30 Mart 2012 Cuma

Neden şehir isimlerini değiştirmiyorsunuz?

Neden şehir isimlerini değiştirmiyorsunuz?

Üniversite adlarına bir bakar mısınız, bir bölümü halen siyasette aktif olanların isimleri. Üniversite bu durumda ne anlamda kullanılmış oluyor?
Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi adındaki Kayseri eki kaldırılmış, sadece cumhurbaşkanı ismi olmuş.
Rize Tayip Erdoğan Üniversitesi kurulacaktı, ne oldu kuruldu mu acaba? Kurulduğunda büyük olasılıkla Rize ismi kalkacaktır. Ya da kurulurken iki defa senatoyu topla karar al demeden direkt yeni ismi ile devlet üniversitesi öğrenim hayatına katılacaktır. Siyasette aktif olanların isimleri bu sayede öğrenim dünyasına girerken, öğrenim dünyası da siyasetin bir propaganda aracı olmuş oluyor.
Abdullah Gül Üniversitesi bir yıl içinde kaç öğrenci mezun ediyor? Bu öğrenciler iş başvurusu yaparken diplomalarını gösterecekler. Diplomada ne yazacak; Abdullah Gül! Bu sayede iş dünyası içinde de Abdullah Gül ismi yerini almış olacaktır.
Yurtdışından öğrenci geldiğinde ve stajını yapıp ülkesine döndüğünde Abdullah Gül ismi o ülkenin içinde de kullanılacaktır. Bu sayede isim yaşamın her alanında kullanıma açılmış olacak ve para vermeden devlet olanakları ile hazır propaganda aracı olacaktır. Gelecek kuşak büyük olasılıkla Abdullah Gül ismini unutacaktır, bu üniversite sayesinde, diplomalarda geçen ismine bakarak merak edecek ve Abdullah Gül ve AKP hakkında bilgi alacaktır. Elbette bu bilgi içinde Abdullah Gül’ün hiç yargılanmadan zaman aşımına uğramış davası olmayacaktır.
Üniversitelerin isimlerine politik insanların adlarının verilmesi yetişecek kuşağın hangi eğilimde olması gerektiği konusunda da dikte etmek durumu da kendiliğinde ve doğal koşullar içinde olmaktadır. (olacaktır demek isterdim ama artık olmuştur) Abdullah Gül Üniversitesinde çalışacak öğretim elemanlarından, o okulda mezun olacakların siyasi tercihleri hangi yönde olabilir?
(Bu konuda Süleyman Demirel Üniversitesi deneyiminden öğrenebiliriz ama bu konuda yapılmış bir araştırtmaya rastlamadım, Isparta’nın siyasi eğilimi ve verdiği oylar her seçim döneminde benzer sonuçlar vermesinden eğilimin ne olduğu görebiliriz.)
Statlara verilen isimler, spor merkezlerine verilen isimler yanında şimdilerde moda olarak üniversitelere verilen isimlerde yerini almıştır.
Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi adında ki Kayseri neden çıkarıldı dersiniz?
Bu sorunun cevabı; yakında şehir isimlerinde yapılacak yeni düzenleme ile ortaya çıkar diye düşünüyorum! Çünkü iki defa tekrar edemez bir isim!
Kayseri’nin adını Abdullah Gül, Rize’nin adını Recep Tayyip Erdoğan olarak değiştirin olsun bitsin! Başka şehirlerde başka isimler verilsin! Örneğin bu sırlarda pek asker gibi saldırgan gördüğüm gazeteci, yorucu şimdilerde AKP politika saflarında milletvekili olan Mehmet Metiner ismini de seçmenlerinin olduğu ile verilsin! Bu kadar saldırgan olmanın ödülü artık verilsin!
Bu arada politikacılar adına gazete açmak, dergi çıkarmak, tv kanaları kurmak da gereklidir. Çünkü isimleri bu kadar marka olanların çalışma, yaşam alanın her parçasında da marka isimleri olmalıdır ki, her an onları görelim, düşünelim, gurur ile onların diplomalarını, görüşlerini, kartvizitlerini taşıyalım! Otobüs duraklarında isimleri olsun, onlar adına otomobiller üretilsin, uçaklarımız olsun, trenlerimizin vagonlarına teker teker aktif politikacıların isimleri verilsin. Onlar adına filimler çekilsin, onlar adına kitaplar yazılsın, onlar adına şiirler üretilsin. Yarışmalar yapılsın, kışla isimleri, okul isimleri, hatta meslek isimleri de olsun. Ay isimler, haftanın isimleri, saatlerin isimleri, bayramların isimleri de olsun… Olmaz demeyin, bir Türki devlette bunlar oluyor, neden bizde olmasın!
İsmine bu kadar hayran olanların egoları tatmin edilsin, süper egoları için ne yapılması gerekiyorsa devlet olanakları ile yapılsın.
Hastalıkların adı muhalif olanların isimleri verilsin, sağlık veren ilaçlara iktidarda olanların isimleri pek yarışır.
İsimler ile oynanmaya başlandın mı, artık sonu yoktur.
gelenekte olan destanlar, masallar, öyküler, yeniden yorumlansın, içlerine bugün aktif siyaset yaşamı içinde olanlar dahil edilsin, ders kitaplarının içine bu destanlar alınsın, bu sayede çocuklarımız her sabah okudukları marşlardan kurtulsun, “varlığım Türk varlığına armağan olsun” saçmalığın yerini, varlığım başka şeylere hediye olsuna dönderilsin. Büyük komutan ve siyasetçi Cengizhan yardımcı bugün yaşayan politikacıların biri ile yedi göbekten akraba olsun. Hadi o kadar uzağa gitmeyelim, yakın tarihten bir imparatorun akrabası olsun…
Rakamlara da isimler verilmelidir, saat kaç dediklerinde Abdullah Gül’ü Tayip geçiyor dediğimizde anlayalım, bir birlik bütünlük olsun… Olmuşken hepsi olsun…
Dağa, taşa, üniversiteye, stadyumlara, isimler yazmak yetemez, daha fazla alana yazmak gerek, daha daha hatta uzaya…
Mutlaka yazılmalıdır…
Bir de tarihe savaş kahramanı, büyük fetihçi, kurtarıcı olarak da yazılmalıdır...
Mutlaka yazılmalıdır, yoksa gelecek kuşak nasıl anımsar bugünkü ismini çok sevenleri?
Belediye başkanları her fırsatta kendi isimlerini ve imzalarını duvarlarda asılan afişlere yazdırma yarışına ne zaman girmişlerdi, pek anımsamıyorum ama bazı belediye başkanları işi abartmış her fırsatta her ilanda, her davette, her açıklamada kendi fotoğraflarını (en iyi fotoğrafçılara çekilmiş artistlik (artistler yanarlında sönük kalır) fotolarını) yayınlatıyorlar. Belediye başkanı yayınlatırda, ülkenin en üst kurumuna yönetici olmuş seçilmiş yaptırmaz mı, elbette yaptırır, hakkıdır!
İsmail Cem Özkan

29 Mart 2012 Perşembe

12 Eylül generallerinin yargılanması üzerine…

12 Eylül generallerinin yargılanması üzerine…

Türkiye tarihi içinde bir kırılma noktasıdır, batı dünyasından uzaklaşarak ılımlı İslam adı altında Ortadoğu cehennemine doğru yönlendirildiğimiz günü de temsil eder. 12 Eylül bir anlamda bize verilen yeni görevi layığı ile yerine getirmek için biçim değiştirdiğimiz bir başlangıcı da temsil eder. Büyük Ortadoğu Projesi eş başkanlığına doğru atılmış bir adımdır. Bu adımın geçiş sürecinde ABD istediği yöneticiyi iktidara taşımak için bir de 28 Şubat ayarı yaptırmıştır. 28 Şubat, 12 Eylül rejimin tam başarıya ulaştığı günü de temsil eder.
12 Eylül generallerinin yargılanması süreci yakında başlayacak, büyük olasılıkla başlamadan da bitecek gibi, çünkü onları yargılayacak yasalar bizzat onlar tarafından oluşturulmuş anayasa ve ceza kanunu çerçevesi içindedir. O yüzden kurucu olanın yargılanası ancak kendilerinin de belirttiği gibi bir darbe ile olur. Ülkemizde henüz bir darbe olmamıştır, darbenin sonucunu yaşamaya devam ediyoruz. O halde onları yargılayabilmek için neler yapılabilinir, yani bu yasal zeminde var olan bir boşluk değerlendirilemez mi? Elbette değerlendirilir, gerçekten yargılamak gibi bir niyet var ise.
12 Eylül bir sonuçtur aynı zamanda bir başlangıçtır. O halde bugün sonuçları üzerine konuşuyoruz, fakat bu sonu hazırlayan nedenler hakkında görüş belirtilmemektedir. 12 Eylül darbesi Maraş, Çorum, Sivas, Fatsa ve öldürülen binlerce insan, aydın, gazeteci, işçi liderlerinin ölümü sonucunda oluşturuldu.
Darbe yaptıkları için yargılanamayacak olanların, darbe için ortam hazırlamaktan yargılayabiliriz. Kısaca, 12 Eylül generalleri ile işbirliği içinde olmuş olan valiler, kaymakamlar, sıkıyönetim mahkemeleri hakimleri, savcıları, emniyet çalışanları, Dal Grubu, o dönemde cezaevlerinde askerlik yapan işkenceye karışmış erler, çavuşlar, onların komutanları, karaborsa için malları depolarında saklayan işverenler, tüccarlar, karaborsadan ve yeraltında faaliyet gösteren mafyadan (silah ve uyuşturucu ticareti yapanlar) hesap sorulabilinir. Çünkü onlar darbe için ortam hazırlamada üstlerine düşen görevi yapmışlardır ve darbe yapmak, başarmak suç değilse eğer, ortam hazırlamak ve insanların kanlarını ellerine bulaştıranlar suçludur ve onlara karşı zaman aşımı yoktur, en azından Sivas davası örneğinde olduğu gibi kamu hizmetinde çalışanlar için zaman aşımı yoktur.
O dönemde Maraş’ta kamu görevlisi olan bugün AKP yöneticisi konumunda olan birinin mahkeme önüne çıkarılması içten bile değildir, normal koşullar altında onun hemen mahkeme önüne çıkarılması gereklidir. Çünkü, 12 Eylül için yapılan ortam hazırlığından sorumlular içinde yerini almıştır. 12 Eylül darbecileri darbe saatinin neden 12 Eylül olduğuna dair açıklamaları mevcuttur, “koşulların tam oluşması için beklendi” demekteler.
Koşuları oluşturanlar darbeden sorumludur ve yargılanmaları gereklidir.
12 Eylül birkaç generalin kafasında tasarladığı bir şey değildir, emir komuta zinciri içinde planlanmış ve uygulanmıştır. Bu komuta zincirinin başındakiler ülke içinden çok uzaklarda, 12 Eylül sabahı kadeh kaldırıp, “bizim çocuklar başardı” diye kutlayanlardır. O kadeh kaldıranların devamcıları bugün başka işler için kadeh kaldırmakta, istediklerinde çuval, istediklerinde taç takabilmektedirler.
12 Eylül sürecini uluslararası bir mahkemenin ve evrensel hukuk kurallarının geçerli olduğu bir yerde açılması gereklidir. Bizim ülkemiz ile sınırlı değildir, çünkü ülkemizin bulunduğu zemin değiştirilmiştir, akan suyun yönü geriye doğru dönderilmiştir. 12 Eylül günü işlenen suç; ülkemiz ile sınırlı değildir.
Ruhi Su hastalığının tedavisi için yurtdışına gitmesi gerektiğinde pasaport vermeyenler suçludur, onların yargılanması ve ceza alması gereklidir.
12 Eylül süreci içinde ve sonrasında zengin olmuş olanların mal varlıklarını nasıl elde ettikleri konusu araştırtmalı ve varsa haksız kazanç ve karanlık yönlerden para elde edenlerin yargılanması zorunludur.
Kara para bildiğimiz gibi sınırlar ile kontrol edilemez, uluslararası bir şebekenin sonucunda ortaya çıkar. Yani global suçtur ve cezası evrensel hukuk kuralları içinde, evrensel bir mahkemede görülmelidir.
12 Eylül generallerinin ve onlara yaltakçılık ve yardım edenlerin yargılanması için sadece darbe yaptıkları için değil, darbe için koşullar oluşturup, binlerce insanın ölümünden sorumlu oldukları için, ülkenin tarih çizgisini değiştirdikleri için, birilerine taşeronluk yaptıkları için yargılanmalıdır.
Davaya bu açıdan barksak eğer, bugün generaller yargılansın diye haykıranların bir bölümü de generallere yardım ve yaltaklık ve darbe için kamuoyu oluşturmaktan da yargılanacağını göreceksiniz. Sadece generaller yargılansın diyenlerin bir bölümü kendi suçlarını aklama telaşı içindeler. Onların bu telaşının boş olduğunu, sonuçta yargılanacakları söylemek daha insancıldır, suçlular mutlaka mahkeme önüne çıkarılmalı ve hak ettikleri (bugünkü konumları ne olursa olsun) cezaları almaları, elde ettikleri mal varlıklarına el konulmalıdır.
İsmail Cem Özkan

Biber gazı altında demokrasi sınavı

Biber gazı altında demokrasi sınavı
Haberlerin verilişine dikkat ediyor musunuz? "Polise karşı taş atan göstericilere karşı polis biber gazı ile müdahalede bulundu."
Bu haberi yapan muhabirin nereden bakıp yaptığını söylemeye gerek var mı? Gerçek tam tersi olduğunu herhangi bir yürüyüşe katılan bilir, polis saldırmadığı sürece yürüyüşler olaysız geçiyor... Bunu milletvekilleri bile tespit etmiş durumdalar...
Hafızamızı 1 Mayıs etkinliklerine doğru yönlendirin, ne zaman polis saldırmadı, olaysız bahar havası altında halaylar eşliğinde kutlandı... Peki, daha öncesi neden polis hep saldırmıştı? İktidar aynı iktidar, biber gazı yiyenler yine aynı insanlar, peki ne değişti de polis solcu, Kürt, Alevi ve komünist olarak gördüklerine saldırmadı ve şimdi neden saldırmaya yeniden başladı...
Newroz kutlamaları ile başladılar, hızlarını alamadılar yasa dışı ilan ettikleri yürüyüşlere saldırmaya başladılar, neden bir anda muhalif olarak gördüklerine saldırmaya başladılar?
Bizim bilmediğimiz bir yeni politika mı var, muhalefetsiz bir Türkiye ile Suriye üzerine “ya Allah!” deyip gitmek mi var? Nedir bu saldırıların arkasında ki pazarlık ve planlar?
Polise emir verenler elbette bir valinin inisiyatifinde olmadığı kesin, çünkü merkezi olarak bütün gösteri alanlarında saldırı olmuş... (Eğitim Sen’in kendi mesleki konusunda düşüncesini söylemek amacıyla meydanlara çıktığı son olaylar)
Hadi bunu biraz düşünelim, iktidarın bize söylemediği gerçekler nedir?
Aslına bakarsanız hepimiz biliyoruz ama sesli söylemiyoruz... Sessizce kabul etmek mi, yoksa biber gazı altında olanlar ile dayanışma içinde olmak mı daha insancıl?
Her saldırı arkasında gizli planların ve beklentilerin olduğu bilinmektedir, çünkü her saldırı sonunda bir bakmışsınız açılım adı altında kendi planlarını ve programlarını uygulamaya koymuş oluyorlar.
Eğer bir araştırma yapılmış olsa, gelişmiş ülkeler ile geri bıraktırılmış ülkeler arasında polisin müdahalesi ve yürüyüşlerin istatistikleri karşılaştırılsa çok çarpıcı sonuç ortaya çıkacaktır, çünkü gelişmiş ülkelerde her an yürüyüş ve eylem olurken, üstelik ülkenin ekonomik çıkarlarına karşı yürüyüşler ve gösteriler olurken, polisin müdahale sayısı çok az olduğuna şahitlik edebilirsiniz, çünkü orada ki mantalite göstericilerin can güvenliği konusunda polis sorumludur. Kısaca polis yürüyüşe katılanların yaşama hakkını korumakta ve onun yürüyüş yapma hakkını belirli bir çerçeve içinde yapmasına olanak sağlar.
Almanya’da Neo Nazilerin her sene yaptıkları 1 Mayıs yürüyüşü yabancıların çok olduğu semtin içinden geçer ve orada çatışma her sene olur. O olaylarda bile polis göstericilerin can güvenliği yanında gösteri hakkına saygılıdır ve gösteriler önceden izin alma zorunluluğu yoktur, zaten izin istense de verilmezdi!
Yeşiller hareketin doğuşunu sembolize eden nükleer artıkların Fransa’dan Almanya geçiş hattı izinsiz yürüyüşlerin alanıdır. Her artık girişinde büyük eylemler olur ve hiç biri izinli değildir. Üstelik merkez hükümeti yasaklamış olmasına rağmen sürekli olur. Polis sadece onları tutuklar ve mahkemeye sevk etmek ile yükümlüdür. Polis sendikası inisiyatif kullanarak başka kararda alabilir.
Gelişmiş ülkelerde her zaman bir eylem olduğunu gidenler bilir, mutlaka bir şeyi protesto eden birileri hep olur. Göstericilere yapılan saldırı çok azdır. Bizde ise solcu, komünist, Kürt, Alevi gösteriler saldırı altındadır, saldırı olmadığı çok nadirdir. Cuma günleri Beyazid camisi önünde yapılan eylemlerde ise polis bir anda batı polisi gibi olur, eylem yapanları koruyucu önlem alırlar. Üstelik şu meşhur andaçların olduğu dönemde çok kibar davranmışlardır. İktidar göstericiler arasında ayrım yapmaktadır, kendisine yakın olarak gördüklerine batı normları uygulanırken, kendisi gibi düşünmeyenler karşısında acımasız ve orantısız güç kullanmaktan çekinmemektedir.
Merkezi olarak yapılan bu saldırılar, demokrasi mücadelesinde daha çok yol almak zorunda olduğumuzu göstermektedir. Bu iktidarın döneminde ve daha önceki dönemlerde var olan zihniyet yapısı içinde demokrasi adı altında; kendisi gibi düşünen, kendisi gibi davranan bir cemaat yaratma girişimi olarak görebiliriz.
Gerçek demokrasi isteyenler, ulus devletin ilkeleri dışında çok kültürlü toplum isteyenler, bir arada yaşam kültürü ve hoşgörünün yükselmesini isteyenler, bu nefret söylemlerine, linç kültürüne karşı seslerini yükseltmeliler, aksi halde dayak yiyen yediği ile kalmaya, dayak atan harcadığı biber gazını ithal etmek ile uğraşmaya devam edecektir.
Bugün iktidar; “geçmişe göre daha demokrat bir ortam yarattık, konuşulmayan konuları konuşur kıldık, özür dilenmesi gereken ne varsa diliyoruz” demektedir. Kendisi istediğinde, kendisi izin verdiği kadar alan açan iktidar, alanlarda seslerini duyurmak isteyen muhaliflere karşı acımasız şekilde biber gazı ile saldırmak için emir vermeye devam ediyor. “Sokakları, meydanları kaptırmam, o alanlara benim iznim dışında girilmesine izin vermem” diyen bir anlayış demokrasi getiremez, getirdiği biber gazı altında bıraktığı ve orantısız gücün kullanıldığı resimdir. Tarih, yaşananları not etmektedir, gelecekte bugünleri sorguladığımızda iktidarın nefret ve linç kültürüne yapmış olduğu katkıları tartışacağız, ileri demokrasiden ne anladığını ve nelerin yaşandığını konuşacağız. Biber gazı altında nasıl demokrasi sınav verildiğini ve meydanlarda olanların gurularını ve anılarını dinleyeceğiz. Çünkü hiçbir iktidar muhalifleri yok edememiştir, bir süreliğine yer altında hapsedebilir ama asla yok edemez.
İsmail Cem Özkan

27 Mart 2012 Salı

Devlet çocuğunu döver!

Devlet çocuğunu döver!
Son günlerde yaşananları anlamaya çalışıyorum ama pek mana verememiştim, fakat öyle bir olay yaşadım ki, olayların sanki dili olmuş gibi oldu!
PKK ve devlet arasında uzun zamandan beri bir ilişki söz konusu olduğunu biliyoruz. Adı konulmamış savaşın başladığı günden beri bu adı konulmamış ilişkiye şimdilerde bir ad verilmeye çalışılıyor. Zaman zaman gazeteci kimliği ile gidip görüşenler, arabulucu olanlar, PKK hakkında kitap üretenler bu ilişkinin canlı tanığı olmaya devam ediyorlar. Çatışma zaten bir ilişki değil midir?
Çocuklarını büyüten bazı ebeveynlere şahitlik edersiniz, hatta ana haber bültenlerine kadar düşer. Kış günüdür, çocuk okuldan gelmektedir, biraz geç kalmıştır. Baba köprü üzerinde onu beklemektedir. Kız çocuk biraz geç kaldığı için bir eşya gibi tokatlanır, tekmelenir, bir çuval gibi alınır elle ve yere çarpılır. Baba hırslıdır, üşümüştür. Belki biraz önce bir kahvededir, oradaki oyunda belki kaybetmiştir, kaybetmenin getirmiş olduğu belki bir kırgınlık vardır, belki bir arkadaşı ona laf çarpmıştır. Bir çok olasılık vardır, hangisini sayabiliriz ki, fakat sonuçta bir eziklik duygusu içinde olduğunu kabul edelim. Eziklik duygusunun hıncını biraz geç gelmiş kızından köprü zerinde alır. Yerden yere çarpar ve tesadüfen bir kamere onu kayıt altına alır. (Ana haber bültenine çıkmasaydı soruşturma dahi açılmayacaktı büyük olasılıkla.) Baba tutuklanır ve çocuk ile röportaj yapar haber peşinde koşan muhabir. Çocuk; “babam beni biraz hırpaladı ama ben hep onun yanında kalmak istiyorum, çok seviyorum.” diye belirtir, gözyaşlarını silerken.
Olay, ana haber bültenini izleyen hepimizin gözleri önünde oldu. Birkaç dakika için belki yuh buda mı olur diye iç geçirdik. Bizin dışınızda ve bizden uzak olduğu içinde pek keyifli haber olarak izlemiş de olabilirsiniz.
Dramlar artık keyif vermeye başladı, o yüzden nerede drama varsa, kameralar orayı gösterir oldu. Çünkü, çok izleyici topladığı için ekrandan yayınlanıyor.
30 yılı aşkın bir olay yaşamaktayız. İlk başlarda askerin sesi olan muhabirler olayın yaşadığı yerlerde dramları gözler önüne serer ve terör toplu olarak naletlenirdi. Arkadan keyifli bir film yayınlanırdı. Sonraları bu keyifli filmlerin yerini Kemalettin Tuğcu öykülerine taş çıkaracak senaryolar ekranları doldurmaya başladı.
Ebeveynler çocukları sürekli dövüyor, akıllansınlar diye… Sürekli kendi istedikleri gibi çocuk olmasını istiyorlar. Her dayak sonrasında biraz ödül veriyorlar, sonra bir aykırı davranış gördüğünde yeniden dövüyor. Pavlov bile bunlara bakarak sanırım deneyimini yapmıştır.
Ödül ve dövme ile hizaya getirme.
Dövmek eğitimin parçası. Çocuk, dövmeye karşı gelirse sokakta yaşayan olacaktır ya da yok olacaktır. Sokakta yaşayarak zengin olanların hikayesi sürekli anlatılır. Dünyanın en zenginleri arasında yer alanlar bile ilk başlarda bulaşıkçılık yaptığını anlatır, hatta bazıları mağarada doğduğu hikayesini inanarak anlatır. Bir mafya çatışmasında vurulur, kahraman olur!
Devlet PKK ilişkisi de sanki çocuk ebeveyn ilişkisi gibi olmaya başladı. Devlet saldırıyor, vuruyor, öldürüyor, tutukluyor, topluyor ve sonra açılım diyerek ödüllendiriyor. Sonra yeniden vuruyor, öldürüyor, yumruk atıyor, sonra gel diyor biraz daha görüşelim. PKK ise yaramaz çocuk gibi evi terk etmiyor, sürekli dayak yiyor, vuruyor, öldürüyor, dağları ataşe veriyor, sonra bu işin başka yolu yok, gel oturalım konuşalım diyor. Masa etrafında toplantı öncesi kavga derinleşiyor, karşılıklı öldürüyorlar, dövüyorlar, sonra kavga eden iki taraf değilmiş gibi muhatabı başka yerde arama biziz diyorlar. Kaçıncı defa masa etrafında buluşuyorlar, kaçıncı defa bilek güreşine tutuşuyorlar? Ben bilmiyorum, sayamadım da, bu konuda kitap yazanlar daha iyi bilir, fakat dışarıdan seyreden biri olarak böyle algılıyorum. Neden insanlar öldü, neden cezaevlerine kondular, neden yaralandılar, neden biber gazı ile saldırıldı, neden bayraklara sarılı genç insanlar?
Devlet içinde bulundurduğu tüm renklere karşı aynı derecede acımasız, ama bazılarını özel koruyor, besliyor. O kadar çok besliyor ki, gökyüzü ve şehirlerde karanlık noktalar çoğalıyor, tüm renkleri yutan siyah lekeler gün be gün büyümekte. Mağdur olduğunu söyleyenler, mağdur yapmaya başladılar. Mağdur yaparken de eskiden kalma alışkanlık ile mağdur oldum mağdur oldum diye dans yaparak gülmektedir.
Devlet erkini elinde bulunduranların özgürlük anlayışı sanırım, benim dediğim tarzda hareket edersen ve benim istediğim gibi olursan özgürsün diyor. Farklı olanı ve farklı davranışlara karşı tahammülü yok. Tahammülü bittiğinde gözü kararıyor, köprü üzerindeki baba gibi yerden yere vuruyor, tekmeliyor, küfrediyor, bağırıyor… Ana haberlere çıktığında ise bütün dünya görüyor, çocuk ile gidip röportaj yapılıyor, çocuk; “babam beni biraz hırpaladı ama ben hep onun yanında kalmak istiyorum, çok seviyorum.” diyor.
Her iki tarafta demokrasi istiyor, her iki tarafta özgürlük istiyor, her iki tarafta askerin vesayetine karşı, her iki taraf da anlaşmak istiyor, her iki tarafta bu sorunun çözülmesi tarafı. Masa başına geçmeden başlıyorlar bir birlerinin güçlerini kontrol etmeye, hangisi daha güçlüyse masaya o yumruğunu daha sert vuracak! Yumruğu masaya sert vurayım derken bu ülkenin gençleri bayrak içinde görüldükçe karşılıklı olarak hınç ve nefreti beslemeye devam ediyor.
Devlet çocuğunu döver, biat et der. Çocuk artık güçlenmiştir, hayır der.
PKK’yı ortaya çıkaran devlettir, eğer devlet (12 Eylül kurucu devlet) olmasaydı PKK diye bir örgüt olmayacaktı. Kurucu devletin yasaları ile kurucu devlet gibi bakanlar artık sorunu yok saymıyor ama sorunu daha da derinleştirmekte ve toplum içinde; öfke, nefret, hınç, öç alma duygusunu beslemeye devam etmektedir.
İsmail Cem Özkan

Kaldırımlar demokrasinin gelişim aynasıdır!

Kaldırımlar demokrasinin gelişim aynasıdır!
Bir ülkede demokrasinin olup olmadığına bakmak mı istiyorsunuz, kaldırımlarına bakın yeterlidir, çünkü kaldırımlar o ülkenin demokrasi aynası işlevini görür.
Demokrasi, azınlıkların hakkını çoğunluk karşısında koruyan sistemdir.
Bir evde hasta olduğunu düşünelim bir an için ve o evin nasıl düzenlendiğini gözünüzde canlandırın. Ev, hastaya göre düzenlendir, onu ihtiyaçlarına cevap verecekmiş gibi ayarlanır ve yaşanır.
Hiçbir arkadaşımın evinde hasta birinin olmasını istemem ama yaşam; hiç beklenmedik anda evde bir hasta yaratabiliyor. Anlık bir durum olabilir, örneğin bir kaza sonucu bir uzvu kopmuş biri evinizde olduğunu düşünün, nasıl çözüm yolları ararsınız? Tekerlekli sandalyenin hareket edebileceği şekilde bir mobilya düzenine ve kapı genişlikleri ona göre yaptırılır. Tuvalet kullanımı, banyonun yeniden düzenlenmesi beraberinde getirir, çünkü onun hareket alanı ve özgür olabilmesi için bütün bu düzenlemeleri evinizde yaptırırsınız. Oturduğunuz binanın kapısı merdivenlerin yanında bir de tekerlekli sandalyenin geçeceği bir eğim yaparsınız, ki bu şekilde bahçeye veya sokağa açılan bir özgür alan olsun. Kısaca evdeki yaşam azınlık olana göre düzenlenir. Onun mutluluğu çoğunluğun mutluluğu olur, onun yaşam azmi çoğunluğun yaşam kavgasına güç verir.
Sağlıklı bireylere göre uzvunu kaybetmiş kişi azınlık olarak kabul edersek, azınlık hakları ev içinde önemlidir ve o azınlığın ihtiyacı için her türlü düzenleme yaparız. Ev içinde hareketlerin kontrolünden, ceza ve ödül kavramları da o azılığın mutluğu için düzenlenir.
Ev örneğimizden yola çıkarsak eğer, sokaklarımız, yaşadığımız şehrimiz, ülkemiz de evimizdir. Evimizin içinde çekirdek aile yerine milyonlarca aile yani ülke fertlerinden oluşan daha karmaşık ve düzenlenmeye muhtaç bir toplum ortaya çıkar. İşte bu düzenlenmeye muhtaç şeyler kurallardır. Bu kuralarla toplum sözleşmesi denir ve bizler bu toplum sözleşmesinin altında oluşturulan yasalar ile yönlendiriliriz, toplum içinde çatışmalar en aza indirmeye çalışırız.
“Toplum Sözleşmesi” J.J. Rousseau tarafından adlandırılmış ve sanayi devrimi olarak kabul ettiğimiz Fransız devriminden beri kullanılmaktadır. Ülkemizde bu toplumsal sözleşmeye anayasa demekteyiz. Her anayasa değişmesi demek, toplum sözleşmesinin yeniden düzenlenmesi anlamına gelir, her toplumsal sözleşme ise demokrasimizin gelişimi yansıtır.
Bizim ülkemizde toplumsal sözleşmeler hep ileri olmamıştır, Osmanlı askeri gibi bir ileri giderken iki geri gitmiştir, çünkü kaldırımlarımız bunu göstermeye ve haykırmaya devam etmektedir.
Şimdi diyeceksiniz ki kaldırımlar nasıl haykırır?
Evimiz örneğinde düzenlemeleri neye göre yapmıştık, anımsayalım. Uzvunu kaybetmiş bir yakınımıza göre! Peki, sokaklarımızın kaldırımları bu uzvunu kaybetmiş yakınımıza hitap etmekte midir? Kaldırımlarımızı belediyeler yaptığından beri hayır! Bakın kaldırımların haykırmasını duydunuz mu? Hayır diye bağırıyorlar, küçük bazı düzenlemeler yapmışlar, güya tekerlekli sandalye insin diye ama orada normal sağlıklı vatandaş düşüp ayağını sakat yapsın diye yapılmış eğimler olduğunu yaşamış olmanız gereklidir.
Kaldırımlarımız örneğinde olduğu gibi toplumsal sözleşmemizi çoğunluğun ihtiyaçlarına göre yaparsak, orada demokrasiden ve çağdaşlıktan söz edemeyiz. Bir iki göstermelik olarak verilmiş haklar aslında göz boyamadan ve sağlam insanları sakatlamadan başka işe yaramadığını kaldırımlarımıza bakarak söyleyebiliriz.
Yeni bir anayasa için görüş alındığı bugünlerde, devleti yöneten kadro altını çizerek söylemektedir ki, “bizler çoğunluğu azınlık karşısında güçsüz yapmayacağız!”
Bu söylemi demokrasi isteyen biri söyler mi?
Ne demek güçsüz bırakmak, bizler evimizde gösterdiğimiz inceliği neden toplum içinde göstermeyiz? Çünkü çıkarlar daha önemlidir, küçük çıkarlar adı altında o güzelim değişik kültürleri asimile ediyoruz, o güzel ve farklı olan (bize göre) insanları yok ediyoruz, onları evin içine hapsediyoruz. Onların özgürlüklerini yok ederek, kendi özgürlüğümüze daha çok alan açıyoruz ve sorumsuzca, geleceğe bıraktığımız kocaman kara lekedir bu yaptığımız toplumsal sözleşmemiz, anayasalarımız ve ona bağlı düzenlenen yasalarımız.
Bizim övünebileceğimiz, gerçek anlamda özgürlükleri destekleyen bir toplumsal sözleşmemiz oldu mu?
Ne yazık ki hayır!
Kaldırımlarımızın durumu ortada!
Bu kaldırımlar olduğu sürece, bizim düşünce yapımız ve dünyaya bakış açımız değişmeyecektir.
Ölenler her zaman suçlu olacaktır, yaşayanlar ise kader kurbanı!
Geçmişin renkleri hep anılması gereken nostaljik güzellik olarak varlığını koruyacak ama onların izdüşümlerini yok etmek için her türlü linç kültürünü beslemeye devam edeceğiz.
Hazırlanmakta olan yeni toplumsal sözleşmenin çağdaş olabileceğine bu erk yönetimi altında pek mümkün olmadığını yaptıkları son eylemler ile kendisini kanıtlamıştır. Oluşacak olan anayasa, faşist zihniyetlerin yapmış olduğu anayasadan daha ileri olabilmesi için dünyaya bakışlarını değiştirmelerini ve azınlıkların haklarını merkez alarak yapması ile mümkündür, ancak o zaman bizlerin yaşadığı yerlerde kaldırmalarımız da “en azınlık” olanın özgürlüğü ile sonlanır. Şu anda ne yazık ki “sevdiklerimiz” evlerde mahkum yaşamaya devam ediyorlar, özgürlüklerin olmadığı yerde demokrasiden, insan haklarından, çevre duyarlılığından bahsetmek mümkün değildir.
Kaldırımlarımızın düzelebilmesi için yeni anayasamızı; evimizin içinde en değer verdiğimiz cana göre düzenlenmelidir, ancak o zaman çağdaş, demokrat, özgür bir toplum “toplum sözleşmesi” ile mümkün olur.
Bizim gibi geri bıraktırılmış toplumlarda tabandan yukarıya göre örgütlenme olmaz, yukarıdan aşağıya göre olur, o yüzden anaysalar toplumumuzun yaşamı için önemlidir. Ona göre ılımlı İslam oluruz, ona göre faşist, ona göre demokrat ülke olabiliriz. Ama her durumda bizler hep cumhuriyet olarak kalırız!
İsmail Cem Özkan