28 Aralık 2012 Cuma

Bir ada hikayesi


Bir ada hikayesi

Bir ada hikayesi dördüncü cildini de sonunda okudum ve bu şekilde Yaşar Kemal kitapları arasında okumadığım kitap kalmadı sanıyorum. Çocukluğumdan bu yana Yaşar Kemal romanlarını ve öykülerini okuyarak büyüdüm, onun romanlarından elde ettiğim yeni kelimeleri hayatıma katarak daha geniş açıdan dünyaya bakmaya çalıştım. Anadolu ve Mezopotamya destanlarını onun dili ile yeniden yarattım ve hayal dünyamın içinde özel bir yere konumlandırdım.
Dünyanın belli başlı dillerine çevrilen romanları, dünyanın bir çok ülkesinde seminer veren, konuşan, Anadolu ve Mezopotamya destanlarını evrene yayan bir yazar Nobel edebiyat ödülünü alacak beklentisi içindeyken, başka bir yazarımızın ödülü alması şaşırtmıştı. Yaşar Kemal Nobel Edebiyat ödülünü almamış olsa da bizim gözümüzde çoktan almıştı.
Bizim edebiyat tarihimiz içinde üç Kemal vardır, üç Kemal’in ortak yönleri aslında çoktur ama üç ayrı toplumun damarını temsil ederler. Biri köklü bir destan, öteki şimdiki zamanın işçi ve ezilmişlerin öykülerini, bir başka Kemal ise toplumsal dönüşümde yakın tarihin izlerini kitaplarına taşıdılar.
Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Kemal Tahir edebiyatımız ve toplumsal tarihimiz için derin izleri olan insanlardır. Her üçü de üretkendir, her üçü de roman yazmış, genç romancılığımıza yön vermişlerdir. Genç edebiyatımızın olgunlaşma sürecine katkıları büyüktür. Çukurova’nın sıcağı, İstanbul’un karmaşası, tarihin karanlık noktaları bu yazarların kelimeleri arasında bütün kuşaklara aktarılmıştır. Kemal Tahir dünya görüşünü ve kahramanlarını ölmeden önce değiştirmiş, hatta yarattığı kahramanlarını yine romanında öldürerek bir öfke ve hayal kırıklığı ile bu dünyadan göçmüştür. Çünkü o hep muhalefette kalmış ve muhalif çizgisini hiç bozmadan iç dünyası içinde sağlam duruşu ile iktidara yaranmamıştır. Gerçek bir edebiyat insanıdır ve o gerçek duruşunu Orhan Kemal gibi bozmamıştır. Devlet memurluğu yapmamıştır her üç Kemal’de. Devlet ile işleri yoktur, çünkü onların dünya bakışı içinde güce karşı tapma yok, başkaldırı vardır ve o başkaldırı sessizce kelimelerinin arasında dünyaya haykırmışlardır.
Üç Kemal başlangıçta olan duruşları ve samimiyetleri zaman içinde farklı bir yol izlemiş ve yaşam onlara farklı bakış açısı içinde edebiyatımızın unutulmaz ustaları kategorisine taşımış. Üç Kemal muhalefette olmanın getirmiş olduğu tüm zorlukları yaşamışlar, mahpushaneye düşmüşler, sürülmüşler, gidip karakollara imza vermişler ve ekmek kazanmak için en zor yolu seçmişler, yazarlık yaparak yaşamlarını kazanmışlar. Ekmeklerini kelimeler ile kazanmak için her türlü zorluğa boyun eğmemişler. Onların acımasız yaşam içinde onurlu dirençleri yakın tarihimiz içinde hep duracaktır. İnançları onları iktidar ile barışık yaşamayı olanaklı kılmamış, o yüzden iktidarların her zaman tepkisini çekmişlerdir. Toplum içinde ve edebiyat dünyasında yaşanan çelişkiler, kişisel tercihleri de belirlemiş ve üç farklı toplum içinde seslerini duyurmuşlardır. Üç yazarın olgunluk döneminde yolları hiçbir şekilde kesişmez. Yolları yaşamda kesişmeyen üç Kemal’den ikisi daha erken yaşama veda etmiştir. Yaşayan son Kemal olan Yaşar Kemal ise son dörtlü romanı olan Bir Ada Hikayesi serisi ile yolarlı ayrı olan diğer Kemaller ile bir anlamda yolları kesişmiştir. Çünkü Yaşar Kemal, diğer Orhan Kemal ve Kemal Tahir gibi toplumsal olayları bugünkü ve yakın geçmişi penceresinden bakmamış, daha çok destansı, efsaneleri konu almıştır. Daha çok kurgudur ve kurgusu gerçek gibi algılanmış bir yazardır. Bu son romanları ile, bir anlamda, yanlarında bir çırak olarak başladığı Kemaller ile yakınlaşması ve onları selamlamasıdır diye düşündüm ve kendimce yorumladım.
Bir ada hikayesi ile yakın tarihimizin olaylarına bakarız, olayların halklar içinde nasıl algılandığı ve büyük dönüşümün içinde insanların umutları, çaresizlikler ve yollarda, savaşlarda, destanlaşan olaylarda destanlaşan ve isim yapanların öyküleri ile karşılaşırız. Onların hikayesi yakın tarihimizde geçmektedir ve resmi tarih söylencelerinin dışında yaşanmışlıklara daha yakın bir anlatım söz konusudur. Yakın tarihimiz ile yüzleşirken Kemal Tahir ile buluşur. Mübadele ve göç hikayeleri ile Orhan Kemal ile yolunu kesiştirir. Bu dörtlü romanda bir anlamda üç Kemal bir masa etrafında toplanmış yakın tarihimize kendi gözlükleri ile bakmaktadır. Bir adada buluşan bu üç kader ortağı, özlemleri, duyguları iç içedir. Bir bakmışsınız öksüz çocukların yetimhanelere gelmesi, bir bakmışsınız Karadeniz dağlarında gezen bir asker kaçağı, bir adadan sürülmek istenen bir Rum, Rum denizcinin yetiştirdiği Karadeniz uşakları ve onların ona sahiplenmesi. Çocukları, eşleri.. duruşları, duyguları… bir anda gözünüzde Orhan Kemal yalınlığında anlatılan bir Çukurova göçmeni işçi ve gecekondu kızı, eri, işçisi… bir bakmışsınız cumhuriyetin kuruluşunda resmi tarihin farklı anlattığı karanlık noktalarda Kemal Tahir’in iz sürmesi ve anlatması… Yaşar Kemal yakın tarih karşısındaki suskunluğunu bu son kitapları ile bozmuş olduğunu düşündüm.
Toplumsal olaylarda mazlumdan yana tavrını daha gür ses ile seslendirmesi, her olayda arabulucu rolü verilmesi tesadüfi değildir, çünkü Yaşar Kemal; Anadolu ve Mezopotamya’nın sesidir, vicdanıdır. Son dörtlemede bu ses ve vicdan daha çok öne çıkmaktadır. Yaşanan olumsuzluklara ve gidişe karşı yüksek ses ile sessizlerin sesi olur. Üç Kemal bu konuda ortak bir noktada buluşur ve Türkiye toplumunun sesi ve vicdanı olmuşlardır.
Yaşar Kemal bu son kitapları ile hem okuyucusunu şaşırtmış ve farklı bir noktadan yakın tarihimizin karanlık noktasına ışık tutmuştur. Resmi söylemlerin dışında ama tamamı ile kopamadığı bilgiler ile bu romanları yazmıştır. Tamamı ile kopamadığı diyorum, çünkü İzmir konusunda resmi söylemi kullanır ve orada İzmir azınlıklarının yaşadığı durum ile yüzleşmez, üstünden geçer. İzmir yangını İzmir alınması ile ilgilidir ve tarihin bu karanlık noktasında resmi söylem her zaman düşman olanı suçlu görür. Ama yangın olmadan günler öncesinden oradan düşman askeri çoktan gitmiştir, İzmir’e bayrak çekilirken yaşanan trajedi azınlıklar için daha başkadır, resmi söylemlerin dışındadır. Bir roman sonuçta kurgudur ve kurguyu yaparken yazar üzerinde resmi ideolojinin yıllardır birikiminin getirmiş olduğu baskı söz konusu olabilir. Bu durum anlaşılır bir durumdur.
Üç Kemal diye bir söz vardır yakın tarihimiz içinde. Üç Kemal’in sonuncusu diğer Kemaller ile yaşarken toplumsal olaylar konusunda ki edebi suskunluğunu bozdu. Bir edebiyatçı ancak eserleri ile diğer edebiyat ustalarını selamlayabilir, bu bir alçakgönüllülüktür. Bu bir vicdandır, sestir. Yaşar Kemal son kitapları ile bunu yapmıştır.
Büyük bir ustadır, büyük usta olduğunu yazdıkları ve duruşu ile göstermiştir. Halkların dostudur, haklara akıl vermemiş, onları anlamaya çalışmış ve anladığını yazılarına dökmüştür. Romanları binlerce yıldır bir arada yaşayan halkaların yabancı olmadığı konulardır, o yüzden o koca bir Anadolu ve Mezopotamya’dır.  Bizler onun yarattığı adanın çocuklarıyız, o adada yaşanmış olan bütün acıların, trajedilerin, sürgünlerin ve korkularının ürünleriyiz. Bizler, bugün daha umut içinde ve bir arada yaşama kültürünü olabileceğini savunuyorsak, bu gücü o ada hikayesi içinde bulabilirsiniz.
Bir Ada Hikayesi dizisinin dört kitabının adları bile bize çok şey söylüyor.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana
Karıncanın Su İçtiği
Tanyeri Horozları
Çıplak Deniz Çıplak Ada
Hepimiz çıplağız, hikayemiz ancak bu kadar çıplak ve yalın anlatılır.
Yüreğine sağlık, bize ayna tuttuğun için!
İsmail Cem Özkan

27 Aralık 2012 Perşembe

Günlükler…


Günlükler…
Günlükler kişisel tarihin birer kayıdıdır. İnsan yazı yazmayı öğrendiği günden beri günlük tutar, tarihçelerin tuttuğu kayıtlar bilim dünyası için önem kazanırken, kişisel kayıtların büyük bir bölümü ya yok olmuş ya da yok sayılmıştır.
Sahaflara düşmeyen günlükler, çöplerdeki yerlerini ya da gökyüzüne uçan yanmış yaprak kalıntıları halinde evrenin bir yerinde bulunmaya devam ediyor.
Kişisel tarihin bir izdüşümüdür.
Günlüklerde duygular, anılar ve hayaller bulunur. Hayal kırıklıkları ve sonu gelmeyen cümleler.
Günlüklerde öykülerde olduğu gibi bir başlangıç, gelişme ve sonuç yoktur.
Günümüzün en çok kullanılan sosyal platform twitter özelliğini gösterir. Yaz ve unut!
Günlüklerin geçmişini izleyenler kalbi kırık sevgililer ve annelerdir. Bir de polislerdir, eğer bir olay olmuş ise…
Günlüklerde, yaşamın bir çok farklı bakış açısı ile karşılaşılmış olsa da, sanki yaşam resmi söyleme göre bütün insanlar için aynı düzlemde devam eden bir çizgi gibi gösterilir. Seksenler, doksanlar hep beraber yaşamış olmamıza rağmen sanki o tarihlerde hiç yaşamamış gibi duygular içinde, o döneme ait yorumları okuruz ve o yorumlarda kendimizi bulamamış olmamıza rağmen, genel bir moda söylemi içinde, o dönemin beğenilerini kendi beğenilerimiz gibi kabul eder gözükürüz.
Günlüklerde genelde acılar olmaz, umutlar olur. Acılar yaşanırken bıraktığı iz derindir ama zaman içinde derin iz yerini; derin bir sessizliğe ve unutulmaya bırakır. Geçmiş günler içinde yaşanmış duygusal fırtınaların kahramanları, gelecek ve şimdiki yaşam içinde pek yerleri yoktur, çünkü şimdiki zaman içinde yaşanan göreceli mutluğu parçalayıcı birer nifakı olarak görülür ve kabul dahi edilemez.
Benden önceki yaşanan tufan yok olmuş, suların çekilmesi ile birlikte dalgalar ile derin sular içinde kaybolmuştur.
Anılar zihinlerin bir yerinde canlanacağı günü beklerken, günlüklerde ki sayfalar ya yırtılır ya da o satılar içinde kahramanları isimleri üzeri karalanır.  Tarihçiler ile günlük tutanlar arasında ki en önemli fark bauda çıkar, çünkü tarihçiler hiçbir zaman yaşanmış dönemin kahramanların üzerini karalamaz ama o kahramanın bugünkü durumuna göre önemi küçümsenir ya da yok sayılabilecek yeni cümleler kurulmasına neden olabilir.
Olayların olduğu sırada bugün önemli olan ama dün önemsiz olan biri, resmi tarihçilerin yetenekli elleri ile bir anda önemli kılınır ve o olmayan tarih içinde, bugün ki kahramanlara rol biçilir ve senaryosu baştan yazılabilinir. Bunun ile ilgili bir çok örneğe, kolaj fotoğrafları ve resimleri bugün dahi resmi tarih sayfaları içinde görebilirsiniz.
Günlüklere kolaj yapılamaz ama tarihe kolaj yapılabilir. O yüzden; bir resmi tarih hep varlığını korur, bir de gerçek yaşanmışlıkların tarihi ve o gerçek yaşanmışlıkların tarihi ise günlükler içinde kişisel tarihin ayrıntısında gizli olarak durur.
Resmi tarihe itiraz her zaman sessizce ve derinden yapılır ve o yapılan alan ise edebiyattır. Bir çok roman, öykü içinde resmi söyleme sessizce itirazları görür ve hissedersiniz. Edebiyatı edebiyat yapan işte bu sessiz itirazların sesinin bir nota düzlemi içinde okuyucuya sunulmasında bulabilirsiniz.
İsmail Cem Özkan

26 Aralık 2012 Çarşamba

Erotizm kelimeler arasında gizlenmiş…


Erotizm kelimeler arasında gizlenmiş…
Sex and City adlı bir dizi film dünya televizyon kanlarlında yayınlanmaya devam ediyor. Ülkemizde de bu dizi yayınlanıyor, ya da yayınlanıyordu. İzlediğim diziler arasında olmadığı için son durumu hakkında bir bilgim yok, fakat dizin senaryosunun daha önceleri başka bir diyarda farklı bir şekilde yazıldığını söylesem acaba çok şaşırır mısınız?
Henüz Avrupa karanlık çağını yaşarken, Avrupa’nın hemen güneyinde bir ülke daha refah ve bilimsel bilgiler olarak Avrupa kıtasından ilerideydi. 1519 yılında Şeyh Nefzafî ‘Kokulu Bahçe’ adlı bir kitap yazmış ve o dönemin Tunus Emiri Abd – el Aziz’in Başveziri Muhammed ben Uvana’ya sunmuş. Kitabın içeriği o döneme ait olan tüm cinsellik ile ilgili hikayeler. Kitap, kadın –erkek ilişkileri üzerine o döneme ait tüm önyargıalrı da içinde barındırır. Öykünün kahramanları ise toplumun her katmanından insanlar dahildir. Devlet işleri ilgili olan yönetici sınıfın eşleri, beli kuvvetli siyahi köleler ile yaşadıkları gece serüvenlerinden, usta çırak ilişkisi içinde olan bir esnafın eşi ile yine esnaf içinde yer alan genç bir delikanlı ile arasında ki yasak ilişkiye kadar geniş bir yelpazeden okuyucuya seslenir.
Akdeniz sahillerinin tam karşısında yer alan İtalya’da ise bu kitaba benzer bir kitap yayınlanır. İçeriği ve sunuş biçimi bir birine çok yakındır. Bokaçyo, Poggio gibi İtalyan yazarlar bu kitaptan esinlendiğini söylesek abartmış sayılmayız. İtalyan yazarlar haçlı seferleri sırasında karşılaştıkları Araplardan bu öyküleri duymuş ya da okumuş ve o kitaptan esinlenerek bu kitapları yazdıkları sanılmaktadır. Şeyh Nefzafî o kadar geniş bir coğrafyaya etki yapar ki, şaşırırsınız, Balzac’ın ‘Evliliğin Fizyolojisi’ adlı romanının son öyküsü Nefzafî’nin bir öyküsü ile örtüşür. Bütün bu bilgileri elbette kitabın önsözünden öğrendim.
Kitabın ikinci bölümü ise Fransız Edebiyatının ilk düzyazı örneklerinden olan ‘Yeni Yüz Öykü’ kitabından seçmeler yer alır. Söz konusu bölüm Fransız Kralı XI. Louis’in eğlencelerinde soyluların anlattığı öykülerden oluşmaktadır. Antoine de la Sale’nin kaleme aldığı öykülerin tadı ve konusu Şeyh Nefzafî’nin kitabının esintilerini taşır. Bu kitabın içinde, krallar, prensler, baronlar, papazlar ve onarlın eşleri yer alır. Konunun işlenişi ve sunu o kadar çok etkili olmuş ki, daha sonra yetişen yazarlara yol göstermiş ve etkilemiştir.
Yaba Yayınlarından çıkan Nefzafî’den Öyküler – Ortaçağ Öyküleri Yaşar Günenç tarafından dilimize kazandırılmış. Bir solukta okuyabileceğiniz keyifli ve ortaçağ düşüncesi ve bugün dahi etki yapan önyargılarımızı besleyen düşünceleri bu kitabın içinde ki öykülerde bulabilirsiniz.
Sex and City dizini sevenler veya biraz erotizmden hoşlananlar için okuma zevkinizi okşayacak bir kitap olarak önerebilirim. Kitabı kitapevlerinden bulamaz iseniz işin sanal çözümü mümkündür, girin www.yabaedebiyat.com adresine bir tık ile sipariş verebilirsiniz.
İsmail Cem Özkan

Homur 14 yaşında!


Homur 14 yaşında!

Homur mizah grubu her sene daha da renkleniyor, yeşilleniyor. Yeşil renginin yanında bu sene HomurCUK adında bir ek yaptı, renkli Homur oldu. DİSK Birleşik Metal İş Sendikası için HomurCUK adında bir dergi çıkarmaya başladılar ve her iki ayda bir işçilerin elinde HomurCUK dergisi sınıf savaşında tavrını açıkça ortaya koymaya devam ediyor.
Ülkemiz mizah zengini bir ülke, çünkü baskının, zulmün bu kadar yoğun olduğu ülkede mizah kadar zenginlik başka yerde olamaz, olamazdı da, o yüzden Homur baskının devam ettiği sürece yayın hayatına devam edeceğini ilk çıktığı günden beri ilan etmiş ve tavrını ezilenlerden ve emekçilerin sınıf savaşından yana koymuş. O günden beri taviz vermeden sınıf kavgasında sendikalar, odalar aracılığı ile emekçiler buluşmaya çalışmış ve bu çalışmasında da başarılı olmuş.
Homur 24 Aralık günü 14. yaş gününü Çekmeköy Çınar altı’nda Homur ekibinin zamanı olanlarının katılımı ile gerçekleştirmiştir.  Homur mizah ekibinin önümüzdeki günler ve yıllar için hedeflerini konuşulduğu ve en son Ruhi Su 100 yaşında etkinliği içinde bir sergi düzenlemiş ve sergi için çıkardığı albüm, magnet çıkarma ve medya ile yapılan röportajlar ve bilgilendirme konusunda Homur Mizah grubundan başından beri var olan Canol Kocagöz bilgi vermiş, Atilla Atala ve Coşkun Göle sergi ile ilgili gözlemlerini aktarmışlardır. Bundan sonraki sergilerde nasıl bir yol izleneceği ve hangi araçların kullanılması konusunda tecrübelerini aktarmışlardır. Bu demektir ki, Homur ekini yakında yeni sergilere imza atacaklar.
Eğitim Sen İstanbul 6. Şube ile ortaklaşa yaptıkları yarışma ve sergi çalışmaları konusunda bilgi alışverişinde bulunulmuş ve bu çalışmanın artık sonuna doğru gelindiği ve ODTÜ’de yaşanan olaylar ile bu çalışmanın ne kadar üst üste örtüştüğü konusunda düşünce belirtildi.
KESK Birleşik Büro Emekçileri Sendikası ile 4/C ile ilgili ortak bir çalışma yapılması konusunda görüş belirtildi. BES ile ortak bir sergi, Homur sayısının yapılması konusunda BES Sendikası üyesi ve Homur üyesi olan karikatürcü Aslı Alpar ile görüş alışverişinde bulunulmuş ve bir takvim konusunda görüş birliğine varılmıştır.
Homur 14. yılında yukarı da açıkladığım gibi yoğun bir gündemin içinde kendi gündemini yoğunlaştırmış ve yeni bir yıla merhaba demiştir.
Homur çizerleri için “Homurdananlar” adı altında bir küçük albüm çıkarılması konusunda Homur çizeri Coşkun Göle’ye fiyat araştırması konusunda yetki verilmiş ve en kısa zamanda Homur Çizerleri için birer Albüm hazırlanarak okuyucuya sunulması karar verilmiştir. Homur sergilerinde dağıtılacak olan albümler, şimdiden yankısını çizerler arasında bulmuştur.
Son olarak bir Homur çizeri olan Ahmet Erkanlı konusu gündeme alınmış ve onun yaşadığı sağlık açısından olumsuz koşullara karşın, bizim ne yapabileceğimiz hakkında görüşler alınmış ve baştan beri yapığımız dayanışmanın bir adım daha ötesine nasıl taşıyacağımızı konuşuldu. Ameliyat ile iki ayağını kaybeden Ahmet Erkanlı’nın sağlık sorunu bu kayıplar ile bitmediğini ve önümüzdeki günlerde sağlık konusunda başka sorunlar oluşabilir konusunda doktorlardan alınan bilgi üzerine, o koşulların ortadan kaldırılması konusunda elimizden ne geliyorsa yapılması, içimizde olan sağlıkçı arkadaşların bu konuda daha duyarlı olmaları konusunda onlara yönelik ricalarımız devam edecektir. Ahmet Erkanlı bu süreçte kayıbı elbette sadece sağlık değildir, sağlık yanında maddi yönden de kayıbı oldu. Bizlerin maddi imkanları ortada, onun için bir yemek düzenlemek vb gibi olanakları konuştuk. Maddi imkanları kısıtlı olanların, bir araya gelip yemek gibi bir savurganlık örneği yapacağımıza, arkadaşlarımıza ve çevremize daha rahat ulaşabileceğimiz araçları öne çıkarmaya toplantıda karar  verildi. Öncelikle Ahmet Erkanlı için cezaevi sürecinde olduğu gibi bir ortak üretim kitap hazırlanması ve Ahmet Erkanlı karikatürlerinden oluşacak olan bu ortak üretim satışının Ahmet Erkanlı masrafları için kullanılmak üzere ailesine verilmesine karar verildi ve bu konuda imkanların zorlanması alınan kararlar içindedir.
Homur sadece mizah dergisi değildir, sınıf kavgasında dayanışmanın önemini bilir, o dayanışma ruhunun içimizden bir karikatürcü içinde kullanılması kadar doğal bir sonucu yoktur. Homur üzerine düşen görevi yerine getirmiştir, getirmeye de devam edecektir.
Homur 14 yaşındadır, 14 yılında önüne ulaşılabilecek hedeflerini koymuştur. Para kazanma hedefi olmayan ama üretim hedefi ve yeni yollar açma konusunda araştırma yapmak ve geliştirmek konusunda 13 yıldır olan dinamik duruşunu koruyacaktır. Para kazanmak ve parası ile bir şeyler yapmaya çalışanlar bu mizah dünyası içinde ve dışında bir çok kurum, kişi ve kuruluş vardır. Homur bu bağımsız duruşu ile onlardan ayrılmakta ve amatör ruh ile usta karikatürcülerin / mizah yazarların oluşturduğu yayın hayatına devam edecektir.
Nice 14. yıllara…
Homur duruşu ve konumu ile nerede durduğunu bilen, hedefi net olan bir yayındır ve sınıf kavgasında sınıfın içinde sınıf ile birlikte mücadele etmeye devam edecektir.
İsmail Cem Özkan

20 Aralık 2012 Perşembe

dünyayı durdurun!


dünyayı durdurun!

dünyayı durdurun!
çocuklarda gülebilsinler..
içindeki duygulara bir kez daha sor
ve gökyüzündeki çocuklara ne cevap verebileceğiz,
onu düşün,
çünkü hiç bir çocuk neden gökyüzünde olduklarını bilmiyor,
yeryüzünde misket oynarken.
bir anda gökyüzünde olduklarını anlayamadılar.
bir çığlık duydular,
bir anda ayak sesleri
ve gökyüzüne baktıklarını anımsıyorlar
bir de yaklaşan bir cisim gördüler
tüm misket oynayan çocuklar…
sonra hepsi gökyüzündeler ...
içinizdeki kalan vicdanınıza sorun
bu çocuklar neden gökyüzündeler,
onlara nasıl açıklayabilirsiniz?
dünyayı durdurun!
savaşı durdurun demek gibi bir şey!
inanılmazı istemek belki en doğrusu,
hayalperest olun ve barış isteyin!
çocuklara anlatın, neden gökyüzünde olduklarını!

ismail cem Özkan

4 ağustos 2006 izmir

Çanakkale’de aynalı çarşı…

Çanakkale’de aynalı çarşı…

Birinci dünya savaşının tek zaferi olarak Çanakkale direnişini biliriz. Orada Osmanlı toplumunu oluşturan bütün haklarının evlatlarının kanı toprağı suladığını da biliriz. Osmanlı haklarının bir tanesini nedense hiç görmek istemeyiz, Yahudileri. Read More
Yahudiler savaşın olduğu şehirde hiç azımsanmayacak nüfusa sahiptir ve cephe gerisi hizmetlerinde hiç kusur yapmamışlardır. Özverili birer Osmanlı vatandaşlarının özverileri görülmemiş toplum nezdinde ama Osmanlı idaresi içinde yerlerini hep almışlardır. Onlar Çanakkale’ye yerleştiklerinde Türkler henüz Anadolu coğrafyasından haberleri bile yoktu. Roma’lıların sürgün etmesi ile birlikte Anadolu topraklarına dağılmış Yahudi toplumu ve bir cemaat olarak yaşamaya ve toplumun ticari ve sosyal hayatına katkılarını sunmuştur. Anadolu topraklarında Yahudi nüfusunun etkin olduğu ve ticari yaşamın yönünü belirleyecek konumda şehirler Osmanlı devleti olduğunda da varlığını korumuştur. Yahudiler için değişen iktidarlara karşı sorunsuz bir vatandaş olmayı inançları gereği görmüşler ve sessizce uyum sağlarken, içten içe inançlarını yaşamaya devam etmişlerdir.  Çanakkale ve Tekirdağ bölgesinde Yahudi nüfus cumhuriyetin ilk yılarlında da varlığını korumuş ama Trakya olayları sonucunda bu nüfus oralardan çekilmek zorunda kalmış ve sessizce sinagoglar yaşayan tarihimizde görünmeyen yere, tarihin karanlık sayfalarında unutulmaya yüz tutulmuştur. Bugün Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, Uzunköprü, Silivri, Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu ve Lapseki'de yaşamış Yahudilerden bahsederken bile oralı vatandaşların tepkisi ile karşılaşabilirsiniz. Sanki onların kökünün Yahudi olduğunu söylüyormuşuz gibi tepki gösteriyorlar. Bugünkü tepkinin nedenini yakın tarihimiz içinde yaşanmış olayların bıraktığı izlerde aramak gereklidir.
Yüzlerce yıl yaşadıkları topraklardan halkların kovulması ve gerilerinde bırakılan bir hınç ve düşmanlık. Çünkü kovanlar bir gün gelirler korlusunu söz söylemden yaşarlar. Gelirler ve elde ettikleri toprakları ve o güne kadar yaşadıkları alışkanlıkları yok olur korkusu düşmanlığı besleyen önemli duygulardan sadece biridir. Ölmüş ve kaçmak zorunda kalanların arkasından düşmanlık duygusunun mantıki bir açıklaması yoktur ama onların bıraktığı boşluğu doldurulan coğrafyalara bir bakın ırkçı söylemlerin olduğunu bulabilirsiniz. Ermeni tohumu ya da Yahudiler Küfür Ehlidir gibi sözler söylenir. Bütün azınlıklar milli karakteri, küfür, şirk ve nifak olarak alınır ve o gözle bakılır. İslam düşmanı ve elerline güç geçtiğinde Müslümanları öldürür korkusu ve inancı yaşayan çoğunluğun duygusunu ve düşüncesini yüzlerce yıldır beslemektedir.
Çanakkale direnişinin her yıl dönümünde resmi törenler yapılır ve savaşın olduğu yerde denizden geçen yolcular için yapılmış bir anıt ile karşılaşırız. ‘Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir’ yazar. Evet, bir devir kapanır ve cumhuriyete giden yolun başlangıcı olarak görülür. Orada yaşanan direniş ve zafer bir devrin sonu anlamına geliyordu, çünkü sürekli kaybeden bir Osmanlı ordusunun son zaferidir ve direniş ruhunu tüm Anadolu toprağına bırakmıştır. Direnirsen emperyalist bir devleti durdurabilirsin! Orada verilen mesaj bu olduğuna inanılır ve ona göre kutlamalar yapılır.
Bu savaşın kazanılmasında cephenin arkasında bulunan hakların katkısı hiç gündeme gelmez. Orada dövüşenler hepsi ölmemiştir, yaralıdır ve bakıma muhtaçtır. Vurulan, şehir düşen ve geziler. O gazilerin çoğunu Çanakkale eşrafı özverileri ile yaşatıldığını pek söylemeyiz, çünkü görmezden gelmek geçmişte orada yaşayanların olduğunu bu halkın bilmesi anlamına gelir. Konuşmazsan ve üzerine düşünemezsen var olan yapay düşmanlık kökleşir ve hiç tanımadığı halklara ve inançlara düşmanlık kuşaktan kuşağa aktarılır.
Çanakkale esnafı ve o meşhur aynalı çarşı esnafının çoğunun Yahudi olduğunu söylesek abartı olur mu? Yahudilerin en başarılı olduğu iş esnaflıktır, ticarettir ve Osmanlı ticaretinin atardamarlarını oluşturmaktalar, tıpkı diğer dini inançta olanlar gibi. Müslüman olmayanların elinde sadece ticaret yapama hakkı verilmiştir, toprak işleme hakları yoktur, son yıllarda o hak verilmiş olsa da çoğunluk ticaret ile uğraşmaya devam etmiştir.
Çanakkale savaşında bize unutturulmaya çalışılan bir özveri ve emeği kısaca anlatmak istedim…
Bugün Yahudi, Ermeni, Süryani, Rum, Alevi düşmanlığının temelinde onların bizler ile birlikte bir arada yaşadığımız ve birlikte cephelerde önünde ve gerisinde olduğumuzu gerçeğinin yok sayılmasıdır. Sanki o savaşı tek Türkler (son dönemde Kürtlerinde katıldığı kabul edilmiş) yapmış gibi anlatır. Çanakkale savaş sonrası genç cumhuriyet azınlıklara karşı ulus devleti anlayışı içinde pek hoşgörü ile yaklaşmamış ve bahaneler bularak veya yaratarak azınlıkları yurtdışına göndermeye ve ticari yaşamlarını yok etmeye veya yapamayacak hale getirmek için kanun ile düzenlemeler yapmıştır. Bu düzenlemeye halk da yaratılan uygun ortam ile yağmalamaya kalkışmış ve yüzlerce yıldır bir arada yaşayanların azınlık ve öteki olanlar yaşadıkları yerlerden koparılmıştır.
30 Ocak 1923 Mübadele anlaşması imzalanmış. Mübadele ile, (1923-1926 ) 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu'dan Yunanistan'a, 500.000 Müslüman Türk de Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Mecburi İskan Yasası (14 Haziran 1934), Varlık Vergisi (11 Kasım 1942)… gibi düzenlemeler, 21 Haziran ile 4 Temmuz 1934 Trakya olayları, 27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, tümü gayrı-Müslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale'ye yollandı. 6-7 Eylül 1955…
Bugün yaşadığımız zaman sürecinde her fırsatta öteki kabul ettiklerimize karşı açıktan düşmanlık ve nefret söylemi basın ve politik arenada kendisini göstermektedir ve bu nefret söylemine karşı hiçbir kanuni düzenleme yoktur. Nefret sürekli beslenmekte ve hiçbir zaman tanımadıkları ve görmedikleri ötekisine karşı düşmanlık gün geçtikçe büyümektedir ve çok az kalan azınlıklarında bu ülkede yaşama şansını gün geçtikçe azalmaktadır.
Çanakkale içinde aynalı çarşı türküsünü hepimiz biliriz, her darbe dönemlerinde radyolarda ve tv ekranlarında bol bol duyduk. Peki, bu şarkıda geçen aynalı çarşının gerçek hikayesini kaç kişi merak edip araştırdı? Çanakkale savaşında bu çarşı esnafının özverilerinden kaç kişinin haberi oldu?
Kulağımızın aşina olduğu türkünün sözünü yazayım, yazanında Çanakkaleli olmadığını söyleyeyim…
“Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Of gençliğim eyvah
Çanakkale köprüsü dardır geçilmez Al kan olmuş suları bir tas içilmez Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde aynalı çarşı Ana ben gidiyorum düşmana karşı Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir dolu testi Anneler babalar ümidi kesti Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım yan basa basa Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde sıra söğütler Altında yatıyor aslan yiğitler Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım başım selamet Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet Of gençliğim eyvah”
Notaya Muzaffer Sarısözen'in aldığı türkünün kaynağı Kastamonu'lu İhsan Ozanoğlu'dur.
İsmail Cem Özkan

17 Aralık 2012 Pazartesi

Bir sese kulak vermek gerek…


Bir sese kulak vermek gerek…
Bir çok insan yaşamın içinde değişikliklerin pek farkında olmadan, dünün, bugün gibi yarınında dün gibi olacağını düşünür ve yapılması gerekenleri ertelerler. Zamanın ne kadar hızlı gittiğini ertelenmiş sorunların üst üste gelip yaşantımızda kaos oluşturduğunda ve çıkılmaz bir durumda kaldığımızda haberimiz olur.
Bu durumu bir çoklarımız sorunların içinde olduğunda anlarız, artık çok geç olmuştur ama geç olmuşluğu ya kabul edeceğiz ya da sonu belli olmayan bir mücadeleye gireriz. Yaşlandıkça insanların daha kalabalıklaşacağını düşünür ve yılların getirmiş olduğu dostluklar içinde daha mutlu olacağını düşünürüz, fakat yaşlı insanların trajedisine bir göz attığımızda çok yalnız olduklarını görürüz. Yıllar sanki yaşanmamış gibi, birikimler olmamış gibi su akıntısına kapılmış sonbahar yaprağı gibiyizdir.
Ahmet Erkanlı doğduğu günden beri bir çok sorun ile karşılaşmış o sorunlara kendi direnci içinde karşı durmuş, akıntıya karşı direnişini göstermiş. Çocukluk yılları içinde yaşadığı hastalıklar, tek başına ayakta kalma mücadelesi ev ailesinin içindeki fırtınalar. Devlet memurluğu ve memurluk öncesi başlayan karikatür serüveni. Karikatür onun dünyaya sesleniş dili olmuş, o dilin içinde mizahı yakalamış. Gırgır ve Çarşaf dergileri çıktığı yıllarda ustalar ile bir arada olup, o mizah çizgisi içinde muhalif olmanın ve muhalif sesin gür şekilde çıkışını kavramış. Semih Balcıoğlu çizgi yaşamını en çok etkileyen kişi olmuş. Semih Balcıoğlu nereye gittiyse Ahmet oraya gitmiş, ziyaret etmiş. Ama Semih Balcıoğlu gibi profesyonel bakmamış, amatör ruhunu hep korumuş ve muhaliflerin yanında yerini almış. O yüzden çizdiği karikatürlerden dolayı mahkemeye düşmüş ve mahkum olmuştur. Karikatürlerden dolayı mahkum olan karikatürcüler arasında yerini almıştır.
Devlet memurluğundan emekli olduktan sonra evinin dört duvarı içinde dostları ile bol bol sohbetler etmiş, karikatür dünyasında olan her ayrıntıda telefon ve teknolojik olanaklardan yararlanarak haberi olmuş ve yaşanan gelişmeler karşısında üzüntülerini hep belirtmiştir. Emekli olunca insan boşluğa düşer ya, işte onun gibi olmuş ve bir gün yolda giderken düşüp kollarını kırmış, iki kolu alçı içinde kalmıştır. Sağlığına kavuştuktan sonra dostları ile Kadıköy’de kokoreç bira keyfine yeniden kavuşmuştur.
Karikatür ve karikatür dünyası onun yaşamının merkezinde yerini almıştır, her sohbette konuyu oraya getirir ve nasıl bir arada olunacağına dair düşüncelerini belirtir.  Fanatik Galatasaray taraftarı olduğu için başka fanatik bir karikatürcü arkadaşımız Cemal Arığ ile şakalaşır ve Fener Galata arasındaki rekabet iki dost karikatürcü arasında da söz düellosuna neden olurdu. İki fanatik insanı bir arada tutan daha köklü olan bir muhalif duruştu ve takımlar hakkında konuşulandan hiçbir zaman sorun oluşmazdı.
Bundan bir yıl önce Ahmet Erkanlı ayak damarlarını besleyen damarların tıkanması ile ayağını kaybeder. O günden sonra 15 parmağına bakarak yaşamaya alıştı. Aramızda duruma alışmak için esprilere neden olmuştur bu onbeş parmak. Çünkü beklenmeyen zamanda ayağı kaybetmek ve yeni duruma alışmak için takılan protezin ağırlığı. Hiçbir insanı ayağını kopmuş olarak elime almadığımdan ağırlığını da bilemezdim ama protez yapanların bilgisi ile bunu öğrenmiş olduk. Uyum süreci ve yaraların iyileşmesi tam bir yılı aldı. Tam iki ayağının üstünde durmaya henüz başlarken bir karın ağrısı ile hastane yollara düşmüştük. Acil olarak gittiğimiz hastanede safra taşı bu ağrıya neden olduğu ve iltihaplanma yüzünden ameliyat acil yapılmasına gerek olmadığına karar verildi. Hastanede gözlem altında tutulurken ayağına uyuşma ile birlikte geri dönüşümü olmayan bir sürece doğru gittik. Kimse bilemezdi bir dönüşü olmaya yola girdiğimizin.
Parmak sayısını ona düşürmemek için bilgimiz ve çevremizin olanaklarını sonuna kadar kullandığımıza eminim, çünkü her kapıya ulaşmaya ve çalmaya özen gösterdik.
Ahmet ve kardeşi bu dünyada yalnız iki insan. Babaları yıllar öncesi yakalandığı Alzheimer hastalığı yüzünden bakım evi hastane arasında gidip gelmektedir. Aynı anda hem baba hem abi hastanede Cem için ve her iki tarafa da yetişmek zorunda. Yaşadığımız son iki hafta tam bir kaos ve panik durumuydu. Sorunlar iç içe geçmiş, o sorunları tam anlamak için sürekli doğru bilgi akışı için doktor kapıları ve doktor yolu gözler olduk. Başkent hastanesinde tedavinin ilk kısmı tamamlandıktan sonra eve çıkış yaptık ve o yaptığımız günün akşamı Ahmet Erkanlı’nın ayağında siyahlaşma başladı acil olarak Siyami Ersek Hastanesine gittik. Yoğun bakımda önceleri bir hasta vardı ve daha sonra biz olduk. Orada doktor beklerken zamanın hızlı ilerleyişine şahitlik ettik. Ayak dokularını ve hissini kaybederken verilen serumdan ilaçlar ile mücadele ediliyordu.
Siyami Ersek hastanesinde tedaviye yanıt verilemediğini düşünüldüğü için ayağının kesilmesi kararı alındı ve Numune Hastanesine gönderildi numune hastanesinden gelen doktor her türlü hizmetin yapılması için işlemleri yaptırmalarını söylemiş ve doktorun söylemi sonucunda Numune hastaneye göndermek için hasta transferi için acil servis beklendi. Acil servis söylendiği saatte gelmedi ve gelmediği gibi bize hiçbir haber verilmedi. Özel bir ambulans ile yan bina olan Numune Hastanesine hastamızı götürdük. Orada doktor ön ayarlamaları yapmadığı için koridorda bekledik, hastanede yatak olmaması bizi sedya üzerinde doktorun gelmesini beklemeye itti… daha fazla hastamızın acı çekmemesi için ilk teşhisin konduğu Başkent Hastanesine gittik ve orada ayağının durumu yeniden kontrol edilerek alınması için hastaneye yatırdık.
Bu ameliyat çok tehlikeli ve ayağını kaybetse dahi sorunun devam ettiği bilgisi verildi. Çünkü kalpteki düzensiz atış kana pırtı gönderiyormuş ve damarın her hangi bir yerini tıkama tehlikesi hep varlığını korumaktadır. Ahmet ayağını kaybetti, şu an on parmağı kaldı. Bir protez ayağın yanına ikinci protez ayak yakında tedavi sonucunda gelecek ama tehlike hep yanı başımızda ve sesini duyuyor olacağız.
Kısaca Ahmet Erkanlı bugünkü yaşamını anlattım, fakat Ahmet Erkanlı muhalif bir karikatürcü ve düşüncesinden taviz vermeyen amatör ruhlu usta bir çizerdir. Aynı zamanda saf ve dünyaya o saf yönünden bakan iyi bir dosttur.  Bugünlerde dostluğa, dayanışmaya ve aranmaya ihtiyacı vardır. Bu dünyada yalnız olmadığını bilmesi bu kaos ve panik halinden çıkmak için en önemli kapı olarak görüyorum.
Ahmet Erkanlı bu dünyada yaşayan yüreği ezilenlerden yana olan amatör ruhlu usta bir karikatürcüdür. 60. yaş günü hep beraber sağlık içinde kutlamak umuduyla… Ahmet Erkanlı kulağına sesiniz ile dostluk mesajlarını ve dayanışmanızı gösterin…
İsmail Cem Özkan 

13 Aralık 2012 Perşembe

Çağdaşlık ‘ötekine’ göre toplumu düzenlemektir.


Çağdaşlık ‘ötekine’ göre toplumu düzenlemektir.

Yaşam hep birileri normaldir ve başına hiçbir şey gelmeyecekmiş gibi yaşar. Yaşamı ve toplum yaşamını belirleyenler genelde kendi ihtiyaçlarına göre planlar ve o planları uygulamak için kendilerine verilmiş gücü kullanırlar. Gücü elinde bulunduranlar genelde sağlıklı bireylerdir ve başlarına hiçbir şey gelmeyecekmiş ve sonsuza kadar yaşayacakmış gibi yaşarlar. Güç ellerinde olduğu sürece tüm aldıkları kararın kendilerine göre haklı ve bu haklı karalara yapılan itirazları anlamsız görürler.
Gücü elinde bulunduranlar ellerindeki gücü kullanımlarına göre topluma yön ve biçim vermek için uğraşırlar.
Geri kalmış toplumlar, çağdaş olan devletleri taklit ederler ama taklit ederken o ülkelerin gelişim sürecini ve yaşadıklarını bilmeden, gördükleri ileri unsurları kabul eder ve ona göre toplumu biçimlendirmek için uğraşılar.
Geri kalmış ülkelerin genelde söylemi medeni topluma ulaşmak hedefi vardır. Bu hedefleri yönünde toplum dokusunu bilmeden ya da görmezden gelerek topluma çağ atlatmak için uğraşırlar. Elbette geri kalmış ülkelerin liderlerinin konumunu ve ihtiyaçlarını çağdaş ülkelerin liderleri ihtiyaçlarına göre yönlendirebilir. Güç kimdeyse, o gücün verdiği kararları tüm toplumlara uygulatabiliyor, bu durumun teorisi global dünya politikaları doktrinleri içinde yerini alıyor.
Muasır medeniyetler için kurulan cumhuriyetimiz, bu geri kalmış ülkelerin kaderlerini bir aşağı bir yukarı yaşamıştır. Zaman zaman çağdaş ülkelerin isteği üzerine sistemimize çeki düzen veren muhtıralar, darbeler gerçekleştirilmiştir. Bizim gibi geri kalmış ülkelerin en güçlü denetleyici ve yönlendiricisi ordu ve silahlı güçlerdir. Zaman zaman onların güçleri yok oluyormuş gibi ya da çok zayıflamış gibi dursa da her zaman silahlı güçler en önemli güç olarak yerini korur ama hedefi ve emri alacağı konumunda düzenlemeler yapılabilinir. Bu düzenleme dünya ekonomisinin ihtiyaçları ve siyasi hedefleri yönünde belirlenir.
Geri kalmış ülkelerin ortak özelliği yaşamın içinde gözler önündedir ama pek görmek istenmez, çünkü güç sahiplerine göre ötekiler; görünmez, yaşamaz ve bilinmezdir. Geri kalmış ülkelerde toplum düzeni, şehirleşme, yolların düzeni toplum içinde görünmeyenlere göre yapılmaz, çünkü onlar zaten toplum içinde değil, dört duvar içinde camdan dışarıya bakanlardır. Camdan dışarıya bakmayıp toplum içinde gezenlerinde maddi durumu yerindedir ve o yerinde olduğu için diğerlerine göre küçükte olsa avantajlıdır.
Kimdir bu ötekiler? Kültürel ve dini inançları, dilleri yönünden ötekiler dışında ve her toplumsal katmanı içinde alan ötekilerde vardır. Bunlar her toplumda vardırlar. Her toplumun içinde (Nazi Almanya’sında dahi vardıydılar, Hitler bile onları yok edemedi, çünkü savaş onlardan binlercesini yaratmıştı.) bir ya da birden fazla uzvu olmayan insanlardır. Bunların içinde her dinden, her kültürden, her dili konuşanlardan da vardır. Onları toplum içinde öteki yapan, dışlayan dış görünümleri ve uzuvlarıdır. Hangi topluma giderseniz gidin bu ötekiler ile karşılaşırsınız ve o ötekilere gösterilen ilgi toplumların çağdaşlık ölçüsüdür.
Medeni toplumlar yaşadıkları şehirleri, kurdukları binaları, ilişkiler, hitapları bu ötekiler üzerine kurulmuştur. Okuma yazamayan insanlar için şekiller / grafikler ile anlatmak, yürüme engellisi için tekerlikli sandalyenin geçebileceği yollar ve kaldırım düzeni. Körler için ses düzeni, onların şehirde çok rahat gezmelerini kolaylaştıracak yol arkadaşları. Zihin engelliler için eğitim ve bakım evlerinin olması ve onlara yardım edecek görevlilerin yetiştirilmesi ve onlar ile birlikte yaşayanlara onların ihtiyaçları karşısında nasıl davranacağını anlatan broşürler ve kurslar…
Bir çok insan ayaksız yaşıyor bu dünyada ama bizim ülkemizde ayaksız olmak demek ne olduğunu uzvunu kaybedenler çok iyi bilir, zorunlu ev hapsi gibidir. Ne yolu yol, ne kaldırımı kaldırım ne de yolu kullanan şoförü şoför, ne kaldırımda veya karşıdan karşıya koşarak geçen insan çevresine dikkat ediyor... Kısaca hayat onlar için zor, daha zorunu beceren bir kültüre sahibiz... Her şeyi sağlam insana göre planlayan ve yapan bir absürt sistemimiz var ve o yüzden bizler hiç bir zaman çağdaş bir toplum olamadık, olmak içinde henüz bir çabamız yok...
İsmail Cem Özkan

İki tekerlekli dünya


İki tekerlekli dünya

Masallar bir varmış, bir yokmuş diye başlar. Benim bisiklet maceramda bugünden geçmişe baktığımda bir varmış, bir yokmuş olarak görüyorum.
Babam öğretmendi, o köy bizim, bu köy sizin diyerek gezerdik. Eskiden sürgün giden öğretmenler vardı, bir de öğretmenin arkasından sürgün gidenler. Belki gönüllü, belki zorunlu ama sürekli kasaba, köy değiştirerek yaşama uyum sağlamaya çalışan bir ailenin ferdiydim. Bugünden o günlere baktığımda; bu göçmenlik halinin sonucu olarak bizlerde aidat duygunsu ortadan kaldırdığına inanıyorum. Bir çok çocuğun ait olduğu yerler ve anıları vardır, benim birden çok yerlerim ve anılarım mevcuttur. Çocukluktan bugüne kalan bir arkadaş ismi anımsamam ama bir bisikletimin var olduğunu hep anımsarım.
Bir bisikletim ne zaman oldu, ne zaman kayboldu hiç anımsamıyorum ama bir zamanlar bisikletimin var olduğu ve izini bugün dahi bıyıklarımın altında hala taşıdığımı biliyorum.
İlk bindiğim bisiklet üç tekerlekli bisikletti. Çocuktum ve iki ayaklı bisiklete ayağım yetişmediği için üç tekerlekli bisiklete binmeye başlayarak ayağımı kendimin yönettiği bir araç ile yerden kestim. Üç tekerlekli bisikletin üzerindeyken neler hayal ederdim şu anda net olarak göremiyorum ama o üç tekerlekli dünyamın içinde dünya seyahati, aya yolculuk yaptığımı anımsarım. Okuduğum çocuk kitaplarının bana verdiği bir hayal dünyası zenginliği içinde o araca biner, hiç görmediğim dünyalara giderdim. Üç tekerlekli bisiklet ağır giderdi ama kırk günde dünyayı devrialem yapan kahramanlar gibi kendimi hissederdim.
Yıllar ilerledikçe boyum uzadı, boyun uzaması üç tekerlekli bisiklete binemeyeceğim anlamına geliyordu. Ayağım direksiyona çarpıyordu, direksiyonu istediğim gibi döndüremiyordum. Bisiklete binmek bir tutkuydu.
Yıllar yılları kovaladı ve bizler okullu olduk. Okullu olmak demek okumak anlamına geliyordu, annem artık masal, roman okumayacak, okumak zorunda olacaktım.  Kısa zamanda okudum, yazdım. Çocuk dergileri, çizgi romanlar, klasik romanların çocuklara uyarlamasını okudum.
Babam köydeydi, köyde sinema yoktu ama arabalar ile gelen geçici sinema vardı. Okulun duvarına bir beyaz perde çekilir, köylüler orada sinema seyrederdi. O sinemalar yazının dışında bize bir şeyler anlatan şeyler olduğunu gösterdi. Radyonun arkası yarınları, sinemanın ışığı içinde yeni dünyalara doğru hayal dünyamın içinde gidiyordum. Sürekli köy değiştiren, arkadaş değiştirenler bilir, insanın en iyi arkadaşı kardeşi, annesi ve kendisi olur. Benimde öyle oldu. Her yeni çevrede, öğretmenin çocuğu olduğum için ayrıcalıklıydım, köylü çocuklara göre hep farklıydım. Çünkü bizim evde şehirden aldığımız şeyler vardı, ne ineğimiz, ne koyunumuz vardı. Köylü değildik, köylü çocuklar gibi tereyağa yufka ekmek doğrayıp kızartmıyor, üzerine yumurta kırmıyorduk. Ben hep onların evine gittiğimde yerdim. Belki çocuklar bunu yemek için beni evlerine çağırıyordu, çünkü anneleri öğretmen çocuğunun karşısında çocuğunun boynunun bükük olmasın diye evin en güzel yemeğini sunuyordu. Bilemiyorum ama her ziyaret ettiğimde bir birinden değerli, güzel yemekler yerdim. Köyün o temiz insanlarının dünyasında kısa süre var oluyor ve sonra babamın tayini başka yere çıktığında yok oluyordum.
Büyümüştüm, ilkokuldaydım. Babam şehirden bir bisiklet alıp gelmişti. Bir bisikletim vardı ve o bisiklet köyün tek bisikletiydi sanki. Çünkü çocuklara göre üretilmiş bir bisikletti ve diğerleri büyükler için yapılmış bisiklete biniyordu. Boyları yetmiyordu çocukların ve o bisikletin ortasında olan bağlantının arasından vücudunu geçirip ayakta kullanıyorlardı.
Gün geldi, zaman bizi kasabada yaşamaya zorunlu bıraktı ve bisikletim ile anılarımı kasabada biriktirdim. Çünkü kasabada bulunmak demek, çevre köylere bisiklet ile gidip gelmek anlamına geliyordu.
Kasaba ortaokulu ve lisesinde okuyan çocuklar köylerine gidip gelirken havaların güzel olduğunda bisikleti kullanıyorlardı. Havalar bir bozdu mu, kasabada akraba yakını yoksa çocuk öğrencilerin kaldığı evlerde bir odada yaşamaya çalışırlardı. Sefalet ve yokluk insanların hayal dünyasını geliştirir mi bilemem ama çocukların dünyasında; okuduğumuz okulda gördüğümüz öğretmenler gibi olmak hayali hep var olmuştur. Nereden bilecektik başka meslekleri? Gün ve aylar içinde tek gördüğümüz okumuş insanlar öğretmenlerdi ve öğretmenin sözü toplumda o dönemde geçer ve dinlenirdi.
Kasabadan köye giden yol bir aşağı bir yukarı doğru yol alır. Bozkır yolları bir birine benzer, bozkırın içinde ağaçsız yollarda, dereler ve tepeler yolun biçimini belirler. Yol gider, gidilecek yer bir türlü gelmez… Bir de yaz ayı ise ve öğlen saatleri ise bozkırda yola çıkmak akıl karı değildir.
Meyve ağaçlarında meyveler henüz olgunlaşırken yola çıktık bir grup arkadaş ile… Meyve ağaçları her yerde olmaz, dere yataklarında bozkırın içinde bir çizgi gibi uzanır. Bozkırın insanın sesi havası gibi yanık olur, yolda bir de türkü tutturdun mu, yolun sıcaklığı filan unutulur.
Eskiden kasaba yolları asfaltı pek görmezdi, kumlu taşlar döşenir ve ne zaman döküleceği belli olmayan asfaltı beklerdi. Biz, çocuk grubu olarak bisikletle inen çıkan yolda yol alırken, inen yolda hız yapıp, yokuş yukarı olabildiğince gitmeye çalışırdık. Eğer şansımız olursa o yokuşu aşabilirdik. Böyle düşünceler altında yokuş aşağı hızı artırmak için pedala basar hızlanırdık.
Köy yolunda bir yerinde ‘s’ harfi gibi eğimli bir yokuş aşağı giderken kumlardan bisikletin tekerleği kaymış ve düşmüştük. Fren için yapılmış tutacak kırılmış benim dudağımın üstüne saplanmıştı ve kan gelmeye başlamıştı.  Meyve yiyeceğimiz köye çok yaklaştığımızdan geri dönmedik, meyvelerin olduğu yere yaralı olarak gitmiş, derede yüzümüzü yıkadıktan sonra meyvelerin kokusu içinde mest olmuş, doğanın kokusu, börtü böceğin sesleri arasında günümüzü hiç yaralanmamış gibi tamamlamıştık. Gün akşama dönerken kasabaya geri döndük ve evde beni o halde gören annem ve babamın bakışı içinde ne kadar çok ezilmiş, büzülmüş ve nasıl bir hikaye uyduracağımı düşündüğümü anımsıyorum.
Bugünden o günleri düşündüğümde hala gülümserim, çünkü o gün anlattığım hikaye bugünden yorumladığımda gerçek bir gerçeküstü post modern anlatım tekniği kullandığım bir şeydi!
İnandırmamıştım ama doktora gitmek zorunda kalmış, belki babamın göz ucu ile doktor ile konuşması sonucu tetnoz iğnesi olmuştum. Üstüm başım yırtıldığından yeni giyecek köylülerin değimi ile esvap almayı hayal etmiştim ama ne esvap bana baktı, ne babam esvapların olduğu dükkana girdi. Cezalıydım. Cezam iyi olana kadar geldi geçti. Bir süre bisikleti tamir ettirmeden odunları koyduğumuz yerde kaldı. Sonra bisiklet tamircisinin yolunda bisikleti sürüklerken kendimi bulduğumu bugün bulanık hafızamın içinde canlı bir şekilde kendisini koruyor.
O kaza bile beni bisikletten soğutmadı, bugün dahi uygun bir zaman bulduğumda iki tekerlek üstünde gitmekten büyük bir keyif alıyorum. Bisiklet üzerinde hala hayal kurarım…

İsmail Cem Özkan

11 Aralık 2012 Salı

Çirkin!


Çirkin!

Bir bilim insanı özel bir firmada çalışıp ve patenti aldığı bir ürün üretirse ne yapar? Özel firma onu pazarlamak için elinden gelen tüm olanaklarını kullanır. Özel firmalar için önemli olan bilim ilerlemesi değildir, karın daha fazla olmasıdır. Yeni bir ürün üretirse piyasada daha fazla yer almak için o alan ile ilgili fuarlar ve toplantılarda ürünü tanıtmak için seminerler düzenler.  Kapitalist sistemde bunların olması doğaldır, hangi branşta olursa olsun hizmetin para karşılığında olduğu yerlerde PR çalışması yapılır.
Almanya'nın genç yetenekli yazarlarından Mayenburg bu sorunu irdeleyen bir oyun yazmıştır. Modern dünya yetenek, bilgi dışında tanıtımın önemli olduğu ve tanıtım için insanın dış görünüşünün de ürün kadar değerli olduğu düşüncesini kara mizah bir yaklaşım ile sahneye koymaktadır. Devlet Tiyatroları sahnesine Serdar Biliş’in çeviri ve Metin Belgin’in yönetiminde Mayanburg’un bu kara mizah eseri hayat bulmuş.
Bir mühendis yeni bir şey bulmuştur, patentini almıştır, artık bu patenti alınan ürünün seri üretimi ve pazarlamasındadır. Pazarlama için öncelikle meslek alanı ile ilgili platformlarda sunum yapmak zorunluluğu vardır. O yüzden firma yönetimi pazarlama için yakışıklı ve güzellerin oluşturduğu bir ekip kurar. Ekibin başına buluşu bulanın yardımcısı atanır, çünkü bulana göre daha yakışıklıdır. Otelde rezervasyon yapılmış ve artık sunum için geri sayım başlamıştır. Bir büroda sunumu kendisi yapacağını sanan mühendis vardır ve o sunumu yapmak ile görevli asistanı. Mühendis o güne kadar farkında olmadığı bir gerçeklik ile karşılaşır, sunumu yapamayacaktır, çünkü çirkindir. Oyun burada şu soruyu sorar veya sordurur; “Günün birinde tüm dünyanın imreneceği bir güzelliğe sahip olsanız neler olurdu?”
Bu sorunun yanıtını buluruz oyunun içinde!
Bir sahne ve sahne içinde bölümlerin değişimi ışıklar ile verilir. Oyuncular sürekli değişik karakterler ile seyirciye sorulan sorunun yanıtını vermeye çalışır. Keyifli bir oyun, yüksek temposu içinde oyun ne zaman başladı ve ne zaman bittiğini anlayamayacağınız kadar keyifli dakikalar içinde bulursunuz.
Sürpriz fazla yoktur, bir mantık süzgeci içinde, toplumun soysal yapısını hicveder. Popüler olan taklit edilir, popülizm aynı zamanda birbirine benzeyenleri yaratır ve orijinal diye bir şey bırakmaz. Tüketim çılgınlığı içinde artık neyi sevdiğimiz ve kim ile birlikte olduğumuzu bile ayırt edemeyiz. Ayırt etmek içinde emek sarf etmeyiz, çünkü bir birine benzeyen fabrikasyon ürünler içinde yaşamın anlamı yok olur.
Dört oyuncunun sahnelediği ‘Çirkin’de, farklı iki kişiyi aynı adla oynanıyor. Önder Ay’ın hazırladığı ışık tasarımı oyuncuların kostüm ve makyajlarını da değiştirmeden bir sahneden diğerine geçmelerini kolaylaştırıyor. Seyirci de bu geçişleri ve karakterleri kafa karışıklığı yaşamadan izliyor. Yazar oyunun bu özelliği için şöyle diyor: ‘Tiyatronun büyüleyici bir hilesi vardır. ‘Bu adam kraldır,’ dediğiniz zaman, sahnedeki aktör seyircinin gözünde bir anda kral oluverir. Bu oyunda aynı şeyi yaptık; çirkini çok yakışıklı bir aktöre oynattık ve böylece bütün seyirci onun çirkin olduğuna ikna oldu.’
Oyunun keyfini sahnede canlı görmek için Devlet Tiyatrolarından yerinizi ayırtmanızı söyleyebilirim, keyifli ve eğlenceli sosyal hicvi yüksek bir oyun ile karşılaşacaksınız.
İsmail Cem Özkan
Çirkin
Yazan: Marius von Mayenburg
Yöneten: Metin Belgin
Çeviren: Serdar Biliş
Dekor-Kostüm Tasarımı: Medine Yavuz Almaç
Işık Tasarımı: Önder Ay
Dramaturg: Selen Korad Birkiye
Asistanlar: Başak Şamlıoğlu - Batuhan Bozcaada
Oyuncular: Lette: Tolga Evren, Fanny: Simay Tuna
Scheffler: Nışan Şirinyan, Karlmann: Şamil Kafkas

Karikatür eleştirir, övmez!


Karikatür eleştirir, övmez!

Erk sahibi olanlar genelde eleştiriyi hakaret olarak algılar ve yargılar ve de mahkum eder. O yüzden mizahçılar kaderinde demir parmaklık arkasında bulunmak vardır. Karanlık dönemlerde cesur politik karikatürler gerçek anlamda mizah üretir ve muhalifliğini bu dönemde gösterir.
Bir yapının (kurumun, devletin) demokrat olup olmadığını anlamak için o kurum içinde eleştiri ve özeleştiri yapısının ne kadar sağlıklı işlediğine bakmak yeterlidir. O yüzden mizahçılara davranışlar ve mizahçıların davranışları o yapının ne kadar eleştiriye açık olup olmadığını gösterir.
Dernek sembolünü 12 Eylül öncesi usta karikatürcülerin ortak üretimi olarak üretilmiş ve kullanılmıştır. 12 Eylül darbesi ile kapanan dernek bir daha eski yapısına ve gücüne ulaşamamıştır. Var olan gücünü gün geçtikçe kaybetmiş ve bugünkü tabela bir dernek konumuna gelmiştir. Tabela yapısına gelirken de 12 Eylül izlerini de üzerine aldığını Karikatürcüler Derneğinin genel kurulunda, derneğin sembolünü hıyar olarak çizen bir karikatür üzerine yapılan eleştiri ile kendisini daha çıplak göstermiş. Derneğin bugünkü yapısını eleştiren bir karikatür yapılmış ve o yapılan karikatürü dernek yönetimi geçmişte o sembolü üretenlere yapılan hakaret olarak görmüş.
Burada mantık hataları bir birini izliyor; karikatür her konuda görüş bildirir ve tabusu yoktur. İkincisi devamı olduğu yapının bugün aynı konumda değildir. Üçüncüsü bir rahatsızlık vardır ve o rahatsızlık bir karikatürcü tarafından dillendirilmiştir.
Karikatürcüler her eleştiriye açık ve her eleştirinin yapılabileceğini savunmak zorundadır, çünkü eleştiriyi yapan kendisidir. Eğer hoşgörü gösteremiyorsa, hoşgörü göstermeyenleri haklı görme ve onların hoşgörüsüz davranışları karşısında, erk sahibinin yanında olması anlamını taşır. Dernek bugüne kadar yapılan hoşgörüsüz ve düzeysiz eleştiriler karşısında tavrı ne olmuştur, sessiz kalmış ise; var olan tüm olumsuz davranışları onaylıyor anlamına gelir.
Karikatür bir sermeye grubu adına ve sponsorluğu şemsiyesi altında ürün üretmez, üretirse o sermeye grubunu eleştiremez, eleştiri hakkı o sermeye grubunun (istem ya da istem dışı) sansürü altında sanatçıların oto sansürü altında ürün oluşturulur. Bir sermaye grubunun sponsorluğunu kabul etmek demek, baştan ‘ben seni eleştirmeyeceğim ve sana karşı yapılacak her türlü eleştiriyi hakaret olarak kabul ediyorum’ anlamındadır. Sponsorluklar o yüzden çok önemlidir. Karikatürü emek gücünün yanında, ezilenlerin mücadelesinde saflarında gören bir anlayış hiçbir şekilde sponsorluk gibi modern sansür anlayışı içinde olmaz, ret eder. Bu anlayışta olmayanlar biraz daha lüks yaşamak ve biraz daha piyasa için karikatür üreten bir anlayışın yaygınlaşmasına hizmet eder ve karikatürün muhalif olma yönünü törpüler. Otosansür anlayışı içinde kısaca karikatürü amacından uzaklaştırır ve karikatürü duvarlara süs olarak asılan bir illüstratöre dönüştürür.
Karikatür çağına tanıklık eder, çağının politik gelişmelerini görmezden gelmek demek var olan erkin şemsiyesi altında uysal muhaliflik yapmak anlamına gelir ki, mizahın temel yapısına aykırıdır.
Karikatür için dokunulmaz konu yoktur, her konu hakkında fikir belirtebilir ama bu siyasi erkin gücü karşısında teslim olan bir mizahçının yapamayacağı bir şeydir ve o yüzden karikatürde sansürü savunur konuma gelir.
Dernekler, sendikalar, vakıflar bugün yaşanan siyasi çalkantılar içinde ezilenlerin ve emeğin yanında söz söyleyemiyor onların mücadelesi yanında yer almıyorsa artık o dernek, vakıf ve sendika mizahçıları temsil edemez. Mizah; çünkü intihar etmiş uysal çocuk olarak laylaylom belden aşağı espriler ile sayfalar dolduran eğlence aracına dönüşür ve piyasa için, daha çok satan sayfalarda yazı yanında desen işlevi görür. O üretilenlere artık karikatür / mizah denmez başka bir isim bulunması gereklidir.
Ülkemiz mizah köklü bir geleneğe sahiptir, bu kökten 12 Eylül döneminde liberal ekonomi anlayışının rüzgarına kapılıp farklı yerlere savrulan karikatürcüler ve anlayışı olmuştur. Bugün, 12 Eylül dönemi gerçek mizah dergisi ve platformu olan GIRGIR muhalifliği yaşamaya devam etmektedir. O dönemde orada yetişen gerçek mizahçılar aracılığı ile mizahın işlevi (eleştiri hakkı) devam etmektedir, fakat onun dışında karikatür ve mizah adına üretilen başka bir anlayış gelişmiş ve o anlayış; karikatür ve mizahın içine hançer gibi saplanmıştır. Erk sahibi lehine karikatür üreten, muhalif ve ezilenlerin mücadelesi ile alay eden, sermeye için sipariş karikatür yarışmaları yapan ve o karikatür yarışmalarında para kazanmak için kıyasıya mücadele eden karikatürcüler de bugün varlığını göstermektedir.
Yaptıkları sergilere sponsorluk arayan ve sponsorluk şemsiyesi altında albüm bastırıp karikatür dünyasına katkı sunduğunu sanan bir anlayışta hakimdir. O albümlerde basılan birkaç iyi karikatürün dışında gerçek anlamda karikatür var olup olmadığı tartışma konusudur, çünkü, daha çok erk / sponsor sahibine dokunmayan dolaylı eleştiri olan ama direkt hedef almayan eğlence amaçlı çizimler mevcuttur. Her dönemde buna benzer karikatürler hep var olmuştur ve var olmamaya da devam edecektir.
Bu otosansür anlayışı içinde yaşayan ve biraz daha kendisini ötekinden farklı görmek isteyen faşizm / diktatörlük / baskıcı yönetim yanında yer almış çizerler, sanatçılar hep var olacaktır. Onların sesleri yaşadıkları dönemde öteki muhalif olan ve mizah üretenlerden daha fazla çıkacaktır, çünkü erk sahibi onlara daha çok yer açacak ve onların daha rahat ürün üretmesi için olanak sunacaktır. Bu olanakları kullanarak otorite olduğunu sanan sanatçılar her dönemde var olacaktır. Gerçek mizahçılar ise tarihteki yerlerini muhalif oldukları ve kendilerini korudukları sürece olmaya devam edecektir.
Son söz olarak karikatür övmez, eleştirir. Bugün yaşadığımız dönemde karikatür iktidarın / erk sahibinin yaptıklarını görmezden gelerek bir anlamda güce övgü düzmeye devam ediyor. Bu karikatür mesleği içinde ne kadar etiktir sorusu can yakıcı olarak ortada durmaktadır. Bu soruya verilecek cevap nerede durduğunuza bağlı olarak değişir, tek değişmeyen şey; mizah eleştirir, eleştiriyi savunur ve her konuda görüşünü durduğu noktaya göre vermeye devam eder.
İsmail Cem Özkan

5 Aralık 2012 Çarşamba

Süper gazeteciler…


Süper gazeteciler…
İnsanlar kendilerine neden sıfat takma ihtiyacı duyar bilinmez ama o sıfatlar o insanları ömür boyu biçimlendirir.
Çizgi film ya da macera filmlerinin kahramanları genelde devlet sistemine karşı savaşanlara karşı savaşır ve devletin bekası için düşmanları yok eder. Arada mafya hesaplaşmalarında da iyi olan yani devlete zarar vereceklerin an azının yanında yer alır.
Süper kahramanlar her zaman çizgi ve film içinde yoktur, yaşam içinde de kendisini hissettirir ama birkaç saniye sonra hafızalardan kaybolur. Çünkü bu kahramanların ömrü bir haber ömrü kadardır.
Süper kahramanların en ünlüsü Süperman’dir. Süperman gücünün farkına varır varmaz, kendisini yetiştiren ailesinden uzaklaşır ve dünyayı ya da yaşadığı toplumun devletini korumak için kendisine misyon edinir ve üzerine süper kelimesinin ilk harfini işler. Süperman’e kimse sen ‘Süpermensin’ demez, o dedirtir!
Gazeteci olması tesadüfi değildir, çünkü karanlık dünyayı en iyi izleyebileceği yerdir medya alanı. Gazeteciler eğer isterlerse birer Süperman olabilir! Medya sektörü gücü temsil eder ve o gücün içinde Süperman’ler olması kadar doğal bir şey yoktur. Medya patronu gazetesinin satışının artmasını ister, gazeteci ise haberinin ana sayfadan manşetten girmesini özler ama Süperman gibiler manşet olmayı önemseyecek kadar ego sahibi değildir, daha alçakgönüllülerdir. Önde olmaktansa arkada bir aracı olmayı ister, ekranlar önünde polis müdürleri, politikacılar veya işadamları olabilir ama işi esas gerçekleştiren süper insanlardır.
Geri kalmış ülkelerde bu süper filmi izleyip süper adam olmaya özenen bir çok gazeteci olması doğaldır, çünkü dünyayı ve ülkesini kurtarmak için her türlü özveriyi gösterir, karşılığında dolgun bir maaş, birkaç yazlık vs, varsa çocuğu; en iyi okullarda okutup büyük adam olması için olanak sağlamak ve ilişkileri sayesinde bir devlet medya kanalında ya da devletin denetiminde olan özel medya kuruluşunda çocuğuna iş olanağı sağlamak gibi… Kazançları yaşam kaliteleri gözler önünde olması pek göze batmaz.  
Eskiden generaller özel şirketlerin yönetim kurulu üyesi olur, o firmaların stratejisi yönünde ihale alması için olanaklar yaratırlardı. Tabi en büyük tüketici olan ordunun ihtiyaçlarını karşılayacak özel şirketlerin olması kadar doğal ne olabilirdi ki, askerlik dışında yeteneklerini bu yönetim kurulu üyeliği sırasında gösterirlerdi. Eski darbeci generalin bir kasaba oluşturacak kadar evinin olması, parasının olması tesadüfi değildir. Nasıl aldın diye sorduklarında büyük olasılıkla çalışarak diyecektir. Çünkü süper insanlar çalışarak her şeylerini elde ederler!
Süper gazetecilere dönersek, siyasi istikrarın olmadığı bir ülkede, çatışma halinde olan her iki güç ile gazeteci olarak görüşebilir, her iki tarafa ‘gerek görüldüğünde’ mesaj götürüp - alabilir. Çatışmaların en yoğun olduğu zamanlarda devlet uygun gördüğünde röportaj yapmak için çatışmanın öteki tarafı ile görüşme ayarlanır ve güven içinde gider gelirler. Süper gazetecilere bir şey olmaz, onlar mesleklerini en iyi şekilde yaparlar ve genelde hepsi liberaldir. Farklı gazetelerde çalışsalar da bu süper gazeteciler bir birini tanır ve birbirlerinin yazılarını sahip oldukları köşede paylaşırlar. Süper olanlar hep okuyucusunun karşısındadır ama tevazu gereği devletin çıkarı yönünde siyasi gelişimlerden kendi payları ile övünmezler. Hatta bir çok görüşmelerini ve yazılmamak kaydı ile söylenen sözleri devletin en önemli dairesi içinde paylaşmanın kahramanlığın bir parçası olduğuna inanırlar. Onlar ile konuşanlar bu gerçeği bilerek cümle kurarlar.
Süper insanlar devletin çıkarları yönünde adım attığı söylenir ama devleti yönetenlerin istekleri devletin çıkarlarından önde olduğu toplumlarda, devleti yönetenlerin çıkarlarına göre biçim değişebilirler.
Devleti yönetenlerin çıkarları uluslararası politikalarda, global politikaları belirleyen çıkarları yönünde olmak zorunda, aksi halde o ülkede iktidarda kalma sorunları olur ve gereği görüldüğünde global politikaları belirleyenler o ülkedeki siyasi aktörleri kısa sürede çöpteki yerlerine koyabilirler.
Geri kalmış ülkelerde iktidarlar iktidara geldiklerinde çöpte onlara uygun her zaman bir yer ayarlanır ve o yer onların global politikalara uygun adım atmaları için uyarı olarak sürekli iktidar sahiplerine gösterilir.
Süper gazeteciler her dönemde değişen iktidarın adamıdır, onların istekleri ve çıkarları yönünde adım atarlar. Süper gazeteciler, iktidarı gerçekten yönlendirenlerin çıkarları ve projelerinin gerçekleştirilmesi yönünde adım atarlar. Süper olanların adımları, ülke çıkarları ile paralel göstermek zorunda değildir, çünkü o içinde bulundukları ülkenin bütün politikaları uluslar arası ilişkileri belirleyen güçler tarafından belirlendiğini bilirler.
Süper gazeteciler emekli olmaz ama işlevleri bittiğinde unutulurlar. O gazetecilerin gerisinde bir dolu anı ve kitap kalır ama gerçekleri devletin en önemli kurumuna anlattıkları kadar açık ve net değildir. Onlar ile yaşananlar yok olur, çok az ipucu bırakırlar geriye…
Kendisine misyon edinen gazeteciler, ömür boyu o misyonu üzerlerine yapıştırırlar ve o misyon ile çevrelerini belirlerler ve o misyonun gerektiği gibi davranırlar. Bazı gazeteciler gazeteci değil, misyon sahibi insanlardır ve genelde iktidarın yanına yer alırlar…
İsmail Cem Özkan

2 Aralık 2012 Pazar

Hastaneler ve …


Hastaneler ve …
Bütün insanlar bir gün hastaneye yolu düşecektir, orada yaşanan gelişimlerden bir şekilde haberi olacak ve sonuçta ya mutlu olacak ya da şikayet edecektir. Hastaneler gün be gün değişime uğruyor ve yeni özel hastaneler eskiden muayene açan doktorların tabelalarını yok ederek büyüyor. Yalnızca özel doktorların tabelalarını yok etmekle kalmıyor, yasal düzenlemeler ile devlet ve araştırma hastanelerini de yok ediyor. Ev doktorları uygulaması başlamış olmasına rağmen özel hastaneler büyümeye ve yeni şubeler açmaya devam ediyorlar ve piyasa koşulları içinde küçük olanlar tabelalarını büyük olan firmaların tabelaları ile değiştiriyorlar.
Özel hastaneler özel insanlara yönelik hizmet vermeye devam ediyor. Özel hastanelerde çalışanlara her işten anlayan ve her türlü hizmeti iyi yapması koşulu ve düşük ücret ile bünyesinde bulundurmaya devam ediyor. Özel hastaneler aldıkları ücretlerin küçük birimini sağlık emekçisine verirken, önemli bölümünü hastanenin reklamını yapan, ağzı laf eden, ekran ekran dolaşarak, gazetelerde köşelere konuk olarak reklam yapan uzaman doktorlara gidiyor. Ya da her hangi bir hastane ceo’suna.
Özel hastanelere gidip de gerçek anlamda sağlığına kavuşmuş kaç kişi var bilmiyorum, eğer iyileşme kısa sürede olmuş olsaydı sağlık bakanlığı kişi başına ödeme yaptığında gereğinden fazla uzun ve gereğinden fazla tetikler için özel hastaneleri sıkıştırmaz, onların bu davranışı karşısında önlem alma ihtiyacı duymazdı.
Özel hastaneler sonuçta bir şirkettir ve kar elde etme amacıyla hizmet eder. Kar yapmadığı bir işi yapacak lüksü yoktur, o konuda özel bir ayrıcalığı yoktur. Özel hastaneye giden her vatandaş hasta değil müşteridir ve müşteri memnuniyeti ve hastanenin kasasının dolması ile orantılıdır. O yüzden özel hastanelerde özel ilgi görebilir ve sizi mutlu etmek için her türlü reklamlarda gördüğünüz önerileri yapabilirler ama gerçek anlamda sağlık hizmeti beklemeyin, çünkü müşteri memnuniyeti içinde doğru ve ucuz sağlık hizmeti yoktur. Daha çok ilaç firmalarının denetiminde kimyasal ilaçların çok tüketildiği, reklam amacı üretilmiş olan kozmetik adını verebileceğim şeylerin tüketimi daha fazladır ve o fazla olan şeyler kar hanesinde rakam sonrasına sıfır olarak kendisini kaydetmektedir. Estetik ve moda özel hastanelerin vazgeçilme reklam araçlarından olması tesadüfi değildir.
Hastalardan başka hastalıklar yaratılıp, tedaviler ediliyor... Tedavilerden yan etkiler ile başka tedavilere geçiliyor ama hepsinin ortak özelliği; “git MR çektir”, “git” bilmem ne için “kan ver”, “git şu laboratuara, şunu yaptır, bunu yaptır” derler.
Doktor hastasına henüz elini dahi sürmeden istediği laboratuar sonuçlarına bakarak hastalık hakkında bir önyargıya sahip olur ve bu önyargısını doğru kabul ederek ilaç firmalarının o tanıya uygun ilaçlarını yazar. Bu durumdan hastaneye her giden bir şekilde yaşamıştır.
Şimdi burada konuyu biraz açalım. Hastanelerde kullanılan MR makinesi, röntgen aletleri.. vb gibi insan elinin değmeden kullandığımız araçlar bir veya birkaç değişik şirket tarafından üretilmiş ve piyasa içinde pazarlanan aletlerdir. Aletlerin büyük bir kesimi yurtdışında ve üretildiği ülkenin standartlarına göre üretilmiştir. O aleti bizim ülkemizde kullanmadan önce standart sonuç konusunda bir çalışma yapılmadan, üretildiği ülkenin insanı ve vücut yapısına göre standartlar doğru kabul edilir. O standartlar içinde hangi hastanın gerçek hasta olup olmadığını bilemeyiz, çünkü aletten çıkan sonuç doğru kabul edilip ve sonuçlar tekrar kontrol edilmediği için sağlam kişiye bile hasta gibi davranılarak ilaçlar verilmekte ve tedavi edilmektedir. O kullanılan aletlerin standartları farklı farklı olduğu için hastane dışında yapılan ölçümleri pek kabul etmezler, bu kabul etmemenin arkasında işte bu sapma yer almaktadır.
Günümüzde doktorlar hastalarına elleri ile dokunmadan sonuçlara bakarak teşhis koyuyor... Teşhisler ise hep bilmem ne ilaç firmasına para olarak dönüyor...
Sorunun temelinde sistemdir...
Özel sağlık kuruluşlarında, çok tetkik, çok uygulama istemeyen, işini gerçekten duyarlıca yapmaya çalışan doktorlar barındırılmıyor. Bu sistem ne yazık ki 2005 den itibaren çığ gibi büyüyerek devlet sağlık kurumlarına da bulaştı. Ne kadar işlem, o kadar para alıyor devlet hastaneleri de. Yoksa çalışana para yok. Yasaları düzenleyenler ilaç ve sağlık sektörü için alet üreten firmaların istedikleri de buydu.
Toplumun içinde gün geçtikçe doktorlara ve sağlık emekçilerine yönelik tepkiler çığ gibi büyümektedir. Hastalar ön planda olan doktorları gördüklerinden onarla karşı öfkelenmekte, hatta fiili saldırı düzeyine kadar işi ileri götürebilmektedir, çünkü onların gözleri önünde yapılan bu değişikliklerin arka yüzünü düşünmek için çaba harcamıyor, görünen şey doğrudur diye düşünmektedir. Görünen şeyin sadece gerçeğin bir parçası olduğu ve hastanın bakış açısını yanıltmaktadır… Hastalar yıllardan beri öğretilen bir şeyi doğru olarak görmektedir, bir doktora gittiğinde; doktor ne kadar ilaç yazarsa, o kadar ilgi gösterdi sanıyor. Hasta o odadan çıkıp bu odaya girmeyi marifet sanıyor… Sanıyor ki, dolan reçete kağıdı ile iyileşecek... Başı ağrıyan, doktora efeleniyor "doktor olaydın da bir MR isteyeydin" diye.. Kolu acıyan, sırtı yanan "sen de doktor musun bir TOMO istemedin" diye. Ayağının altı kaşınan, sırtında sivilce çıkan, gündüz işini bitirip, gece acil bedava diye, acile koşuyor... Orada isteği olmazsa, etrafa terör saçıyor... Bunlar olurken, ön planda, buna sebep olan sistem sorumluları yerine, gece nöbeti tutmaya ve yaşamını, baktığı hasta başına alacağı 1 TL ile kazanacağını düşünen, doktor oluyor.
Hastaneler bugün ayrımsız olarak şirketleşmiş ve her şirkette olduğu gibi işletmeyi; modern söylem ile ceo’lar yönetecektir. Ceo’lar işletmenin daha çok kar sağlaması ve daha çok hastaya bakabilmesi için PR çalışmasında yararlanması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü kapitalist işletmelerde bunlar olağan şeylerdir. Kapitalist sistemde liberal ekonominin olduğu yerde sağlık, paralı olmuştur ve parası olan parası kadar hizmet alacaktır, alamadığında demektir ki parası bitmiştir ve satacak başka şeyi kalmadığında onun bu dünyadan göçmesinden kimsenin haberi olmayacaktır.
İsmail Cem Özkan

1 Aralık 2012 Cumartesi

Çehov makinesi


Çehov makinesi 
Çehov hayranlarını içine alan ve oyunun sonunda müthiş bir sürpriz ile karşı karşıya bırakan oyundur. İki bölümden oluşan oyun, Çehov’un karakterleri roman okur gibi karşımızdadır ve canlanırlar. Değişik oyunlarından ve yazılarından çıkan kahramanları bize Çehov’un iç dünyasına doğru yola çıkarır ve ilk bölüm izleyicileri tam kucaklamaz, çünkü bir birinden ayrı ve ilgisi olmayan kahramanlar seyirciye sürükleyici bir şey anlatmaz, fakat her biri bir şekilde bir biri ile ilişki içindedir. Her karakter yazarı olan Çehov ile direkt ilişkiye girer ve ona bir şeyler söyler.  Oyunun son bölümünde bütün bakış açımızı yıkan bir şey olur. Kahramanlar için zamanın durduğu ve hep o zaman diliminde kelimeler arasında kaldığı sanılırdı, oysa yazar bu bakış açımızı yıkar ve kahramanlar; bizler gibi büyür, yaşlanır ve yaşlanırken tecrübelerini biriktirir. Kahramanlar yaratıcısı olan yazar ile o birikim ile yüzleşir.
Karamsarlık, şiirsel bir atmosfer içinde zamanın döngüsünde bir kumar makinesinin rakamları arasındadır.
Tren istasyonun ve çevresinde verilen imgeler dünyasında bize bir şeyler anlatılır, çünkü yaşam denen şey tıpkı bir tren gibidir ve arada durduğu duraklar vardır ve her insan bu zaman treninde yolcudur. O yolculuk içinde karşılaştığımız kişilere ise zaman karar verir ve o zaman içinde sadece o insanlar ile karşılaşırsınız, başka zamanlarda başka insanlar ile karşılaşmak gibidir. Yazarda yarattığı kahramanlar ile yazıyı yazarken karşılaşır ve her oyun, roman, şiir kahramanı sadece o zaman dilimi içinde yazar ile buluşur.
Absürd bir oyundur, mizah oyunun içine öyle işlenmiş ki, etkisi ağır ağır ve oyunun bitimine kadar işliyor ve bitimine yakın mizah tüm çıplaklığı ile karşımızda duruyor. O an karamsarlık yok oluyor ve tiyatronun anlamında olduğu gibi eğlenceli bir hal alıyor.
Oyun başlangıçta ve birinci bölümde karamsarlık izleyicinin üzerine çöküyor ve izleyici üzerinde ağır bir etkisi oluyor ama ikinci bölümde bu karamsarlık ve ağırlık birden yok oluyor ve izleyiciyi gülümseten ve kahramanların cüretkar bir şekilde yaratıcısı ile yüzleşmesi ile karşılaşıyoruz. Oyun hakkında fikir ancak bir bütün olduğunda sahip olunuyor, parça parça bakıldığında bir bütünü görmeme durumu ile karşılaşıyoruz.
Oyun, görsel video ve ışık şovu ile oyuncuların müthiş canlandırmaları ile karşılaşıyoruz. Oyuncu rol yaptığını abartarak izleyiciye gösteriyor ve abartılı bir absürd duruşları var. Oyunun kahramanları yaşadıkları çevreden koparılmış, doğal bağlantılarının dışında bir tren yolu kenarında veya istasyonunda yapay bir ortamda, zaman döngüsü ve kumar makinesinin döngüsü içinde tek başına kalmış yalnız olan kahramanlar ile yalnız olan yazarı ile yüzleşmesi ve bu yüzleşmenin bize karamsar bir ortamda sunumu ile karşılaşıyoruz. Bu absürd tiyatronun tanımı içinde olan şey değil midir?
İkinci dünya savaşı sonrası insanlığın içine düştüğü saçmalıklar, boşuna çabalar, boşuna bekleyişler açısından kaynaklanan bir umutsuzluk havası içinde oluşmuştu. Bu umutsuz durumun gösterilmesi ile yeni umutlara kapı aralayan bir tiyatro anlayışı olan absürd tiyatronun tüm özelliklerini bu oyunda karşılaşırız. Son bölüm umudu ve yaşamın hareketliliğini yaşarız.
Absürd Tiyatro anlayışına göre her şeyi belli bir sıralama ve düzen içinde anlatmaya, canlandırmaya gerek yoktur. Tiyatro ses ve hareket düzeninden ibarettir. Olaylar arasında bağ kurmak gereksizdir. Birbirleriyle ilgisiz olayları çarpıcı olarak vermek yeterlidir. Absürd Tiyatroda ele alınan olay, olgu ya da kişi ne olursa olsun alay konusudur. "Sahne, perde düzeni, giriş-çıkışlar; serim, düğüm, çözüm bölümleri umursanmaz. Eser bilmeceler, semboller ve saçma denilecek tasarılarla doludur. Önemli olan, bir sevinç veya kaygının sebeplerini belirtmek değil, sadece o sevinç ve tasanın biçimini, oluşunu göstermektir.
Yukarıda değindiğim tüm özellikleri Çehov makinesi adlı oyunda çıplak göz ile görebilirsiniz.
Teknik hiçbir sorun ile karşılaşmadığım bu oyunu mutlaka görün derim, etkileneceksiniz ama biraz sabırlı olduğunuzda…
Her bir oyuncu bir birinden değerli yeteneklerini sahneye koymuşlar, her oyuncusu çok Başarılıdır ve bu kadar başarılı insanların yan yana gelmesi bu muhteşem eseri ortaya çıkarmış, oyunun sahnelenmesinde emeği geçenlere teker teker teşekkür ederim…
İsmail Cem Özkan
Çehov Makinesi
Yazan: Matei Visniec
Çeviren: Mete Gürman
Yönetmen: Müge Gürman
Dekor Tasarımı: Zeki Sayaroğlu
Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: Akın Yılmaz
Dramaturgi: Müge Gürman
Yönetmen Yardımcısı: Erkan Taşdöğen
Asistanlar: Fatih Sönmez, İsmet Vural
Oyuncular: Uğur Polat, Hakan Vanlı, Levent Öktem, Şahin Çelik, Erkan Taşdöğen, Tülin Oral, Ayça Bingöl, Toygun Ateş, Dolunay Soysert, Fatih Sönmez, Sanem Öge, Gözde Çetiner, Alper Saldıran, Mete Gürman, Pınar Tuncagil, Arda Baykal, İsmet Vural, Didem Ertan, Aslı Özsaraç

29 Kasım 2012 Perşembe

Sistem sorunları beslemeye devam ediyor…


Sistem sorunları beslemeye devam ediyor…
Sözümü sakınmadan baştan söyleyeyim kılık kıyafetin serbest olması taraftarıyım, herkes istediği kıyafet ile istediği yere girip çıkma ve eğitim alma hakkına sahip olmalıdır. Çalışanların kılık kıyafeti ise laik devlette olması gerektiği gibi, dini / siyasi imaj, sembol olmadan var olan toplumun tarafsız görünümüne uygun şekilde olmalıdır. Tarafsız olmaz ise devletin bir çalışanı, toplum içinde var olan ayrımcılığı ve nefret söylemini gelişimine katkısı olur ve toplum içinde çatışmaya uygun ortam hazırlar. Toplumun bir arada yaşama kültürünün gelişimi, kültürlerin kendilerini geliştirmesi ve birbirlerini anlayabilmesi için devleti sembolize eden; eğitim, güvenlik, alt yapı gibi hizmet veren tüm kurumların çalışanı tarafsız olması ve görünmesi gereklidir.
Bütün bunların olması içinde sistem sorunun olmaması gereklidir. Sistemin tartışmalı olduğu yerde, her türden serbestlik, toplum içinde ayrışmaya ortam hazırlayacaktır, çünkü düzgün çalışmayan sistemde erk sahibi olanın görüşleri, dünya yaşam biçimi, bakışı diğer kültür ve katmanlar üzerinde baskı kurmak ve yok etmek için ortam hazırlar ve uygular.
Bugün yaşadığımız tüm sorunlar sistemimizden kaynaklanmaktadır. Sistem sınıflar arası katmanın azaltılmasını değil, aksine açılmasına sebep olmaktadır. Fakirin daha fakir, zenginin daha zengin olduğu bir adaletsiz sistem şu anda mevcuttur.
Yeni tüketim çılgınlığının temsilcisi olan markalar sistem sorunu yaşayan toplumlarda, hakim oldukları toplumun bakış açısını biçimlendirdiği yerde, okullarda kılık kıyafet serbestliği; çocuklar arasında nefret duygularının gelişimini ve okullar içinde ve çevresinde çatışmayı körükleyecek boyuttadır. Bu, çocukları oyalama merkezi konumuna gelmiş okullarda, çeteleşmeyi ve toprağı kan ile sulayacak çatışmaları da içinde barındırmaktadır.
Okullar eğitim yeri olmaktan çıkıp podyum gibi moda gösterilerine dönüşebilir, çünkü çocuk, okulda eğitim ve öğretim almıyor, aptallaştırılıyor ve aptallaştırılmanın en son sürümü de modadır. Moda, insanları güzel göstermez aksine birilerinin cebine para olarak girecek bir sanayileşmenin yan ürünüdür. O yüzden, okullar; aydınlanma ve çağdaş bilgileri aldığı yer olmaktan çıkmış, ticarethaneler olması ile başka bir konuma bürünmüştür.
Bugün parası olan diploma almakta ve o diploma ile toplum içinde yer almaya çalışmaktadır. Diplomanın meslek olduğunu kabul edenlerin olduğu yerde; bilim, aydınlanma olmaz... Ancak aptalların oluşturmuş olduğu ve birileri tarafından tüketim çılgınlığına sürüklenen güruhlar olur. Tüketim, insanı aptallaştırır, çünkü hazır verilir ve hazır olanı başkasına bakarak onun gibi tüketir, o başkasını reklamlardan bol bol görür.
Toplumun hassasiyetleri ve dönemi dikkate alınmadan yapılan değişimler, o toplumun geri dönüşü olmayan içinden çıkılamayacak yeni kaoslara kapı aralamaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Kılık kıyafetten önce toplum katmanları arasında oluşan uçurumun azaltılması için sosyal devlet yeniden kurumlaştırılmalı ve toplum liberal ekonomi adı altında uygulanan politikalardan uzaklaşmalıdır. Bu uygulanan politikalar, toplumu daha mutlu edeceğine daha da aptallaştırmış ve tüketim çılgınlığı içinde bireylerin tüketimi karşılayabilmek için daha da köleleşmesi anlamına gelmiştir.
Sessiz ama homurdanan toplumlarda, sınıflar ve toplum katmanları arasında çatışmaların başlaması için küçük bir kıvılcım bile yeterli olur ve ülke çöl kumu üzerinde durmaya çalışan her hangi bir nesne gibi sağa sola savrulmaya ve önünü göremez konumunda olur.
Bugün hukuk, eğitim, savunma düzenimiz ve yapılandırmamız bağımsız ve önyargısız değildir. Toplum içinde var olan çatışma ve ayrılık nefret söylemi ile beslenmekte ve büyütülmektedir. Öncelik ile sistemin yapısal sorunlarının çözülmesi için yeni bir toplum sözleşmesine tüm toplum katmanlarının eşit düzeyde katılımı ile mümkündür. Bugünkü anayasa tartışmaları ve alınan yol, toplumun tüm katmanlarını görmemezlikten gelmekte ve var olan erkin daha da güçlenmesine olanak sağlamaktadır. O yüzden erkin aldığı her karar tartışmalı konuma gelmektedir. Çünkü toplum katmanları arasında güvensizlik haklı olarak kendisini korumaktadır.
Bugüne kadar baskıcı ve erkin istekleri yönünde yapılan değişiklikler sorunları çözmemiş, devlet baskısı yanında mahalle baskısını geliştirmiş ve toplumun öteki olarak kabul edilen katmanlar üzerine baskı ve asimilasyon politikası devam etmektedir. Ülkemiz tek dil, tek din, tek mezhep, tek aidatın olduğu ülke değildir ve olmadığı halde öyleymiş gibi davranılmaktadır.
Kısaca sistem sorunları beslemeye devam ediyor…
İsmail Cem Özkan