19 Eylül 2012 Çarşamba

Özerklik kağıt üzerinde bir leke mi?


Özerklik kağıt üzerinde bir leke mi?

Devlet tiyatroları yeni dönemine merhaba derken, oyunlarının isimleri ve içerikleri de belli olmaya başladı. Geçen günlerde eleştiri oklarını öne çekenlerin yerini başka oyunların alması kadar doğal bir şey olamaz, çünkü para bende ve ben belirlerim anlayışının ürünü olarak bürokratlarına yeni bir içerik oluşturulmuştur.  
Tiyatro elit bir tabakanın değil, halkın seyredeceği yerdir derken, halk kavramının aslında kendi parti üyeleri ve çevresinden oluştuğunu gizli özne olarak saklamaktalar. Halkın isteği kavramı siyasi terminolojide parti üyeleri ve çevresinden oluşmaktadır. Kim halk adına bir şey yaptığını söylüyorsa o kendi çevresinden bahsediyor demektir ve çoğunluk her zaman iktidarda olanlardır!
Tiyatrolar yeni dönemine merhaba derken Nazım Hikmet eserlerinin yerini Necip Fazıl alması tesadüfi değildir… İki sembol ismin bir kesim tarafından tepki ile karşılanması veya övülmesi doğal bir durumdur. Tiyatro oyunlarının seçimi ve sahnelenmesinde yazım boyutu öne çıkmaktadır. Tekstlerin içeriğinden daha çok sembol isimler üzerinden olmaktadır. Sembol isimlerin içerikleri ve ne yazdıkları önemini ancak para verenin amacına uygun olup olmadığında öne çıkar, öncelik var olan bir sembol ismin bir tarafa kabul ettirilmesidir.
Oyuncu bu seçimlerin dışındadır, görev verilirse oyunda oynar, çünkü oyuncu devlet ve şehir tiyatrolarında profesyonel çalışandır ve işini yapması beklenir. Eğer yapmıyorsa özel tiyatro işletmecileri tarafından eleştiri okuna hedef olurlar. Onlar denir görevlerini yapmayan, halkın parasını car cur eden, koltuktan kalkıp sahneye adım atamayanlar denir. Bir çok gerekçeler ile oklar atılır. Oyuncunun verilen görevi yerine en iyi şekilde getirmesi önemlidir, siyasi görüşü, duruşu önemli değildir, sonuçta para karşılığında oynayanadır.
Hayır, ben profesyonel bir oyuncuyum ama amatör ruhum bu oyunu oynamayı ret ediyor deme hakkına sahiptir ve sonuçlarını göze alarak ret etme hakkını kullanabilir. Bunu yapabilecek oyuncu bireysel olarak var olabilir, fakat onu savunacak ve direnişini sonuna kadar götürebilecek örgütsel yapı var mı? Kağıt üzerinde dernek, sendika gibi demokratik kitle örgütleri vardır. Bugüne kadar bu örgütlerin buna benzer bir olay karşısında tavırları olay olmadığı için henüz belli değildir.
Yukarıdaki görüşler altında tiyatronun yazım boyutu öne çıktı ve Necip Fazıl eserleri oynamıyorum diyen hadi bir oyuncu çıksın... Bizim söz hakkımız var diyenler şimdi bu durumda direnme hakkını kullanabilecek mi? Yok biz profesyonel insanlarız, elimizdeki tekste ne yazarsa oynarız mı denilecek?
Direniş ve özerklik çizgisi nerede başlıyor ve bitiyor, kimler ile ittifak içinde olacaksınız, sanatın tüm parçalarını birleştiren tiyatro ile diğer sanat dallarından insanlar ile iletişim hangi boyutta? Kitle örgütleri bir birinden bağımsız ve birbirinden farklı davranış içinde mi yer alacaklar, yoksa bir çatı altında organizeli mi duruş sergileyecekler?
Örneğin bir mimar “ben AKM inşaatında yer alamayacağım, çünkü sizin benden istediğiniz bir sahne alanı değil, ticari sahne, ben eserimi sanat için yapıyorum, o yüzden ticari küçük salonlar ve ses ahengi olmayan yeri düzenlemeyeceğim” deme hakkı için tiyatrocular ile bir iletişimi var mı? Mimarlar odası ile Tiyatrocular için kurulan sendikalar ve dernekler ile ortak bir zemini var mı?
Bir ressam ben bilmem kimin oyunu için sahne için bir şey çizmeyeceğim diyebilmesi için tiyatrocular ile nasıl bir iletişim içinde?
Müzisyenler ırkçı, faşist, şeriat isteyen birinin eseri için müzik bestelemeyeceğim deme hakkı için nasıl bir ilişki içinde?
Sahne sadece oyunculara ait bir yer değil, oyuncular sadece sahnenin bir parçasıdır, olmazsa olmazıdır... Hiç bir dekor olmadan oyun oynanabilir, o dekorun olmaması bile bir sahne düzenleyicisinin eseridir, oyuncu aynı zamanda sahne düzenleyicisi, müziğini, ışığını falanı filanını yapabilir, ama bir bütün parça olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz...
Yeni bir sezon açılıyor, bu sezonun oyunları sahne alacak...
Özerklik, direniş, bireyselcilik, profesyonel anlayış ile de yüzleşme günü çattı kapıya geldi... Bir oyuncu sahneler bizim diyebilir, izleyici diyebilir, dekorcusu, ışıkçısı, müzik besteleyeni, pazarlayanı, yer göstereni, temizlikçisi, heykel yapanı, dekor yapanı... “Sahne bizim” diyebilir... Şimdi bu diyebileceklerin birlikteliği ne boyutta onu merak ediyorum, çünkü yapılan toplantılarda bu birlikteliği pek göremedim... Sadece oyuncular bir şeyler dediğini duydum da bir dekorcu örneğin Barış Yurttaş (çok beğendiğim bir dekor ustası) ne dedi? Duymadım...
Şehir Tiyatrosunun yönetiminde değişimler ve ona karşı tepkiler geçen günlerin gündeminde yerini aldı. “Karanlığa Karşı Tiyatro” gibi ne anlama geldiğini bilmediğim sloganlar eşliğinde sokak, sahne eylemleri yapıldı, arkasından “SUSmuyoruz!” eylemleri devam etti. Kadıköy’de tarihimizde daha önce benzeri görülmeyen bir performans gerçekleştirildi ve bu performans kimseyi rahatsız etmediği sonucuna bakarak görebiliyoruz. Tiyatrocuların ve izleyici desteği ile yaptıkları eylemler yeni dönemin programına ne kadar etki yapmıştır diye baktım, bir şeyler göremedim, Nazım gitti, Necip geldi!
“Karanlığa Karşı Tiyatro” sloganı bana baştan beri hiçbir şey anlatmamıştı, çünkü karanlık kavramı eyleme katılanlar arasında da net biçimde tarif edilmemişti,  çünkü eylemlerin içinde ve başında olan liberal dünya görüşünü savunanlar işlerine geldiğinde AKP iktidarını desteklemişti. Direkt ya da dolaylı olarak destek verenlerin elbette karanlık kavramı ile muhalif olanların karanlık tanımları farklı olacaktır.  Demek ki liberal dünya görüşünde olanlar için karanlık başka anlam ifade ediyor…
Bir koltuk için arkadaşları ile selamı kesen, önemli bir kazanım yapılırken müdürlük koltuğuna oturan ve kazanımı suya atan, zamana bırakanlar tiyatro lobilerinde genelde olmuştur… önemli olan düşüncenin hedefine ulaşması değil, kişilerin bireysel hedefine ulaşması daha öne çıkmıştır, ilkeler genelde kişilerin hedefinin gerisine düşmüştür.
Geçmişin hatalarından dersler çıkarılmadan, yeniden mücadele etmek mi önemlidir? İlkeler nedir, ilkeler için adım atanlar mı öne çıkacaktır, kişisel ününü korumak için, kişisel çıkarları için her an her türden davranış geliştirebilecek bireyler karşısında nasıl bir tavır geliştirilecektir? Çünkü ünü için, çıkarı için adım atanlar var olan birlikteliklerin ve dayanışmaların dağılmasına ve sorunu zamana yayarak yok olmasına neden olmuşlardır. Tiyatrocuların hedefi nedir? Hedefleri yönünde hangi mesleki kurumlar ile ilişki içinde ve dayanışma içinde olacaklar? İşveren konumunda olan devlet ve belediyelerin yönetimin istemleri karşısında nasıl tavır geliştirecekler? Çünkü Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi parasını veren mi düdüğü çalacak?
Yeni dönem, eski problemleri üzerinde taşıyarak başlıyor…
Özerklik mücadelesi bu dönemde maaşını alan ve işini profesyonel olarak yapanların tavırları belirleyecektir.  Özerklik kağıt üzerinde bir leke olarak mı kalacak, yoksa hayatta karşılığını bulacak mı?
İsmail Cem Özkan

18 Eylül 2012 Salı

Kayıp hayatlar…


Kayıp hayatlar…

Hayatın bir katanlık nokta yok olması mı, yoksa hayal gücünün yol olması mı?
Emperyalist ülkelerin çıkarları için, üçüncü dünya ülkelerinde açıktan işlenen suçların başında yer alır, kayıplar. Kaybedilen; yaşamlar ve insanlar…
Her şey vatan için denir ama tarihin izdüşümlerini izlediğimizde vatan için yapılan çoğu eylemin sonuçları emperyal devletlerin çıkarlarına daha uygun geldiğini görürüz.
Bir yere bir ateş düşer, o ateşin yaktığı insanların çocukları bir zaman sonra yok olur… Evlatlarını aramak için her yolu denerler, ulaşabildikleri tüm makamlara, tüm medyaya giderler… Gecenin bir saatinde gelen bir telefon ve boğuk bir ses çocuklarının kayıp bağcıksız ayakkabısının yerini söyler…
Yıkılır, yok olur o ana kadar beslenen hayaller…
Kaybedilen sadece çocuklar mı, hayal mi?
Zaman içinde ders alır, bir yere ateş düşürenler...
Aldıkları ders ise; kaybedilen canlardan daha önemlidir: hayaller…
O yüzden hayalleri yok etmek için toplum mühendislerine yeni strateji, yeni yollar bulmasını söylerler… Çünkü medeni devletler, yani emperyal olanlar daha önceden bu gerçeği keşfetmişlerdir ve toplumlarına sistemli olarak uygulamaktalar…
Çocukların hayallerini çalmak için şehir yaşamı için zorunludur dedikleri çocuk yuvalarını kurdular… Çocuk yuvalarında hazır oyuncaklar ve programlar ile sistemli olarak çocukların özgün hayallerini çaldılar… Çocuk yuvaları okula hazırlık amacı ile çalışan ailelerin çocuklarının çocukları oyalama merkezi olarak kurulmuş olsa da artık bu masum (!) amaç çoktan yerini başka şeylere bıraktı.
Toplum için, devlet için yeni nesil yetiştirmek için, sakıncalı fikirlerden soyutlanmış, sakıncalı dünya görüşlerine yabancı, resmi tarihe inanan bir çocuk yetiştirilmesi için okulların ders programları her döneme uygun şekilde değiştirilmeye uygun esnek bir hale getirildi. Yetişen çocuklar; üretici değil tüketici olması gerekliydi… O yüzden ana yuvasından başlayarak; hazır markalı oyuncaklar, programa uygun her şey içinde olan tablet bilgisayarlar ile yeni nesil biçimlendirildi. Bu yeni nesil tüketecek, eline geleni tüketip yenisini isteyecektir, çünkü doyumsuz bir ego içinde, her şeyi bildiğini sanan, okumak yerine izleyen bir kuşak...  
Üretmeden tüketen, tükettikçe yeni oyunların, programların, projelerin olduğu yeni yaşam tercihleri içinde insan kayboldu…
Ateş yoktu ortada, düşende yoktu ama kaybolan hayaller vardı…
Hayali olmayan toplumun önüne ne konursa tüketir, tüketildikçe başka yerde üretilmiş kanser yapan, radyasyon yayan, genetiği ile oynanmış besinler ile bir birine benzer insan tipleri yaratılır.
Hangi ülkeye giderseniz gidin, hangi kültür katmanına bakarsanız bakın bir birine benzer ve birbiri anımsatan çocuklar dünyada alış veriş yaparken, oyun dükkanlarının önünde yeni çıkacak olan bir oyun heyecanı içinde sırada bekler iken görürsününüz… Oyunlar sanal ortamda sınır tanımadan, bir birini hiçbir zaman yüzünü görmeyen çocuklar, ortak bir sanal platformda zamanlarını tüketirler… oyun için gerçek yaşamdan koparlar, bir odada, tek başlarına, kahkahalar atarak, tüm oyun kahramanlarının isimlerini ve yeteneklerini sesli söyleyen çocuklar hemen oturma odamızın yanında olduğunu artık görmeyiz bile, kanıksadık, alıştık, alıştırıldık…
Tüketilen hayat mı, yok olan hayaller mi?
Kayıp hayatları; hayallerin yok olması ile artık göremez olduk, tüketim çılgınlığı içinde, tükenen yaşamları göremez olduk…  
Sanal dostluklar, gecelik ilişkiler içinde biri yok olmuş, biri katılmış farkına bile varmıyoruz…  
Arkadaşlıkları, dostlukları tanıyamadan bir gecelik sözde sevgileri oynar olduk…
Beyaz arabalar; karanlık noktalarda ateşin düştüğü yerde ateşin yaktığı ailelerin çocukları eskisi gibi kaybetmiyor… Çünkü hayali yok olmuşların toplumunda; üretemeyenler, yeni tüketilecek bir modanın peşinde kredi kartının limitini zorlamaya devam ediyorlar…  
İsmail Cem Özkan