19 Kasım 2011 Cumartesi



Anita'nın Aşkı ya da Antigone Newyork'ta

Manhatten’in bir zamanlar fakirlerinin oturduğu bir park vardır, bugün artık orada fakirleri orada göremiyorsunuz, çünkü seyrettiğim olay yıllar öncesinde yaşanmış destan olarak günümüze kadar gelmiş bir polisin ağzından anlatılan hikayedir.
Şehirler yeni yerleşim yaratırken, eski yerleşim yerleri şehrin merkezinde kalınca doğal olarak oralar değerlenir, orta düzeyde şehrin vatandaşları orada, görmek istemediklerini gözlerinin önünden uzaklaştırır. Bir sabah polis operasyon ile bu yersiz, yurtsuz demeyeyim ama evsizleri parktan uzaklaştırmadan önce park içinde şehrin renklerinin en fakirleri orada yaşarmış. Polonya, Rusya ve Porto Rico göçmeni bir sonbahar günü her zaman gündüzleri yaptıkları gibi banklarda uyumaktalar, çünkü evsizler gündüz kendilerini daha güvende hissetmekteler, geceleri ise yaşamaktalar.
Göçmen olarak gelmişlerdir, hayalleri ile gelenler buranın gerçekliği içinde yaşamaktalar ama geldikleri ülkeye de dönememekteler. Evsizler günlerini yaşamaktalar, parkta kendilerine ait zamanlarını kendilerini belirlediği zamanı yaşamaktalar, bizlerin saat dilimi onlar için değildir. Bizlerin zamanları içinde, kendilerine özgü yaşamlar içinde ayrı bir dünyaları vardır. Yaşadıkları yere ve ideallere sonuna kadar bağlıdırlar, Amerika aleyhine yapılan bir protestoya ellerinden geldiğince karşı koyabilecek kadar da vatanlarına ve bayraklarına bağlıdırlar.
Amerikan polisi, Amerikan eğitiminden geçmiş vatana ve bağlı olduğu şehre gönül ile bağlı biridir. Şehrin adaletini temsil etmektedir, o evsizleri şahsi olarak anlamaktadır, çünkü onların yani evsizlerin vatanlarına bağlı olmasını takdir ile karşılamaktadır. Onlarda bu şehrin rengidir, bu şehir evsizleri ile bir bütündür, hatta eski komünist Rusya’dan gelenler bu fakirlerin filmini çekerek propaganda aracı dahi kullanmıştır, ne garip bir cilvedir ki onların önemli adamları işsiz ve evsiz kalacaktır bir süre sonra. Sovyetler Birliği yıkılmış olmasına rağmen komünist düşmanlığı devlet memurları arasında devam etmektedir. Amerikalı olmak demek yaşadığı yerden ve bayraktan gurur duymak demektir, nereden ve ne zaman geldiğin önemli değildir.
Amerikalı olan ama park içinde Rus göçmeni bir profesör (Sasha), geçmişin kötü izlerini hala üzerinde taşıyan, Amerika’ya geldiğinde kendisi gibi profesör olan yurttaşının yanında çalışmış, fakat eşini de ona kaptırarak evi ateşe verip sokaklarda yaşamayı seçmiş bir Rus Yahudi’si. Rusya’da babası müzikten nefret etmesine rağmen evde yüksek sesle radyo çalıp, yan taraftan gelen işkence seslerini bastırdığını ve genç sayılacak yaşta hayatını kaybettiğini anımsamaktadır. Amerika onun beklentisini karışılmadığı için Rusya üniversitesine dönmeyi hep düşünen ama bir adım dahi atmayan ve kendi zamanı evsizler arasında diğer evsizler gibi parkta geçiren biridir. Parkta en samimi arkadaşı Polonyalıdır (Pire). İkisi parkta birlikte yaşamaktadır, belki doğudan geldikleri için birlikteler, kendileri dahi anımsamamaktadır. Pire, Sasha’ya göre daha hareketlidir ve sara hastasıdır.
Parkın kadın müdavimi de vardır (Antigone). Süpermarket alışveriş arabası ile bir şeyler toplar ve satar. Birkaç defa tecavüze uğramış, o da Porto Rico’dan gelmiş. Her birinin ayrı ayrı geçmişi vardır ama park içinde evsizlerin ortak hikayesi vardır. Ev sahibine bıraktığı eşyaları ara ara aklına düşer ama parkı terk edip eski evinin ev sahibine gitmek hayali içindedir ama hiçbir şey yapamaz, çünkü elindeki alışveriş arabası ile metroya binemez, onu bırakacağı da yer yoktur. Sessizlik içinde yaşamı ve ölmüş bir arkadaşı vardır (Paullie). Onun cenazesi kimsesizler mezarlığında gömülmek için limana getirtilmiştir. Kimsesizler mezarlığı şehirden uzak bir adadadır ve orada düzenli olarak haftanın belirli günleri motor ile adaya götürülmektedir. Antigone, Sasha ve Rico’dan rica etmektedir, Paullie’nin mezar yeri kimsesizler mezarlığı değildir, çünkü o bir asildir. Yaşadıkları yerde yani parkta olmalıdır. Cenazesini limandan alıp getirmeleri için para verir. Onlarda limana gider ve cenazeyi almak için tabutların içlerine bakarlar ve Rico sara nöbeti geçirir, bütün yük Sahsa üzerine kalır ama gözlükleri artık net göstermemektedir, Paullie benzer bir başkasını alıp getirdiğini parkta yattığı bankta fark eder ama Antigone bunu fark etmez. Sasha parkta uygun yere mezar kazır ve oraya gömer. Aslında bu durum kimsesizler içinde yeni bir durum değildir, çünkü her yıl o limandan birkaç cenaze çalınır ve kentin kimsesizlerin olduğu parklara gömülür. Polis baskınında kayıtlara geçer.
Bizlere yabancı gelen durum aslında evsizler arasında ve onlarla ilgili çalışanlar için yabancı değildir ve gün geçtikçe evsizlere oranı da artmaktadır. İstatistikler bu yönde bilgiler vermektedir ve tiyatroda izleyici olanların bir bölümü de bu istatistiki verilere göre evsiz kalma potansiyeli vardır ve olabilir.
Oyun kısaca böyledir, oyun henüz başlamadan sizi kapıda bir polis memuru karşılar. Amerikan polisi her geleni süzer. Oyun başlayana kadar polis kapıda gelenlere bakar, ara ara merhaba der. Oyun polisin gözlemleri ve duyguları ile oyunun içine seyirciyi davet eder. Trajik komik bir oyundur, acı gülümsemenin olduğu bir oyundur. New York şehri çeliklileri içinde şehrin renkleri ile birlikte yaşatmaktadır. Kimsesizlerin dünyasına bir büyüteç ile bakarken, Rus klasik edebiyatının kara mizahi dilini hissettirir. Sahne her ne kadar demokrasinin vatanında geçsede Gorki’nin bir kahramanı, Çehov’un öyküsünden fırlayan bir karakteri ile karşılaşabilirsiniz.
Müzik ile bir bütün oluşturan sahne düzenlemesi ile oyun seyircinin yüzüne sonbaharın soğuk rüzgarını oyuncuların sahnede gösterdikleri başarılı performansı ile yönetmenin kurgusunu yakalıyoruz.
İstanbul Devlet Tiyatroları sahnesinde sahnelenen oyun, sizi düşünmeye ve evsizlere başka açıdan bakmaya doğru bir yol gösteriyor. Henüz ülkemiz için evsizler içinde profosörler yok, fakat ekonomik kriz ve modern yaşamın bir sonucu olarak evsizler rakamında ve meslek, ulus, kültür çeşitliliğinde batı yakasını yakalayacağız, çünkü küçük Amerika olurken, elbette oranın bütün özelliklerini de alıyoruz. Yalnız büyük binalar ve onların yaşam, yeme kültürü yanında bu yaşam çeşitliliğini de global rüzgarın etkisi ile ülkemizin parklarında, çıkmaz sokaklarında sıcak noktalarda yaşama olasılığımız var. Her ülkede, her devlet yapısı içinde sokakta yaşayan insanlar hep var olmuştur, olmaya da devam edecektir, çünkü çelişkilerin bu kadar keskinleştiği bir dünyada zamanı ve yaşamı kendisi için yaşamak için tercih edenler ve zorunlu o tercih içinde yaşayanlar olacaktır. Mesleğinin doruğundayken bir anda evsiz ve parkta yaşayan, önemli bir işadamı iken bir anda kimsesiz ve parasız kalanların kaçacak yerleri yoktur, onlar zamanlarını parklarda durduracak ve oranın sosyal yaşamı içinde yaşamaya devam edeceklerdir. O parkı yapanlara şükretmeyi unutmayacaklardır. Geri dönüşüm ve para eden çöpleri toplayıp satarak içki alacaklar, sonra sıcak bir yer için kışın dondurucu soğuğunda giriş parası toplayacaklardır. Olar banyo yapmayacaklardır, o yüzden kokacaklardır ama kendileri o kokunun farkında dahi olmadan, üzerine yapılan kan emiciler ile birlikte birbirlerinin kanını emmeye devam edeceklerdir, çünkü olar saldırmak için park dışındakilerine ulaşacak ne güçleri vardır, ne de düşünceleri. Evsizler yaşamımızın bir parçası olacaktır, belki bu yazıyı okuyanlardan birileri gelecekte evsiz kalacaktır, istatistikler onu söylüyor.
İsmail Cem Özkan

Anita'nın Aşkı ya da Antigone Newyork'ta

Yazan: Janusz Glowacki
Çeviren: Tuğrul Çetiner
Yönetmen: Faik Ertener
Yönetmen Yrd.: Özden Çiftçi
Asistanlar: Özlem Çakar-Ethem Tuncay
Dekor Tasarımı: Suar Şeylan
Kostüm Tasarımı: Medine Yavuz
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Oyuncular:
Polis: Ali Düşenkalkar
Sazsa: Mehmet Ali Kaptanlar
Anita: Özden Çiftçi
Pire: Şamil Kafkas
Adam: Ethem Tuncay
Ceset: Adnan Kürkçü

15 Kasım 2011 Salı

“ucuz” bir komedi değil…



“ucuz” bir komedi değil…

Çehov zeki bir yazardır, iyi bir gözlemci ve gözlemlerini kağıda dökmekte üstattır. Zeki bir insanın öykülerinden bir tiyatro eseri ortaya çıkarmak ve öyküleri yeniden kurgulamakta ancak akıllı bir insan yapabilirdi, onu da Neil Simon yapmış. Çehov, Rus edebiyatının önemli yazarı olmasından bahsetmeyeceğim, onun kara mizah üslubu ile yazdığı eserlerinden de bahsetmeyeceğim, aksine öykülerinin Neil Simon kurgusu ve Sevgi Sanlı’nın dilimize kazandırırken yapmış olduğu kurgusundan ve sahneye uyarlanmış olmasından kısaca bahsetmek istiyorum.
Çehov’un sahnede gördüğümüz öyküleri orijinal dilinden bizim dilimize gelirken üçüncü değişime uğramış olmasına rağmen, kara mizah dilinin güçlülüğünden bir şey kaybetmediğine oyun izlerken şahit oluyoruz. (Belki bu gücü kazandıran; Çehov’u seven yazar ve tercümanlardan kaynaklanıyor olabilir. Çehov’u iyi anlamış ve özümsemişler olduğuna sahnede gösterilen başarıdan da anlayabiliyoruz, bizi yormuyor, akıcı ve ince dokunmalar ile biçimlendirilmiş “acıklı bir güldürü”. “Ucuz bir komedi avcığı” yapmıyor, aksine hiç çekinmeden Çehov okuyucusuna tokadı okkalı bir şekilde vuruyor.)
Oyun, günlük hayat içinde karşılaşabileceğimiz ama görmediğimiz ayrıntıları sahneye taşır. Çehov zamanında yaşanmış yaşanmışlıkların öykülerinin bir iz düşümünü de değişerek günümüzde de yaşadığına ve varlığını koruduğuna şahitlik edebiliriz, elbette Çehov gibi zeki ve iyi bir gözlemci olmuş olsaydık.
Yaşayan için gülünç olmayan şey, izleyenler için gülünçtür ve gülmek biz insanların en doğal refleksidir. Yaşadıklarımıza eğer dışarıdan bakan bir olsaydı belki de kahkahalar ile yere düşerdi. Yaşayan için trafik hatta dram olan olaylar, birileri için ve izleyen için komik durum olabilir.
Çehov, sahnede canlandırılan sekiz öyküsünde bunu kanıtlamaktadır. Küçük öyküler bize yaşamın ayrıntısını anlatmaktadır ve oyun bize keyifli dakikaları hediye etmektedir.
İki perdelik oyunun ilk perdesinde beş(Aksırık, Mürebbiye, Cerrah, Oyunculuk, Boğulan Adam), ikinci perdesinde üç( Baştan Çıkarma, Biçare Kadın, Uzlaşma) skeç var. Zamansız ve yersiz aksırıkla başlayan bir olayı, düşüne düşüne daha da karmaşık bir ilişkiye sokan devlet memuru, “bu kadar budala olması mümkün olmayan ” mürebbiye, acemi dişçi, “Moskova’da amatör, Odesa’da profesyonel” oyuncu, “yüzme bilmeden boğulmaya kalkan” adam, kocası yoluyla kadını baştan çıkaran çapkın, hakkını almak için şirretleşen kadın, ilk erkek olmak için baba ile gidilen genelev kapısı önünde sıkıntı… Bir tür insan koleksiyonu ve insanlık resmi geçidi sanki.
Çehov sahnededir, sahnede bölümler arası geçişi yaparken, aynı zamanda izleyici ile iletişim içinde onları öğrencisi olarak görmektedir. Bir öğretmendir, öğretirken yaşadıklarından ders çıkarılmasını istemektedir. Gözlemleridir, gözlemleri yaşamın ayrıntısında gizlidir. Ayrıntılar bugün bize komik gelirken, yaşayanlar için nasıl bir trajediyi içinde saklandığını yüzümüze tokat gibi vurur.
Sahne düzenlemesi kitap sayfaları açılır gibi yapılmıştır, her öykü kitabın bir sayfasından bize sunulur. Her sayfanın açılımı bir başka öyküyü sahnede canlandırılmasını sağlar. Sahne iyi düşünülmüş, gereksiz her ayrıntıdan uzak, pratik ve izleyiciyi yormayan, oyuncuları daha enerjik yapan bir düzenleme mevcuttur. Bölümler arası kopukluk yoktur, sayfa açılır ve yeni bölüm başlar. Çehov’un gözlemleri kelimeler ile sayfalara aktardığı sahnede canlanmıştır. Çehov geçmişten bugüne doğu konuşmaktadır.
Oyun bir bütün olarak bakıldığında başarılı, temposu yüksek, oyuncuların performansı ve özellikle dişçi sahnesinde oynayan oyuncularım vücut dilleri müthişti. Amatör bir dişçi ve bir rahip konuşmanın az olduğu ama vücut dilinin en üst sınıra ulaştığı sahnede sahnedeki izleyicilerinde o sahneye belki bir kere de olsa dişçide yaşadıklarını kabul ederken katıldıklarına şahitlik ettim. Dişçi korkusu, dişçinin amatörce diş kökünün ağzın içinde bırakması sahnesinde oluşan korku bütün salonda yer alan izleyicileri de kucakladığını düşündüm.
Taner Barlas’ın yönettiği ve Çehov’u canlandırdığı oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları sahnesinde gösterimi devam ediyor. Keyif almak ve aynı zamanda Çehov’un kara mizah şaheserini canlandırılmış olarak görmek istiyorsanız kaçırmayın derim.
İsmail Cem Özkan

Sevgili Doktor
Yazan: Anton Çehov
Uyarlayan: Neil Simon
Çeviren: Sevgi Sanlı
Yöneten: Taner Barlas
Dramaturgi: Dilek Tekintaş
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Işık Tasarımı: Özcan Çelik
Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı
Efekt: Yusuf Tuncer
Yönetmen Yardımcısı: Pınar Aygün
Oyuncular: Aziz Sarvan, Funda Postacı Kıpçak, Kubilay Penbeklioğlu, Meriç Benlioğlu, Nagehan Erbaşı, Taner Barlas, Yalçın Avşar