye bakmak baş dönmesine yol açıyor, batıya bakın. Orada nasıl çözdüklerini ve yer altında tünel açarak yapılan düzenlemelere bakın. Şehirlerin nasıl bir yer altı olduğunu öğrenin…
Tünel açmak, günümüzde inşaatlarda ve tersanelerden daha güvenlidir. İnşaatlarda kaç işçi ölüyor bileniniz var mı? Tersaneler ölüm yerleri olduğunu medyaya yansıdığı kadar öğrendik, peki gökdelenler ile dolan İstanbul şehrinde, bu inşaatlarda çalışan işçilerin durumu nedir, kaç işçi öldü bu büyük binaları yaparken? Hep depreme dayanıklı olup olmadığını konuşuyoruz ama ölümleri, yaşanan sıkıntıları konuşmuyoruz…
Büyük şehirlerin ve küçük yerleşim yerlerin yer altından yeninde inşaat edilmesi geleceğimiz için önemlidir, çünkü yer altından gelecek tehlikeler vardır ve bu sadece deprem ile olacak şeyler değildir.
İsmail Cem Özkan