1 Haziran 2012 Cuma

İnanç ilerici olabilir mi?


İnanç ilerici olabilir mi?

Türkiye’de Alevilere yapılan baskı Avrupa’da Müslümanlara yapılan baskının yanında çok ağır kalır. O yüzden Sünni İslam Avrupa penceresinde ne oluyor derken, bir de çoğunluk olduğu ülkede yaşanan durumlara bakması gereklidir, çünkü kendi ülkesinde her türlü zulmü yasal ve hoşgörü içinde görüyorsa, Avrupa’da yaşanan değişimde aynı pencereden bakması gereklidir, fakat paradigma öyle şeydir ki, kendi yaptığı zulmü hak olur görür ve verdiği birkaç hakkı ise lütuf sayar…
Avrupa’da islamifobi kavramı geliştiriliyor, gün geçtikçe İslam ülkelerinden gelenlere karşı düşmanlık ve hiddet artmaktadır. Nefret söylemlerinde Yahudi kelimesinin yerini İslam almaya başladı. Başlayalı uzun bir zaman olmadı henüz, fakat Avrupa ırkçı örgütleri bu yeni düşmana karşı birlikler kurmakta ve Avrupa ırkçıları birliği için çalıştaylar örgütlemekteler. Bunda da sistemli çalışma yaparak bir anlamda başarıya ulaştılar. İslamifobi teoride tartışılan konu olmaktan çıktı, günlük hayatın içinde yaşanan sorun ve yeni dışlamaların temelini oluşturmaktalar. Avrupa’da İslam ülkelerinde gelenler dışlanıyor, yaşam alışkanlıkları sorgulanıyor ve kendi içlerinde etnik Pazar içinde yaşamaları içinde coğrafi alanlar yaratılmaktadır.
Avrupa’da İslam ülkelerinden gelenlerin bir arada yaşadığı yeni “ghetto’lar” oluşturulmuştur. Ghetto dışında yaşanlarda arkadaş çevrelerini kaybettikçe o alana doğru göç etmeye devam ediyorlar. Avrupa’da yazılı olmayan yasalar işlemekte ve Avrupa’da yaşayan yabancılar uyum sağlamak bir yana uyum sağlamamaları için bu yeni alanlarda yaşamaları teşvik edilmektedir. Bu teşvik elbette gözle görünmeyen ama hissedilen yasaların hayata müdahalesi ile olmaktadır.
Elbette bu ghettolarda Müslümanlar homojen bir yapı taşımıyorlar. Geldikleri ülkenin sorunlarını ve parçalı duruşlarını Avrupa’da bulunan ghettolarda da daha keskin sınırlar içinde yaşamaktalar. Mezhep ayrılıkları, imama inananların duruşlarına göre ayrılıklar, bölgesel özelliklere göre ayrılıklar, etnik kimliklere göre ayrılıklar… ayrılıkların aslında sonu yoktur, o kadar çok ayrılık sebepleri vardır ki, giydikleri kıyafetten, kadına karşı duruşlara kadar her açıdan kendisini sırıtır. Bu Müslüman ghettolarında Türkiye’den gelenlerin ülkenin iç kavgasının bir yansımasını ama açık olarak örgütlerin, Cemaatlerin, mezheplerin renkleri ile görebilirsiniz. En iyi görebileceğiniz merkez Almanya için Köln şehridir. Köln şehrinde birden çok ghetto vardır ve o ghettolarda Türkiye’nin en siyahından en yeşiline kadar tüm İslam renklerini görebilirsiniz.
Türkiyeliler açısından bakalım ghettolara ve onun Türkiye’deki yansımasına.
Türkiye’de Alevilerin durumu ortada. Bir inanç var, inanç kendisini yaşam alanı olarak Cem Evlerini seçmiş, orada camilerdeki gibi özgürce ibadet etmek istiyorlar. Onun için yasal düzenleme beklentisi içindeler. Bugüne kadar ödedikleri vergiler kendilerine Sünni inancın baskısı ve asimilasyonu olarak dönmüş. Avrupa’da Türkiye yasaları geçerli değildir, o yüzden kendilerini özgür hisseden Aleviler örgütlenmişler ve hakları için mücadele taleplerini listelemişler. Okullarda Alevi dersi için kitap hazırlamışlar, birkaç okulda ders olarak okutulmaya başlanmış. Cemlerini Cem Evlerinde yapar olmuşlar, onu kurdukları tv aracılığı ile canlı yayınlamışlar. Sünniler ile aralarına kalın çizgi çekmişler, siyasi talepler konusunda ve destekledikleri partiler bile farklı olmuş. Avrupa halkının gündemi dışında kendi gündemlerini yaşamaya devam ediyorlar. Sünnilerde kendi içlerinde Türkiye’deki siyasi duruşa göre birbirlerinden ayırmışlar, en radikalinden en liberaline kadar temsil edilmektedir. Sünniler Alevilere göre daha rahattır, çünkü önemli bir kemsin temsilcileri Türkiye’de iktidar ya da iktidara çok yakın ilişki içindeler. Diyanet İşleri Başkanlığının maddi imkanlarını da rahatlıkla kullanabilmekteler. Avrupa’nın değişik şehirlerinde minerali cami yapmışlar, yaptırmaya da devam ediyorlar.
Avrupa, İslam örgütlenmesine 11 Eylül saldırısına kadar tolerans göstermiş, küçük bir grubun ülke güvenliğini sıkıntıya sokmadığı sürece geleneğini ve göreneğini Alman toplumu dışında yaşamasına izin vermiştir.
Sünni İslam 11 Eylül saldırısı sonrası daha dikkatli izlenir olmuş, yerine Aleviler keşfedilmiş, onları kontrol edebilmek için projeler yapmalarına izin verilmiş ve desteklenmiştir. Tıpkı daha önce ve halen Sünni İslam örgütlerine verilen proje destekleri gibi. Almanya proje yapmalarına izin verdiklerini yasal olarak çok yakından izler ve örgütlere kendileri hakkında rapor yazmalarına izin verir. Bu sayede kimin ne kadar doğru yazdığını da bilir, ona göre kendisince önlem alır. Para veren paranın amacına göre projenin iş yapıp yapmaması önemli değildir, asıl önemli olan o yapının iç işleyişinin bilinmesidir. Eğer isterse para veren kurum, para verdiği kurumu incelemeye alarak verdiği paraları faizleri ile geri alabilecek bir çok belge bulabilir.
Avrupa’da örgütlenenler bir anlamda Türkiye’de de örgütlenir, bunun terside geçerlidir. Örgüt her tarafta örgütlenir, yok olmaz, küçülür ama varlığını maddi imkan buldukça sürdürür.
Aleviler açısından bakarsak, Avrupa’da örgütlenenler, örgütlerinden dolayı Türkiye’de milletvekili olmuş ya da adayı olmuşlar. Orada ki örgütlülüğün sonucu bir şekilde kendilerine prestij ya da mevki yaratma telaşına girmişler. Hatta bir çok Alevi milletvekili olmak için; Alevi örgütlerinde kendilerini seçtirmişler ya da atama yaptırmış, oradan elde ettikleri unvanı kullanarak partiler üzerinde baskı aracı kulanmışlar. Geçmişte başarmışlar ama son meclis içinde ne kadar başarılı oldukları meclisteki Alevi sayısına bakarak söyleyebiliriz. Deniz Baykal yönetiminde ki CHP pek yüz vermemiş ki şu anda Alevi örgütünden gelen Alevi milletvekili yoktur.
Buraya kadar anlatılan şey aslında Alevilerinde Sünnilerden pek farkı olmadığıdır. Onlarda içinde bulundukları yapıları kendi amaçları için kullanmaya devam ediyorlar. Hem Almanya’daki Alevi örgütünde hem de Türkiye örgütünde yönetici Alevi bile görmek şaşırtıcı değildir.
Alman cumhurbaşkanı Gauck: “Almanya'da yaşayan Müslümanlar, Almanya'ya aittir” demiş. Bu sözler ile ülke içinde yapılan tartışmaya yeni bir boyut getirmiştir. Bu sözün Türkiye yansıması nasıl olacak? Elbette bir soru yansımayı yansıtabilir; “Türkiye’deki Aleviler de Türkiye’ye ait midir?”
Eğer ait olsaydı; Aleviler ibadetlerini yasalara uygun şekilde özgürce, camilerde ibadet edenler ile aynı seviyede devam ediliyor olması gereklidir.  Fakat, ibadetlerini bile yasalara uygun yapamıyorlar, ibadet yerleri camiler gibi ibadethane işlevini yasalar nezdinde göremiyor... Haklardan yaralanamıyor, hatta yasalara uygun şekilde yıkıyorlar.
Türkiye’de mazlum konumundalar, çünkü haklarından yoksundurlar. Onlarda mazlum olmaktan çıksa da hiç değilse dinin gerçek yüzü daha çıplak ortaya serilse... Bazıları Alevilere bakıp, “ne kadar ileri inanç” diyorlar, aslında Alevilikte Sünnilik gibi aynı düzeydedir, katı kurallar içinde cemaat üyelerine biat etmesini bekler ve zorlar... Aralarındaki fark, biri iktidarda, istediği gibi asimile etmeye çalışıyor, öteki yasa dışı, yaşamak için her türlü ilerici kesim ile omuz omuza vermek zorunda kalıyor... Yani bugünkü Alevilerin sol gibi gözükmesi tamamı ile Hz. Muhammed’in İslam görüşünü yayarken yapmış olduğu takiye ile aynıdır... Bunu kanıtlamak için onlarında Sünniler ile eşit düzleme gelmesidir... Almanya sorunu kendisince çözüyor, peki Türkiye kendisince ne yapıyor, yok sayıyor, asimile ediyor...
İsmail Cem Özkan

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Üsküdar’ı geçtim, Çamlıca’dan baktım!


Üsküdar’ı geçtim, Çamlıca’dan baktım!

Erdoğan şimdide çamlıca tepesine büyük bir cami yaptırma projesi ile ortaya çıkmış. Taksim Meydanı derken bakmış Taksim Meydanında camiyi tüm İstanbul göremez, en iyisi radyo vericilerin yerine cami yaptırmak.
Erdoğan öldükten sonra arkasına öyle bir şey bırakmak istiyor ki, onun için her türlü projeyi olgunlaştırmadan söylüyor ve yandaşların o dileklerinin rap diye yapmasını bekliyor. Bir zamanlar bir genelkurmay başkanı vardı hani, o dönemin kadın başbakanı ne derse rap diye yerine getiriyordu, o da öyle bir söz söylemiş ki, gerçi o sözü söyleten şimdilerde Erdoğan’ın gölgesi gibi her türlü yanlış anlaşmayı düzeltme derdinde, öç almak için her türlü fırsatı değerlendiriyor. O başbakan pardon söyleten şöyle bir cümle kurmuştu; “devlet için kurşun atanda, kurşun yiyende şereflidir.” O şereflilerden biri bugünlerde cezaevinde, en yakın arkadaşı da cezaevine saldırı olama olasılığı gereği kapı önünde nöbet tutuyormuş. Geçen gün cumartesi anneleri Galatasaray Lisesi önünden kalkmış, o şerefli vatandaşın yattığı cezaevine doğru gitmiş. Orada bir kargaşa olmuş, o kargaşada gazetelere yansımış, yansıyan bilgiye göre birilerini hala tehdit eden açıklama yapmış; “geçmişten bililer bizi, ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı…” cezaevinde duran şerefli olanlar geçmişteki hakim günlerindeki gibi öz güven ile yine esip gürlemeye devam ediyorlarmış olduğunu gazete sayfalarından okudum. Demek ki bu kadar rahat esip gürlüyorlarsa onlara dokunan bir şey olmamış… bir bir cezaevlerine darbe yaptıkları iddia edilenler alınırken, eski günlerin gürlemesi gücü ile gürleyenler hala rahat rahat tehdit ediyormuş. Erdoğan o şerefli vatandaşları koruduğunu ve özel bir cezaevi ayarlayarak göstermiş. Osmanlı’da oyun bitmez lafı vardı bir zamanlar, o laftaki özne sanırım değişmiş.
Osmanlı’da en fazla cami ve görkemli eser bırakan padişah benim bildiğim Kanuni ve onun büyük mimarı Mimar Sinan. Osmanlı kenti olan İstanbul’un siluetini değiştiren, Edirne’nin en güzel eserini yaptıran büyük bir cihan padişahın eseri yüzlerce yıldır ayakta ve kullanılmaya devam ediyor. İstanbul coğrafi olarak değişmiştir, genişlemiştir. Kanuni zamanındaki yerler artık şehrin ortasında gökdelenlerin gölgesinde kalmak üzerinedir. Öyle bir yere, öyle büyük bir şey yaptırılmalı ki, yaptıran öldükten sonrada bütün cihan ve İstanbul gördün, eseri ile adı yaşasın. İşte bugün İstanbul’un her yerine radyo dalgasının yayıldığı merkez Çamlıca, en ideal nokta. Her noktaya radyo dalgası yayılan yere öyle bir cami yaptırılmalı ki, hem görüntüsü hem de sesi İstanbul’u titretsin! Erdoğan çamlıca tepesini seçmesinin en büyük nedeni bana göre yukarıda açıklamaya çalıştığım düşüncede yatıyor.
Peki, bu düşüncenin arkasında ne yatıyor dersiniz? Yoksa Erdoğan Kanuni ile yarışıyor olmasın? Kanuni’nin Mimar Sinan’ı vardı, Erdoğan kimi var, o da yakında çıkar... Yorumumuzu başka boyutta ele alalım bir de: padişahlar günahlarını af ettirmek için her buldukları boş araziye cami yaptırmış... Kolay değil kardeş, baba ve yeğen katili olmak...  Ömrün son demine yaklaşanlar artık bu dünyadan ellerini çeker ve gelmekte olan dünyaya hazırlık yapar. Günahların affı için elbette bir şey yapılmalıydı. Her ne kadar o günahın büyük bir kısmı kendisinin yaptığı olmasa da, atalarından aldığı günahı da boynunda taşımaktadır ve yerine gelecek olana da günah miras bırakmaktadır. Kanuni öncesi ve sonrası yapılan dini amaçlı yerlerin temelinde halkın daha Müslüman olması değil, günahları için Allaha yalvarma ve sesini duyurma telaşı yatıyor olarak düşünüyorum. Elbette yanılabilirim bu görüşüme ama benim hissettiğim böyle bir şey. Erdoğan’da onlardan etkilendi büyük olasılıkla. O döneme ait bilgiler ve geleneklerin günümüze yansıması elbette vardır. En büyük yansıma geçenlerde kutladığımız İstanbul’un Fethi. Gerçi o fetih İttihat ve Terakki Partisinden miras kalsa da,  bugün yanlış günde kutlanıyor olsa da Osmanlıdan bize gelen çok birikim vardır ve bugün dahi yaşamımızı belirlemeye devam ediyor. Gerçi arabaların arkasındaki tuğra geçmiş ile hiç alakası yok, turaya siyasi anlam yükleyenler, kendi mahalle baskını hissettirmek için kullanıyorlar. Osmanlıdan bize kalan en büyük miras, meclis ve halen kullandığımız bayraktır. Biraz sağı solu düzeltilmiş olması mirasın içeriğini bozmaz. Jandarma birlikleri, polis teşkilatı, istihbarat örgütümüz hepsi bugün bize kalan miraslardır.
Erdoğan geleceğe öyle bir miras bırakmak istiyor ki, ismi hep onu görünce anılsın. Çamlıca tepesinde yapılacak cami Ayasofya ile yarışacak boyutta olacağını düşünüyorum. Peki bu boyutta yaptırmanın başka anlamı yok mu? Günahları af ettirmek gibi, kanuni oğul, baba, yeğen canını ömür boyu beynin bir yerinde taşıdı. Kolay değil birilerin ölüm emrini vermek, şiir yazan, aşık olan biri elbette vicdanında onların sesini, nefesini duymuştur. Peki, Erdoğan kimlerin nefesini duyuyor dersiniz ya da gerçekten duyuyor mu? Bunun cevabını ben bilemeyeceğim, tarih elbette bir yere not düşecektir, Metin Lokumcu, Uludere… vb. olayları… Bursa’da bir genç biber gazından öldü, o ölümün hesabını kim soracak, kimler hesap verecek? “Emir verileni yerine getirdim, biber gazı bize süs olarak verilmedi” diyen mi, emir veren mi, onlara biber gazı kullanması için ortam hazırlayan mı, biber gazı üreticisi mi?
Tarih her şeyi not ediyor…
İsmail Cem Özkan

Sezaryen ile nüfus planlamak!


Sezaryen ile nüfus planlamak!

Sezaryen nüfus planlanmasında kullanılan bir araç olabilir mi, eğer oluyorsa sezaryen yapan hastanelerin hepsi o nüfus planlama yapanların maşası konumundadır. Kısaca birleri hastaneleri yönetiyor anlamını taşır. Hastaneleri ülkenin nüfusu konusunda yönetebilecek ve yönlendirebilecek güç nereden gelmektedir ve kimlerdir? Bu konuda iddiayı ortaya atan başbakan olunca elbette elinde veriler vardır, o verileri kamuoyuna açıklamak zorundadır. Medikal Park vb gibi özel hastanelerde yapılan n sezaryen oranı ne kadardır, bu hastanelerin ortakları kamuoyuna şeffaf olarak açıklanmalıdır.
Uzun yıllardır kalkınmışlık ile nüfus arasında bir ilişkinin var olduğu bilinmektedir, ekonomik ve yaşam standardı olarak kalkınmış ülkelerde nüfus artışı geri bıraktırılmış ülkelerdeki nüfus orana göre çok düşük hatta nüfus azalıyor anlamına gelen açıklamalar ve istatistiki veriler mevcuttur. Demek ki yaşam kalitesi yükselen yerlerde nüfus artışı kalite ile ters orantılıdır. Ülkemizde nüfusun azalma eğrisi göstermesi yaşam standardının arttığı bilgisi ile karşılaşabiliriz, fakat bizdeki azalma eğiliminin yaşam kalitesinin armasından değil, birileri tarafından bize uygulatılan sezaryen ile olduğu açıklaması ile öğrenmiş olduk. Biz öyle bir ülkeyiz ki, birlerin hep gözü bizim ülkenin toprağında, yer altı ve yer üstü zenginliğinde. Nüfusumuzu azaltarak ordumuzu küçültecekler, kaliteli işsizlerimizi azaltacak ve sonra gelip zahmetsiz bir şekilde ülkemize el koyacaklar ve bizlerde bu sefer patronu ve bayrağı değişmiş bir ülkede yaşıyor olacağız. Bu anlayış gerçek ile ne kadar bağlantısı var?
Ülke nüfusunun büyük olması ülkeyi büyük yapmadığını, yapamayacağını yaşadığımız dünya ülkelerine bakarak görebiliriz. Büyüklük kavramı görecelidir, büyüklükten ne anlamlar yüklendiğine bakmak gerek diyorsanız o başka!
Nüfus büyüklüğü işyeri sayısının artması anlamına mı geliyor, yani üretimde artış. O zaman nüfusu yüksek olan ülkelerde işsizlik sorunu olmaması gerek, ama bizim ülkemizde işsizlik kronik hastalık olarak varlığını sürekli koruyor. İşsizliğin bu kadar yüksek olduğu ülkede elbette devlet eli ile kumar oynatılan bayilerin önü hep kalabalık olur.
Tüketim çılgınlığını ve nüfusa göre planlamak için ise, elbette tüketilen şeylerin genelde yerli malı olmadığı bir gerçek olduğuna göre, ülke içinde var olan birikiminde hızlı bir şekilde başka yere hortumlanması anlamına gelmiyor mu?
Nüfus kalabalık olunca ordusunda ölmeye hazır erlerin çok olması anlamına mı geliyor, günümüzde savaşlarda artık göğüs göğse savaşa yer yok, insansız uçaklar ile istediği yere nokta atış yapan silahlar var. Askerinde fazlalığı bir anlam ifade etmiyor. Etmiş olsaydı İsrail Arap savaşında orantısız güçte galip gelenler belli olurdu. Demek ki ordu içinde bir anlam ifade etmiyor. Peki bir politikacı neden çok nüfus ister?
Bu soruya politikacının ihtiyacına bakarak yanıt arayabiliriz!
Politikacı seçmen sayısına bakar. Çoğunluğun azınlığı ezdiği sisteme demokrasi diyen politikacı kendisine biat edebilecek genç seçmen sayısının fazla olması sayesinde kendisine rakip olanların üzerine yasal yollardan genç sivil güçlerini kullanarak baskı kurma aracı olarak kullanacaktır. Yakın tarihimizde gençlerin bir silah olarak kullanıldığını şahitlik ettik. Demek ki politikacı için genç neslin çok olması başka anlamlar içerir.
Sezaryen bir ülkenin nüfus planlanmasında kullanılan bir araçsa o zaman o aracı kimlerin ne amaçla kullandığını açıklamak gereklidir. Sezaryenler hastanelerde olduğuna göre, o hastaneleri yöneten yasalar ve kuralları düzenleyenler bu nüfus planlamasından ne kadar sorumludur?
İsmail Cem Özkan

29 Mayıs 2012 Salı

Fetih kutlamaları üzerine…


Fetih kutlamaları üzerine…

İstanbul’un fetih günü bugünlerde müthiş harcamalar eşliğinde, sahne düzeneği formunda kutlanıyor. Bugünlerde kutlanan fetih günü aslında bugünlerde kutlanmaması gereklidir, çünkü İstanbul’un fethi bugünlere tekabül etmiyor. Takvimlerde yapılan bir okuma hatası kutlamaları bugüne çekmiştir.
Osmanlı, İstanbul'un fethini, günümüzde oldu­ğu gibi, Miladi 29 Mayıs'ta değil, Rumi 29 Mayıs'ta kutluyordu. Hal böyle olunca, tö­renlerin gerçekleş­tirildiği Rumi 29 Mayıs günü, Mi­ladi olarak, 11 Haziran'a denk ge­liyordu. Yani daha açık bir ifadeyle,  İstan­bul'un fethi 11 Hazi­ran'da kutlanıyordu.
11 Haziran’da ilk kutlama ne zaman başlamış dersiniz? 1910 yılı. Evet yanlış okumadınız ilk fetih kutlamaları İttihat ve Terakki Partisinin iktidarı döneminde olmuştur.  Bugün kutlanan fetih aslında İttihat ve Terakki Partisinin bırakmış olduğu mirastır. Bugünlerde siyasetçiler bir birini darbecilik ile suçladığında, diktatörlük ile suçladığında ilk akla gelen bir partinin mirasını devam ettiriliyor. Devam ettirenler ise ilginç tarafı o dönemde o partiye muhalefetlik yapan ve Abdülhamit’i göklere çıkaran bir mirasın torunları.
İttihat ve Terakki partisi bu bayramın en görkemli olarak 1914 yılında kutlamıştır. O dönemde yaşanan siyasi gelişmelere bakarsanız o dönemde neden bu kadar büyük ihtişamla kutlandığı daha iyi anlaşılır.  Birinci dünya savaşı yaklaşmaktadır, balkanlarda ayaklanmalar ortaya çıkmış, yeni ulus devletleri oluşum aşamasındadır. Merkezi hükümet ise bayramlar ile milli birlik için mesaj verirken ayrılmak isteyenlere de göz dağı vermektedir. İttihat ve Terakki partisi dini bayramların ülke saffında yani balkanlarda birlik sağlamadığının farkına vardığı için milli bayramlar icat etmiştir. Özgürlük bayramı o icat edilen bayramlardan biridir,  o bayramda Mayıs 1935 yılında bir önerge ile o güne kadar yapılan kutlamalar sonlandırılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kutlanan bu bayram artık önemini kaybettiği için bir önerge ile ortadan kaldırılmış ama ittihat ve Terakki Partisinin izlerini silinmemiştir, bugün dahi devam eden kutlamalar ile yaşamaya devam ediyor.
Birinci dünya savaşları sırasında ve devam eden günlerde ülke saffında ülke nüfusunun dağılımına uygun olarak herkesi kucaklayacak bayramlar icat edilmiş ve uygulanmıştır. İstanbul’un fethine balkanlardan gelenlerin büyük katkıları unutulmamış onların katkıları öne çıkarılmıştır kutlamalar sırasında. Bulgar, Makedon, Yunan, Arnavut, Sırp… Ne kadar balkanlı varsa bu kutlamalara katılmaları sağlanmıştır.  Bir anlamda da doğrudur çünkü İstanbul’un fethi batının doğuya doğru yapmış olduğu son seferdir ve Avrupa’nın doğusunda yaşayan halklar ile birlikte yapılmıştır.
Konumuza yeniden dönersek, İstanbul’un fethi bugünlerde altın boynuz Haliç üzerinde muhteşem ses ve ışık oyunları eşliğinde suya fetih yeniden yazdırılacak ve canlandırılacaktır. Bu canlandırmada balkanların halklarının izlerini elbette görmeyeceğiz, yeniçeriler eşliğinde Fatih görünecektir. Bugün ihtiyaç duyulan mesajda diğerlerinin önemi artık yoktur. Macarların madenciliğinden yararlandırıldığına dair bilginin paylaşımının ne nemi vardır? Siyasi ihtiyaca cevap vermeyen fazla bilgidir. Fatih dönemini ve fatih’i öne çıkarmak bir anlamda onun yasasını öne çıkarmak demektir ama kimse kendi yazdığı yasa gereği öldükten sonra cesedinin unutulduğu bilgisinin önemi yoktur, çünkü yazdığı yasa gereği oğulları taht kavgasına girmiş, geri kalanlar kazanana göre mevzi belirleyeceğine göre beklemeyi uygun görmüştür. Abdülhamit bile bu kutlamalarda bunun bilincinde olsa gerek, dedesinin dedesinin yaslarını öne çıkarmamıştır, o yüzden tahtan indikten sonra yaşamasına izin verilmiştir. Osmanlı hanedanı geleneği yasa haline getiren Fatih’in mirasından dolayı çok acıları yaşamış, taht devir dönemleri Osmanlı hanedanının içinde büyük acılara sebebiyet vermiştir. Hanedan fetih kutlamaları belki o yüzden 2. Meşrutiyet sonuna kutlamayı uygun görmemiştir, iktidara gelenlerde artık taht mirasını devam edenler değildir, gönül rahatlığı ile bu kutlamaları başlatmışlardır, dönemin siyasi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde.
Bugün dahi kutlanan bu gün hangi ihtiyaca cevap verdiği konusu aslında açıktır ve günümüzün amacına göre kutlamalar gün geçtikçe daha fazla masraf yapılarak muhteşem gösterile dönüştürülmektedir.
Fetih Rumi 29 Mayıs miladi karşılığı olan 11 Haziran tarihi yerine miladi 29 Mayıs günü kutlanmaya devam ediliyor. Ne zaman bu yanlışlık yapılmış tam bilmiyorum ama 1950 yılından beri bizler fetih günü miladi, hicri arasındaki kafa karışıklığından kaynaklanana bir durumu bir bilen 29 Mayıs’ta kutlansın demiş ve o gün bu gün 29 Mayıs günü karadan Haliç’e gemi indirir olmuşuz.
İsmail Cem Özkan

Not: Bugün dahi tarihçiler 7 ya da 9 Haziran tarihleri arasında tartışma yapmaya devam ediyorlar, Osmanlıların neden 11 Haziran’da kutladığını ise kimse bilmiyor! Bu konuda tarihçilerin yalancısıyım…
Ek: “Türk tarihçileri bu konuda pek bilgi vermezler değişik tarihler vardır,13 mart,31 mart,1 nisan gibi önceki tarihi verenler olduğu gibi 28 haziran,6 temmuz gibi 1 1.5 ay sonrasını verenlerde vardır;
Tursun bey: 28 Cemaziyelahir 857 6 Temmuz 145
İdris-i Bitlisi: 28 Cemaziyelahir 857 6 Temmuz 1453
Oruç Bey:21 Rebiülevvel 857 1 Nisan 1453
Gelibolulu Mustafa Ali :21 Rebiülevvel 857 1 Nisan 1453
Neşri tarihi:20 Cemaziyelahir 857 28 Haziran 1453
Enveri :20 Cemaziyelahir 857 28 Haziran 1453
Hoca Sadeddin: 20 Cemaziyelahir 857  28 Haziran 1453
anonim tevarih-i ali osmanlar-giese neşri-: 20 Rebiülevvel 857 - 31 Mart 1453
Lütfi paşa : 20 Rebiülevvel 857  - 31 Mart 1453
Müneccimbaşı Ahmed Dede :212 Cemaziyelahir 857 bir başka rivayete göre ise 2 Rebiülevvel 857 - 29 Haziran veya 13 Mart 1453 tarihini verir
işin enteresan tarafı kuşatmaya katılan Aşıkpaşazade’nin gün ay vermemesi ve diğeri olan Tursun Bey ise 28 Cemaziyel a 857 - 6 Temmuz 1453 tarihini vermesidir Türk tarihçilerden İbn Kemal ve Tacizade Cafer çelebi 20 Cemaziyelevvel 857 - 29 Mayıs 1453 tarihini verir. Fetihten sonra Memlük sultanı Melik Eşref İnal ve Karakoyunlu hükümdarı Cihanşaha gönderilen fetihnamelerde de bu tarih 20 Cemaziyelevvel 857 -  29 Mayıs 1453 vardır. Kuşatmada bulunmuş Rum ve batılı tarihçiler ise 29 mayıs 1453 tarihini verirler ki  burada da karşımıza bir mesele çıkar bu tarihçilerin verdiği 29 Mayıs tarihi jülyen takvimine göredir.1582 de bırakılarak şimdi tüm dünyada kullanılan  gregoryen takvimine geçilmiştir. Bu yeni sisteme geçilirken  takvime 10 günlük ilave yapılmıştır bu durumda fethin tarihi: 9 haziran  olmalı, daha da ilginç olan Osmanlıların  11 Haziran’ı fetih kutlaması olarak kutlamalarıdır ve 11 Haziran tarihinin nereden çıktığı anlaşılamamaktadır
Osmanlının son döneminde İttihat ve Terakki iktidarında Osmanlı tarihindeki önemli hadiseler kutlanmaya başlandı, hatta ittihatçılar önceki dönemdekileri böyle kutlamalar yapmadılar diye suçladılar 1914’te İstanbul da çıkan gazetelerde bu kutlamalarla ilgili  bilgi bulabiliyoruz. Le Monitor Oriental isimli gazetede  Osmanlıların İstanbul’un fethini 11 Haziran da coşkuyla kutlarken Yunanlıların ise büyük bir üzüntü ile aynı hadisenin mateminde olduğunu yazıyor.” http://www.tarihportali.net/tarih/archive.php?topic=4537.0

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Ortadoğu’ya doğru yaklaşırken…


Ortadoğu’ya doğru yaklaşırken…
Ortadoğu ülkesi bataklığında yaşanması muhtemel olaylar çevre ülkelerde yaşanıyor ve yaşanmaya da devam edilecek, çünkü Ortadoğu için biçilen rol yaşananlara uygun şekildedir. Orada yaşayanlar bu biçilen kaderi bilinçsiz bir şekilde yaşamak zorundadır, çünkü onlar özgür dünyanın yaşadıklarını ancak ekranlara yansıyan ışık süzmesi kadar bilebilmekteler.
Ortadoğu kan ile tarihini ve geleceğini yazıyor, kan Ortadoğu ülkelerinin günlük olarak solumak zorunda olduğu bir koku konumundadır, kanın kokusu sokakları, meydanları ve pusuya yatmış bir geçitte sürekli kokmakta ve çevreye yayılmaya devam ediyor.
Ortadoğu’dan uzaklaşmamız tarihimiz içinde çok yenidir, aynı alana hızla yakınlaşmaktayız son yıllar içinde. Ortadoğu ülkeleri gibi gözükmeye başladık uzaktan bakan biri için. İçinde yaşadığımız ülkenin nasıl göründüğünü uzaklaşmadığımız sürece pek farkına varamıyoruz, sanki batıya aitmişiz gibi davranmaya, batının normlarının ülkemiz içinde olması gerektiğini düşünmeye devam ediyoruz, fakat yaşadığımız son otuz yıl içinde batıdan çok uzakta, ılımlı İslam politikasının sonuçlarını yaşar konumuna geldik. Suriye konusunda iktidarın tutumu, tipik Ortadoğu ülkesinin liderlerinin tepkisi olduğunu düşünemiyoruz, bize iktidar erkinin kafasının karışık, yeni Osmanlı rüyaları görüyor hezeyanı içinde olayları yorumlamaya çalışıyoruz. Aslında bizler coğrafyamızın büyük parçasına uygun bir tercihin içinde yaşadığımızın pek farkında değiliz. İktidarın niyetleri ve amaçlarını yorumlamaya çalışırken, aslında hangi iktidar gelirse gelsin tercihleri bizlerin belirlemediği, Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olduğu gözden kaçırıyoruz. O projeye uygun bir iktidarı yaratanlar, onun zeminin çok önceden hazırlamışlardı, bizler yavaş yavaş o hazırlanan zemine uyum sağladık…
Ortadoğu ülkelerinde kalabalık alanlar ve caddeler; suikast ve toplumu çatışma ortamına çekmek isteyenlerin iştahını kabartır, beklenmedik bir anda bir patlama ile ülke kan gölüne dönmesi içten bile değildir. Bunun en tipik örneğini Lübnan iç savaşında yaşadık, onu izleyen yıllar içinde Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde yaşandı, yaşanmaya da devam ediyor.
İstiklal caddesi ve benzerleri her gün milyonlarca, yüz binlerce insanın aynı anda bir cadde üzerinde olduğu unutulmamalıdır. Tipik Ortadoğu ülkesi konumuna doğru hızlı adımlar attığımız günlerde en dikkat edilmesi gereken yerler olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Fakat ne kadar dikkat edersek edelim orada yaşanacak her hangi bir patlama ülkenin geleceğini kan ile yazmak isteyenlerin ekmeğini kana bulaması anlamına gelir ve kan ile beslenenler bu iştah açıcı yerden beslenmek isteyeceklerdir.
İstiklal Caddesi ve çevresinde güvenlik için her türlü denetim aracı kullanılıyor olması olumsuz bir şeyler olmayacağı anlamına gelemez, çünkü magazin programlarında bolca karşılaştığımız tinerci veya çiçek satan ama kendisini denetimli şekilde kullanamayan çiçekçinin mizansende olsa ünlü birine saldırması bu güvenlik açığını ortaya koymaktadır. Unutulmamalıdır ki bizler batı gibi gözüken ama tipik Ortadoğu ülkesi gibi olmak üzere olan bir ülke konumundayız, çünkü ülkenin geleceği 12 Eylül 1980 yılı ile çizilmiş ve bu geleceğe uygun şekilde yapılanmaya devam ediyoruz.
Bir caddenin ve benzerlerinin gün geçtikçe kalabalıklaşması ve bir merkez çekim gücü arttığı sürece korkum gün geçtikçe artmaktadır. Bir merkezin bir şehri çekmesi ve orada milyonlarca insanın bir caddede amaçsızca dolanması Victor Hugo’nun şu sözünü çağrıştırıyor; “Kalabalıklar her zaman tehlikelidir. İçinde ruhlarını ucuza satan alçaklar barındırır.”
Umarım ben yanılırım ve hiçbir şekilde kan havasını solumayız…
İsmail Cem Özkan