10 Mayıs 2012 Perşembe

Edirne’de bir sarayı yakmışlar!


Edirne’de bir sarayı yakmışlar!

Edirne 1361 yılında I.Murat tarafından fethedilmiş ve İstanbul’un alınışına kadar 92 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin başkenti olmuştur. Başkentin bir de sarayı olması kadar doğal ne olabilir? Elbette Edirne’de saray varmış, varmış diyorum. Çünkü Edirne valisi Cemil Paşa 1878’deki 93 Harbi sırasında Rusların Edirne'yi işgal edeceği haberi üzerine telaşlanmış ve sarayın yakınında bulunan cephaneliği Rusların eline geçmesin diye ateşlemiş. Edirne’de üç - dört gün süren bir yangına sebep olmuş ve Edirne kentinin 425 yıllık sarayı bu arada harabeye dönmüş. Sarayın yangını üç gün sürmüş… Sarayın yanmayan bölümlerindeki değerli parçalar ise daha sonra oraya vali olarak atanan Vali Rauf Paşa tarafından arta kalan çiniler bazı yabancı devletlerin temsilcilerine bağışlanmış.
Atananlar elde kalan tüm tarihi birikimleri bu şekilde yok etmiş ya da yağmalanmasına izin vermiş. İlerleyen zamanlar içinde ayakta kalan duvarlardaki taşlar ile de Edirne içinde yapılan binaların inşaatında kullanıldığına dair bir söylence var, yani inşaatların taş ocağı olarak bu saray alanındaki yıkıntılar kullanılmış.
Sarayın taşlarını arıyorsanız diyor Edirneliler, gidin devlet dairelerin duvarlarına bakın, orada görebilirsiniz.
Edirne saraysız o günden bu güne. Orijinaline uygun olarak yeniden ayağa kaldırma çalışmalar devam ettiğini gittiğimde gördüm. Öncelikle mutfak ve hamam ayağa kaldırılmış ama en önemli parçaları hala yıkık halinde duruyor.
Saraydan kimler gelmiş geçmiş; Saraya gidip kalmış Osmanlı padişahları arasında Kanuni Sultan Süleyman, II.Selim, I. Ahmed, IV. Mehmed, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmet … bulunmuş.
Yakın tarihimiz içinde hangi kararlar alınmış, ne acılar, ne mutluluklar yaşanmıştır. Hatta sürgün yıllarında öldürülecek olan Cem Sultanda orada doğmuş, nasıl bir mutluluğa sebep olmuştur. Tarihin izleri yapıların duvarlarına kendisini gizler ama büyük bir yangın, yağma ile o izler silinmeye çalışılır ama yıkıntılar içinde bir taş bile size geçmişi fısıldar.  
Bugün sarayın olduğu alana giderseniz, büyük bir yıkıntı ile karşılaşırsınız, o yıkıntının Cihannüma kasrı olduğunu hemen öğrenebilirsiniz, hatta 1900li yılların başında yedi katın büyük heybeti ile durduğuna dair söylencelere bile rastlarsınız. Cihannüma kasrı Edirne sarayının en görkemli yapısıdır. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452’de yaptırılmış yedi katlı bir binadır. En üst katında sekizgen bir oda içinde bir havuz bulunurdu.
Cihannüma sözcük anlamına baktığımızda dünyayı ya da evreni gösteren anlamındadır. O dönemdeki en büyük binadır ve o yedinci kata çıkıp bakabilme şansınız olsaydı Edirne’ye hakim bir noktada olduğunuzu görebilirdiniz. Aynı zamanda iktidarında niyetini isimden tahmin edebilirsiniz, çünkü cihan devleti olarak için bir adımdır ve oradan cihanı kontrol etmeyi düşünmüşlerdir. İstanbul’un fethi ile artık cihan devleti ve cihanı kontrol etme fırsatını yakalayacaktır.
Edirne Osmanlı devletinin başkentidir, Osmanlı o dönemde bir balkan devletidir, yani batıyı temsil etmektedir. İstanbul’a yapılan en son batıdan fetih hareketinin de başkentidir. Batının doğuya doğru yaptığı en son sefer İstanbul’un fethi ile sonuçlanacaktır.
Bu son fethin başkentinin sarayı bugün ortada yok, o dönemden kalan camiler, mescitler, şifahaneler ayakta kalmış olmasına rağmen saray yerine Kırkpınar yağlı güreşleri yapılıyor, yılda birkaç gün kullanılan bir stadyum sarayın bahçesinde heybeti ile durmaya devam ediyor. Sarayın geçmişinden bugüne kalan taşlar ve adalet kasrının bir parçası. Bir de saray içine geçişleri sağlayan köprüler.
Bir sarayın ortadan kaldırılmasının arkasında acaba bilinçli bir tercih mi söz konusu mudur, neden bir saray ortadan kaldırıldı?  Sarayın çevresinde yer alan İkinci Bayezıd Camii ve Darüşşifası olduğu gibi ayakta dururken bu sorular aklımdan geçmedi diyemem…
Bir de Edirne gezisi yapanlar bilir, şehir bir sur içindedir, saray surun dışına düşüyor. Normal batılı bir şehirde saraylar sur içinde ve merkezinde yer alır ama Edirne şehrinde saray surların dışında. Onu da gezerken kalıntılara ve eskiden burada yaşamışların anılarına bakarken tahminlerde bulundum, çünkü sur içinde yaşayan ahalinin büyük çoğunluğu Yahudi inançlı ve Rum vatandaşlarımız, ne yazık ki bugün onlardan geriye kalan ancak iki kişi, diğerleri sanki buharlaşmış gibi.
Yakın tarihimiz içinde 1934’daki “Trakya olayları” ile karşılaşırsanız bu buharlaşmanın sebebi ile karşılaşırsınız. Peki, bu olaylar nasıl başlamıştır? Onun için önce yasa yapan devletimizin yaslarına bakmak yeterlidir, önce yasa yap, sonra uygula, her şey yaslara uygundur.
27 Nisan 1934 tarihli İskân Kanunu Muvakkat Encümeni Mazbatasında şunlara yer verilmekteydi: “…Maksat, bunların süratle anadillerini unutması, Türklerle karışması olduğundan, büyük köylerde bir mahallede veya birbirine komşu ve kolaylıkla toplanır bir yerde olmamak şartıyla oturtulmalarında beis görülmemiştir.” 
Dönemin Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya da, 1934’teki kanunun maksadını şöyle açıklamıştır: “Bu kanun tek dil konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır.”
1934 Trakya Olayları ile Yahudiler de oradan sürülmüş ve birçok köy-ev sahipsiz kalmıştı. Birçok sahipsiz çocuk, rejimin yılmaz bekçileri olmaları amacıyla subaylar, mebuslar, bürokratlar tarafından kölelikle evlatlık arası bir “şey” olarak alınıp yetiştirilirken, şok ve dehşet politikası yurdun genelinde varlığını sürdürüyordu. 
Edirne gezisi sırasında “Yahudi evlerinin diğer azınlıkların yaşadıkları evlerden farklı olarak tipik özelliği eve Menorayı temsilen yedi basamaklı bir merdivenden çıkılması ile apartman önlerinde de Menorayı temsil eden yedi kollu bir şamdan figürü olarak kendini gösterir. Kimi evlerde İbrani takvimine göre de evin yapılış tarihi yazmakta, hatta bazı evlerde tarihin bulunduğu bölümün izi ve Mezuza izleri de durmaktadır.” Sözleri kulağıma çınladı. Bunları gözüm aradı ve elbette azda olsa gördüm. Bu arada eski ve yıkılması ve yok olması için elden gelen her şey yapılmış olan bir sinagog’un yeniden ayağa kaldırılma çalışmasına şahitlik ettim, acaba bu sinagog bittiğinde Yahudi inancı ile ne kadar ilişki içinde olacak diye kuşkumu gizleyemedim…
Kaleiçi yukarıdaki sözlerimden anlaşılacağı üzere bizim için azınlık Edirne için çoğunluk vatandaşlardan oluşuyordu. Tarihin nüfus hareketi orada büyük dramların ve acıların yaşanmasına sebep olmuş, bugün onların sonuçlarını görmekteyiz.
Osmanlı devleti tıpkı Edirne gibi çok kültürlü, dilli, inançlı olarak kendisini inşaat etti, ne yazık ki saray yangını gibi ortadan kalktı. Osmanlı toprakları Roma imparatorluğunun geleneğini ve kültürü ile yoğrulmuştur, şekil değiştirmiş olsa da özde hep kendisini korumuş topraklarda kendisini ifade etmiştir. Edirne o geleneği, göreneği bugünde yaşatıyor, her sene kutlanan Roma vatandaşlarımızın Kakava şenlikleri geçmişin izlerini söylencelerini bugüne taşımaya devam ediyor.
Edirne şehri çok kültürlü, inançlı, dilli bir şehir yapısını hep korumuştur, ne kadar yok edilmeye çalışılsa da. Tarihin geçiş yolu üzerinde olan bu şehirde ticaret hep canlı olmuştur, ticaretin canlı olduğu yerde istediğiniz kadar tek dil, din, kültür hakimi kurmaya çalışın, oranın toprakları onu ret eder. Edirne bugünde yok olan renklerine, sarayına rağmen renklerini yeniden yeşertmeye ve yeni bir kültür yaratmak için değişmeye devam ediyor.
İsmail Cem Özkan