29 Ekim 2011 Cumartesi

Aşkın sıradanlığı



Aşkın sıradanlığı

1930’lu yıllar, o döneme ait ne kadar çok söylendi, ne kadar çok şeyler yazıldı ve yazılmaya da devam ediyor, çünkü o yıllar dünyanın en barbar ve yamyamı olarak kabul ettiğim Hitler’in iktidara geliş süreci ve o süreçte insanların ona nasıl hizmet ederek iktidara taşıdığı dönemdir. Suça ve suçluya ortak olmak istiyorsanız, onu iktidara taşıyın, mutlaka üzerinize kan sıçrayacaktır.
Yahudiler öteki ilan edilmiştir, iktidara gelecek olan partilerinde aynı zamanda hedefi konumundadır. Yahudiler aslında Avrupa’da insan olarak kabul edilmeleri henüz yenidir, yerli halkın yanında yaşamış ama onların hep kölesi,işçisi ya da hayvanı olarak görülmüşlerdir. Avrupa kıtasında köklü bir Yahudi düşmanlığı geleneği vardır, her türlü ayaklanmada, toplumsal sorunda Yahudiler hedefe konur ve hesapsızca öldürürlerdi. Çünkü hiçbir şekilde onların ölümleri sorgulanmamış ve hesap dahi sorulmamıştır. Tarih Avrupa kıtasında Yahudi cinayetleri ile doludur. Hatta Protestan dinin doğumunda bile Yahudi düşmanlığını görebilirsiniz, çünkü filler kavga ederken hep en alta kanlalar ezilmişlerdir, Yahudilerde Avrupa’nın hep en altında olanları temsil etmiştir.
Ah bir zengin olsam diye bir şarkı vardır, bir zamanlar bizim dilimizden düşmezdi, şimdilerde onun filmleri değişik kanallardan yayınlar ama hiç merak edipte onların yaşadığı dramı incelediniz mi? Olay Rusya’da geçmiş olması genel olarak en alttakilerin yaşadığı gerçeğini saklamıyor. Avrupa’nın ya da dünyanın neresinde olursa olsun en altta gözüken ve savunulamayan hakların kaderi ne yazık ki ortaktır, her türlü acıya, eziyete, sürgüne, soykırıma uğrayanların sesleri tarih sayfaları için kaybettirilmiştir. Kazananlar tarihi hep kendileri yazmıştır, o yüzden tarihi yazanlar yok ettiklerini adam yerine koymadıkları için bahsetme gereği bile duymamışlardır. Hitler rejimi eğer bugün yaşıyor olsaydı, Aşkın Sıradanlığı adlı eser yazılabilinir miydi? Elbette yazılamazdı ama aynı senaryoya uygun aşklar yaşanmaya devam ederdi, bugünde dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmaya devam ediyor.
Oyunumuzu Savayon Liebrecht kaleme almış, Tarık Günersel dilimize kazandırmış, Özgür Yalım ise sahneye koymuş. Oyunu bir bütün olarak incelemek gereklidir elbette, ses, ışık, sahne düzeni ve oyuncular ile birlikte seyircileri. Seyirciler oyuna her zaman pasifte olsa bir şeyler katar, aksi halde ekrana yansıyan görüntüler gibi değildir. Ekrana yansıyan görüntüde zaman durdurulmuştur, zamanı olmayan görüntüden yaşam belirtisi almaya çalışmaktadır her izleyici her seyrettiğinde. O yüzden tekrar tekrar yayınlanan dizler ilk yayınlandığı kadar izleyici çekemezler, çünkü zaman yok olmuştur, o zamana uygun duygu algılayışı da. Tiyatro her sahnelendiğinde yeniden yaratılır. Her seyirci ayrı algılar ve yorumlar, fakat salonu terk ederken ortak bir kanıda olur... beğendik ya da beğenmedik konusunda. Kapı önünde oluşturulur bu ortak kanı ya da bir tiyatro dergisinde ya da her hangi bir yerde oyun hakkında yazılmış yazıyı okurken. Toplum psikolojisinde ortak kanı oluşturmanın ne kadar kolay ama oluşanında parçalanmasının ne kadar zor olduğunu deneyler ile kanıtlamışlar. Bugün bu yazıyı yazarken bu konuda yazılmış hiçbir yazıyı okumadan, geçmiş deneyimlerimin ve eğitim denilen o garip biçimlendirmeden geçmiş olan beynimin bana izin verdiği kadarını yazabiliyorum.
Bir alman şehri, Marburg. O bölge genelde Katolik’tir. O bölgelerde yaşamış ve gezmiş biri olarak söyleyebilir ki, o dönemden kalmış sessiz çığlıkların izleri hala sokaklarda taşlar arasında durmaktadır. Kapıların önünde çakılan metal bir isimlikte orada yaşamış olanların sadece isimlerini görebilirsiniz ama hayatlarını duygularını göremezsiniz. Hayatlarını ve duygularını işte bu gibi sanat eserleri içinde yakalama şansına sahipsiniz. Oyun, bir okul ve okulda ders veren ve alanlar arasında küçük bir çerçeve içinde geçiyor. İç içe geçmiş zaman dilimleri içinde yazının yazıldığı ikinci dünya savaşı sonu ve Hitler rejiminin kısa süre öncesi ve rejimin tarihi içinde geçmektedir.
Almanya’da üniversitede her ders verene profesör denir. Bizdeki adı ile hocaya da öğrenmen, son dönemde öğretim üyesi denmektedir. Profesör evlidir, (Heidegger) öğrencileri ile kaçamak yapmaktadır. Okulunda dikkat çeken bir öğrencisi ile şehrin dışında parklar içinde bulunan küçük bir kulübede buluşmak ister. Bugün dahi o evleri görme şansına sahipsiniz, küçük olarak tahtadan inşaat edilen bağ evleri diyelim. O evde bir Yahudi öğrenci yaşamaktadır (Michael), onun evinde kız (Hannah) ara sıra ziyaret etmekte ve bugünkü söylem ile kankasıdır. Candan dostudur yani. Dersi bahane ederek burada buluşan profesörün unvanı, tecrübesi ve dili iyi kullanması sayesinde kızı kendisine aşık edip, birlikte ara sıra kaçamak yapacak bir ilişkiye girmesini zaman sağlayacaktır. Evlidir, karısı Hitler hayranıdır, varlıklıdır ve saf alman ırkının kötü talihini Hitler yeneceğine inancı sonsuzdur. Kocasını da etkilemektedir, kocasının kaçamağıma sessizce göz yumduğunu bile söyleyebiliriz, çünkü kaçamak yaptığı kadın bir Yahudi, Yahudi insan olmadığına göre sorun oluşturmaz. Bir Alman bir Yahudi için eşini terk etmeyecektir!
Her evli kadın bir anlamda eşinin kaçamak yaptığını bilir, gerektiğinde gündeme getirir!
Aşk gözü kör eder, görülmesi gerekeni gizler, fakat genç kızın tecrübesizliği, öğretmenine olan büyük bağlılık, onun düşüncesi ile yaşamını, duruşunu belirten tercihleri sanki ona endekslenmiştir. Öğretmenin bir Nazi olduğu gerçeği ortada olmasına rağmen, okulda bir Nazi Alman öğretim üyesinin yapması gerektiği gibi davranmasına rağmen, o küçük kulübede yaşamdan kopuk bir aşk yaşanmaktadır. Her ne kadar dışarıda başlayan dalgaların gürültüsü o kulübeye gelse de duymamazlığa gelinmektedir. Bir gün artık diploma çalışması için başka üniversite gönderilmesi gereklidir, çünkü ilişkileri göze batmıştır. Heidegger’in tavsiyesi ise başka bir üniversitede tezini verir. Hannah orada bir hayat arkadaşı bulmuştur, onun ile evlenme kararını Heidegger ile konuştuktan sonra verecektir. Hitler iktidarı artık kesin bir döneme gelen süreçte yol ayrımı kaçınılmazdır. Hannah hem eğitimini hem de can güvenliği için Amerika’ya gidecek orada önemli bir insanı olacaktır. Heidegger ise iyi bir Nazi propagandisti, hatta akıl hocası olacak, üniversiteye de rektör olacaktır. Savaşın galipleri ve yenilgileri belli olduğunda Heidegger kendisinin Nazi olmadığını kanıtlanması istenmektedir ve eski öğrencisi ve sevgilisi Hannah ile buluşup, ondan destek istemiştir.
Yahudi dünyasında savaş sonrası yazdığı bir kitap ile fırtına koparan Hanah Arendt, İsrail devleti ve üniversiteleri ile barışmak istemektedir. Ona bu fırsat bir röportaj ile gelecektir. Hemen o röportajı kabul etmiş, geçirmiş olduğu bir kalp spazmı sonrasında evinde o röportajı verecektir. Sigara düşkündür, onu da ilk sevgilisi profesöründen almıştır. Kötülüğün Sıradanlığı adlı çalışması onu Yahudi toplumun dışına iteklenmesine sebep olmuştur, en azından bu röportaj ile kendi derdini daha doğru anlatmak istemektedir. Adolf Eichmann’ın davası üzerine görüşlerini yazmıştır. Eichmann Nazi ideologudur ve yaptıklarını yasalar içinde yaptığını söylemektedir. “ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi itaatkar olan Yahudileri” ele almış, Siyonist ideolojiyi eleştirmiştir. Sınıf sevgisi ve bağımlılığı yerine bireylere inandığını ve sevdiğini dillendirir. “sıradan olan şey, suçlunun otoriteye boyun eğiş tarzlarıydı. Üzücü olan gerçek şu ki, gaddarlıkların çoğunu yapanlar, hayatlarında hiçbir zaman bilinçli olarak iyi ya da kötü olmayı seçememiş insanlardı. Nazilerin çoğu çocuklarına düşkün babalar, müzikseverler kişilerdi. Ürkütücü olan onların normalliğidir. Kötülüğün sıradanlığı budur işte.”
İsmail Cem Özkan
Aşkın Sıradanlığı
Yazar: Savyon Lienrecht
Yönetmen : Özgür Yalım
Çeviren : Tarık Günersel
Dekor Tasarım : Behlüldane Tor
Kostüm Tasarım : Nalan Alaylı Türkoğlu
Işık Tasarım : Yüksel Aymaz
Yönetmen Asistanı : Gamze Yalım, Saydam Yeniay
Oyuncular
Nisa Yıldırım, Saydam Yeniay, Deniz Elmas, Efe Tunçer

Yanık
Wajidi Mauawad, iç savaşın başka yönden incelemesini yapan eserini yaratırken ve sahnede canlandırırken doğaçlama yolu ile oyunculara serbest hareket ve duygularını yaşama şansını vermiştir. Metin, şiirsel bir dil ile kelimelerin gücünün sahnede canlandırmasıyla karşı karşıya kalıyoruz.
Oyun, Devlet Tiyatrolarının sahnesinde deneyimli oyuncu ve yönetmenin emeği ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Yöneten ve çeviren Cem Emüler duygularını eserin içinde bütünleştirmiş, bir anlamda yazarın baştan beri yaptığı doğaçlamaya katkı sunduğunu düşünüyorum. Sahne, ışık, kostüm ve müzik bütünlüğü içinde sahne eseri ile karşı karşıya kaldığımızı oyun bittiğinde bir kere daha anlıyoruz.
Kısaca oyunun konusundan bahsedelim; bir iç savaş. Herhangi bir ülkede olabilir, ülke ismi söylenmiyor, çünkü her iç savaşın içinde yaşanması olası bir durum konudur. Savaşlar bir birine benzer. Ölen ve öldürenler, sürgün gidenler, yurdunu, doğduğu yerleri bir daha göremeyecekler… Hemen hemen her savaşta tecavüze uğrayan, işkence gören, medeniyetin ortadan kalktığı ve ölümün sessizliğinin hakim olduğu bir ortak yön vardır. Savaş hangi topraklarda olursa olsun, yaşanan şey insanlık tarihi içinde trajedi, travmadır. Travma kişisel olduğu kadar toplumsaldır da. Savaş yeni insanı yaratır, acımasız, duygusuz, komşunun komşuya olan güvenin ortadan kalktığı ve hayatta kalmak için öldürmek zorunda olduğu bir ortamdır. O ortamı yönlendirenler, dışarıda savaştan kazananlar olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Savaştan kazanç elde edenler savaşın olduğu yerde yaşamazlar, onlar uzaktan ölümlerden para kazanmanın rahatlığı ve lüksü içinde savaşı ekranlarından, gazete sayfalarından, evlerinden izlerler.
Savaş farklı dinlere mensup insanların birlikte ortak yaşam alanın ve ortamının yok olması ve saldırılar ile başlar. Göçmenler, sürgünler ve yerleşik olanlar. Toplu sürgün alanları ve o alanlara yapılan saldırılar, kitlesel ölümler. Toplama kampları… bir çok toplu ölüme şahitlik yapmıştır.
O toplama kamplarından birinin yakınında aşk yaşayan iki genç ve o gençlerin bir araya hiçbir zaman gelemeyecek öyküsü ile başlar ve bir çocuk; ana karnında oluşmaktadır. Gelenekler, savaşın koşulları o çocuğu sahiplenmesini izin vermez. Savaş, bir çocuğu doğduğu gün anasız, babasız ve vatanız bırakır. Toplama kamplarının öksüz çocuklarındandır.
Bir ana, iki çocuğu ile başka bir ülkede yaşamıştır/ yaşamak zorunda kalmıştır. O ülkede son on yılını hiç konuşmadan geçiren Nevval bir gün sessizce ölmüştür. Geride bir vasiyetname bırakmıştır. Dostu ve dert ortağı olan Notere bırakmıştır ve çocuklarına öldüğü zaman verecektir. Henüz cenazesi kalkmamıştır, Noter ikiz olan Nevval’ın çocuklarına randevu vermiştir. Yüksek binaların arasında yeni taşındığı bürosunda onlar ile buluşur. Nevval’in bir kızı ve erkek olan iki çocuğu vardır. Erkek olan boksördür, kız olan ise doktorasını yapmaktadır. Erkek olan anasının arkasından hiç iyi niyetli konuşmaz, onu hep suçlamaktadır, bir gün bile olsa Nevval çocuklarına sıcak bir şekilde kucaklamamıştır. Noter iki zarf ve bir günlük ve geçmişten kalan bir numaralı ceket verir. Bunları alabilmeleri için kuralları vardır, çünkü Nevval vasiyetnamesinde bir takım şartları sıralamıştır. Noter bunlara harfiyen uygulamakla sorumludur. Kızına babasını aramasını vasiyet yapmıştır, oğluna ise babasını. Onlara verilmek için iki de mektup. Eğer onları bulurlarsa onların açabileceği iki mektup.
Bir de on yıl önce ikizlerin doğum gününde birden susmasını ve o gün radyodan duyduğu bir haber ile sarsıldığını ilerleyen dakikalar içinde anlarız. On yıl bir kadın sessizliğin içindedir. Ve on yıl sonra ölmüştür, bütün sırları ile birlikte.
Çocukları işte bu sırları çözmek ile yükümlüdür. O güne kadar haberleri olmadığı bir ağabeyleri vardır, uzakta analarının yaşadığı topraklarda, bir de yaşayan babaları olduğunu öğrenmişlerdir ikizler. Doğal değildir bütün bu gerçeklik ile karşılaşmak.
Bir mezar açılacak ve kefensiz olarak toprağa karışmayı istemektedir Nevval, çünkü verdiği sözü yerine getiremediği için mezar taşını hak etmediğini söylemektedir. O sözü çocukları yerine getirdiğinde taş yerine konacaktır. Çocuklarından kendi geçmişi ile yüzleşmesini istemektedir. Çocuklar ile yaşadığı süre içinde geçmişi hakkında hiç konuşmamış, onları sadece büyütmüş olduğunu anlıyoruz.
Savaş, sürgündür, yaşadığı topraktan, kültürden kopuş anlamına gelir. Savaş parçalanmayı yaşatır. Parçalanmış yaşamın bir izdüşümüdür.
Janine annesinden izinden yolculuğa çıkar, babasını aramaya… Yollar aşar, çölleri geçer ve annesinin hikayesinin başladığı topraklarda bir destan ile karşılaşır. Destanlar gerçekleri sözlü olarak yaşatır, tarih kitapları yazmaz. Onlardan öğrenir annesinin geçmişini. Annesi, Sevda diye bir arkadaşı ile doğduğu köyden ayrılır ve savaşın acımasızlığı içinde oğlunu aramaya çıkmıştır. Köyünde ilk defa okuma yazma öğrenmiş ve gelmiş ninesinin mezarının taşına ismini yazmıştır. O bir olmayacağı başarmış, cesaretli bir kadındır. Doğumunda elinden alınan çocuğunu aramaktadır; kurşunların ve bombaların hakim olduğu o ülkede. Okuma yazma öğrettiği ve can yoldaşı Sevda ile köyünde karşılaşmış ve birlikte arayış içindedir. Sevda, sevdiği gencin kültüründendir, onun dilinden ve onun cemaatindendir. Onu ancak Sevda aracılığı ile bulabileceğini Sevda ikna etmiştir. Toplama kampının nerede olduğunu Sevda bilmektedir. Ve oraya birlikte çocuğunu bulmaya gider ama artık ne toplama kampı vardır ne de geride kalmış bir iz. Sevda ve Nevval ikisi de bir çocuğun peşindedir. Sevda türkü söyler, sesi çok güzeldir. İkisi gittikleri yerlerde ilgi ile karşılanır ve bulundukları yerlerdeki kadınları uyarırlar. “Kelimelerinize sesinize sahip çıkın” derler ve “birlikte olunca her şey mümkündür” sözünü tekrarlarlar. Düşmanları da artar… Savaş dostlukların yanında düşmanları da çoğaltır. Ölüm peşlerindedir. Öldürenlerde her yerdedir. Bir kere öldürmeye gör, alışır insan, savaş öldürmeyi sıradanlaştırır. Bir gün Nevval bir ölüm makinesinin evine (liderinin) öğretmen olarak girip, uygun bir fırsatta lideri öldüreceğini söyler. Sevda ile yolları ayrılmaktadır. O güne kadar paylaştıkları isimleri değiştirirler sanki, çünkü Sevda artık şarkı okumayacaktır, şarkı okumayan Nevval ise “şarkı söyleyen kadın” olarak işlediği cinayet sonunda bulunduğu hapishanede ünlenecektir. İşkence sırasında, her fırsatta türkü söyler Nevval. İşkenceci onun ırzına geçer ve bir gün çocuğu olur. İşkencede kaç kadının çocuğu olmuştur, kim bilir? İşkencenin doğal olduğu yerde kimse onların kayıdını tutamaz. O çocukların büyük bir bölümü öldürülür, ölüme bırakılır. Nevval’ın ise çocukları ise bir gardiyanın gönül sızı eşliğinde bir köylüye bırakılması ile kurtulur. Çocuklar yaşamaktadır, savaş’ın çirkin yüzü işkenceci zaman döner ve mahkeme karşısına çıkarılır. Ebu Talip adını almıştır, doğduğunda isimini taşımamaktadır. Ebu Talip toplama kamplarına bırakılmış, orada büyümüş bir çocuktur. Savaş onu keskin nişancı yapar. Onun keskin nişancılığı, kaderin bir oyunu diyelim, düşmanın eline düşürmüştür. İşgalci güçler onu öldürmek yerine iş vermiş, ona isim vermiştir. Ona, o ülkenin en büyük işkenceci ve acımasız olarak adını verecek bir hapishaneye müdür olarak atar. Orada kadınların ırzına geçer, insanlık tarihinin görmüş olduğu en büyük acıları mahkumlarına yaşatır.
Janine o acıların yaşadığı yere kadar ulaşmıştır. Orada öğrenir annesinin o şarkı söyleyen kadın olduğunu. O kadının çocuğu olduğunu öğrenir öğrenmez, o gardiyanın verdiği köylüyü arar ve bulur. Aslında tek çocuk değildir, ikizdir. O ikizlerin adları aslında farklıdır. Janine hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmıştır, o çocuklardan biri kendisidir.
Nevva’nın en büyük sırı bu şekilde aydınlığa kavuşmak üzeredir.
Babasını aramak zorundadır ve babası o işkencecedir. Savaşın acımasız bir yüzü ile karşılaşmıştır. Annesinin verdiği vasiyetin neden bu kadar anlam barındırdığını anlamıştır ve kardeşini telefon ile arar, abisini bulmasını söyler, üstelik Noter ile birlikte gelmesini, hiç vakit kaybetmeden.
O güne kadar yaşadıkları gerçeklerin temelinde başka şeyler yattığı ile yüzleşmek sarsıcıdır.
Noter ile birlikte annesinin geçmişine geldiğinde Simon, farklı bir dünya ile yüzleşmiştir. Çöller insanları saklamaktadır. O çöllerin arasında Simon kardeşini aramaktadır. Söylenceler, anlatılan her hikaye onları bu topraklarda bir adrese yöneltmiştir. Bir gerilla grubunun liderinin kampında kardeşinin geçmişi ile karşılaşır. Orada annesinin sessizliği ile karşılaşır. Çölün sessizliği geçmişi anlatır.
Kardeşi keskin bir nişancıdır ve annesini aramak için oradan ayrılmıştır. Annesinin peşinden giden bir çocuk, hep annesini aramıştır, kundağına bırakılmış bir palyaço burnu ile birlikte.
Söylence ve hikaye yaşananların izlerini taşır ve üç kardeş ve bir baba bir ortamda buluşur.
Bir artı bir eşittir ne eder? Gerçekten iki eder mi? Matematikte verilen yanıt hayatta uyuşuyor mu?
Noter orada gözlemci olarak bulunur. Annesinin verdiği mektuplar babaya verilir, baba okur ve yırtar atar, çünkü işkence yaptığı kadınlardan birinden gelmiştir, nefretin izi vardır o kağıtta. Kızı karşısındadır ama duyarsızdır. Simon abisini bulmuştur, mektubu ona uzatır. Kendi kanından abisi, aşk çocuğu olan abisi. Annesi sessizce onları izler, onları yönlendirir. Sessiz çölde, sözlerde sessizce söylenir.
Mektubu alır, elinde palyaço burnu ile. Mektubu okur. Mahkeme salonunda yaptığı savunma ile ele vermiştir kendi kimliğini. Nevval orada anlamıştır, oğlu aynı zamanda çocuklarının babası olduğunu. Ölene kadar bu gerçeklik ile yaşamış, son on yılını sessizlik içinde geçirmiştir.
Annesini arayan oğul, oğlunu arayan anne mahkemede karşılaşmış, anne orada geçmişi ile yüzleşmiştir.
Sevginin olduğu yerde nefret olmaz diyerek ele vermemiştir, Nevval ve son sözleri onlara gerçekleri anlatır. Ve aşk çocuğu olan oğlunun bundan sonraki yaşamına doğru yönlendirme yapar ve sessizlik artık oğlu aynı zamanda çocuklarının babasındadır.
İsmail cem Özkan
Yanık
Yazar: Wadji Mouwad
Yönetmen : Cem Emüler
Çeviren : Cem Emüler
Dramaturg : Egemen Arslan
Dekor Tasarım : Ali Cem Köroğlu
Kostüm Tasarım : Ali Cem Köroğlu
Işık Tasarım : Akın Yılmaz
Müzik : Koray Kahraman
Yönetmen Asistanı : Tansel Öngel
Oyuncular
Fatma Öney, Tansel Öngel, Murat Karasu, Emel Göksu Keleş, Iraz Yöntem, Gökçe Erinç, Veda Yurtsever İpek, Engin Şahin, Atilla Can Çelebi, Fatih Sarı

Ve en bildiğim konuyu anlattım

Ve en bildiğim konuyu anlattım
Sahnede tek bir kişi görüyorsunuz ama oyunun içinde tüm seyirciler yer alıyor, işte bunu başaran bir tiyatro oyuncusu Merve Engin bu sırlarda çok yoğun, sahneler arasında gidip gelirken yeni oyunları da sahneye koymaya devam ediyor.
Seyircisi ile sıcak ilişkisi ona yeni deneylerinde kapısını aralıyor. Kumbaracı 50’de seyirci karşısına çıkan yeni bir oyunu var, biraz ondan, biraz projelerinden kısaca sohbet etmek istedim, o da beni kırmadı ve sorularıma yanıt verdi.
• Selam, yeni oyunun hayırlı uğurlu ve seyircisi bol olsun
Merve: Çok teşekkür ederim, pek duyurmadım çıkartırken…
• Senin sosyal medyadaki duvarına küçük bir hediye bırakmıştım umarım hoşuna gitmiştir.
Merve: Süper tatlı olmuş!!!
• Sevindim beğendiğine
Merve: Çoook beğendim hem de, ben bu oyunda oyuna gelen tüm kaplumbağalı hediyeleri sahneye koyuyorum bunu da çıkartır asarım artık…
• :))) Oyunun hakkında bir şeyler yazarsan eğer bana gönder ki yayınlayayım ya da sanal röportaj yapayım hemen şimdi...
Merve: ahehae önce izlemek lazım!
• Genelde biliyorsun sorular olayı açar, izlemeyi sonrada yapabiliyorum...
Merve: :))
• Çünkü soru soranın bilmesi değil, yanıtlayanın işi iyi bilmesi önemlidir diye düşünüyorum, elbette önbilgide gerekli ama ben senin daha önce oyununu izlemiştim, uzaktan da izlediğime göre soruları rahatlıkla sorabileceğimi düşünüyorum.
Merve: Aslında bir oyun açıklamam yok... Şöyle kısa yazı var, "az sonra dinleyeceğiniz hikaye gerçek bir hikayedir ve 'bir arkadaşın' başına gelmiştir. Gerçekler acıdır, gülmemeniz rica olunur kızımı o gün muhtemelen sevgilisinden ayrılmış ve gelen misafirlerine dert yanmaktadır...
• Bu açıklamayı tanıtım yazılarında okudum...
Merve: bu kadar yarı doğaç yarı stand up, bir kadınların ince meseleleri
• Aslında ilkinde bir teknik ile yaptığın tek kişilik oyun vardı, neden şimdi doğaçlama ağılıklı bir oyunu sahneye koymayı düşündün?
Merve: aslında ağırlıklı değil, ama seyircinin varlığını hiçe saymayınca işin içinde mutlaka doğaçlama oluyor... Sadece yine commedia dell'arte yapmak istemedim... Ve en bildiğim konuyu anlattım.
• Senin oyununa gelen her defasında aslında başka bir şey ile karşılaşıyor sahnede... Çünkü kadınları ince meselesi her seferinde farklı kelimeler ile ortaya serilir diye düşünürüm, acaba öyle mi?
Merve: Evet öyle ve öyle olacak seyirci de şekillendirecek metnimi… Oyunda biri beni anlatmışsın bari ismimi değiştirseydin dedi, diğeri telif hakkı istedi, anlatırken konuyu derinleştirmem gerekip gerekmediğini seyirciden öğreniyorum. o günün seyircisi detay istiyorsa detay anlatıyorum, yani karşılıklı ya batıyoruz ya çıkıyoruz. Ayrıca bu oyunun sonunda bir arkadaşım giriyor ve oyun boyunca anlattığım sevgilimi oynuyor
• Bu sefer tek kişilik oyun diyemeyiz, seyirci artı erkek arkadaş...
Merve: Oyunun sonunda da az önce dinlediğiniz hikayede kızımızın kendi kıymetini nasıl da bilemediğin gördünüz diyorum. Siz bunu kendinize yapmıyorsunuzdur! E, KOB ta da öyle seyirci yoksa olmayan bir oyun ama evet her oyunda değişecek bir erkek arkadaş var geliyor oyunda oynuyor.
• KOB ne demek?
Merve: Kıyıya Oturmanın Böylesi, he bir de 10 Kasım’da da yeni oyunum çıkıyor. İyice azıttım ben :))
• Aaaa desene bu sezon üç oyun ile sahnedesin...
Merve: Şey aslında 4 üncü de yolda tiyatro hal ile beyaz mı yaka tam bir ekip işi olacak, ekip özledim ben kuliste...
• Bu kadar oyun sanırım senin tüm zamanını çalacak gibi, bir oyundan ötekine giderken acaba bugün sahnede hangi karakteri canlandıracaktım diye düşünme payın olacak mı?
Merve: Tabii ki... Hepsi birbirinden çok farklı... Ayrıca prova süreçlerinde onarın hepsinin yeri düşünüldü ayrıldı… Bir sefer karakterin sınırlarını çizince onu bir başkası ile karıştırmanız mümkün olmuyor. Hepsi yerini haddini biliyor.
KOB'da 12 karakter oynadım düşünülürse, ,son zamanlarda izlemediniz bir saat 10 dakikadan aşağı pek düşmüyor oyun çok gelişti…
• Aman tanrım, o kadar uzun süre tek başına sahnede kalmak...
Merve: Öyle bir oyunda tek başına sahnede almak çok zor.. ama her seferinde ortalama verdiğim kilo beni mutlu ediyor
• Nasıl buluyorsun o kadar kelimeleri ve seyircileri ilgisini elinde tutmak, çok zor olmuyor senin için sanırım... Zayıflamak isteyen tek başına sahneye çıksın, bir saat sahnede kalsın kilo sorunu ortadan kalkar diyorsun yani... İkinci oyun oradan ortaya çıktı gibi algıladım bir anda...
Merve: Olmaz mı? Partnerim seyircim olunca ortalık iyice karışıyor... İşten yorun gelen seyirci var mesela. Ritmine düşmeden onunda enerjisini yükseltmem gerek, haddini bilmen gerek, seyircini üzmemen gerek… KOB gibi bir oyunda evet acayip zayıflıyorum. Ama Kaplumbağalarda durum farklı kızımız depresyona girmek üzere ve sahnede sürekli yiyiyor…
• Hahahahaha birinde aldığını ötekinde veriyorsun bir denge var…Gördün mü oyunu izlemden de röportaj oluyormuş..
Merve: Evet :))
• Bunları düzenleyeyim da yazı haline getireyim…
Merve: Sinekler sevişirken de ise bir kabus oynuyorum… Ayaküstü biri ağzımdan laf mı aldı…
• Aaa kim yapar öyle şeyi, kısaca röportaj yaptık, uzaktan ve birbirimizi görmeden… Sinekler Sevişirken, bu yeni oyun sanırım, kısaca anlatır mısın, konusu ne, ne zaman sahnede olacak, orada da tek misin, başka oyuncular var mı?
Merve: Sinekler sevişirken'de yalnızım yine, ama bu sefer interaktif değil, yarım saatlik bir kabus. Ensest bir ilişkinin bir kızı nasıl delirttiğini anlatıyor. Mine söğüt’ün yeni çıkan kitabi deli kadın hikayeleri içinden Mine ile beraber sevdiğimiz bir öykü bu. O tasarladı - uyarladı ve yönetti. 10 Kasım’da da prömiyer yapacağız.
• Teşekkür ederim…
İsmail Cem Özkan

28 Ekim 2011 Cuma

İkna olmadım

İkna olmadım

Reklamlarda doktorların kullanılmasına bir türü ikna olamadım, çünkü “doktor kullanılarak ürünün içeriğinde üzeri örtülen acaba ne gibi sağlığa zararlı bir madde var?” diye düşünmeden kendimi alamıyorum.

Reklamların işi sadece pazarlama üzerinedir, pazarlama mantığı içinde her şey sağlıklı gibi gösterilebilmekte, soluk renkler canlı sunulabilmektedir. Hatta bir kasabayı içine alacak olan binada, yaşamın ne kadar sağlıklı olduğunu bile düşünebilirsiniz. Bir kasaba bir binada olursa, o bina içinde hastane, okul, avm olması gerekmez mi? Alt yapı sorunu nasıl çözümlenir? Kanalizasyon, yol, park, yeşil alan bir kasabayı içine alan binalarda nasıl çözümlenmiş? Neyse ki o bina reklamlarında sosyal hizmet uzmanları, şehir mühendisleri kullanılmıyor, ama deprem ile ilgili ahkam kesenler dolaylı olarak o binalara insanları yönlendirmeye devam ediyorlar! Danışmanlık reklam değildir!

Reklamlarda doktorların kullanılması yeni değildir, çünkü reklamlar aracılığı ile satılığa çıkan ürünün çok satması önemlidir… Sağlıklı olup olamadığını reklamlar belirtemez, onu belirtecek kurumlar ülkemizde ne yazık ki yok. Denetimin olmadığı yerde bir doktor ya da diyetisyen çıkıp şu ürün sağlıklıdır, şu vakıf tarafından desteklemektedir gibi reklamda ibare kullanılması şu anlamına gelmektedir; ben tüketicimi kandırıyorum. En azından ben böyle algılıyorum, eğer bir ürün doktora, diyetisyeni ya da vakıf (sponsor alarak hizmet veren vakıfları, reklam için kurulmuş bir vakıf olarak görme eğilimi içindeyim) kullanılıyorsa açıkça ben o ürünü almıyorum, hatta o ürünü merdiven altı ürün olarak görme eğilimim yüksektir. Sağlık ile ilgili vakıf, bir ürünün tüketimi konusunda bir markaya destekleyici olamaz. (aynı alanda üretim yapan değişik markaların olduğu kabul edilirse eğer) tüketiciyi yönlendiremez. Reklam olunan her ürün tüketim piyasasındadır ve rekabet koşulları içindedir.

Reklamlarda bir doktor gördüğümde, insan sağlığının nasıl bir mekanizmaya bağlı olduğunu düşünürüm. Tüketim çılgınlığı içinde daha çok dikkat çekmek isteyenler, damardan tüketicinin kanına ve beynine ulaşmak için sağlık personelinin kullanılması reklam sektörü için anlaşılır bir durumdur. Anlaşılmayan durum ise, sağlık personelinin bu işi para karşılığında reklam ışıkları altında yaratılan sağlık suçuna ortak olmasıdır. Doktorların tavsiye ettiği ürünün gerçek anlamda; ne kadar sağlıklı olup olmadığına bağımsız denetim kurumu tarafından denetlenmediği sürece her yapılan şey aslında etik değildir. Etik kavramını bir yana bırakalım, açıkça söylüyorum, tüketiciyi yönlendirmek ve kandırmaktır.

Doktorların veya sağlık kurumlarının yapmış olduğu hiçbir reklama ikna olamam, çünkü onları denetleyecek ve kontrol edecek bağımsız özerk bir kontrol mekanizması olmadığı sürece doktor arkadaşlarının söylediğini doğru kabul ederek sunulan sunumların hiç birinin doğru olmadığını peşinen kabul ediyorum.

Doktorların birlikleri bir çok şey için mücadele ediyor, bu konuda neden seslerini yükseltmezler, neden reklamlarda doktorların kullanılmasına karşı bir şey yapmazlar?

İsmail Cem Özkan

Liberal paradigma

Liberal paradigma

Türkiye’de liberal olmak demek; çok yüzlü olmak demektir, çünkü desteklediğin hükümetin icraatları karşısında suskun, sola karşı düşmanca tavır içinde olmak anlamına gelmektedir. Sol demek; Kemalist ideolojiden etkilenmiş, hatta Kemalist olan demektir. Solu Kemalizm kıskacı içine hapsetmek ve oradaymış gibi algı oluşturmak liberallerin sol düşmanlığının temelini oluşturur. Sol halk düşmanı olarak gösterilerek, üzerindeki panzer izlerinin kalıcı olması sağlanması anlamındadır. Onların davranışları panzer izini bırakan 12 Eylül rejimine ve Reagan doktrine uygundur. Onlar hala efendilerine hizmet etmeyi sürdürmekteler.

Ülkemizde liberal anlayış, çıkarın nereden esiyorsa, oraya doğru eğil ve güçlünün hatalarını görmeden kabul et anlayışı hakimdir. Ara sırada onlar gibi olmadığını göstermek içinde itirazlar etmeyi unutma, bu sayede yandaşları ile liberal olan arasının bir çizgi hep var olsun! Hataların karşısında sessizce tavır al, nasıl olsa zamanı geldiğinde o hataları konuşulacaktır. Önemli olan kendi çıkarına uygun olduğu sürece koşulsuz, tartışmasız desteklemeye devam et.

12 Eylül’de beş generale alkış tutanlar, yaptıkları işkenceleri, idamları haklı adamlar diyerek destek verenler, bugün Erdoğan hükümetinin Hopa’da öldürülen öğretmen karşısında aldıkları tavırda bir paralellik göreceksiniz. Bu paralellik tesadüfi değildir.

12 Eylül rejimine yazdıkları kitaplar ile dolaylı destek verenler, beş generalin yargılanması için referandumda “evet ama” diyerek hükümete destek vermeyi ihmal etmemişlerdir. Liberalizmde bir süreklilik vardır, o süreklilikte çıkarlardır… Gerektiğinde hükümetlere direkt ya da dolaylı olarak gönüllü danışmanlık görevi görmeleri, onların liberal olan düşünceleri içinde olağan bir davranış biçimidir. Aynı şekilde bu hükümet devrildiğinde yerine geleceklere de bu hükümetin aleyhine danışmanlık hizmeti vermeye devam edeceklerdir, çünkü liberal yaşam sürekliliği olan bir kirlenme biçimdir.

Bugün ülkemizde liberal politikayı savunan ama yaptıkları ile solcu gibi gözükenleri iyi tanıyın, çünkü devran döndüğünde onlarında nasıl bir rahatlıkla döndüklerine şahitlik edeceksiniz. İsimleri bellidir, her biri liberal ve cemaat gazetelerinde gönüllü/ profesyonel (köşe ya da okuyucu / görüş) yazarlık yapmaktadır. Yazarlık yapmayanlar ise AB projeleri ile yayın yapan radyolarda, yayınevlerinde “evet ama” diyerek politika üreten partiler içinde görmeniz mümkündür. Her şey bir projedir, proje üzerine para alıp, proje sonlanana kadar para verenin amaçları doğrultusunda her türlü hizmet vermeyi etik gören, eleştirilmesi gereken yerde susmayı liberal gören anlayış, bugün ülkemiz içinde aydınları ve toplumun gelişmekte olan muhalefet çizgisini kirletmeye devam ediyor.

Liberal insanlar sol için bir virüstür. Sol o virüsten kurtulamadığı sürece üzerindeki panzer izini silemeyecektir… Sol, liberaller ile arasına kalın çizgi çizerek hiçbir şekilde ve hiçbir koşulda ittifak yapmayacak şekilde yapılanmalıdır. Almanya Hitler rejiminden sonra sosyal demokratlar bile liberal parti ile bugüne kadar koalisyon hükümet kurmamıştır, nedenini Hitler dönemine bakarak bulabilirsiniz. Liberalizm, Hitleri iktidara taşıyan bir anlayıştır, bugünde aynı işlevini görmeye devam ediyor. 12 Eylül’de bizde iktidarın en önemli desteği liberallerden gelmiştir, tesadüfi değildir. İşkenceler, kayıplardan bir anlamda verdikleri destek yüzünden liberaller sorumludur. 12 Eylül rejimini güçlendiren ve onlara alkış tutanlar; “yargılanmalıdır” diye bugünlerde göstermelik nara atmaya devam ediyor olmaları, onların gerçek anlamda o dönemle yüzleşmek istedikleri için değil, kendi suçlarının tarih sayfalarının içine gömülmesini istemelerindendir, çünkü hedefi en minimal tutarak, halkı kandırmaya devam ediyorlar. Suçlarını beş generalin üzerine yıkarak aklanmak istiyorlar.

Liberal ideoloji adı verilen şey aslında paranın akışına göre şekil değiştirmektir, paradigma para üzerinedir. Her şeyi para üzerinden bakan liberal kişilik, paranın sahibine her zaman itaat etmeyi kendi geleceği için zorunlu görür.

İsmail Cem Özkan

23 Ekim 2011 Pazar

Yardım derken…

Yardım derken…

Yardım kuruluşları gün geçmiyor ki, caddelerde, sokaklarda, evlerin kapısında yardım için sizin önünü çevirmesin… Eskiden devlet sosyal olduğu dönemde bir kurumu vardı, kurum milli bir özellik gösterirdi ve orasını kutsal kapı olarak görülürdü, kapıya gelmez vergilerden yardım ücreti kanun ile kesilirdi, hala uygulamaya da devam ediliyor.

Yardım kuruluşlarının merkez binalarının lüks görünüm içinde ve çok katlı olması tesadüfi değildir, elbette yardım kuruluşları fakir olamazlar, zengin ve varlıklı olanlar ancak yardım yapabilirler. (yaşamın trajedisi burada gündeme gelir, çünkü bu yardım kurumlarına en fazla yardımı yardıma muhtaçlar yapmaktadır, onların verdiği küçük meblağlar yan yana getirildiğinde en zenginin verdiği yardım bütçesinden daha büyük olur.) Yardım öyle hafife alınacak bir şey de değildir, iyi bir organizasyon, hedef kitleye ulaşabilecek olan araçları ve süreklilik açısından profesyonel çalışanları da olması gereklidir. Gönüllülük usulü olanlar ancak yerel çalışma alanında olabilir. Okul yardımlaşma derneği gibi. Onların alanı ve çalışması sınırlıdır ve bellidir.

Büyük felaketlere ve evrensel çapta yardımın hareket etmesi büyük olanakları berberinde getirmektedir ve devletler ve uluslararası kurumlar ile ilişki içinde olmak anlamına gelmektedir. Liberal ekonomin globaizasyonu sonucunda yardım kuruluşlarında devletin tekelinden çıkmış ve gönüllü olarak küçük adımlar ile başlayan hareketler şimdi büyük ve uluslararası boyutlara ulaşmıştır. Daha karmaşık ilişkilerin içinde olan bu kuruluşlar, yerel olarak aldıkları yardım malzemesini hedefe en kısa zamanda ve sağlıklı bir şekilde ulaştırmak ile yükümlü olmalarına rağmen, aynı zamanda uluslararası politik sorunlarında merkezinde yer alabilmektedir. Soğuk savaşı dönemi ve sonrası dönemlerde yardım kuruluşları ile istihbarat gibi kavramların içi içe geçen soruşturmalara tabi olması tesadüfi değildir.

Yardım kuruluşlarının bugünkü bütçeleri; holdinglerin bütçeleri ile boy ölçülecek boyuta ulaşmıştır. Yardım kuruluşlarının bir çok şehirde / ülkede şubelerinin olması, oralardan topladıkları paraları merkezi olarak planlayarak kullanmaları kadar doğal bir şey yoktur. Toplanan yardımların aslında hedef kitleden önce kendi personeline, binalarına, araçlarına ve kiralanan depolarına gitmektedir.

Yardım kuruluşları, çalışanına istihdam sağlayarak, bir çevrede yer alan insanların geçim kaynağı olmaktadır. Devletin yapması gereken ve bizim verdiğimiz vergiler ile desteklediğimiz kurumların görevlerinin bir bölümünü bu dernekler ve vakıfların alması elbette vicdani olarak bizi rahatlatabilir, fakat liberal ekonominin belirlediği ortamda bu derneklerin, vakıfların ülkenin politik arenasında oynadıkları rollerinde gözden geçirilmesi gereklidir.

Yardım kuruluşlarının sahip olduğu gemiler, araçlar, binalar ve uluslar arası bağlantıları ve sınır ötesi devlet ile işbirliği içindeki projeleri saydam bir şekilde incelenebilirse eğer, yardım kuruşlarının gerçek amaçları hakkında ipuçlarına sahip olabiliriz. Ülkemiz içinde faaliyet gösteren yabancı kökenli yardım kuruluşu olan vakıfların amaçları iki de bir gündeme gelirken, aynı şekilde bize ait olduğunu sandığımız yardım kuruluşlarının amaçları ve yaptıkları kahramanlık söylemleri ve kutsallık olarak sunulan görevleri neden açıkça kamuoyu önünde tartışılmaz?

Yardım kuruluşları bizim vicdanımızın rahatlamasını sağlarken, aynı zaman içinde başka görevleri ve amaçları da yerine getirmekteler… yardım kuruluşlarına yapılan yardımlar ile vergiden muaftır… bizim vergilerimizden kesilen bir çok yardım vergisi, liberal ekonomi mantığı içinde gereksizdir ama ne yazık ki bu vergiler bile tartışma konusu yapılmamaktadır.
İsmail Cem Özkan

Emekli olduktan sonra…

Emekli olduktan sonra…

Ülkenin sınırlarının korunması ve geleceğinin bekassı için ordu elamanlarının eğitimi normal eğitimden farklı ve ayrıntılıdır, çünkü ordu ileri teknoloji kullanan, geliştiren bir alan olması açısından da önemlidir. Ordu için yapılan bütçe diğer tüm harcamaların üzerinedir ve ordu için bütçenin kontrolü genelde yoktur.

Ordu, kendi elemanın yetiştirilmesi için akademiler kurmuştur. Ülkenin en zeki öğrencilerinin orada eğitim görmesi için çekici kılınmıştır. Ordu bir anlamda elemanına gelecek garantisi vaat eden bir kurumdur. Ordu bünyesine giren her hangi bir birey diğer vatandaşlara göre avantajlıdır ve ayrıcalıklıdır.

Ordu bireylerden oluşur, bireylerin yetenekleri ise ordunun ihtiyacına göre kategorize edilmiştir. Birey, ordu içinde önemsiz gibi durmasına karşın, işin gerçeği öyle değildir. İstatistiksel rakam olarak kabul edilenler daha çok çoğunluğu temsil eden tabanı yanı erleri ve erbaşları temsil ederken, akademi mezunları bireydir ve bireylerin refahı ve yaşam kalitesinin yüksek olması ordunun geleceği ve birliği için önem arz etmektedir.

Sanayileşmiş ya da sanayileşme yolunda ülkelerin ordu elemanlarını emekli olduktan sonra danışman olarak şirketlerin içinde yer alması şaşırtıcı bir durum değildir. Ordu kendi bünyesi içinde kurduğu özel teşebbüs firmalarda ne kadar başarılı olduğunu bizim gibi ülkelerde saklamadan göstermiştir. Ordu Yardımlaşma Kurumu fabrika kurmuş, bankasını serbest piyasa içinde diğer firmalar gibi çalıştırmış, ağır sanayiden, silah üretime kadar her alanda faaliyet gösteren başarılı örnek çalışmaları vardır.

Ordu ile devlet yönetimi arasında da üçüncü dünya ülkelerinde sıkı bir ilişki vardır, ordu kendisini devlet olarak görmekte ve kendisine ya da ülkeye karşı gelecek her türlü saldırı karşısında savunma durumundadır ve ülke yönetimine el koymada yasal düzenlemeler yapma hakkını kendisinde görmektedir. Kutsal olan bir kurumun elbette yaptıkları sorgulanamaz, sadece onaylanır konumdadır. İç ve dış düşman tanımına göre ordu düşmanlar ile savaşmak için kurgulanmış ve yaşatılmaktadır.

Ordu ulus devletin oluşması aşamasında önemli bir rol oynamıştır. Ordu sayesinde ulusal sermaye kurulması için olanaklar yaratılmış ve ulusal sermaye ile ordu arasında bir biri içine geçmiş bir ilişki söz konusudur. Ordu devletin bütün organları ile iç içedir ve kuvvet ayrımını sadece kağıt üzerinde kalmaktadır. Devlet yapısı içinde ordu üst yönetimi hiyareşi içinde ilk on içinde yer alır.

Bizim gibi darbeler ile tarih çizgisini belirlemeye çalışan ülkelerde ordu içinde çalışmış ve emekli olmuş olanların ticari yaşam içinde oynadıkları roller pek araştırılmamış, o konuda tartışmalar yürütülmemiştir. 12 Eylül darbecilerinden birinin bir seramik firmasının hissedarı olması gerektiği gibi konuşulmamıştır. Bir askeri yetkilinin görevi suiistimal ettiği ve haklı kazanç sağladığı konusunda bir mahkeme kararı olmuş olmasına rağmen, bu davanın sadece istisnai bir dava olduğu düşüncesi bende hakimdir. Çünkü genel olarak ordunun bütçesi ve ihalelerini kontrol edebilecek, haksız rekabet koşulları uygulanan liberal ekonominin karanlık noktasını oluşturmaktadır. (http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=6830550)

Emekli olduktan sonra, firmalara danışmanlık görevi yapanların ordu için açılan ihalelerde ne gibi rolleri olmuştur, bu konuda bir bilgi mevcut mudur?

Darbeler birilerine karşı yapılır. Yakın zaman içinde 12 Eylül darbesi ve onu takip eden yıllarda darbe girişimlerin olduğu kamuoyu önünde bildiriler şeklinde yansıdı. Bugünde onun ile ilgili bir dava ya da davalar hala sürmektedir. Bu darbelerin ve darbe girişiminde rol almış ya da o dönemlerde üst görevde yer alan askeri bireylerin bugün hangi firmalarda danışmanlık, ortaklık gibi ilişkileri var, bu konuda bir bilgi mevcut mudur?

Çıkarlar ilişkileri belirlemeye devam ediyor, geçmişte muhtara veren, muhatabını güçlendirmiş miydi, yoksa neler olmuştu anımsayan var mı? Çıkarlar zaman içinde değiştiğine göre, eski düşmanlar yeni durumda iş ilişkisi içinde olabiliyorlar.

İsmail Cem Özkan


Ulaşabildiğim bilgi: Emekli General Çevik Bir Kazdağları’nda dev bir termal sağlık tesisinin danışmanı oldu. Astyra Termal Restort&Devre Tatil kompleksi şirketinde istişare kurulunda bulunmaktadır. Orakları arasında Elmas işi ile ilgilenen bir firmada bulunmaktadır…

Eski Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Semih Sancar (Akbank YK), Org. Muhittin Fisünoğlu (Sümerbank), Org. Teoman Koman (İnterbank), Oramiral Vural Beyazıt (Etibank), 12 Eylül'ün Orgenerallerinden Turgut Sunalp (Netaş ve Garanti Bankası Yön. Kur. Üyesi); Org. Adnan Ersöz (İşbankası Yönetim Kurulu Üyesi); 12 Mart'ın ünlü darbecilerinden Org. Faik Türün (Umumi Mağazalar Yönetim Kur. Üyesi); Org. Süreyya Yüksel (Yaşar Holding Danışmanı); Org. İbrahim Şenocak (Etibank Yönetim Kurulu Başkanı); Org. İsmail Hakkı Akansel (PETKİM Danışma Kurulu Üyesi); Org. Vecihi Akın (AKSİGORTA Yönetim Kurulu Üyesi); Org. Doğan Özgöçmen (Yapı Kredi Bankası Yönetim Kur. Üyesi); Org. Suat Aktulga (LASSA); Org. Şeref Akıncı (Doğuş Holding Yönetim Kurulu Üyesi); Org. Kemalettin Eken (Şekerbank Turizm Yönetim Kur. Üyesi); Org. Sabri Deliç (Profilo Holding Başkan Yardımcısı); Oramiral Bülent Ulusu (AKSA Yönetim Kurulu Üyesi); Org. Nazif Oka (Hema Holding Yönetim Kur. Üyesi); Org. Halil Sözer (Borusan Yönetim Kur. Üyesi); Korg. Fevzi Aysun (Derborsa Yönetim Kur. Üyesi); Korg. Hikmet Kesim (Türk/ABD Havacılık San. (TAİ) Yön.K.Ü.); Korg. Tevfik Alpaslan (Altay şirketler Grubu); Tümg. Cemil Mete (Minex Savunma Sanayi Yön. Kur. Üyesi); Tümg. Hayri Sözen (Borusan Danışmanı); Tümg. Servet Bilgi (Bekoteknik Yönetim Kur. Üyesi); Tuğg. Tanju Erdem (Yaşar Holding Danışmanı); Tuğg. Fikri Topsever (AKSA Personel Müdürü); Tuğg. Sezer Bilgili (Pamukbank Denetçisi); Tuğg. Şahap Ar (Alarko Holding Yönetim Kur. Üyesi); Tuğg. Sıtkı Sunday (Otomarsan Başkan Vekili); Tuğg. Orhan Köker (Profilo Holding Müşaviri); Tuğg. Yılmaz Oral (Hema Holding Yönetim Kur. Üyesi); Tuğg. Kamuran Gümüşsoy (GİMA Yönetim Kur. Üyesi…
Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Oramiral Orhan Karabulut ve Orgeneral Teoman Koman’ın medya gruplarına danışmanlık yaptığı biliniyor. İhlas Ankara Medya Grup başkanı olarak da yine bir emekli asker Nuri Elibol görev yapıyor. Koramiral Atilla Kıyat, Fenerbahçe Kulübü Yönetim Kurulu’nda, Tümgeneral Çetin Uğural, Oramiral Halis Burhan ve Korgeneral Hasan Kundakçı isimleri de Türkiye Sanayici ve İşadamları Vakfı (TÜSİAV) Yüksek İstişare Konseyi’nde yer alıyor. En fazla asker yönetici yoğunluğu üniversitelerde gözleniyor. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Haliç Üniversitesi mütevelli heyeti üyeliği görevini sürdürüyor. Tümgeneral Rıza Küçükoğlu, Bahçeşehir Üniversitesi Global Hukuk Programları Direktörlüğü genel sekreterliğinde bulunuyor. Tuğamiral Mehmet Celayir Koç Üniversitesi genel sekreteri, Orgeneral Edip Başer Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü müdürü, TOBB Ekonomi ve Ticaret Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi, Tümgeneral Mehmet Tiryaki Anadolu Bil Meslek Yüksek Okulu Yönetim Kurulu üyesi olarak görevini sürdürüyor.
25.04.07 http://www.nuveforum.net/18-tartisma-platformu/12105-batik-is-adami-generallerin-tam-listesi/