29 Eylül 2012 Cumartesi

Yer altı suları kaynakları kururken…


Yer altı suları kaynakları kururken…
Yer altı suları yağmura bağımlıdır, yağmur olmadan yer altı suyu olmaz. Peki yeraltına ulaşan yolların üzerini beton ile kaplar isek ne olur? Yer altı suyu susuz kalır, yerin üstü en ufak yağmurda sel olur, sel ya denize karışır ya da dere yatağına…
Modern yaşamımız şehir yaşamında çamuru ortadan kaldırdı, ne kadar yağmur yağarsa yağsın şehirlerimizde artık çamur yapacak toprak parçası bulmak zorlaştı. Elbette bu söylediklerim şehir yapılaşmasının bittiği oktalar için diyebilirim, varoşlar ve gecekondu mahallerinde hala çamur ile karşılaşan şehirde yaşadığına inanan vatandaşlar olabilir.
Şehirler çamuru ortadan kaldırmak için toprağı o şekilde beton ile kuşatmış ki, toprak hava alamaz hale gelmiştir. Arnavut kaldırımlarının altını beton ile kaplayan şehir yerel yönetimleri, yeni kaldırmadan ve yollardan övünç ile söz ettiklerini duyabilirsiniz. Üstelik bu betonlaşma çalışmasını halktan başka amaçlar ile toplanan vergiler ve yurtdışından elde edilmiş proje paraları ile gerçekleştiriyorlar. Arnavut kaldırımı görünümlü yollar, taşların arasında bir ayağın rahatlıkla girebileceği açık alanlar ve o alanda terlik ile dolaşanların vay haline, her an bir parmağı o çatlaklardan içeri girip kırılabilir. Ve altında beton bir zemin. Bütün bunları rahatlıkla görebileceğiniz bir çok belediye alanı görebilirsiniz. İstanbul 2010 kültür başkenti bütçesi ile yapılan yüksek kaldırım caddesi, Karaköy’ü İstiklal Caddesine bağlamaya devam ediyor.
Beyoğlu tamamı ile beton ile kaplanmış bir şekildedir, yazları bu ilçenin sokaklarında yürürseniz, sıcağı daha çok hissedeceksiniz, çünkü güneşin ısıttığı betonun sıcaklığı var olan sıcaklığı ikiye katlamakta ve hissedilen ile Meteorolojinin verdiği veriler arasında uçurum yüksek olur. Bu ilçeye en ufak bir yağmur çiselemesi ile karşılaşsanız dahi, yolun kenarından akan su akıntısı ile karşılaşmanız kaçınılmaz olur. Suyolu sokakların veya caddelerin aşağılarına doğru küçük bir akıntıdan çıkar ve gittikçe sesi duyulan bir hal alır. Denize ulaştığında Beyoğlu’nun tozunu toprağını ve çöpünü de almış getirmiş olur.
Beyoğlu ve benzeri ilçelerde yer altı suları yağmurdan aldıkları su kaynağını kaybetmiştir, yer altı suları gün geçtikçe yok olmaktadır. Onun yerini kanalizasyon ağından kaynaklanan çatlaklardan çıkan kanalizasyon suları doldurmaktadır. Elbette bu binlerce yıldır yer altı suyunun beslendiği gibi değildir, daha düzenli veya gittikçe artan bir kanalizasyon suyu yer altında olan suları kirletmekte ve akış hızını yavaşlatmaktadır. Yer altında oluşan boşlukları da metan gazı doldurmakta ve bir anlamda doğal bir patlayıcı konumuna gelmektedir.
Yer altı sularının çekilmesini ve sonucunu Konya Ovasında geçtiğimiz yıllarda bol bol yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Bir anda oluşan çökmeler bir anda dibi olmayan kuyulara dönüşmekte ve üzerinde var olanı yutmaktadır.
Şehirlerin yer altı sularının beslenmesinin yok olması bende Konya Ovasında yaşanan olayların bir benzerinin ve toplumu daha derinden etkileyecek sonuçlar ile karşılaşabileceğimiz korkusu bende gün geçtikçe büyümektedir. Şehirlerden toprağı yok ettiğimiz sürece yer altından yukarıya, yukarıdan aşağıya doğru başka tehlikelerin oluşma ihtimali gün geçtikçe artmaktadır diye düşünüyorum.  
Şehirlerimizde yer altı sularını besleyebilecek toprak alanların ve parkların korunması önemlidir, şehirlerimizden ayakkabılarımızın çamur olmasını yok edeceğiz diyerek her yeri beton ile kaplamayalım!
İsmail Cem Özkan

26 Eylül 2012 Çarşamba

Yeni bir dünya kurulurken, propaganda her zaman önde olacaktır.


Yeni bir dünya kurulurken, propaganda her zaman önde olacaktır.
Nat. Geo. Adventure adlı bir kanalda, ilkel yaşamı olan bir kabileden seçilen birkaç kişinin ABD şehirlerine doğru yaptığı yolculuğun programını seyrettim. O programda kabile insanlarının modern yaşam karşısındaki tepkilerini yorumlarını dikkatlice izledim. Barış misyonunu üzerlerine alan ve bir arada yaşama kültürünü savunan ilkel kabile insanları, Amerika’daki muhteşem değişim ve ailelerin yaşamlarının onlara yansımasını anlatan programda; davranış değişikliklerini, aynı zamanda kılık kıyafet değişimlerini izledim. Yaşadıkları yer ılıman ve kılık ve kıyafetlerin birkaç ot olduğu yerden, daha karmaşık bir yerde(ABD), her bulundukları ortama göre kıyafet değiştirenler, havanın ısınsa göre giyinmelerini isteyen Amerikalıları gördüm. O kabile insanlarına ‘merhaba’ derken değiştirmişlerdi, Amerika kriterlerine uygun insanlar yapılmıştı ama onlar iç dünyaları hala geldikleri toplumun kültürünü taşıyorlardı ve her gördüklerini şaşkınlıkla ve merak içinde izliyorlardı. Belgeselde en ilgimi çeken bölümü; ilkel kültürden gelen kabile insanlarının korktuklarını hiç saklamıyor olmalarıydı.
Amerika birleşik devletleri kendilerini anlatmak için her sene ilişki içinde oldukları ülkeden bir grup insanı alıp, kendi ülkelerine konuk etmektedir. Ülkemiz insanları da bu davetlerden yararlanmakta ve Amerikan kültürü, misyonu ve gelecek toplumun nasıl olması gerektiği konusunda hayatları boyu unutmayacakları bir tecrübe ile ülkelerine geri dönmekteler. Her sene sistematik olarak tekrarlanan bir durum olduğu duyumumu yakın bir zaman içinde almıştım. Bu program ile bu duyumumun ne kadar doğru olduğunu kanıtlamaktadır.
Elbette ‘gelişmiş ülke’, kendisinden ‘daha aşağı’ ve ‘denetimi altında’ olan ülkenin insanına; kendisini anlatmak ve imajını düzeltmek konusunda çalışma yürütür. Toplum mühendisliği, o grup insanların karşılaştıkları yeni dünya kültürüne tepkileri dikkatlice incelenmekte ve o incelenme sonucunda ortaya çıkan sonuçlara göre, o ülke üzerinde yürütülecek toplum mühendisliği için veri toplama işlevini de görmektedir. Bu yönde çalışmalara Avrupa ülkeleri de değişik isimler altında yapmaktadır, davet edilen bireyler, ister bilim insanı, ister öğrenci, ister spor insanı olsun mutlaka katılmakta ve karşılaştırmalı bir kültür çalışması içinde yer almaktadır. Davet edenlerin amaçları ve hedefleri hangi yöndeyse o yönde gözlemler yapılmakta ve sonuçlar çıkarılmaktadır. Buna benzer geziye katılmışların büyük bir bölümü kendi ülkelerinde kalmakta ve anıları ile gittikleri ülkenin en iyi dostu ve hayranı olarak yaşamaktadırlar.
‘Üstün insan’ kavramının yerini çoktan ‘üstün devletler’ ve ‘üstün şirketler’ almıştır. İnsan bu şirketler ve devletler için sadece mekaniksel ve işlevi yerine getirmesi gerek istatistikteki bir rakamdır. Şirketler ve devletler ihtiyacı olan meslek dallarındaki insanları rakamsal olarak alır ve bir süzgeçten geçirerek, en verimli olanları verimliliği devam ettiği sürece kendi bünyelerinde bırakırlar, verimli olmayan ise doğal bir şeymiş gibi geldikleri ülkelere ya da bireysel yaşamları içinde kaybolmalarına izin verilir. Günümüzün en önemli değeri; çıkardır ve çıkarlar olduğu sürece değer verilir, çıkar yoksa değer de yoktur, insan da!
Yaşadığımız çağda en ileri teknoloji silah sanayisi içinde kullanılmaktadır, bu bize sürekli fısıldanır ve vurgulanır. O yüzden ordular ve düzenli birlikler vardır, onların varlık sebebi savaş değil sanki teknolojinin gelişimi için gereklidir! Yüksek teknoloji sahibi üstün devletler, kendi ürünlerini kendilerine hayran olan halkların yaşadığı ülkelere ve denetim içinde tutabilecekleri liderlerin olduğu yerlere kontrolü kendilerinde olacak şekilde teknolojiyi aktarırlar. Çıkarların yönü dostluk ve barış ortamının ne kadar uzun süre yaşayacağını belirler. Üstün devletler kendi çıkarlarını uzun zaman boyutuna yayarak, gelecek için planlar yaparlar, aşağıda olan ülkelerin beş yıllık bile kalkınma programı yoktur, günlük yaşarlar ve cari ve bütçe açığının sorunları ile uğraşmak zorundadırlar. Üstün devletler gerek gördüklerinde bölgesel planlama ile dost müttefik birlikler kurdurur ve dağıtabilirler. Bu konuda en iyi örnek, Pakistan, İran ve Türkiye arasında kurulmuş ve dağılmış birlikteliklerdir. İttifak içinde olan, birbirlerini her zaman kollayan, tarihi dostlukları hep olduğu söylenen ve tarihlerinde sınır değişimi olmayan bu üç ülke kuzey devletleri için bir ay işlevi görüyorlardı ama bu üstün devletlerin çıkarları ortadan kalktığı için tarihteki yerini almıştır. Üç ülkenin insanlarının üç dilli söyledikleri kardeşlik, barış türkülerini artık kimse anımsamamaktadır.
Amerika kendi ülkesine diğer ülkelerden insanları davet etmekte ve ailelerin içinde yaşamlarına müsaade etmektedir. Bu sayede halklar bir birini tanıdıkça bir arada yaşama kültürün var olabileceği fikri yaygınlaştırılmaktadır. Amerika’nın kuruluş felsefesine uygun bir şekilde yeni bir dünya yaratılmaktadır.
Avrupa bu felsefenin felaketlerini (!) kendi ülkelerinde yaşamakta ve göçmenlerine karşı savaş açmış konumdadır, bu sayede iyi polis, kötü polis rolü dünya insanlarına mesaj olarak verilmektedir. Avrupa kültürü içinde doğan Amerika kültürü, yeni kapitalist ilişkiler içinde tercihini bir arada yaşayarak, sermaye birikimi ve denetimi için kendi ülke sınırları içinde savaşa müsaade etmeyecek şekilde örgütlenmekte ve kendisinin imajını düzeltecek mühendislik çalışmaları içindedir. Çünkü Amerika ikinci dünya savaşından beri sürekli savaşan bir ülke konumundadır, imaj onun için önemlidir, çünkü mallarının serbest dolaşımı ve rekabet etmesi için toplum mühendisleri sürekli yeni projeler geliştirmektedirler.
Amerika; toplum mühendislik çalışmalarını gözler önünde ve açıktan yapmaktadır, saklama gereği dahi duymuyor, çünkü onlar biliyorlar ki, açıktan ve reklamı yapılan işlerin kök salması daha kolay olmaktadır. Yeni bir dünya kurulurken, propaganda her zaman önde olacaktır. Amerika propagandasını kendi medya kanalları aracılığı ile yapmaya devam etmektedir, üstelik yerel yayın yaptıkları dilerli kullanarak…
İsmail Cem Özkan