Edirne’de
bir sarayı yakmışlar!
Edirne
1361 yılında I.Murat tarafından fethedilmiş ve İstanbul’un alınışına kadar 92
yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin başkenti olmuştur. Başkentin bir de sarayı
olması kadar doğal ne olabilir? Elbette Edirne’de saray varmış, varmış diyorum.
Çünkü Edirne valisi Cemil Paşa 1878’deki 93 Harbi sırasında Rusların Edirne'yi
işgal edeceği haberi üzerine telaşlanmış ve sarayın yakınında bulunan
cephaneliği Rusların eline geçmesin diye ateşlemiş. Edirne’de üç - dört gün
süren bir yangına sebep olmuş ve Edirne kentinin 425 yıllık sarayı bu arada
harabeye dönmüş. Sarayın yangını üç gün sürmüş… Sarayın yanmayan bölümlerindeki
değerli parçalar ise daha sonra oraya vali olarak atanan Vali Rauf Paşa
tarafından arta kalan çiniler bazı yabancı devletlerin temsilcilerine
bağışlanmış.
Atananlar
elde kalan tüm tarihi birikimleri bu şekilde yok etmiş ya da yağmalanmasına
izin vermiş. İlerleyen zamanlar içinde ayakta kalan duvarlardaki taşlar ile de
Edirne içinde yapılan binaların inşaatında kullanıldığına dair bir söylence
var, yani inşaatların taş ocağı olarak bu saray alanındaki yıkıntılar
kullanılmış.
Sarayın
taşlarını arıyorsanız diyor Edirneliler, gidin devlet dairelerin duvarlarına
bakın, orada görebilirsiniz.
Edirne
saraysız o günden bu güne. Orijinaline uygun olarak yeniden ayağa kaldırma
çalışmalar devam ettiğini gittiğimde gördüm. Öncelikle mutfak ve hamam ayağa
kaldırılmış ama en önemli parçaları hala yıkık halinde duruyor.
Saraydan
kimler gelmiş geçmiş; Saraya gidip kalmış Osmanlı padişahları arasında Kanuni
Sultan Süleyman, II.Selim, I. Ahmed, IV. Mehmed, II. Ahmed, II. Mustafa, III.
Ahmet … bulunmuş.
Yakın
tarihimiz içinde hangi kararlar alınmış, ne acılar, ne mutluluklar yaşanmıştır.
Hatta sürgün yıllarında öldürülecek olan Cem Sultanda orada doğmuş, nasıl bir
mutluluğa sebep olmuştur. Tarihin izleri yapıların duvarlarına kendisini gizler
ama büyük bir yangın, yağma ile o izler silinmeye çalışılır ama yıkıntılar
içinde bir taş bile size geçmişi fısıldar.
Bugün sarayın olduğu alana
giderseniz, büyük bir yıkıntı ile karşılaşırsınız, o yıkıntının Cihannüma kasrı
olduğunu hemen öğrenebilirsiniz, hatta 1900li yılların başında yedi katın büyük
heybeti ile durduğuna dair söylencelere bile rastlarsınız. Cihannüma kasrı
Edirne sarayının en görkemli yapısıdır. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452’de
yaptırılmış yedi katlı bir binadır. En üst katında sekizgen bir oda içinde bir
havuz bulunurdu.
Cihannüma sözcük anlamına
baktığımızda dünyayı ya da evreni gösteren anlamındadır. O dönemdeki en büyük
binadır ve o yedinci kata çıkıp bakabilme şansınız olsaydı Edirne’ye hakim bir
noktada olduğunuzu görebilirdiniz. Aynı zamanda iktidarında niyetini isimden
tahmin edebilirsiniz, çünkü cihan devleti olarak için bir adımdır ve oradan
cihanı kontrol etmeyi düşünmüşlerdir. İstanbul’un fethi ile artık cihan devleti
ve cihanı kontrol etme fırsatını yakalayacaktır.
Edirne Osmanlı devletinin
başkentidir, Osmanlı o dönemde bir balkan devletidir, yani batıyı temsil
etmektedir. İstanbul’a yapılan en son batıdan fetih hareketinin de başkentidir.
Batının doğuya doğru yaptığı en son sefer İstanbul’un fethi ile
sonuçlanacaktır.
Bu son fethin başkentinin
sarayı bugün ortada yok, o dönemden kalan camiler, mescitler, şifahaneler
ayakta kalmış olmasına rağmen saray yerine Kırkpınar yağlı güreşleri yapılıyor,
yılda birkaç gün kullanılan bir stadyum sarayın bahçesinde heybeti ile durmaya
devam ediyor. Sarayın geçmişinden bugüne kalan taşlar ve adalet kasrının bir
parçası. Bir de saray içine geçişleri sağlayan köprüler.
Bir sarayın ortadan
kaldırılmasının arkasında acaba bilinçli bir tercih mi söz konusu mudur, neden
bir saray ortadan kaldırıldı? Sarayın çevresinde
yer alan İkinci Bayezıd Camii
ve Darüşşifası olduğu
gibi ayakta dururken bu sorular aklımdan geçmedi diyemem…
Bir de Edirne gezisi yapanlar
bilir, şehir bir sur içindedir, saray surun dışına düşüyor. Normal batılı bir
şehirde saraylar sur içinde ve merkezinde yer alır ama Edirne şehrinde saray
surların dışında. Onu da gezerken kalıntılara ve eskiden burada yaşamışların
anılarına bakarken tahminlerde bulundum, çünkü sur içinde yaşayan ahalinin
büyük çoğunluğu Yahudi inançlı ve Rum vatandaşlarımız, ne yazık ki bugün onlardan
geriye kalan ancak iki kişi, diğerleri sanki buharlaşmış gibi.
Yakın tarihimiz içinde 1934’daki “Trakya olayları” ile karşılaşırsanız bu
buharlaşmanın sebebi ile karşılaşırsınız. Peki, bu olaylar nasıl başlamıştır? Onun
için önce yasa yapan devletimizin yaslarına bakmak yeterlidir, önce yasa yap,
sonra uygula, her şey yaslara uygundur.
27 Nisan 1934 tarihli İskân Kanunu Muvakkat
Encümeni Mazbatasında şunlara yer verilmekteydi: “…Maksat, bunların süratle
anadillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir
mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak
şartıyla oturtulmalarında beis görülmemiştir.”
Dönemin Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya da, 1934’teki
kanunun maksadını şöyle açıklamıştır: “Bu kanun tek dil konuşan, bir düşünen,
aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır.”
1934 Trakya Olayları ile Yahudiler de oradan
sürülmüş ve birçok köy-ev sahipsiz kalmıştı. Birçok sahipsiz çocuk, rejimin
yılmaz bekçileri olmaları amacıyla subaylar, mebuslar, bürokratlar tarafından
kölelikle evlatlık arası bir “şey” olarak alınıp yetiştirilirken, şok ve dehşet
politikası yurdun genelinde varlığını sürdürüyordu.
Edirne gezisi sırasında “Yahudi evlerinin diğer azınlıkların yaşadıkları evlerden farklı
olarak tipik özelliği eve Menorayı temsilen yedi basamaklı bir merdivenden
çıkılması ile apartman önlerinde de Menorayı temsil eden yedi kollu bir şamdan
figürü olarak kendini gösterir. Kimi evlerde İbrani takvimine göre de evin
yapılış tarihi yazmakta, hatta bazı evlerde tarihin bulunduğu bölümün izi ve
Mezuza izleri de durmaktadır.” Sözleri kulağıma çınladı. Bunları gözüm
aradı ve elbette azda olsa gördüm. Bu arada eski ve yıkılması ve yok olması
için elden gelen her şey yapılmış olan bir sinagog’un yeniden ayağa kaldırılma
çalışmasına şahitlik ettim, acaba bu sinagog bittiğinde Yahudi inancı ile ne
kadar ilişki içinde olacak diye kuşkumu gizleyemedim…
Kaleiçi yukarıdaki sözlerimden
anlaşılacağı üzere bizim için azınlık Edirne için çoğunluk vatandaşlardan
oluşuyordu. Tarihin nüfus hareketi orada büyük dramların ve acıların
yaşanmasına sebep olmuş, bugün onların sonuçlarını görmekteyiz.
Osmanlı devleti tıpkı Edirne gibi çok
kültürlü, dilli, inançlı olarak kendisini inşaat etti, ne yazık ki saray
yangını gibi ortadan kalktı. Osmanlı toprakları Roma imparatorluğunun
geleneğini ve kültürü ile yoğrulmuştur, şekil değiştirmiş olsa da özde hep
kendisini korumuş topraklarda kendisini ifade etmiştir. Edirne o geleneği,
göreneği bugünde yaşatıyor, her sene kutlanan Roma vatandaşlarımızın Kakava
şenlikleri geçmişin izlerini söylencelerini bugüne taşımaya devam ediyor.
Edirne şehri çok kültürlü, inançlı, dilli
bir şehir yapısını hep korumuştur, ne kadar yok edilmeye çalışılsa da. Tarihin geçiş
yolu üzerinde olan bu şehirde ticaret hep canlı olmuştur, ticaretin canlı
olduğu yerde istediğiniz kadar tek dil, din, kültür hakimi kurmaya çalışın,
oranın toprakları onu ret eder. Edirne bugünde yok olan renklerine, sarayına
rağmen renklerini yeniden yeşertmeye ve yeni bir kültür yaratmak için değişmeye
devam ediyor.
İsmail Cem Özkan