6 Ekim 2012 Cumartesi

Cadı avı…


Cadı avı…

Tarihin karanlık noktaları vardır, bu noktalar hakkında kimse konuşmaz ama o döneme ait betimlemeler dilden dile, kültürden kültüre taşınır. Her hangi bir durumda o karanlık dönemin değimi, deyişi dile gelir canlanır.
Her geçiş dönemi karanlık noktalarını yaratır ve bu noktalarda kan toprağı sular. Kanın toprağı suladığı yerde ise sermaye bikrimi ve yeni gelişmekte olan siyasi/ ekonomik tercihinin nüvelerini de içinde barındırır. Çökmekte olan bir sistemin içinde gelecek olanın tohumu uzun bir süreyi içinde alacak şekilde gelişimi için ortam hazırlar ve bu hazırlanan ortam içinde var olan ekonomik, siyasi terhin sonunu hazırlar. İmparatorluklar / krallıklar döneminin monarşi sisteminin içinde kapitalist sistemin ayak izleri küçük küçük duyulmaya başlaması ile birlikte var olan toplumsal ilişkiler ve ekonomik seyirde değişimler meydana gelmeye başlamıştır. O güne kadar hiç değişmeyecekmiş gibi giden ilişkiler biçiminde ani değişimler yerine alışa alışa değişimler yaşanırken, bir anda ne oldu da var olan alışkanlığın tam tersi bir yaşam hakim olduğunu kimse anlayamaz, yaşarken de sorgulayamaz bile. Değişim kaçınılmazdır, kimse değişimin karşısında direnememiştir.
Monarşi dönemin ekonomik / siyasi tercihlerinin yaratmış olduğu kültür içinde serfler ve sörfler vardır batı dünyası içinde. Köylüler ortaklaşa toprağı ekip biçer, ortak yaşardı. Vergilerini verir, zenginlerin yaşamlarını taklit ederek çalışmadıkları kış ayı boyunca eğlenirlerdi. Bugün dahi bu eğlencenin farklılaştırılmış halini karnaval eğlencelerinde görmeye devam ederiz. Avrupa kıtası ve onun etkisini taşıyan Amerika kıtasında ortak yaşayanların yaşamında bir değişim yaşanmaya ilk sanayi deneyimlerinin başlaması ile başlamıştır. İnsanlar topraklarından kopmaya ve fabrika gibi ortak üretim yapan çatıların altında yaşamaya başlaması bir süreç sonucunda oluşur. İlk fabrikalar var olan alışkanlıkların da değişiminin habercisidir. O güne kadar köylü kadın erkek ayrımını yaşamamıştır, ortak tarlaya gider, ortak üretir, ortak tüketirdi. Ezilen, kadın erkek ayrımına uğramazdı. Yeni ilişki içinde kadın ve erkek ayrımı gerekliydi, çünkü kadın emeği profesyonel çalışanın içinde ayrıştırılarak ücretsiz hale getirtilmesi, işveren için verimin artırılması anlamına gelmekteydi.  
Kapitalizm nüvelerini henüz oluştururken devlet kavramı ortaya çıkıyordu. Devlet sosyal yardım kasalarının olması ile oluşuyordu, çünkü o ilişkileri organize edecek ve sürekliliğini sağlayacak bir yapıya ihtiyaç duyuluyordu. Emek gücü hareketliydi, ustalaşan biri başka bir atölyeye gidip çalışabilmekte, işvereni ile soru yaşadığı an terk edebiliyordu. Bunu engelleyebilmek için devlet mekanizması sosyal yardım kasalarının oluşumu ile geliştirildi. İşçi bir sınır içinde hareket etmesine olanak tanınıyordu, emek hareketliliği verimi düşürüyor ve devamlılığı getirmekte sorunlar oluşturuyordu.
Sınırlar oluşması işte bu süreç ile ihtiyaçtan ortaya çıkmıştı. Köylüler arasında rekabeti artırmak için tarlalar arasında çitler oluşturulmuş, ortak yaşam ve birlikte üretim kavramı ağır ağır tarihin karanlık sayfalarına doğru unutulmaya bırakılıyordu. Çitlere karşı elbette direniş olacaktı, eski alışkanlığını bırakmak istemeyenler, anıları henüz taze olanlar bu değişime karşı direnmiş ve oluşturulan devlet kavramı içinde insanlar Roma hukuku içinde cezalandırılmış, yeni yasalar ve buyruklar çıkarılmıştır.
Toplum değişmeye başlamıştır. İktidar ve iktidarı elinde tutan güçler iktidarından duydukları güvenden henüz yoksundular ve iktidarı kaybetme korkusu yüzünden halka yeni döneme uygun davranış geliştirmesi için zor kullanmaktan çekinmeyecektir. İktidar için halkın parçalanması kaçınılmazdır. Bu yeni dönemde toplum parçalarına ayrılmakta kadın ile erkek arasında bir kalın çizginin oluşması kaçınılmazdı, çünkü ucuz işçilik, bireyler arasında ki ayrım ile hayata geçirilecektir. Kadın çalışma dünyasına dolaylı olarak katılacak, esas işi nüfusun artırılması için bebek üreticisi olması gerekliydi.
Ucuz işçilik ve tüketici toplum için doğum oranında artış hızlandırması gerekliydi ve doğum karşısında o güne kadar var olan tüm alışkanlıklar terk edilecekti, çünkü oluşan devletin nüfusa ihtiyacı vardı.
Kadın evinde kocasına yardım edecek, onun için çocuk yapacak, eve getirilen işte kocasına yardım edecekti. Evler fabrika için yedek parça üretilen bir atölye işlevini görecekti, üretilen parça başına erkeğe parası ödenecekti. Bu işveren için büyük bir avantaj ve diğer rekabet içinde olduğu firmalar karşısında ekonomik avantaj sağlıyordu.
Kadın bedenine devlet mekanizması müdahale etmiş, tarladan koparmış, onu evin içine hapsetmiş ve erkeğine yardımcı bir gönüllü işçi = köle konumuna getirmişti.
Devlet oluşturduğu sosyal kasalar sayesinde işçinin bir yerden bir yere seyahat etme özgürlüğünü ortadan kaldırmış, işçiyi bir fabrikaya sabitlemiştir, çünkü kaybedeceği bir birikimi vardır artık, o birikim (sosyal kasa = emekli sandığı) hasta olduğunda, zor günlerinde, yaşlılığında onun giderlerini karşılayacaktı. Düzenli olarak birikimini geri ona verecek olan devletti ve buna uygun şekilde örgütleniyordu.
O güne kadar böyle bir şey yoktu, ortak yaşam içinde yaşlılar toplumun bilgesi olarak görülmekte ve itibar edilmekteydi, yeni düzende ise yaşlılar toplum ve aile için yük kabul ediliyordu. Geliri olmayan, birikimi olmayan yaşlılar sosyal yardımlara bağımlı hale gelecek, az miktarda verilen yardımlar onlara yetmeyecekti. Yaşlılar toplum içinde dilenci konumuna getirilmiş, geçmişte toplum için işlevi bu yeni düzende yeri yoktu. Cadı kavramı ve bugün dahi cadıları canlandıran oyunlarda, filmlerde işte bu sürecin izini görmeye devam ederiz. Cadılar çirkin, toplum için zararlı ve var olan aile yaşamını parçalayan olarak gösterilir. Elinde süpürgesi, sürekli harekat halindedir, kapı kapı dolaşır, kapıdan girmediği yere pencereden giren şeytanın kandırdığı yaşlı kadınlardır… Bu bugün kullanılan tasvirdir, ama geçiş sürecinde henüz cadı avı başlamadan yaşanan tasvir?  
Yaşlılık verimsiz ve toplum için kalbur olarak görülür, eski rolü yoktur, fakat bir süre daha yaşlı kadınlar atalarından öğrendiği şifalı bilgiler ile hastalarını iyileştirmeye devam etmiştir. Onların bu gönülden yaptıkları işi gelire dönüştürmüşler ama sağlık alanında teknolojik gelişim ve modern sermaye dayalı tıbbın gelişimi ile birlikte yok edilmesi gereken sokak hayvanı olarak görülecekti ve cadı avı içinde işte bu kadınlar cadı diye ateşe atılacak ve yanarken güzel koksun diye üzerlerine parfümler sıkılacaktı.
Cadı avı için tarihin bu değişim döneminde ortam hazırlanacak ve kadın (çocuk yapamayan, çocuk istemeyen) cadı olarak gösterilecek ve hukuk içinde cezaları verilecekti. Cadılar tüm Avrupa kıtası içinde, Amerika’da farklılıklar göstermiş olsa da avlanacak ve cezalandırılacaktı. Cadı avı devletin kadın vücuduna direkt müdahalesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Bugün dahi kadına çocuk yap, şu kadar çocuk doğurmak zorundasın anlayışı o günlerin cadı avı mantığına ve birikimine sahiptir. Batı kültürü eğitiminden gelen ve batı politikaları savunanlar yeni evlenen çiftlere üç çocuk yap derken kadın vücuduna erkek egemenliğini vurgulamaktadır. Kadının adı yoktur, o çocuk yapmaya yarayan bir makinedir ve görevini yerine getirmeyenler cadı avında olduğu gibi her türden cezayı hukuk kuralları içinde kabul ettiği kabul edilir. Devletin ilk oluşumu ile kadın bedeni arasında bir ilişki vardır, devletin olduğu yerde kadının bedeni nüfus planlaması için makine işlevi görmeye devam edecektir, çünkü nüfusun fazlalığı o ülkede ucuz işçiliğin ve ulusal sermeye birikimi için gereklidir. Dünya bu nüfusu kaldırıp kaldırmayacağı önemli değildir, önemli olan kendi sermeyen uluslar arası sermeye karşısında rekabet gücünün olmasıdır.
17. yüzyılın sonunda cadı avı sonlanmış, bu sonlamanın en temel gerekçesi dönemin hakim sınıflarının iktidarlarından duydukları güvenin artmış olmasındadır. Toplum parçalanmış, geniş aile artık sorun olmaktan çıkmış, emek gücü hareket alanı daralmış, ulusal sermeye birikimi için her türden ortam hazırlanmıştır. Fransız devrimi bu sürecin resmi tarihi olacaktır, kapitalizm artık dünyaya hakim olacak, yeni ilişkisi bugün dahi devam eden yapıya kavuşacaktır. Ne zaman sermeye sahipleri ve devleti yönetenler güvenleri azalsa toplumu daha küçük parçalara ayırmak için yöntemler geliştirmeye devam ediyorlar ve her değişim döneminde kan toprağı sulamaya devam etmektedir. Devlet kan ile beslenmekte ve sorunların üstesinde savaşlar, çatışmalar ve toplumun en küçük biriminin daha da parçalanması ile sonuçlanmaktadır. Bugün yaşanan savaşların arkasında mutlaka bir cadı avı vardır.
Amerika’da yaşanan ve yakın tarihimize damgasını vuran cadı avı, komünist aydınlara yönelik soruşturmalardır. Bugün ise teröre karşı yapılan mücadele bir cadı avıdır.  Bu mücadeleler bildiğimiz gibi evrensel olarak yapılmakta ve devletin ihtiyaçlarına karşılık gelmektedir. İktidar ne zaman kendisini güvende hissederse bu avı sonlandırmaktadır.
Bugün global olarak cadı avı yapılmaktadır, terörist olarak görülenlerin hepsi hakim sınıfın gözünde cadıdır ve şeytan ile işbirliği içinde olan olarak görülmekte ve tüm dünya halklarına öyle görmeleri için baskı uygulanmaktadır.
Devlet var olduğu sürece, geçiş dönemleri karanlık noktaları olduğu dönemlerde cadı avı hep var olmuştur, biçim değiştirse de hedef değişik olsa da yöntem hep aynıdır. Hukuk kuralları içinde karanlık noktalarda hakim sınıfın hakimler kalemlerini kırmadan geri durmayacaklardır.
İsmail Cem Özkan

4 Ekim 2012 Perşembe

Türkiye Irak olabilir…


Türkiye Irak olabilir…

Savaş çığlıkları kabaran dalgaların arasında yok olurken, sessizlik henüz dünyaya hakim değilken gelecek üzerine bir öngörü yazısı yazayım dedim, çünkü geçmişin ayak izleri gelecekte neler yaşanabileceği konusunda öngörüler bize sunmaktadır.
Irak İran ile savaşa, İran devrimin hemen arkasından Amerika ve batılı müttefiklerinin kışkırtması ile başladı. Irak güçlü, arkasında Amerika ve onun çok sevimli müttefiki ülkeleri vardı. İran devrimi henüz yeni olmuş, Reagan yeni yediği tokadın acısını henüz üzerinden atmadan, İran üzerine bombalarının yağmasını arzuladı ve bu arzusunu taşeron olarak kullandığı Irak hükümetine yaptırdı. O dönemde Irak, güneşe arkasını dönmüş gölgesine bakıyordu. Saddam Hüseyin güneşin battığının henüz farkında değildi, o güneşin doğduğunu düşünüyordu. Ülkesi bu savaştan karlı çıkacak, bütün körfezin petrolüne hükmedecekti. Savaş Irak halına bereket olarak dönecekti, ulus devlet içinde kuzeyinde yer alan Kürtleri hepten yok edecekti. Savaş birkaç ayda bitmedi, uzadı… Yıllar, yılları kovaladı ve Saddam Hüseyin Amerika’nın gözünden düştü. Şımartılan çocuğa bir çeki düzen verilemesi gerekliydi, Bush çeki düzen vermek için ilk hamlesini yaptı, fakat Saddam hala güneşin ülkesinin üzerine doğacağını, Babylon bahçelerinde asmalar üzüm vereceğine inanıyordu. Ne üzüm oldu ne de başka şey, Irak, oğul Bush döneminde çalıya takıldı ve çölde çalının oluşturmuş olduğu bir fırtına ile kendisini bir anda darağacında buldu. Amerika’nın çöllerinde eğitimli askerler, çölde doğup büyüyen Arap kültürü bir anda Amerikan güdümü altına bölünerek girdi. Kuzey, güney derken Saddam’ın yandaşları ortada azınlık olarak kaldılar. Bugün o azınlığın temsilcisi ülkemizde “konuk” ediliyor.
Ülkemizin politikasına yön vermeye çalışanlar ise güneşe sırtını dönmüşler gölgelerine bakıyorlar. Gölgelerinin kudreti karşısında çöl aslanı gibi komşuları ile sıfır sorunlarını savaş konumuna kadar çıkardılar, kim için? Elbette büyük Ortadoğu projesinin eş başkanı ve strateji ortağı olarak kendimizden önce ortaklarımızı düşündük, onların çıkarları bizim çıkarlarımızdan üstün tuttuk. Devletler hukuku içinde dostluk olmaz, çıkarlar ilişkileri belirler. Bu gerçek karşısında biz çıkardan önce dostluğa önem verdik. Dostlarımız bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır, ne de olsa NATO üyesiyiz, bizim gölgemizin büyük gözükmesinin arkasında bu üyelik yatmaktadır. Fakat, Kıbrıs savaşını gözden kaçırırız, o dönemde uygulanan ambargo ve kaybettiklerimiz görünmez gözümüze. Bizim büyük hedeflerimiz var, elbette geçmişte kalan şeyler küçüktür ve büyük hedefler yanında sönük kalır, gözükmez!
Büyük hedefleri, misyonu olan bir ülke yaratmışken Ortadoğu’nun yaramaz çocuğu Suriye’ye çeki düzen vermek bizim işimizdir. Çağdaş görünümlü, Arap dünyasının eğlence sektörünün eleman sıkıntısını ortadan kaldıran, İsrail için hep baş ağrısı olmuş olan bir ülke. İsrail’in güvenliği için Suriye değişmesi gereklidir, çünkü İsrail hiçbir zaman kendisini güvende hissetmemektedir. Ürdün gibi uysal, Mısır gibi anlayışlı bir ülke olması için Suriye ekonomisi, askeri gücü ve iktidarı Amerika güdümünde olmalıdır. Amerika’nın tam olarak kontrol edemediği ülke her zaman potansiyel tehlikedir, sürekli tetikte olan bir ülke, politik planları rahat uygulanmasını engellemektedir.
Amerika enerji sorunu yaşamamak için uzun vadeli olarak politikalar geliştirmekte ve bu politikalara uygun uydu devletçiklerine taşeron olarak işlerini yaptırmaktadır. Suudi dünyası Amerikan propaganda sözleri ile çelişiyor olsa dahi bugün için Suudilere Arap baharının ulaşması söz konusu değildir, onun yerine iktidarlarını daha katı ve otoriter olması içinde yardım etmektedir. Çöl topraklarında bahar çiçeği fazla yaşayamaz ama Amerika çöllerinde denenmiş projeler hayat bulabilir.
Suriye Ortadoğu’nun kilit ülkesi konumundadır, Amerika ve müttefikleri enerji yolu üzerinde kontrol dışı hiçbir ülkenin olmasını istememektedir. Suriye sonrası savaşılacak ülke şimdiden bellidir, o ülkeye yapılacak seferi taşeron ülkelere değil, bizzat kendileri yaparak büyük zafer kazanmış gibi dünya halklarına ne kadar büyük olduklarını göstereceklerdir.
Suriye savaşı ülkemize yokluk olarak dönecektir, çünkü Suriye ile herhangi bir çarpışmada İran’dan aldığımız doğal gaz artık rüyamızda dahi göremeyiz, çünkü savaşın ekonomik boyutu içinde İran bu silahını kullanacaktır. Doğal gaz olmadığında ülkemizde elektrik doğal olarak olmayacaktır, çünkü doğalgaz ile çalışan santrallere bağımlıyız. Güneş, rüzgar enerjilerini hep küçümsediğimiz için (!) yaygınlaşmasına izin vermedik… Aslında nükleer santral yapmak için doğal gaza bağımlı yapıldık, politik bir argüman olarak enerji fakiri ülkesi gibi gözükerek, nükleer teknolojiyi ülkemize almak istiyoruz. Köylü kurnazlığımızı bütün dünya bilmektedir, çünkü daha önce bu aşamadan geçmişler. Bizim gibi geçmişini hemen unutan ülkeler yok etrafımızda… Enerjinin olmadığı ülkede var olan cari, bütçe açıklarının daha büyümesi anlamına gelir ki, ülke ekonomisi için yeni bir Kemal Derviş’in atanması kaçınılmaz olur.
Ülkenin ekonomisi bu iktidar döneminde iyi gidiyor masalı ile halk kandırılmıştır. Ülke aslında memurunun maaşını ödeyemeyecek konuma geliyor olması, ÖTV’lerde yapılan dolaylı bütçe vergileri kendisini göstermektedir. Bir malda ÖTV gibi vergi artırılıyorsa, o ülkede karaborsa teşvik ediliyor demektir. Karaborsa ise askeri ve polisiye tedbirleri ile ortadan kalkmaz, bunu 12 Eylül öncesi yaşayan hükümetlerin politikasında gördük. Dışarıdan aldığın mal, ülke içinde satılandan ucuz olduğu sürece üretim olmaz, tüketim artar. Ülke gümrüklerine hangi tedbiri koyarsan koy, ucuz mal ülkeye girer ve karaborsada tüketilir. Bu da kontrol edilemeyen bir bütçeyi ortaya çıkarır ki, bu ülkenin ekonomisinin siyasi sonucu ağır olur.
Suriye ile yaşanabilecek bir savaş bizi Saddam Irak’ına dönderebilir. Ekonomisi zayıf olan bir ülkenin savaşta başarı kazanması mümkün değildir, kazanılan küçük zaferler sadece iç politikaya politik propaganda işlevi görür ama kayıp uzun vadede büyüktür. Kıbrıs Barış Harekatı adı verilen savaş buna en iyi örnektir. Kıbrıs fatihi ülkeyi 12 Eylül rejimine sürüklenmesine engel olamadı. Yaşanabilecek herhangi bir savaş ülke iç dinamiklerinin Irak gibi cephelere ayrılması kaçınılmaz olarak önümüzde durmaktadır. AKP iktidarı iktidarının ömrünü cepheleşme üzerine kurmuş ve bunda başarıya ulaşmıştır, fakat bir savaş ile bu başarı kendi sonu ile ülkenin Iraklaşma konumuna doğru kaymasını getirebilir.
Türkiye Ortadoğu ülkesi oldu ve bu durum kaçınılmaz olarak çatışmaları, iç savaş için zemin hazırlamaktadır ve o zemin içinde çöl kumu üzerinde politika yapar gibi sürekli ve anlık müttefik değiştiren ülke olabiliriz. Ortadoğu ülkeleri bu duruma alışıktır, Türkiye bu yeni duruma uyum sağlaması çok zordur ve komşularını henüz tanımıyor.
Başkalarının çöplüğünde öten horozun sesi uzun olmaz! En iyi müttefik bile senin mezbahaneye giderken arkandan bakmaz, boşattığın yere kendi köşkünü taşır.
Suriye ile savaşa hayır demek Amerikan politikalarına hayır demek anlamına gelir. Bırakın Amerikan politikasını aç kalmamak için, çocuklarımız ölmemesi için hayır sesini daha da yükseltelim. Savaş yıkım demektir ve bu yıkımda her kes alta yer alabilir, kimse beni kurşun görmez demesin, çünkü savaşta kurşun insan ayrımı yapmaz, bunu en yakın tarihte Bosna Hersek savaşında gördük. Savaşlara hayır, emperyalist savaşa iki katı yükseklikte haykıralım, HAYIR!
İsmail Cem Özkan

3 Ekim 2012 Çarşamba

Hayvandan şahit olur mu?


Hayvandan şahit olur mu?

İnsanlık tarihi içinde, insanlar gibi akıllı ve şahitliği kabul edilen bir hayvan gördünüz mü? Şimdiki bakış açınız içinde bunun olamayacağını düşünebilirsiniz, hatta bıyık altı bir gülümseme ile yok daha neler dediğinizi duyar gibiyim. Avrupa kıtasında 16. yüzyılın sonuna kadar hayvanların insanlar gibi duygusu olduğu ve kendi dilleri olduğuna inanılır ve mahkemelerde şahitlik yapılmasına izin verilirdi, ta ki Descartes bu durumu tersine döndürene kadar.
1845 yılında Fransa’da son hayvan davası gerçekleşti. O çağda geçerli hukuk kuralları içinde suçlular; tanıkların yeminiyle aklanması varmış. Hayvanların şahitliği mahkemede kabul edildiğine göre, bu kural uygulamış ve idam istenen sanık kedisinin ve horozunun şahitliği ile serbest bırakılmış.
Afrika üzerinden gelen çekirgeler tarlaları talan ettiği dönemde ise (1565, Arles) şehrin vatandaşları mahkemeye başvuruyor ve çekirgelerin şehirlerinden sürülmesini istemişler.
(Kaynak: Silvia Federici, Caliban ve Cadı, s: 228)
Descartes ise; hayvanların acı çekmediği, duygularının olmadığı, dillerinin aslında bizim uydurduğumuz şeyler olduğunu ileri sürmüş, yani var olan tüm anlayışı tersine döndermiş... O günden sonra hayvanlara yapılan her türden işkence doğal karşılanır olmuş… Bugün hayvan hakları kavramını savunanlar Descartes’in ter yüz ettiği anlayış ile yüzleşiyorlar bir anlamda.
Hayvan hakları konusu genelde sonbaharda gündeme gelir, bu tesadüfi değildir, çünkü hayvan severlerin büyük bir bölümü tatillerden yaşadıkları şehirlere dönmüş oluyorlar.
Tatile gitmeden evde baktıkları hayvanların bakım ücretinin pahalı olduğunu gören bir takım hayvan sever, hayvanın yeri sokaklardır, doğadır diyerek ev hayvanını sokaklara bırakır. Yaz ayı boyunca sokakta yaşayan hayvan sayısı şehirlerde istatistiki biraz artmış olduğunu düşünüyorum. (en azından benim doğal gözlemim, yaşadığım mahallede yaz ayı boyunca sokakta kedi, köpek sayınsı arttığını, çöplerin kenarlarında ekmek arayışı içinde olduklarını görürüm, kağıt toplayıcı emekçilere çöpümü paylaşmam diyerek havladıklarını ve o çöplerden kağıt toplayanlara “hop kardeşim burası benim çöplüğüm” dediklerini duyar gibi olurum.)
Bahar sonu yaz başlarında sokaklara bıraktıkları canlılara sözde sahip çıkanlar, eve döndüklerinde yeni bir hayvanı yuvalardan gidip parası ile alıyorlar… (Her sene evinin iç mimarisini değiştirenler, evin yeni renklerine uygun hayvan aldıklarını duydum! Her şey estetik için…) Elbette alınan hayvanın sağlık karnesi vardır, aşıları tam mı filan diyerek… Hijyen (sağlığa uygun temizlik) önemlidir…
“Sağlıklı olmak için hayvan sıcağı ile çocuklarınızı büyütün, yalnızlar evlerinde bir canlı yetiştirerek çağın hastalığı panik atak hastalığından ve yalnızlığın oluşturduğu hastalıklardan kurtulabilinir.”  gibi cümleleri değişik yerlerde duyabilirsiniz, doktorunuz programları, hayvan dostu olanların açıklamasında buna benzer cümleler duymak, bilinç alımıza gönderilmiş mesajlardır. Doğadan kopmuş şehir insanı için doğa ile ilişki kurmak için araçtır, hayvanlar, ev bitkileri… Hayvanlar ve bitkiler birer sanayi ürünü olarak görülmeye başlandığı için genetiği ile oynanarak çeşitlendirmekte ve en çok kar getirecek seviyeye çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bu genetiği ile oynanmış canlıların pazarlanması için bir PR konusuna girer, onu da çok iyi yapan profesyoneller vardır.
Günümüzde hayvan dostluğu ve sahiplenmesi konusu kar konusu içinde yer almaktadır. Paranın hareket ettiği alanda verimli olacağına inanılan şeyler bir anda metaya dönüşebilir. Hayvan hakları vb konusu işte bu meta dönüşümü içinde değerlendirildiğinde bazı hayvanların haklarının daha fazla olduğu ortaya çıkar.
Madem hayvan hakları mücadelesi yapılıyor, neden bazı hayvanların hakları daha öne çıkarken, bazı hayvanların soykırımına gidecek kimyasallar ile müdahale ediliyor?
Hayvan hakkı kavramı bizim hayvan dostlarımız için evcil hayvanların hakkı olarak algılanmaktadır ve en iyi hayvan hakkı savunucuları avcılar olur!
Dereler birer birer baraj haline dönüştürülüp, ondan elektrik üretmek için borular ile yataklarından uzaklaştırılıyorlar, barajlar göçmen kuşların yollarını kaybetmesine sebep oluyor, o HES barajlarına karşı nedense bu hayvan dostlarını pek göremeyiz, çünkü o hayvanların yollarını kaybetmesi şehir yaşamı içinde göremeyiz. Aynı şekilde her bayramda, eğlencede havaifişek atmayı gelenek haline getiren hayvan dostları, o fişeklerin korkuttuğu ve ölümlerine sebep olduğu kuşları göremezler…
Şehrin beton yaşamı, kurutulmuş bataklıklar ile yok olan ekolojik dengeyi hissetmeyiz bile… Tatilini yaptığımız sahillere bize uygun şekilde biçimlendirir ve temizlerken yok edilen yaşamı pek düşünmeyiz.
Uydurulan hastalıklar ile mücadele etme adına hayvan besleriz, hayvanların yalnızlığımızı yok etmesi için bir metaya dönüşmesi, alınıp satılması, işlevi bitince gözden uzakta olması önemlidir.
Şehirlerin sokaklarının temizlenmesi mantığı ile bizim yaşama bakış açımız arasında büyük fark yoktur, sadece elimizdeki hayvanın göz göre göre yok edilmesi vicdanları rahatsız ediyor.
Hayvan dostlarının büyük bir bölümü vicdan rahatlatmak için meydanları doldurdu, en azından vicdanı henüz yaşıyor demektir, umut verici bir durumdur. Fakat moda olsun, öyle gözükmek için dost olanların oluşturmuş oldukları dernekler, cemaatler genelde hayvan dostu olmaktan çok hayvanları meta olarak görme eğilimindedir, verimli olan (kar getiren) hayvanların yaşamı ve kalitesinin yükselmesi için mücadele ederler…
Günümüzde hayvanlar mahkemelerde insanlar gibi hakları olsaydı ve dava açmaları gerekseydi, acaba insanları hangi suç ile suçlarlardı?
İsmail Cem Özkan
Not: yazı içinde geçen havya dostları, dost gibi görünenlerdir, gerçek hayvan ve doğa dostları avcı ve işletmeci gibi bakmaz dünyaya…