14 Ocak 2012 Cumartesi


beş yıl olmuş, Hrant din aramızda sadece anılar ile yaşamaya başlayalı...
bu beş yılda Hrant adını kullanarak ödül dağıtanların düştüğü komikliğe şahitlik ettik, çünkü Hrant'ın katillerini koruyan iktidara destek verene ödül verdiler... Hrant'ın kemiklerini sızlatacak gelişmeler yaşandı, cemaat ilişkisi içinde olan gazetede yazı yazandan, AKP iktidarı ile iyi geçinmek için her türlü özveri gösterene kadar hepsi Hrant adını kullandı... bugün bir cezaevinde hem Hrant katili ortaya çıksın diye mücadele eden bir gazeteci ile aynı davada katilleri destekleyenler ile birlikte bulunabiliyor. aynı cezaevi içinde bulunmalarını sağlayan iktidar bugün hala iktidarda... iti iz at izine karışması diye bir atasözü vardır, bugün Hrant davası ve destekleyicileri arasında da bir karışıklık yaratan iktidar mevcuttur...
referandumda "yetmez ama" diyerek AKP iktidarına destek verenler, iktidarın suçluları korumasına da destek vermiş oldular. Hrant'ın gerçek katilleri bugün mahkeme önünde değildir. Hrant'ın sahte dostları Hrant'ın katillerini koruyan iktidara destek verenleri ödüllendirmiştir. bugün davanın sonlanacağı günlere yaklaşırken Hrant isminden fayda sağlamak isteyenler ile gerçek dostlarını ayırt edin. Hrant'ın gerçek dostları beş yıldır meydanlarda, mahkeme salonlarındaydı... iktidara referandumda destek verenleri aranıza almayın, çünkü kirlenmişlikleri ile sizi kirletirler... kirliliklerini bugün dahi yaymaya devam ediyorlar.

Kan, kan ile yıkanır mı?

Kan, kan ile yıkanır mı?
Geleneğimiz içine nereden geldi girdi bilemem ama kan davası diye bir kavram var. Bu kavram; kanı kan ile yıkamak olarak adlandırılır. Bir tarafın soyu tükenene kadar devam eden bir süreçmiş, daha sonra devletin çözüm yolları gelmiş ve mahkum edilmiş insanlar. Mahkum edilen cezası sona erince, rakibi olan aile ferdi tarafından hemen öldürülürmüş, elbette evde cezayı en az alabilecek kişi tarafından. Kanı kan ile yıkamak kavramına çocuklara gelmiş sıra, çocukları katil yapmış gelenek…
Çocuklar cezaevinde büyümüşler, çıkınca yine bir çocuk tarafından öldürülmüş. Bir girdap olmuş, kanı kan ile yıkamak. İnsanlık tarihi birikimi içinde; kan davasının çözüm olmadığı kafalara yer ettikten sonra, kanı kan ile yıkamak yerine başka çözüm yolları bulunmuş, çünkü kan, kan ile yıkandıkça kan deryası olmuş yeryüzü.
Hınçlar, öç almalar kuşaklara aktarılmış, çünkü kanı kan ile yıkamak için hınç ile beslemişler insanları, çocukları.
Öç almak, hınç duymak kanı kan ile yıkamanın eğitim bölümü olmuş, çünkü öç alma ile güdülenen insan (çocuk) hiç düşünmeden bıçağı, silahı öldüreceği kişinin üzerine çevirirmiş, çünkü eğitim ile katil yetiştirilmiş yıllar boyu… Toplum geleneği/ göreneği denilen şey; okul olmadan verilen eğitimdir bir anlamda… İnsanı biçimlendirmektir.
Kanı kan ile yıkamak demek, bir arada yaşamamak demektir. Kan, birlikte düşünmeyi yok eder, birlikte eğlenmeyi ortadan kaldırır. Kan, kan ile yıkandığı yerde dram, ağıt vardır. Eğlenceleri bile ağıt türküleri eşliğinde olur.
Günümüzde hınç alma güdüsü kan ile beslenirken, bir yanda da devlet olma gereği yasal zeminde hukuk kuralları içine alındı. Bireyler arasında kavga yerini, daha büyük ve kitlesel olarak toprağı kan ile sulamak için çatışmalar yaratıldı, uygulandı. Birinci ve ikinci dünya savaşları insanlığın kan tutulması yaşadığı yıllardır.
Kan tutulması demek, insanın beyninin bir şeye odaklanması ve onu gerçekleştirmesi için güdülenmesidir. Hiçbir şeyi düşünemez, hissedemez, ölmek ve öldürmek dışında bir şeyi düşünemez, ne doğa vardır ne de diğer insanlar.
Devlet, hınç besler ve büyütür mü?
Eğitim müfredatına bakınca evet demek zorunda kalıyorum. Evet, devlet toprakları üzerinde yaşayan farklı inanç ve kültürden olanlara karşı hıncı beslemekte ve yeni katillerin oluşması için ortam hazırlamaktadır. Faili meçhul cinayetler ve çözülmemiş, ceza almamış cinayetlerin fazlalığı bunu kanıtlar.
Devlet, kanı kan ile yıkamaya devam ediyor…
Kan davası biçim ve boyut yanında özneleri de değiştirmiş halde, daha kitlesel olarak yaşamaya ve var olmaya devam ediyor.
Kan, kan ile yıkanınca kan temizlenmez, yeni kanlı zeminlerin oluşmasını hazırlar. Doğal olarak yeni katillerin kahraman gibi ortalıkta dolaşmasını sağlar.
İsmail Cem Özkan

Bir arada mutlu yaşamak mümkündür…

Bir arada mutlu yaşamak mümkündür…
Tüm operasyonlara, kışkırtmalara rağmen kardeşimsin, Kürt kardeşim... Aşkın sesini bile hüzün ile yaşayan kapı komşum, yüzlerinde gülme çizgisinin yok olduğu, acının, hüznün, sürgünün, zulmün çizgisini taşıyan kardeşim benim.
Her şeye rağmen kardeşiz, çünkü halkların bireyleri kardeştir...
Hrant gibi, Azad gibi...
Konuştuğumuz dil, yaşadığımız kültür ayırmaz bizi, çünkü renktir, çeşitliliktir, bir arada yaşamanın güzelliğidir...
Bütün renklerin çocukları yan yana geldiğimizde dünya güzel olur.
Olur mu hiç, tek çiçekten bir bahçe. Olursa eğer, o çiçek güzel gözükür mü?
Rengimsin, sesimsin... Kardeşimsin...
Gündemin değişimi içinde unutturulmaya çalışılan dayanışma, dostluk, binlerce yıldır birikmelerimiz ile birlikte yaşamaktan mutluyum, çünkü Kürt, Ermeni, Rum, Süryani, Çerkez, Abhaza, Gürcü, Roman, Bulgar, Arnavut… yetmişiki ve daha fazla kültürden olan kardeşlerim ile dünyanın en güzel bahçesini yaratıyoruz. Bu güzelliği yok etmek isteyenlere karşı omuz omuza kavga etmekten de bahtiyarım.
Her dilden türkü dinlemek, her dilden aşk sözleri duymak, her dilden kitap okumak, her dilden oluşan renklerden bir evrende yaşamaktan mutluyum. Bu mutluluğumu yok etmek isteyenlere karşı kavga etmek de evrene barışık olmanın getirmiş olduğu bir görev olduğunu düşünüyorum.
Bir arada mutlu yaşamak mümkündür…
Bir arada kavgasız, silah tüccarlarına rağmen bir arada yaşamak için yan yana duran tüm güzel insanlar kardeşimdir.
Hiçbir insan zorunlu olarak yaşadığı yerden göç etmesin…
Hiçbir insan kendi mutluluğu için başkalarını ezmesin…
Hiçbir insan, betonlar içinde, tek başına yaşamasın…
Hiçbir insan hınç büyütmesin…
Hiçbir insan “üstün insan” olduğunu iddia etmesin, kanıtlamaya kalkmasın…
Hiçbir acı boşuna çekilmiş olmasın, yeter ki bir arada yaşama kültürümüzü geliştirelim.
Bir arada yaşayalım, çünkü bütün renkler ile dünya ve yaşam güzeldir…
İsmail Cem Özkan

Kitaplarla büyümedim

Kitaplarla büyümedim
“Kitaplarla büyümedim, her şeyi hayattan öğrendim.” diye içini geçirdi. Hayat bir çok dersini zaman içinde sindire sindire verir. Okul ise bir anda bilgileri beynimizin içinde atar sonra der ki, öğrendin. Aslında öğrendiğimizi sandığımız şeyler sadece görüntüdür, çünkü hayat okuyana da okumayana da aynı şiddette davranır, ayrım yapmaz.
Her şeyi okulda öğrenen biri hayatta başarılı olma şansı ne yazık ki yok. Bugün bir çok profesör unvanı taşıyanlar hayatta eğitim görenlerin yanında çalışmaktalar ve onların zenginliğine daha fazla zenginlik katmak için zamanı yok edip, hizmet sektörü içindeki görevlerini yerine getirirler.
Bazı okumuşlar ve hayatta dersini alanlar ise daha şanslıdır, çünkü el yordamı ile değil, insanlığın birikimlerinden yararlanarak adım atarlar. Onlar okuyanlara göre avantajlı olmuş olsalar da, sonuçta eğitilen insan bir çok basit çözümü göremez ve karmaşık hesapların içinde basit çözümler kaçırır, yıllar sonra çözümü bulduklarında ise artık zaman geçmiş olur. Zamanı yakalayanlar ise bugün babalarından kalan servetin vermiş olduğu rahatlık içinde insanlık için bir şey yapmazlar, onlar için sadece kendileri vardır ve kendilerinin hayattan aldıkları zevklere çeşit katmak için uğraşırlar.
Kitaplar ile büyümedim diye düşündü Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçük esnaflık yapan biri. Bir çok okumuşun onun oraya gelip çayını içtiğini görür, şanslıdır, çünkü okumuşların cebinde para yok iken, kendisinin yanında bir iki eleman çalışmakta ve gelene çay ısmarlamanın vermiş olduğu rahatlık ile sohbet eder. Eğer çay ısmarladığı birinin bir masası varsa; herhangi bir devlet dairesinde ya da holdingde yanına dahi yaklaşamazdı. Şimdi yanında kendi seviyesinde birlikte çay içmekte ve çayın demi altında sohbet edebilmekteler.
Beyoğlu bir çok hayatı iç içe saklar ve besler. Kim necidir, neyi hedefler belli değildir, zaten Beyoğlu adı üstünde beylerin oğullarının mekanıdır ve orada hizmet sektörü gelişmiştir. Beylerin oğullarına hizmet edilir.
Kitaplar ile büyüyenler, hayatın dişilileri arasında büyüyenlerin yanında büyümekte ve gelişmektedirler. Hayat hiç adil değil gibi gözükebilir ama hayatın hareketi herkese eşit vurur ama bazıları daha ileri gider, bazıları ise buhar olur uçar. Hayata tutunmak için çocuklarını eğitenler, aslında hayattan çocuklarını saklamaya çalışırlar, onları koruma güdüsü içinde hayata daha geç katılmalarını sağlarlar. Onlar için önemli olan; bir kariyer ve kimliktir. Kimliği ve kariyeri olanların hayatta başarılı olacağı illüzyonu içinde kendilerine güven içinde bakarlar ve hazırlıksız yakalandıkları hayatın rüzgarı içinde yok olur giderler.
“Hayatı kelimelerden değil, nefeslerden öğrendim, çek bir nefes” derler Beyoğlu arka sokaklarında. Nefes çekenler bu dünyadan uzaklaşır kendi dünyaları içinde yok olurlar. Yok olan geçmişin bütün birikimidir aslında. Beyoğlu, içinde yok olanların hikayesini saklar, arada birkaç kişi başarılı olur ve o başarılı olan birkaç kişinin hikayesinin arkasından binlerce hayat o hikayenin içinde olmak için buhar olur.
Kitaplar geçmişin birikimini saklar, geleceğin öngörülerini yazar.
Kitaplarda dijital oldu, hayatımızın başka alanlarında olduğu gibi. Bir an varlar ve bir an bakmışsınız bilgisayarınızda kaydetmeyi unuttuğunuz bir yazınız gibi yok olur gider. Beyoğlu’nda ara ara elektrikler kesilir. Bir öykünün önemli kahramanın anısı yazılırken, o anı elektrik kesintisi ile birlikte yok olur, çünkü hayatımız kendi yarattığımız enerjinin kölesi konumundadır.
“Kitaplardan öğrenmedim hayatı, simit satarak başladım hayata ve Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçük ticaretime” diye geçirdi, çayın demi kömür közünün üzerinde kokarken.
Beyoğlu yazılan ve yazılmayan bir çok hikayeyi saklar, en çok da yazılmayan dramları, trajik komik hikayeleri. Kitaptan ve hayattan öğrenenler aynı havayı solurlar, buharlaşan yaşamın içinde.
İsmail Cem Özkan

9 Ocak 2012 Pazartesi

12 Eylül ile hesaplaşma…

12 Eylül ile hesaplaşma…

12 Eylül 1980 yılında olan faşist bir darbe ile hayatımızın bugünkü sürecini yaratan yol açılmış oldu. Yaklaşık otuz yıldır süren bir sürecin sonlanması için bazı adımlar atılıyor olması, bu otuz yıllık travmadan çıkmak için henüz bir ışık yakamamıştır.
Yaşanan olaylar otuz yıldır sürdürülen politikaların kesintisiz olarak uygulandığını göstermektedir.
Kenan Evren ve arkadaşları hakkında açılan davaların ilk defa kabul görmesi önemli bir başlangıç olarak algılanmasına rağmen yetersizdir, çünkü darbenin bugünkü sonucunu yaratan olayların tek sorumlusu olarak darbeci generallere yüklemek demek, tarihin bir çok olayını karanlıkta bırakmak anlamındadır.
12 Eylül darbesinin zeminini hazırlayan koşulların ekonomik boyutu çok önemlidir. Darbenin geleceğini ilk olarak yüksek ses ile söyleyen 24 Ocak kararlarıdır. 24 Ocak kararlarının uygulanması için ülkede darbe yapılması zorunludur ve o zorunluluk Eylül ayında yerine getirilmiştir.
Darbenin ekonomik boyutunun zemini yaratmak için 50 Cente muhtaç olarak yaşamak zorunda kaldığımız dönemler vardır. Darbe öncesi dönemlerde toplumsal olaylarda kontrol dışı olarak gösterilen ama kontrollü şekilde gelişen çatışmalar ile ülkede can güvenliği sorunu yaratılmıştır. Maraş, Çorum, Sivas olayları çatışmaların kitlesel olması için geliştirilmiş birer senaryolar olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır.
1980 yılları global ekonomiyi elinde bulunduranların bizim bölgemiz için özel olarak üretmiş oldukları politikaların uygulanmaya konduğu yıllardır. Kısaca Büyük Ortadoğu Politikası olarak tanımlanan doktrinlerin hayata geçtiği yıllarda bizim ülkemizin de bu politikanın amaçları yönünde değişmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Çünkü ülkemiz içindeki değişimler; dış etkilerin sonucunda olmaktadır. Ülkemiz yeni rotasını çizenler, 12 Eylül akşamı kadehlerini havaya kaldırarak “bizim çocuklar başardı” diye kutlama yapmaları tesadüfi değildir.
12 Eylül günü yürürlüğe konan politikalar tamamı ile dış güçlerin ülkemiz için çizdiği yeni rotaya uygun olarak uygulanmış ve başarılmıştır. 12 Eylül sol muhalefeti tamamı ile yok ettiği gibi, batı ile kucaklaşma sürecini yaşayan ülkenin rotasını ılımlı İslam adı altında Ortadoğu ülkesi konumuna döndermiştir. Türkiye bir balkan devleti değildir, Ortadoğu ülkesidir.
İnsan hakları boyutu ile 12 Eylül sürecine bakarsak; işkence yapanlar, işkenceyi yasal boyutta görüp, işkence alınan ifadeleri normal koşullarda alınmış gibi kabul gören hakimlerde darbeci generaller kadar suçludur. İşkencelerin yaygınlaşmasına göz yuman, o dönemde özel mahkemelerde görev tapan tüm savcılarda suçludur. Güvenlik güçleri içinde çalışan ve işkenceye fiili olarak katılmış devlet memurları ve zorunlu görevini yapan askerlerde suçludur.
Ekonomik boyuttan bakarsak, özelleştirme adı altında ülkenin birikimleri olan ağır sanayimizin tamamı ile işlevsiz bırakan ve yok pahasına satan devlet mekanizması içinde görev yapmış ve karar alan her bürokrat bu dönemin suçluları arasındadır.
12 Eylül ile hesaplaşmaya başladınız mı, her boyutu ile hesaplaşmak zorunludur. Çünkü bugün ki iktidarımı 12 Eylül politikalarının bir sonucudur ve bu sonucu ortadan kaldırmak demek despotizm ile mücadele için sadece bir başlangıç işlevini görür.
Ülkemizin kaderini dış etkilere bırakmaktan kurtulmak için tam bağımsız bir devlet mekanizmasını yaratmak ve kurgulamak zorundayız. Bugünkü bakış açısı içinde “mümkün değildir” dediğinizi duyar gibiyim, devrimcilik işte bu mümkün gibi gözükmeyeni yaratmaktır.
12 Eylül ile hesaplaşmanın göstermelik olmak dışında gerçek boyutta olmasını istiyorsanız, tam bağımsız bir Türkiye politikasının yaratılmasını ile ancak oluşur. Birkaç generalin mahkeme önüne çıkarılması sadece vicdanları rahatlatırken, darbeleri yaratan koşulları ve sonuçlarını ortadan kaldırmaya yetmemektedir.
İsmail Cem Özkan

8 Ocak 2012 Pazar

metin göktepe


metin göktepe haber yapmaya gitti, kendisi ne yazık ki haber oldu. onu ilk ve son defa evrensel gazetesinde görmüştüm. yeleği ve elinde fotoğraf makinesi ile inançlarına uygun haber yapma ve haberini yayın kuruluna sunma telaşı içindeydi. onu göreli çok uzun zaman olmuş, bana sorarsanız daha dün gibi. evrensel gazetesi sloganında gerçek evrenseldir yazıyordu o zamanlar... devletin gazeteci görmediği gazetecilerdendi... devletin verdiği kimlikle dolaşan çok gazeteci olduğunu söyleyiverip haber yazamayan, bir kere dahi habere çıkmamış "kimlikli gazeteci" bugün dahi kimliği ile gazeteci olduğunu iddia edip, kokteyl kokteyl dolaşıp, maçlarda bedava maç seyretme telaşındadır...
kendisine gazeteci diyen ve sadece düzeltmenlik işinden anlayan türkçe de "de - da" ayrımını bildiğini iddia eden "kimlikli" bir çok medya mensubu görebilirsiniz... ama sizler gerçek gazetecileri ya hapishane duvarları arasında, ya da toprak altında olduğunu biliyorsunuz.
bugün medya mensubu işinden olmamak için "patronun işine gelmeyeni görmeyen", "devletin çıkarının haberden daha önemli olduğuna inanan" gazetecileri görüyorsunuz. işte onların devlet onaylı gazeteci kimlikleri var...
onurlu bir gazeteci bana göre devlet onaylı kimlik almamalıdır, çünkü o kimliği alan devletin gözlüğü ile bakar habere ve olaylara. sıradan bir memur ile gazeteci arasında ki tek fark, devlet memurunun maaşını devlet, gazetecinin parasını gazete sahibi verir ama gazete sahibine ise devlet reklamları verilerek dolaylı olarak gazetecinin maaşı verilmiş olunur.
devleti için kurşun atanda, haber yazanda "dönem dönem" erişilmez sayılır, ölürse eğer; şehit denir, bu sayede kutsallık payesi verilir.
gazeteci metin'dir.. gazeteci abdi ipekçi'dir. gazeteci bugün cezaevinde yatan yüzlercesidir.
onların bir çoğunun devlet onaylı kimlikleri yoktur, o yüzden devlet istatistikleri arasında cezaevinde yatan sekiz gazeteci görülür.
gazeteci kimliklerini ancak ve ancak yine gazeteci kitle örgütleri verirse o gazeteci olmak için önemli adım atmış sayılır.
sarı basın kartı taşıyanların büyük bir bölümü ne yazık ki gazeteci değildir, sadece belediye otobüslerine bedava binen sıradan yolcudur...
metin göktepe öldürüleli kaç yıl oldu?
kaç gazeteci öldürüldü, kaç gazeteci sadece mesleğini yaptığı için cezaevindedir?
bugün dahi bütün olumsuzluklara rağmen bu ülkede gazeteciler mevcuttur.
gazeteler satılır, içinde çalışan gazeteciler ile birlikte. gazetecilerde alınıp satılmakta mahsur dahi görülmüyor, hatta bu durum normal karşılanıyor. sıradan bir baskı makinesi gibidir, demirbaşlar alınır satılır!
gazetecilere artık görüş sorulmuyor, onlara görevler veriliyor ve görevlerini patronlarının çıkarına uygun yapmaları bekleniyor, yapmayan ise kapı önünde işsizler ordusu içindeki yerini hemen alıyor.
gazetecinin özgürlüğü patronlarının dudakları arasındadır. onlar izin verdiği sürece haber yazabilmekte, onlar izin verdiği sürece gazeteci özgürce haber peşinde koşabilmektedir. gazeteci haber yaparken dahi işinden atılabilmekte, yazdığı yazı yüzünden hapse giren ise işinden olabilmektedir. o yüzden gazeteci özgürlüğünü bu gerçekler ile otosansür yapmak zorunda bırakılmıştır. gazeteci özgür olmadığı yerde özgür medyadan bahsedilmez.
birbirinden bağımsız ve farklı görüşleri yansıtan gazeteler yayınlanması medyanın özgür olduğu anlamına gelmez. medyanın özgürlüğünü belirleyen reklam verenlerdir. reklam verenlerin ticari hayatta başarı çizgisi ise hükumetin aldığı kararlar ve verdiği ihaleler ile sınırlıdır.
metin göktepe ne zaman öldürülmüştü?
medyamız ne zaman özgürlüğünü yitirdi?

İsmail Cem Özkan