25 Ağustos 2011 Perşembe

Bana göre ceket ne anlam ifade eder?

Bana göre ceket ne anlam ifade eder?
Ne zaman bir damat ve gelin görsem, üzerindeki kıyafetlere gözüm ilişir. Onların kıyafetleri bir şey anlatır ama ne anlattığı üzerine bugüne kadar hiç kafa yormamıştım, bugün ceket konusunda bir deneme yazısı yazayım dedim, kafamdakileri beyaz sayfa üzerine siyah harfler ile dökeyim. Bakalım siz bu görüşüme katılacak mısınız?
Ceketin tarihi tam olarak ne zaman başladı, ceketin altına gömlek ve kravat ne zaman eklendi bilmiyorum. Fakat öngörülerim ve tahminlerim elbette bu konuda da var, çünkü ceket toplum içinde katmanların bir birinden ayrılması için bir sembol olduğunu düşünmekteyim. Avrupalı serfler köylülerden ayrı gözükmek ve onların dışında farklı yaşama çok önem veriyorlardı. Bu da anlaşılır bir durum, çünkü serfler, köklü aileleri ve toprak zenginliğini sembolize ediyorlardı, eğer yönettikleri katmanlar gibi yaşarlarsa toplum içinde itibarları olmayacaktı. Yönettiklerini kendilerine bağlı tutmak için onların dışında, imrenecek bir hayat sürmeleri gerekliydi ki, tarım işçileri de onlara kul, köle olarak çalışsınlar. Üstün olmanın bir göstergesidir kıyafetler ve yaşadıkları yerler. Şatoların bu kadar büyük ve yaşam alanından uzak olması tesadüfi değildir. Ebette serfler köylü ile kendileri arasında bir çizgi çizmek ihtiyacı duymuşlardır, bu ihtiyacın ürünü olarak ceketin yaşamda karşılık bulduğunu düşünmekteyim, çünkü bugün dahi köylüler günlük hayat içinde ceket giymezler. Geleneksel kıyafetler içinde ceket yoktur, hiç gördünüz mü ceket ile geleneksel dans eden adamlar? Bugün dahi Avrupa’da kullanılan bayrak renklerinin serflerin giydiği ceketlerin renklerinden alması bir tesadüfi olmaması gerek.
Geçmişin fotoğraflarına ve resimlerine bakarken belki dikkatinizi çekmiştir, askerlerin kıyafetlerinde bugünkü cekete benzer kıyafetlere benzer. Ceket bir nizam ve düzeni temsil etmektedir. Amerikan bağımsızlık savaşında “kırmızı ceketliler” İngiliz resmi güçlerini temsil etmesi ve savaşta İngilizler ile Amerikan bağımsızlık savaşı yapanları ayrımında kullanıldığına şahitlik ediyoruz. Buradan şu sonuca doğru yol alabiliriz, emperyalist Avrupa devletleri, sömürge devletlerde kendi vatandaşlarını ayırmak için ceket önemli bir sembol olarak kendisini hissettirmektedir. Çünkü ceket giyenler, sömürge ülkelerinde sömüreni temsil etmektedir. Askeri bir düzen yanında bir de “temsil” etme özelliği vardır. Ceketlerin kesimleri ve renkleri giyenin hangi katmana dahil olduğunu göstermektedir. Ve dikkat edilirse eğer, geleneksel kıyafetler içinde ceket giyen hiçbir toplum yoktur. Ceket modern zamanları temsil etmektedir. Hazır giyim sanayisinin en önemli üretim aracının ceket olması tesadüfi olmaması gereklidir.
Ceket bazı mekanlara giriş için anahtar olarak görülmesi sanırım sanayi devrimi ile ortaya çıkar, çünkü ceket geçmişin izlerini taşırken, sıradan insanlar ile parası olanları ayırmak içinde bir araç görevini görür. İmparatorluk zamanında soylu ailelerin kıyafetlerine, sanayi devrimi ile burjuvaların yani “sonradan görme zenginlerin” katılması ile birlikte, taban ile arasına “görselde” olsa çizgi çekilmesi için ceket, toplum içinde statünün göstergesi olması sosyolojik evrimin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Ceket giyilen mekanlara sıradan halkın girmemesi kuralı bugün dahi geçerliliğini korumaktadır. Ülkelerin meclislerine hala erkekler ceket giymeye devam ederken, ceketin tek tipliğini kadınların kıyafetleri yok etmektedir.
Ceket giyilen mekanlarda müzik aleti çalanlarında ceket giymesi zorunludur. Onların kıyafetleri elbette orada konuk olanlardan farklı olacaktır. Bu fark ceketin arkasındaki uzunluk ile ortaya çıkmaktadır. Buna frank denilecektir. Bu ceket türü ise başka bir sanayinin doğmasına sebep olacaktır. Kiralık ceket kiralama dükkanların ortaya çıkması, sıradan halkın üyesi olan ve geliri düşük olan sanatçıların o mekanlara girmek için kiralaması ile ortaya çıkmıştır. Bu konuda bir kayıt vardır. 1897 yılında İngiltere’de bir vokalist ceket giyilen mekanda iş bulması ile bu ilk adım atılır. Vokalist ceket satın alacak parası yoktur ve ceket satan dükkandan bir ceketi kiralaması ile dükkan sahibi alfred moss bu işin karlı olduğunu görerek bu işi büyütür.
Bir disiplini ve düzeni sembol eden ceket, askeriyedeki adı üniforma olarak adlandırılırken, sivil hayattaki karşılığını bulmuştur. Yurt dışı görevi yapan ve sömürge ülkenin temsilcilerinin ülke dışında giydiklerini kıyafetlerini ülke içinde de giymesi ile birlikte yeni bir moda başlamış, hatta bu moda öyle bir gelenek halini almıştır ki, bugün düğünlerin damatlarının vazgeçilmez kıyafeti dahi olmuştur. Bugün düğün fotoğraflarında gördüğümüz ceket, aslında bir sınıfı temsil etmektedir. Bir günlükte olsa sıradan insanlarda yönetenleri taklit ederler. Ceket giyen her insan içgüdüsel olarak yönetici sınıfı taklit etmekte ona öykünmektedir. Her gelin damat gördüğümde ben, çekirdek ailenin karnavalı olarak algılıyorum. Gelin ve damat ve yakınları bir günde olsa kendilerine hükmedenlerin yerine kendilerini koyuyorlar ve onlar gibi yaşıyorlar. Düğünler modern şehir yaşamında bir anlamda küçük karnaval işlevini görmektedir. Köylerde ve geleneksel düğünlerde gelin ve damadın kıyafeti içinde ceket yoktur, sonradan eklenmiştir. Tıpkı çayın bizim ulusal içeceğimiz, kurufasülye ulusal yemeğimiz destanın kabul görmesi gibidir. Okullarda ceket giyilmesi, devlet dairelerinde ceketin zorunlu yapılması askeri disiplinin yaşama yansıması olarak algılıyorum. Bugün ceketi zorunlu görenlerin zihinlerinde askeri disiplin eğitimin parçası olduğunu düşünmekteyim.
İsmail Cem Özkan

23 Ağustos 2011 Salı

Akıl verenler genelde kapı kulludur!


Akıl verenler genelde kapı kulludur!
Bazı kavramlara göreceli özellik verenler, günümüzde de konuşmaya ve akıl vermeye devam ediyor. Göreceli kavramlar üzerine söz söylemek çok kolaydır, çünkü ona göre her zaman savunma mekanizması da vardır. Kişinin ne anlattığı tam olarak bilinmez ama dinleyen ya da okuyan kendisine göre yorum yapar. Bu yorumlar yazının ya da sözün yeniden üretilmesi anlamına gelir. Sözü söyleyen ya da yazanın amacı ortada yoktur, ne anlaşıldığı ortadadır. Anlayanın duruş noktasına göre anlam değişir.
Sol kavramı da bu insanların (acaba insan demek doğru bilmiyorum, başka şey bulmak gerek bu kelimenin yerine, her konuşan ve düşündüğünü sanan insan mı oluyor, kapı kullarına ne denmeli? Çünkü kapı kulu efendisinin sözünü söyler, onun niyetini hayata geçirmek için kendisini parçalayan şeydir. Kapı kulu benim evimde bir köpek vardı, onun izni olmadan kimse evin kapısını dahi çalamazdı.) dilinde göreceli olan kavramlardan biridir. Kapı kullarına unvan bol bol dağıtılır, bu unvanlar kapı kulları arasında derecelendirmedir. En iyi olana profesör bile denebilinir, denmiyor diyemem açıkçası. Kapitalistin kollarında para kazanmak için kurulmuş bir üniversitede öğrencilerine ders verirken, tarih bilgisi de kuşkuyla karşıladığım (ülkemizde tarih üzerine yazan ve konuşan tüm akademik unvanları hep kuşku ile karşılamışımdır. Akademi dünyamızın evrensel bilim dünyasına yapmış olduğu katkı, futbolun katkısı kadar bile olmadığını söylesem çok mu küçük görmüş olurum acaba?) kendi gerçekliğim için de hep olağan gelmiştir.
Tarih bilgisi tartışmalı ve tarihe bakışı ve tarih yazıcılığı taraf olan birinin kavramları kullanırken ve kavramları yorumlarken de kolajladığını düşünürüm. Kurgular sadece kafa karıştırmaktan, zamanın doğruları içinde oynaktan başka şey ifade etmez.
Sol bunların kolajları içinde göreceli kavramlardan biri olduğunu yukarıda belirtmiştim, nasıl oluyor da sol kavramı göreceli olur diye kafanızda soru oluşmuştur. Zaman kavramı ile oynarsanız kavramın nasıl göreceli ve anlam kayması taşıdığına şahit olabilirsiniz. Fransız devrimi sırasında J.J. Rousseau dönemine göre sol olarak kabul edilmiş, onun Toplum Sözleşmesi eseri bir dönem sol akımlar için vazgeçilmez kaynak olma özelliğini göstermiştir. Fakat bugün aynı esere baktığımızda sol diyebilir miyiz? Aynı şekilde yaşan çağımızdan örnekler verelim; İran elimizdeki en güzel laboratuvar özelliğini gösterir. İran devriminde İslamcıların darbesi öncesi ve sonrası solun tanımlarına bir bakalım isterseniz. İran’ın en büyük sol partisi olan İran Komünist Partisi (TUDEH), devrim için ittifak kurduğu İslamcılar tarafından “darbe” ile yok edildi. TUDEH parti önderlerinin ve kadrolarının önemli kesimi idam sehpalarında, vinçlerde asılarak öldürülmüştür. TUDEH İran sol hareketiydi, sol olarak o dönemde Sovyetler Birliğinin politikasının kayıtsız şartsız “doğru” olduğunu düşünüyordu. Zamanına göre bizim ülkemizden de bakıldığında sol olarak algılanırdı. TUDEH’i yok eden İran İslamcıları, devrim sonrasında devletin adını ve rejimini de “idamlar” ile ilan etmişlerdir. TUDEH artık yoktur, İran öznelinde sol biçim değiştirmiştir. Devlet rejimi içinde sol bugünlerde liberal ve reform isteyen İslamcılar olmuştur. TUDEH ve komünist düşünce artık ülke toprakları içinde hayat şansı bulamazken, sol İslamcı olan bir görüştür. Ve İran’da solun İslam ile barışması ve İslamcıları hoş görmesi gibi kavram tartışılmaz bir boyuttadır.
Ülkemiz içinde “kendisine göre” solu İslam ile barıştırmaya ve ortak hareket etmesini salık vermektedir. Geçmişte sol ve solcuların adreslerini dergi ve gazete sayfalarında yayınlayarak kime hizmet ettikleri unutulmayan bu görüş sahiplerinin yeni misyonu; “İslamcı gömleğini sol üzerine giydirmek” olarak biçmiş gibi. Bu sayede solu kitleselleştirme derdinde olduklarını düşünebilirsiniz, fakat sanki birisi ona o görevi vermiş gibidir. Profesyonel bir çalışandır, görevini layıkı ile yerine getirmeye çalışmaktadır, görevini yapıyor diyebilirsiniz. Ben de haklısınız derim, neden onu anlatıyorum ki!
Bazı insanlar para karşılığında yapar, bazıları gönüllü yapar. Para karşılığında işini yapana profesyonel denir, gönüllü yapana ve bir başkasının çıkarı ve ideolojisini hayata geçirene ise eskilerin deyimi ile “kapı kulu” denir. Kapı kulları para karşılığında değil, gönüllü olarak efendisinin kapısını bekler, efendisi adına konuşur ve işini ve niyetlerini hayata geçirmeye çalışır. Ülkemiz içinde birilerine akıl verenler işte bunlar olmaktadır.
Sol, onların aklına ihtiyacı varmış gibi akıl vermeyi hiç eksik etmezler, kapı kulluğu yaptığı kapıdan kovulma ve atılma tehlikesini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Bugün gönüllü olarak yazdıkları sayfalar, İslam sermeyenin gölgesi altında çıkmaktadır. İslami sermeyenin desteklediği sayfalardan sola akıl verirken, kime veya kimlere hizmet ettikleri ortadadır.
Ülkemizde sol, İran solu gibi değildir, sol durduğu yeri ve mücadele alanını kapı kullarından öğrenecek konumda değildir. Sol tarihin birikiminde ders alan, ona göre biçimlenmeye devam etmektedir. Solun üzerinden 12 Eylül faşist askeri darbesi yanında, dünyada gelişen değişimlerde geçmiştir. İnandırıcılığını “kitlesel anlamda” kaybetmiş gibi gözükmesine rağmen, sol varlığını koruduğu için iktidar erki hala soldan çok korkmaktadır. Korkunun en basit göstergesi, bugün sola akıl vermeye çalışan kesimdir. Eskiden kendilerine “sol” diyen ama solcuların adreslerini gazete sayfalarında yayınlayan “vatansever” çevrenin içinde kapı kullarının İslam sermeyenin reklamlarının yayınladığı sayfalardan görüşlerini sergilemeleri şaşırtıcı değildir ve onlar geçmişte olduğu gibi, zemin değiştirmiş olmalarına rağmen yeni sahiplerinin kapıları önünde “kapı kulluğu” görevlerini profesyonelce ya da gönüllü olarak yapmaya devam ediyorlar.
İsmail Cem Özkan

21 Ağustos 2011 Pazar

Savaş kelimesini zihnimizden silmeliyiz!



Savaş kelimesini zihnimizden silmeliyiz!
Savaş çığlıkları, aslında politikasızlığın ilanından başka bir şey değildir. Politik çözümler bir taraf için tıkandığında, “güçlüyüm, o halde vururum!” iç konuşmasının dışa yansımasından başka bir anlam ifade etmez. Savaşı çoğu zaman güçlü olduğuna inan taraf ilan eder, öteki taraf ise savunma düşer ama güç ve güçlü kavramı görecelidir, savaşta kimin güçlü ve güçsüz olduğunu, tarih; savaşın sonunda yazacaktır.
Savaş ilan edenler genellikle tarih içinde yenilmişlerdir. Savaş çığlığı atıp yeryüzünü kan gölüne döndürenler, genellikle kendi kanlarını dökmezler, kendilerinin kapı kulu olarak gördüklerini, yasal ve ahlaki olarak uydurdukları kurallar içinde olaylardan hiç haberi olmayan insanların kanları üzerine güç gösterisi yaparlar ve onların kanları üzerine tarihi yazarlar.
Savaş, masa başında ve kendi kanı dökülmeyecek olanlar tarafından çıkarılır, çünkü artık cephe yoktur, cephe önünde askerlerine önder olacak ne padişah ne de kral mevcuttur, çünkü meydan savaşı modern savaş tekniklerinin ilerlemesi ile yok olmuştur. Savaş, liderlerin savaş alanını terk etmesi ile daha kolay ve daha kanlı olarak yapıldığı zaman dilimi kapitalizm çağı içinde olmuştur. Savaş ilan edenlerin ellerine kan bulaşmaz ama kanların tüm sorumluluğu onların üzerinedir, eğer zafer ile çıkarlarsa ellerine kan bulaşmamış ama tarih içinde ellerindeki kandan kurtulmayan “kahraman” oluverirler. Kahramanların devri geçer geçmez ise, onları kahraman değil, katil olarak anımsar gelecek kuşaklar.
Tarih, modern zamanlarda savaş meydanında vuruşanları kahraman olarak kayıt etmez, tarih masa başında plan yapan ve planlarını uygulatanları kahraman yapar.
Riski en az olan şey günümüzde savaş ilan etmektir, eğer kendisine ve gücüne güveniyorsa. Cepheler üzerine politika yürütenler, ister istemez sıcak bir savaşın içinde figür olurlar. Savaş çığlıkları ancak ve ancak cepheler üzerine politika yapanların döneminde en üst seviyeye çıkar.
Paranın akış yönü ve enerjinin kontrol edilebilir olması için, tüm kaynakları kendi denetiminde olmasını isteyen dünya imparatoru olduğuna inanan devletler ve onların başkanları, kralları, imparatorları ve Sezarları savaşın balatsını ellerinden bırakmazlar. Yaptıkları hataları başkaları kanları ile öderler. Onlar hatalarını başkalarına ödeten, başkalarının kanları üzerine tarih yazan birer kan emici konumunda olanlardır.
Günümüzde para için, kapitalin yeniden biçimlendirilmesi için; savaşın, sıcak çatışmanın ve cephelerin yaratmış olduğu olanakları en iyi değerlendirenlerdir. Erki elinde bulunduranlar bilirler ki, kapitali elinde bulunduranlar en güçlü olandır ve eline kan bulaşmazsa da ellere kan bulaştırmaktan çekinmeyenlerdir.
Global politika ve nimetlerinden yararlanmak isteyenler, global olarak yürütülen savaşta taraftır. Güçlü olduğuna inan tarafın yanında, güçsüz olarak gördüğüne karşı kahramanlık yapanlar, yanlış kararlar almakta hiç tereddüt etmezler, çünkü onların bakış açısı güçlünün politikasına paralel olmak zorundadır, kendi ülke ve gerçekliğini göz ardı etmekte sakınca görmezler.
Bugün yaşanan savaş çığlıkları bu güçsüzlüğün bir yansımasıdır. “Bıçak kemiğe dayandı” söylemleri, politikasızlığın, hedefsizliğin, kararsızlığın, çaresizliğin bir yansımasından başka şey değildir. Bu çaresizlik, politikasızlık ise başkalarının kanları üzerine kahramanlık yapmaktan başka anlama gelmez.
Savaş, sorunları çözmez, sorunların çözümünü bir süreliğine ertelemekten başka bir anlama gelmediğini tarih sayfalarına bakarak görebiliriz. Ülkemiz öznel durumunda savaş; ne Kürt sorunu, ne de Alevi sorunu çözmedi, çözemedi. Binlerce yıldır uygulanan görmezden gelme, asimilasyon ve açık savaş yöntemleri sorunları ortadan kaldırmadığı gibi daha da karmaşıklaştırmaktan ve halklar arası, inançlar arası güvensizliği, düşmanlığı geliştirmekten başka şey ifade etmemiştir.
Bir arada yaşamak için, savaş kelimesini ve savaş çığlıklarını ortadan kaldırmak gereklidir. Bir arada yaşamak en zayıf ile güçlü olduğundan inanılanın eşit düzeyde, güçsüz yönünde pozitif ayrımcılığın yapıldığı yasal düzenlemelerin yapıldığı bir anlayışın hakim olmasından geçer. Güçlü ile güçsüz, çoğunluk ile azınlık yasalar nezdinde eşit anlamda düzenleme getirildiğinde, o ülke topraklarında barış kendisini korkmadan ifade eder ve bir arada yaşama kültürü geliştirilebilinir. Bir arada yaşamak için savaş çığlığı atanların güçlerini ellerinden alacak politikalar geliştirilmelidir. Ancak o zaman savaş çığlıkları atılmaz. Bugün savaş çığlığı atanlar, bıçak kemiğe dayandı açıklaması yapanlar, ellerine geçirdikleri gücün dışa yansımasıdır. Güç kendilerine güveni getirir, fakat bu kendine aşırı güven yenilginin ve haklar arası uzun yıllar sürecek olan düşmanlığın tohumlarını ekmekten başka şeye hizmet etmez. Bizler ve çocuklarımızın çağdaş ve halkların, inançların bir arada yaşadığı bir ülkede, boyunlarının bükük olmadan yaşaması için; savaşa ve savaş çığlıklarına hayır demeliyiz.
İsmail Cem Özkan

Babamın kitabı


Babamın kitabı

“Benim babam komünistti. Hep komünist olmamıştı tabii, öldüğünde artık komünist değildi zaten.” Kitap bu cümle ile başlar ve sizi sayfalarına davet eder.
İsviçre’de almanca konuşan ve Almanya sınırına yakın bir kasabada yaşayan çekirdek bir ailenin ferdiydi Karl Felix adında abisi vardı, ondan okulda hep iki sınıf üstte okurdu. Abisinin gölgesinde yaşardı, gerçi ondan başarılı olmasına rağmen aile içinde pek hissedilmeyen biriydi. Politika ile ilgilenmiyordu, hatta o kadar ilgisizdi ki Lenin ile karşılaşıp karşılaşmadığını bilemiyordu, oysa Lenin onun yaşadığı yerde sürgün günlerini yaşıyordu. Koltuğunun altında top, arkadaşları ile oyun onu daha çok cezbediyordu.
Babası öğretmendi, annesi ev kadını ve hayatında belki bir kitap okumuştu, o da kuşkuluydu. Okuduğu kitap elbette İncil’di.
Otuz yaşarlına geldiğinde solcular ile karşılaştı, takvimde otuzlu yılları gösteriyordu. Dünya yeni savaşın eşiğine doğu hızlı bir şekilde komşu ülkede adımlarını iktidara gelen Naziler sayesinde hissettiriyordu.
Karl’a babası bir “beyaz defter” verir, (ileride defter yerine kitap denilecektir, çünkü yaşamın romanı el yazısı ile yazılmış oluyordu.) yaşadıklarını gün be gün yazmasını ister. Elbette defterin verildiği gün sıradan bir gün değildir, gelenek olarak babalar oğullarına 12 yaş gününde, yani erkekliğe adım attığı günde verilir. Gelenekler daha başka şeyleri de içinde barındırır, gerçi bugün turizm bir çok geleneği ortadan kaldırmış olmasına rağmen, henüz çocukken yaşarken yaşayan geleneklerden oda faydalanır.
Bir gün babası ölür ve babasının cenazesi için doğduğu köye gidip onun tabutunu almak geleneğin bir parçasıdır. Hani masallarda denir ya; dere tepe düz gider ve köye ulaşır ve her kapının önünde tabut vardır. Gelenek gereği her doğan için bir tabut hazırlanır ve evlerin önünde dururdu. Bu gelenek yaşam içinde ölüm sürekli anımsatılır.
Gördükleri farklı bir durumdur, meydanda olan cafe’de bir nefes alırken, akrabası olduğunu orada öğrendiği babasının kardeşinin elinden içkisini içecektir. Biraz nefeslendikten sonra geldiği yolu, geldiği otobüs ile dönmek için acele etmesi gerekliydi.
Köydeki babasının, babasının yaşadığı evinin önündeki tabutu olarak, o günlerde yaşadıkları ölünün yani babasının öldüğü eve doğru yola çıkmak zorundaydı. Sırtında tabut ile bu sefer aşağıya doğru koşar adım indi, hatta inerken uçurumdan düşme tehlikesi bile atlattı. Kendisini bekleyen otobüse binerek bin bir zorluk ile evine ulaşacaktır.
Babasının geride bıraktığı “beyaz kitab”ı, babasının el yazısının itinası içinde okudu. Beyaz kitap, yazan öldüğünde okunurdu, bu da bir gelenekti. Başlangıçta büyük harfler ile başlayan kitap, son yıllara gelince karınca duası gibi küçük harfler ile daha düzgün hal almaktadır. Zaman kitabın hızını ve sayfasının daha ekonomik kullanmayı zorunlu kılmaktadır. Sayfalar azalırken yazı gün geçtikçe küçülür ve karınca duası gibi büyüteçle okunacak hal alırdı.
Karl, Clara ile evlidir. Bir köyde yaşamaktalar, Almanya sınırına yakındır. Savaş rüzgarı sınırları zorlamaktadır. Karlı savaş rüzgarının etkisi ile askere alınmıştır ve evine yakın bir birliktedir. Clara’yı özlediğinde birliğinden nöbet sonunda kaçıp karısını görebilecek kadar uzaktadır. Kısa zaman sonra söylenti yayılır. İsviçre savaşa girecektir ve devasa güç Almanya İsviçre üzerinden Fransa’ya girecektir. Doğal olarak İsviçre birkaç saat bile direnecek ne gücü, ne de silah teknolojisine sahiptir. Korku ülke saffına kısa sürede yayılır. Köyde yaşayanların büyük bir bölümü Almanlardan korkmaktadır ve daha güvenli gördükleri ülke içlerine doğru kaçmıştır. Köyde Clara ve çocukları kalmıştır. Beklenen olmaz, savaş İsviçre sınırındadır ama İsviçre topraklarına sıcak etkisini yansıtmaz. Ülke kargaşa içindedir, sol gün be gün güçlenmektedir. Seçimler öncesi kurulan Emek Birliği beklenenden daha büyük başarı elde etmiştir, Karl’da seçilmek istemediği için sonlarda liste içinde yer almıştır. Seçim çalışması sırasında eğitimde reform üzerine konuşmalar yapmaktadır. Büyük alkış almaktadır her konuşmasında. Popüler olmuştur. Ev yaşamı içinde de solcu, komünist sanatçılar ile komun hayatı yaşamaktadır bir anlamda. Clara onlar ile ilgilenirken, Karl bir yandan da kitap tercüme yapmaktadır. Tercüme yanında bir okulda da öğretmendir.
Savaş bitmiştir, yeni hükümet kurulmuş, eskiden yasak olan komunistler Emek Partisi adı altında yasallaşmışlardır, şehir meclisinde hükümet koalisyonu içinde yer almıştır. Karl Sovyetlerden gelen çocuk kitaplarını okuldaki çocuklara dağıtmıştır, kimse kiril alfabesi bilmemektedir, bilmesinin de önemi yoktu, çünkü çocuklar resimlere bakarak resimlere yeniden yaratmasını istemiştir. Fakat, okul müdürü muhafazakardır ve Nazi iktidarı dönemde Nazileri selamlayan bir sağcıdır. Onun bu kitaplara tepkisi serttir ve okuldan uzaklaşmasını sağlar. İktidarda olan partisi ve çok samimi arkadaşı ve de yoldaşı duruma müdahil olmaz, çünkü devlet sisteminde bürokrasinin devamından tarafıdır. Söz verildiği gibi reform değil, var olanın devamı çıkarları gereğidir. Öğretmenliği sırasında vermesi gereken vergileri toptan vermek zorundadır ve çok sevdiği plakları şehrin zenginine borcu karşılığı satar.
O artık ne komünisttir ne de solcu. Tercümanlığını ilerletmiş, dil zenginliğini daha da büyütmüştür. Almanya içlerine doğru yolculuk yapar. Tercüme ettikleri yazarlar ile buluşur, oturduğu şehirde onlarla okuma günleri düzenler. Her yeri ağrımasına rağmen, ilaç alarak çok çalışır. Durmadan kitap tercüme eder, sağlığını hiçe alarak. Clara ile ilişkisi aynı açtı altında yaşamak dışında pek ilişkisi kalmış gibi değildir. Evde taşınanlar, yaşananlardan habersiz kendi dünyası içindedir.
Clara bir ara psikolojik sorunu ağır basar ve Bern’de bir kliniğe yatırılmak zorunda kalır. Baba ve oğul Clara’yı görmeye giderler. Evleri bakımsızdır, çünkü her şey ile ilgilenen Clara yoktur. İsviçre hükümeti gelmekte olan ekonomik krize karşı önlemler almaktadır, her karış toprak değerlendirilecek, İsviçre kendi kendine yeter bir ülke olması için planlar yürürlüğe konur. O sırada Clara gelir ve o geniş bahçelerini bakımsız halden çıkarır ve toprak ile bütünleşir.
Ağrılar gün geçtikçe artar. Günlerden bir gün, şair bir kadını davet eder, ona hayrandır. Okuma günü ağrılar yüzünden şehre inemez. Hayran olduğu ve içten içe çok akın hissettiği şair hanım okuma gününde okumasını bitirdiği zaman dilimi içinde Karl şehre son enerjisini toplayarak inmiş ve bu şair hanım ile buluşmuştur. Onu oteline bırakırken onun gerçek kimliğini öğrenir. Ergenliğe geçiş töreni sırasında bir rüya gibi yaşadığı bir anın çilli kızıdır. Yıllardır içten içe sevgi beslediği kadın.
Son nefesini eve vardıktan bir süre sonra verecektir. Son anına kitabı yazan şahitlik edecektir. Babasının yaptığı gibi, basının tabutunu almak için babasının memleketine gitmiştir. Fakat zaman değişmiştir, İsviçre, İsviçre değildir, turizm bu garip geleneği ortadan kaldırmıştır. Eli boş dönecektir. Eve vardığında Clara yani annesi babasının tüm kağıtlarını, kitaplarını toplamış çöpe atmıştır. Babasının “beyaz kitabı” yoktur. Babasının cenazesi sadece olmuş, daha sonra onun anılarını onu tanıyanlar bir birine anlatmıştır. Annesinin attığı bu beyaz kitabı bizim okuduğumuz kitaba oğlu tarafından yazılmıştır.
Kitap bir dönemi, bir oğlun gözünden değerlendirilmesine şahitlik etmektesiniz. İsviçre’den dünya savaşının yansıması ve 50’li yılarlın Avrupa’sına İsviçre’den bakma fırsatı sunmaktadır. Kitap oğlunun gözünden babasını ve iç dünyasına bakma fırsatı sunarken, farklı bir dil ile size farklı düşünmenin kapısını aralayacaktır.
Babamın Kitabı
Yazar:Urs Widmer
Çevirmen:Zehra Aksu Yılmazer
Sayfa Sayısı: 160
Dili: Türkçe
Yayınevi: Ayrıntı Yayınevi