6 Kasım 2011 Pazar

Dini bayramlar gelince…



Dini bayramlar gelince…

Dini bayramlar gelince dinden beslenen vakıflar, dernekler vb. gibi yapılanmalar halkın dini duygularından yararlanmak için kampanyalar düzenlerler.
Vakıflar, dernekler, adına ne ad verirlerse versinler var olan örgütlenmeler; insanlık tarihi kadar eski bir geleneği modern söylemler eşliğinde sürdürmeye devam ediyorlar. Eskiden kapı kapı dolanılırken, şimdilerde meydanlarda çadır kurup, alanlara, yollara tanıtıcı bez afişler asıp, duvarlara, otobüs içlerine kadar her yerde isimlerinin görüleceği, hesap numaralarının alenen ilan edildiği çarpıcı grafik çalışmaları ile halkın o masum duygularından yararlanan çalışmalara rastlarsınız ve gelenek biçim değiştirerek devam eder.
Kurban bayramı içinde aynı anlayış içinde olanlar, birbirleri rekabet halinde; sokakları afişler ile donatmış, ekranlar aracılığı ile yardım toplama yarışı içindeler…
Yaptıkları eylemler ile dikkat çeken vakıflar, halka kendilerini desteklemelerini, büyümeleri için yardım toplamaya devam ediyorlar. Vakıflar birbirinden ayıran küçük ayrıntıları öne çıkararak “aslında yok birbirimizden farkımız ama biz şuyuz” demeye devam ediyorlar.
Son yıllarda birbirine benzer biçimde çalışan vakıf, dernek sayısı artması şaşırtıcı değildir. Bu kurumların merkezlerinin lüks içinde ve profesyonel çalışma koşullarına uygun mekanlarda olması şaşırtıcı değildir. Profesyonel çalışanları ile daha disiplinli ve sürekliliği olan amaçları doğrultusunda faaliyet gösteren bu kurumlar, halkın yapmayı düşündüğü ve düşündürtüldüğü yardımlara göz dikmiştir, yapılan propagandalar da bu bütçenin paylaşımı üzerinedir.
Sokaklarda aynı amacı, aynı hedefi ve aynı kesme seslenen propaganda çalışmaları ile kendilerini öne çıkarmak yarışı içindeler. “Bize yapacağınız yardım; en hayırlısı!” diyerek sokakların kan gölüne döndürülmesi yerine, “sizin adınıza keseceğimiz kurban ile en fakire en doğru şekilde biz ulaştırırız!” demekteler.
Hedef kitleye ulaşmak içinde her türlü masraftan kaçınmazlar. Bağışlar ile “Allah için” bir şey yapmış olursunuz derken, Kilislerde günah çıkarmak için verilen paralar ile bir anlamda eş anlam yüklenmiş olmaktalar. Gerçi uygulanış ve amacı farklı olsa da biçim olarak benzerliği dikkat çekicidir.
Zekat, birileri için geçim kaynağı, propaganda aracı ve örgütlenme için maddi destek anlamına gelmektedir. Toplanan zekat parasının hangi amaçlar ile nerelerde kullanıldığı sorgulanamaz, bu vakıfların, derneklerin mal varlığı ve yaptıkları eylemler kamuoyu önünde tartışılmaya ve denetime açılmaz. (Yurt dışında açılmış davalarında pek önemi yoktur. Orada verilmiş kararlar onların iç işidir. Ülkemizde benzer ismi taşıyan ve benzer işleri yapanların amaçlarını sorgulamak bugünkü anlayış içinde pek önemi yoktur. Onlar hayırlı işleri yapmaya devam ediyorlar ve desteklenmesi gereken ve projelerde ortak çalışılması gereken kamu yararına kurum özelliklerini korumaya devam ederler. Vergi gibi konularda ödüllendirilmeye devam edilir.)
Zekat için her bayramda bir rakam belirlenir, bu rakamı propaganda araçlarında kullananlara yardım edenler elbette biliyordur, paranın önemli bir bölümü bu kurumların yapılanması ve kampanya için kullanıldığını.
Dini bayramlar, din duyguları istismar edenlerin meydanlara çıkıp açıktan yasal olarak (bana göre) halkı kandırdıkları günlerdir… Kandırıyorlar, çünkü toplanan paralar; kampanya ve büro masrafları içinde buharlaşmasını kimse duyamaz, göremez ama hisseder.
Devlet mekanizmasının denetimi ve bilgisi dahilinde yapılan bu açıktan yardım toplama faaliyetleri, verilen sözlerin ne kadarını yerine getirildiği konusunda denetim mekanizmasının olmadığı bir sistem içinde yaşamaktayız. Dini duyguları istismar ederek örgütlenen, yardım adı altındaki bu kuruluşları ulusal ve uluslararası boyutlarda değişik projelerde devlet ya da devletler ile birlikte yer alması ve orada yaptıkları faaliyetlerin gözler önünde olmaması ayrı bir handikap olarak ortada durmaktadır. Değişik ülkelerde faaliyet gösteren vakıfların ajanlık faaliyeti ile suçlanmaları tesadüfi değildir, onların yaptıkları projeler ve içlerinde oldukları ilişkiler ile sorgulanması gereklidir.
Dini bayramlar gelince sokaklar, ekranlar, yaşamın her alanında bu yardım kuruluşların kampanyaları ile karşılaşabilirsiniz. Bağımsız denetim kuruluşu tarafından denetlenmeyen bu kuruluşların varlığı ve yaptıkları tartışma konusu olmaya hep devam edecektir.
İsmail Cem Özkan

Sol, neden buharlaştı?

Sol, neden buharlaştı?
“Sol, 12 Eylül’de neden buharlaştı ve daha sonra neden yağmur olarak yeryüzünü kucaklayamadı?” sorusu yıllardır kafamda duran ama sesli olarak söylenmeyen soru olarak durmaktadır. Zaman zaman kendi kendime cevaplar verdim, verilmiş olduğuna inandığım makaleleri inceledim, o döneme ait gazeteleri, yorumları ve 12 Eylül sonrası yayınlanmış dergileri inceledim, sorunun yanıtı verilmemişti. Kimse bu soruyu kendisine ciddi ve samimi olarak sormadığını düşündüm. Nasıl oldu da 12 Eylül gibi bir darbe ile sol halkın umudu olmaktan çıktı ve bir anda buharlaştı? Hiroşama’da insanlar buharlaştı ama orada buharlaştıran atom bombası “küçük erkek kardeş(Little Boy) ” vardı, peki solun üzerine atom bombası mı düşmüştü?
12 Eylül öncesi solun amiral gemisi Devrimci Yol olduğu hakkında açılmış davalara bakarak söyleyebilirim. Sol, kendisini bir çok tartışama da Devrimci Yol Dergisi yazılarına ve o çevrenin yapmış olduğu eylemlere göre biçimlendiriyor ve konumlandırıyordu. Devrimci Yol dergisi ve çevresini merkeze alarak kafamdaki soruya kendi birikimlerimin ışığı altında yanıt arayayım, çünkü verilmemiş yanıtlar sonuçta gökyüzünde buhar olarak dolaşmakta olan bulutlardan biri yapar. O bulutlara bakarak anlamlar çıkarmak isteyenler ise yeryüzünde hala solun efsanesi altında geçmişe övgüler dizmek ile uğraşmaktalar. Sol yaşadığımız günler için gerekli. Halkaların gerçek çözüm yollarını sol geliştirebilir, geliştirdiğini söyleyen liberal solcular ise iktidarın koltuk değneği olma özelliğini aşamayacak kadar kirliliğin içinde ellerini, vicdanları kirleterek günlerini geçiriyorlar.
Halk siyasi liderlik yoksunu olarak var olan sorunlara karşı kendisince çözüm yolları üretmekte, iktidarın yaratmış olduğu kirliliğe karşı direniş göstermektedir.
HES karşıtı mücadele her görüşten, inançtan insanı, birkaç lira için doğayı yok etmek isteyen açgözlü sermayeye karşı direnişi sürdürüyor. Devlet destekli yapılan bu saldırıları boşa çıkarmak için halk, kendiliğinden firmanın inşaat alanında karşı tepkisini gösterirken, halk ile devletin kolluk güçleri karşı karşıya gelmektedir. Solun geçmişte güçlü olmadığı yerlerde bile halk içgüdüsel olarak yapılan bu doğaya karşı saldırı karşısında direnmektedir. Bu saldırıları hukuk kuralları içinde olması için çaba sarf eden AKP iktidarı, yeni yasal düzenlemeler yaparak, halk ile kolluk güçlerini karşı karşıya bırakarak sermeye yanında tavır almaya devam etmektedir, çünkü bu sorunu yaratanda zaten AKP iktidarı ve onun açgözlü sermeye destekçileridir.
Azınlıklar ve ötekiler konusunda AKP plansız ve programı bilmeden “açılım” adı altında politika geliştirmeye çalışırken, bu açımlıları kendisine zorunlu kılan AB ve ABD uzun ve kısa vadeli politikalarını uygulamaya devam ediyor. Bu yaratılan ortam içinde sol ve solun çözüm önerileri acil olarak kendisini hissettirmektedir. Ne yazık ki yağmur yeryüzünü henüz adaletli şekilde kucaklamadı.
Devrimci Yol dergisi çevresi, 12 Eylül öncesi yaratılan “iç savaş” ortamında direnişi örgütlemiş, beklemediği hızda ülke sathına yayılmıştır. Dergi çevresi daha çok öğrenci çevresi gibi algılansa da işçi ve memur kesimi içinde de önemli bir kesmi de kucaklamış görünmektedir. Bu dergi çevresinin ülke içinde dağılımının hızlı olmasını sağlamıştır. Maraş, Çorum, Sivas olayları dergi ve çevresinin direniş hattının alanını genişlemesine neden olurken, Fatsa gibi kasabalarda ütopya olarak algılanan teorilerin hayat bulmasına olanak sağlamıştır. Fatsa, devlet yönetimi tarafından hemen mercek altına alınmış, devlet içinde devlet olunamayacağını ve farklı bir sistem hayata geçirilemeyeceğini o dönemin başbakanı Süleyman Demirel ağzından ifade edilmiş ve saldırı Nokta Operasyonu ile başlatılmıştır. Ben bu Nokta operasyonun kırılma noktası olduğuna inanıyorum. Darbe yapan generaller anılarında buna vurgu yapmışlardır. Nokta Operasyonunda Devrimci Yol Dergisi çevresi gerektiği gibi direniş gösterememiş, Fatsa; yenilginin ilk işareti olarak kendisini göstermiştir. Devrimci Yol dergisi çevresi bu yenilgiyi henüz tartışamadan olayların girdabı içinde alacakları en büyük darbeye doğru savrulmuşlardır.
Sol içi çatışmadan Devrimci Yol Dergisi çevresi de nasibini almış, sol görüşlü insanlar iç çatışmada hayatlarını kaybetmiş, yaralanmışlardır. Bu çatışmanın yaratmış olduğu güvensizlik ve solun iç kavgaları var olan çatışmaların çoklu cephede ve çoklu ilişkiler içinde daha da karmaşıklaştırmıştır.
12 Eylül darbesinin geleceği önceden biliniyordu, bunu dergilerinde de yazmışlardı. Beklenen darbe ve darbenin etkisi 12 Mart gibi olacağı ve direniş ile bu askeri darbenin geri püskürtüleceği sanırım dergi çevresi içinde tartışılmıştır. Bu konuda elimde bir veri yoktur. 12 Eylül hemen buharlaşma etkisi yapmamıştır, yaklaşık olarak dört yıl değişik yerlerde çatışmalar ve direnişler olarak kendisini göstermiş olsalar da medya gücünü elinde bulunduran darbeci generaller, amaçlarına kısa sürede ulaşmışlardır. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi her şey sessizlik içinde ve hücre karanlığında, zor ile işler darbecilerin niyetleri yönünde “yoluna” konulmuştur. Dergi ve çevresine davalar açılmış, açılan davalar bir birinden bağımsız ve içerikleri farklı şekilde iddianameler ile mahkeme önüne gelmiştir. Darbe yapanlar için hukukun pek önemi yoktur, önceden verilmiş kararlar uygulatılmış ve karanlık dehlizlerde hukuka uygun ya da uygun olmadan uygulanmıştır. Sağ - sol ayrımı yapmadan çatışan taraflar aynı hücre içinde eritilirken, devletin gücü ve devletin gerçek sahibi biziz demişlerdir.
Devrimci Yol Dergisi ana davası ve orada ortaya konulan savunma yenilgiyi kabul etmiş ve teslim bayrağını çekmiştir. Yenilgi, derginin devamlılığını ortadan kaldırmıştır. Dergi çevresi uzun süre sessizlik içinde Mamak önü ezgileri içinde kendisine yaşam alanı bulmuş olması, değişen Türkiye paradigması içinde buharlaşmıştır. Bugün Mamak kömür deposu yoktur.
24 Ocak kararları ile liberal ekonomi ve onun sonucu toplum ilişkileri yeniden biçimlendirilmiş, yeni bir kuşak yaratılmıştır. Bu kuşak eskiden gelen dayanışmacı ruhunu ortadan kaldırmış, daha bencil ve para için en yakın arkadaşını ezmekten çekinmeyen bireyler güruhuna dönüştürmüştür. 12 Eylül öncesi yaratılan ilişkileri kullanarak, yeni dönemde kendilerine yaşam alanı açanlar, değişik belediyelerde ihale peşinde koşmuş, danışmanlık hizmeti vermişlerdir. Para kimdeyse ona doğru yönelim; siyasi inanç ve kişiliği tamamı ile kirleterek gerçekleşmiştir. Devrimci Yol Dergisi çevresinden olduğunu söyleyen, okurları ve dergi çalışanları bu kirlenmeden gerektiği gibi yararlanmış, solun amirali olan Devrimci Yol dergisi ve çevresi batmış geminin tayfaları olarak, liberal yaşam biçiminin denizi içinde kendilerine yaşam alanı açmak için mücadele etmişler ve bir anlamda da başarılı olmuşlarıdır. Geçmişte devrimci yolcu olduğunu söyleyen bir çok danışman ve öğretim üyesi ile karşılaşmamız yadırganacak durum değildir.
Sol, bu kirlenme ile buharlaşmıştır. Zeminini kaybetmiştir, yeni zemin içindeki ilişkilere ise cezaevinden çıkanlar anlam vermeden yaşam kavgası içinde karışmışlardır.
Dergi ve çevresi yenildiğini söyleyerek, devamlılık gösteremediği için eskiden var olan ilişkilerini kaybetmiş, geçmiş ile bağını koparmıştır. Derginin ana davasında yapılan savunma beklenen etkiyi göstermemiş, var olan beklentileri de yok etmiştir.
Derginin buharlaşması ve bir daha anıları dışında başka etki yapamamasının arkasında bana göre en büyük neden bu yenilginin, geçmiş ile olan bağının, ilişkilerinin koparması olarak görüyorum.
Cezaevi süreci ve bu süreç içinde insanların yoldaşlık anlayışı yerine, kim ne ifade verdi, kim kimin üzerine suç attı, kim kendisini kurtarmak için ne gibi çamur attı çevresine diyerek sorgulaması ve poliste verilen ifadelerin ortaya serilmesi, var olan ilişkilerin bir daha onarılamayacak şekilde bozulmasına neden olmuştur. Devrimci Yol Dergisinin yaratmış olduğu düşünce yöntemi ve yeni hayat tarzı, var olan liberal ekonominin acımasız şekilde uygulandığı ortamda kendisini savunamamış, koruyamamıştır.
Sol, amiral gemisini kaybetmiştir. Ülke dışına kaçmak zorunda kalanlar ise ilticacı oldukları ülkelerin koşullarına uyum sağlamışlardır. Bir anlamda; getto içinde eski ilişki içinde oldukları ve ilişkileri henüz (polise verdikleri ifadeler olmadıkları için) bozulmadığından kapalı bir cemaat ilişkisi yaşamışlar ama cemaat ilişkisinde bir yerinde çıkarlar ve beklentiler karşılıklı hayat bulmadıklarında aynı derecede ayrılmanın ve kirlenmenin de nedeni olmuştur. Yurt dışında kalanlar, özellikle Avrupa’da olanlar iltica olayını ekonomik kriz içinde yaşayan ülkede vatandaşlarına çekici hale getirmişler ve ilticacı ama politik olmayan insanlar ile yeni cemaat ilişkileri yaratmışlardır, bu ilişkilerde doğal olarak kirliliğin boyutunu büyütmüştür. Kirlenmenin olduğu, çıkar çatışmasının yaşandığı cemaat ilişkilerinde küçülme ve parçalanma kaçınılmazdır.
Devrimci Yol Dergisi yurtdışına çıkmış eski okurları da değişim karşısında kendisini koruyamamış ve yok olmasalar da minimal konumda eskinin anıları ve dergi koleksiyonları içinde yaşamayı seçmişlerdir.
Kendi zeminden buharlaşan hareketin yurtdışında emin bulması ve zemini uzun süre koruyabilmesi imkanı yoktur. Zaman içinde ülke içinde gelişmelere uygun olarak toparlanıyor gibi yapmış olsalar da, cezaevinden çıkmış ve yurtdışında yaşamayı seçenlerin polis ifadeleri orada da kişilerin gündemine gelmiş ve güvensizlik, ortak amaç, ortak yaşam olanağını ortadan kaldırmıştır. Bireysel olarak her biri ülkedeki dergi çevresinin yaratmış olduğu harekete gönül bağı kurmuş olsalar da, gerçek anlamda dergi çevresi okuru olmak özelliğini aşamamışlardır.
Devrimci Yol Dergisi ana davasından çıkanlar, geçmişten kopuk ama ilişkilerini koruyan arkadaşlarını toplayıp yeni dergi denemeleri yapmışlardır. Dergi çevresini biraz heyecanlandırmış olsa da, dergi çevresinde geçmişte yer almış ama daha sonra ilgisizlikten dolayı kaderi ile baş başa kalmış, cezaevinde tek başına mücadele ederken, dışarıda ailesi her türlü acıyı yaşamış olanların eteklerinde taşlar birikmiştir. O taşlar aşağıya düşmeden eskisi gibi ne güç olunabilecektir ne de çevre.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi ile bir araya gelen çevre, henüz ne söyleyecekleri belli olmayan ama geçmişin ortak anılarını paylaşanların bir birliği olma özelliğini göstermiştir.
Geçmişte dergiyi çıkaran ve dergiye yazı yazanlar kendi içlerinde ayrılığa düşmüş, ortak tavır alamamaktadırlar. Geçmişin ortak arkadaşları farklı tercihlerin peşinde düşmüşlerdir.
Parti kuruluşu, bir birinden ayrı gelenek ve anılara sahip olanların ortak bir anı yaratması süreci; ayrılıklar ile kendisini göstermiş, ÖDP adı ayrılık ile özdeşlemiş konumuna gelmiştir.
Eski arkadaşlar cenazelerde karşılaşır olmuşlar, eskinin sembolü bugünlerde cenazelerde yakaya takılan bir rozet olma özelliğini korur konumundadır. Amiral gemisini batırmıştır, sol yoktur. (Gerçi o sembolü kullanan ve o derginin devamı olduğunu söylen bir kesim vardır ama gerçek anlamda ana davadan bakıldığında onlar devamlılığı sağlayamadıkları gözükür.)
Sol, yeni bir gemi yaratma süreci için mücadele ediyor olmasına rağmen, gerektiği kadar halk tarafından ilgi görmemekte, çıkardığı günlük gazetenin satışı bir dergi satışından bile daha aşağıda durmaktadır.
Sol, bugün var olmak zorundadır, yaşadığımız çağın alternatifini sol yaratacaktır. 30 yıldır iktidarda olan sağ ve ılımlı İslam hükümetleri toplumu atom gibi parçalamış, krizler içinde halk nasıl davranacağını, neye nasıl tepki vereceğini bilemez konumundadır, kendisini yok edene biat etmektedir.
ÖDP son kongre kararları ile yeni çıkış yolu aramakta ve geçmişin yaratmış olduğu kopukluğu ortadan kaldırıp, yenilgi öncesi dönemi ile kucaklaşma ve yeni koşullara uygun politika geliştirmek için çaba sarf etmektedir. Önündeki en büyük handikap, 30 yıl süresi içinde eteğinde taş tutan eski okurlarıdır. Onları geçmişe bağlı kalmaktan kurtarıp, yaşadığımız günlere uygun mücadele içinde yer bulmaları için zemin hazırlayabilirlerse, yeniden sol için amiral gemisini inşaat edebilirler ve sol, yağmur olarak ülkemiz topraklarına yağabilir.

İsmail Cem Özkan

Not: Devrimci Yol Dergisi ve çevresi kavramını kullanmama birileri itiraz edebilir, fakat ana davanın savunma mantığına uygun olarak bu yazıyı kaleme aldım, orada kendilerini dergi çevresi olarak görenler, daha sonra karşılıklı sohbet olarak çıkarılan bir kitapta da tekrarlanan dergi vurgusunu bozmak istemedim. Eğer örgüt olsalardı, bugün sürekliliğini devam ettiren bir yapıları olurdu. Onların bir bildiği var olduğunu düşünerek dergi ve çevresi vurgusunu kullandım.

Not2: Neden diğer sol dergileri / partileri konuma almadım diye sorabilirsiniz, ben solun amiral gemisi olarak gördüğüm Devrimci Yol Dergisi açsından ele aldım. Örneğin bugün Hürriyet Gazetesini Türk medyasının amiral gazetesi olarak görürseniz, onu incelersiniz, onun attığı başlıkları tartışırsınız, Sabah gazetesini konu edinmezsiniz. Hürriyet Gazetesi bugün çok satanlar içinde birinci sırada değildir, fakat amiral özelliğini hala korumaktadır.

Kararlar hurafe olur mu?

Kararlar hurafe olur mu?
“Ben hukuka güveniyorum, bağımsız yargıya güvenim sonsuzdur. Hukukun verdiği kararlar sonuçtur, ancak açılmış bir dava hakkında yorumlar verilen karar üzerine yapılabilinir, öncesi verilen kararlar sadece hurafedir, bir şey ifade etmez.”
“Yargılama sürecinde yapılan her yorum sübjektiftir…”
Yukarıda tırnak içine aldığım görüşler genel bir yargıyı ve doğruyu ifade eder… Genel doğru olarak kabul edilenlerin hayat içinde karşılığı doğru olacak anlamına gelmez. Türkiye tarihi içinde alınmış bir çok kararın ve uygulamaların bugün dahi tartışma konusu olması, hatta bir çok kişiye yeniden iade-i itibar verilmesi, mahkemelerin vermiş olduğu kararların bir çoğunun doğru olmadığını göstermektedir. Mahkemeler, gerçek anlamda bağımsız olamamıştır. Adalet sistemi, devlet mekanizması içinde siyasi değişimlerden etkilenen bir konumunda olmuştur. Adalet sistemi; devletin çıkarlarını savunur ve devletin bakış açsının doğu olarak kabul eder. Mahkemeler, devletin ideolojik bakış açısı içinde benzer davalara değişik kararlar verebilmekte ve iç içtihattı çelişkiler ile doludur. Hem ak hem de kara anlamına gelecek kararlar benzer davalar içinde olması şaşırtıcı dahi değildir. Çünkü devlet kendi doğrularını değişen çağa ve dış/ iç ilişkilerin etkisine göre değiştirmektedir. Çağın gereklilikleri devletin ve mahkemelerin bakış açısını da etkilemekte ve mahkemeler bu etkilerin rüzgarına uygun kararlar vererek adaletli olamamaktadır.
Ülkemizin eğitim sistemi, mahkemelerin karaları arasında bir paralellik görmek mümkündür. Eğitim sistemimiz, devletin istediği bireyi yetiştirirken, eğitimin kalıbından çıkma ama kalıba uymayan bireylerin davranışlarını düzeltmek için ayrı bir sibop özelliği gösteren mahkemeleri yani adalet sistemi geliştirilmiştir. Eğitimin ideal kişiliğine uymayan “toplum dışına” düşmüş bireylerin yeniden “toplum içine” kazandırılması veya hepten “toplum dışına” iteklenmesi anlamına gelen kararları verecek bir devlet mekanizması olarak adalet sistemi geliştirilmiştir. Adaletin verdiği kararlar; devletin kararları olarak algılanmış ve halk tabiri ile “adaletin kestiği parmak acımaz” olarak kabul görmüştür.
Devletin ihtiyaca göre örgütlenen kolluk kuvvetleri de zaman içinde uzmanlık alanlarına ayrılmış ve uzmanlık alanları içinde mahkemelere yardımcı konuma gelmişlerdir. Devlet; var olan güçler dengesi içinde aracı konum olmaktan çıkmış, ekonominin seyrinin daha sorunsuz olması için düzenleyici ve yönlendirici konumuna dönüşmüştür. Sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları yönünde biçimlenen devlet, doğal olarak kendi sınırları içinde yaşayan vatandaşları da ihtiyaca uygun biçimlendirilmesine gitmiştir.
Devlet; ulus devleti yapısı içinde, homojen vatandaş yaratmak için kendi sınırları içinde var olan toplumsal çeşitliklere karşı savaş açmış, devlet ideolojisine uygun vatandaş yaratmak için her türlü savunma aracını aynı zamanda saldırı aracı olarak kullanmıştır ve bugün dahi ulus devlet anlayışının bu yönü uygulanmaya devam ediliyor.
Ülkemiz sınırları içinde farklı olanlar “kirli”, “ur” olarak görülmüş ve onların ortadan kaldırılması için her türlü araç kullanılmıştır. Bu araçlar açıktan olabildiği gibi, hurafeler yaratılarak ötekileştirilmiş ve öteki olanlar karşısında önyargıların oluşması için; dilde, eğitimde, askerlikte, mahkeme salonlarında, devletin herhangi bir kapsı önünde öteki konumunda olan vatandaşlar ayrıma uğramışlardır. Devlet kendi vatandaşına karşı savaş açmış, homojen toplum yaratmak için ötekini asimilasyon ile ya da açıktan savaş ilan ederek yok etmeyi seçmiştir. Bugün toplum içinde var olan çatışmaların temelinde devlet bakış açısı ve uygulaması yatmaktadır.
Bugün eğer bir imkan olsaydı; cumhuriyet tarihimiz içinde mahkemelerin (olağan, olağanüstü, istiklal… gibi adlarla anılan özel yetkili mahkemeler dahil) almış olduğu kararlar incelenmiş olsaydı, nasıl bir sonuç ile karşılaşırdık?
Örneğin Yahudi ve Ermeni vatandaşlarımıza karşı uygulanan özel vergiler ve o vergilerin uygulanması için açılan mahkemelerin almış olduğu kararlar ve sürgünler bugün dahi karanlık sayfamızı oluşturmaya devam ediyor. Aleviler, Çingeneler (Romanlar) karıştığı davalar incelenmiş olsa nasıl bir sonuca ulaşırdık? Cinsiyet ayrımcığı konusunda yaslarımızda maddelerin hala varlığını koruyor olması nasıl açıklanır? Bazı suçlarda erkek yönünde ceza indirimi karaların sık sık uygulanmasını nasıl açıklanır?
Devlet ile iyi ilişiler içinde olan sermaye sahiplerinin çevreye, doğaya ve topluma karşı verdikleri zararlar hakkında açılmış olan davalar incelenmiş olsaydı, bilirkişilerin ve mahkeme heyetinin bakış açısı sorgulanmış olsaydı, nasıl bir sonuca ulaşabilirdik? HES konusunda yaslarda yapılan düzenlemeler ve yere halka karşı yürütülen kampanya ve açılan davalar evrensel hukuk bakış açısı ile incelenmiş olsaydı acaba nasıl bir sonuca varırdık?
Devlet eğer isterse suçlu yaratabilmekte ve gerek gördüğünde yarattığı suçluyu ortadan kaldırabilmektedir. Geçmişte kolluk güçlerinin yaratmış olduğu suçlular ve onların hakkında verilmiş mahkeme kararları bugün gerçek anlamda incelenebilseydi, acaba kim suçlu, kim masum sorusu sorulmuş olsaydı ve cevap uluslararası hukuk kuralları içinde aranmış olsaydı, mahkeme heyetlerinin kaçı gerçek anlamda vicdana ve hukuka uygun karar aldığı ortaya çıkardı?
Devlet kendi güvenliği içinde her zaman olağanüstü koşullar içinde yaşıyormuş gibi savunma araçlarını aktif halde tutmakta ve olağanüstü koşullara uygun mahkemeler varlığını yakın tarihimi içinde istikrarlı şekilde sürdürmüştür. Adları değişmiş olsa da, devletin her zaman ideolojiye uygun karar verebileceği yapılanması ve hukuk kuralları var olmuştur. Bu bakış açısı içinde mahkemelerin vermiş olduğu kararlar genelde adaleti temsil etmemekte, tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Bugün dahi mahkeme kararı ile idam edilmiş, cezaevindeyken kendisinden haber alınamayan insanların cenazeleri nerede olduğu bilinmemektedir. Mezarlıklar, kimsesizler mezarlığı ve mezarlık olmayan derelerde, çukurlarda haksız verilmiş mahkeme kararların sonuçları ile somut olarak karşılaşabiliriz. Hukukun verdiği bazı kararlar, mezarlıklarda sonuç olarak bulunurken, sonuçları bugün ve gelecekte de tartışma konusu olmaya devam edecektir.
Devlet için objektif olan kararlar, yaşam içinde karşılığını sübjektif olarak bulmaktadır. Mahkemeler bugün dahi aldığı kararlar ile tartışma konusu olmaya devam ediyor.
İsmail Cem Özkan