20 Ekim 2012 Cumartesi

Kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde ifade özgürlüğü yok...


Kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde ifade özgürlüğü yok...

Bir varmış,  bir yokmuş diye başlar söze eskiler… Bizim sözümüzde bir de var, bir de yok! Doğrudan, kıvırmadan açıkça ifade edeyim, bu ülkede ifade özgürlüğü yok. İfade özgürlüğü olsaydı, bugün farklı doğruların varlığı kabul edilir, zengin tartışmalara şahitlik ederdik. Medya önünde, kamuoyu önünde yapılan tartışma programları olarak sunulan şeyler, aslında tartışma programının ne olduğunu unuttuğumuz için bize öyle geliyor. Programın adı tartışma programı olduğu için, hah diyoruz işte bu tartışma programı. Tartışma olabilmesi için farklı doğruların olması gerekmez mi, kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde tek doğru dışında doğru olmaz desturu geçerlidir ve o yüzden tek doğrunun olduğu yerde monologlar bile tartışma sanılır.
Kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde aslında iktidar tektir ama ana ve yavru muhalefet varmış gibi davranılır. Davranılır diyorum, çünkü iktidarın tek doğrusu onlarında doğrusudur, arada itiraz eder gibi yaparlar ama iktidar ne derse o olur. İktidarın doğrusu ülkenin doğrusudur.
Bir partide genel başkan dışında kimse görüş belirtemez, belirtmeye kalkınca parti ilkelerine, tüzüğüne ve büzüğüne aykırı davrandı derler ve milletvekili adaylığı sırasında aday olamazlar. Onu göze almayacakları içinde kimse genel başkan ve onun belirlediği kişilerin dışında birinin konuştuğu pek gözükmez, gözükemez. Ama, bir kaset olayı ile başkan olanlar, okyanus ötesinden şampanya içme meraklısı olanların atadığı birileri ülkede başbakan ya da parti başkanı olursa, koltuğa oturur oturmaz yılların suskunluğunu gevmezliğe bırakır, bildiği bilmediği her konuda iktidardaki başkanın sözlerini merkezine oturtup görüş belirtir. İktidardaki 18 derse, o 21 diyecektir. Aradaki en büyük ayrılık bu kadardır. Duruşu, bakışı tek doğru üzerine konumlanmıştır.
Bir de politikacı dışında sıradan vatandaşlar olarak bizler varız ki, bizlerin duruşları tek doğrunun dışında olma ihtimali dahi yoktur, çünkü toplum mühendisleri okulda, kışlada, camide gerekli biçim veriyorlar, sonra topluma bırakıyorlar. Bizim ne olacağımıza bizim dışımızda birileri karar veriyor, ona da kader diyoruz. Kader gereği mesleğimizi seçemiyoruz, kader gereği kazandığımız üniversiteden diploma alıyoruz, kader gereği o meslekten (eğer iş bulmuşsak) emekli oluyoruz. Emekli olunca bir sürü planlarımız olur ama emekli maaşı için banka önünde sıraya girdiğimizde bütün hayallerimiz uçar. Kısaca kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde sisteme en uygun vatandaşlarız, ensemize vurun alın ekmeğimizi elimizden, elimizde ekmek yoksa mideden de alınır!
Gazeteciler, bilim insanları, parası olup da “kıro” olanlar kendilerini ifade etme şansına sahiptirler ama onları da bağlayan parasal ilişkilerdir. Eğer ifade ederlerse var olan düzenleri bozulur ve bir düzene girsin diye yıllardır uğraştıkları ilişkileri bir anda kaybediledebilinir, hatta ülke dışında sürgün hayatına bile gidebilirler, yeter ki iktidar ile çelişme, çelişirsen atadığı hakimi, atadığı savcısı öyle bir iddianame hazırlar ki, kırk akıllı gelse o iddianın iddia olduğunu kanıtlayamaz. Sonuçta toplumda ilişkiler çıkarlar üzerine kuruludur ve çıkarlar ifadeyi de belirler.  
Kendisini ifade etme yeteneğine sahip olanlarda; işverenin gözüne bakıyor, ifade etse işvereni zarar görecek, dolayısı ile kendisi kapı önünde kimliğinin geçersizliğini görecek ve kapıdan kontrollü şekilde giremeyecek, misafir olarak girip odasını toplayabilecek ancak... Şimdi buna benzer durumları yıllardır yaşıyoruz, ama biri gidip yurtdışında bir toplantıda açıklasa, ülkede ifade özgürlüğü yok, ülke içindekiler, ikitdara muhalif olduğunu söyleyenler hemen paylaşır, ülkemizde ifade özgürlüğü yok diyerek… bu durumda kendileri söylemdikleri içinde ceza alma durumu da yok, homurdanmanın başka boyutu, homudan ve başkalarının sözünü paylaş ama riske girme, görüş belirtme!
Şimdi sormak gerek, kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde ne zaman kişilerin ifade özgürlüğü oldu? Sözü dolandırmadan bağlayayım, kendisini ifade edemeyenlerin ülkesinde sansür / otosansür hep vardır!
İsmail Cem Özkan

18 Ekim 2012 Perşembe

Türkiye solu ne çektiyse profesyonellerden çekti!


Türkiye solu ne çektiyse profesyonellerden çekti!

Sol yaşam biçimi gönül işi ile yapılır, daha çok dayanışma üzerine kuruludur ve dayanışma gönüllü olursa bir anlamı olur. Şimdilerde unutturulan imece ruhu sol içinde yaşamaya devam eder.
Profesyonel kavramını kısaca tanımlayalım; Profesyonel; para karşılığında çalışandır ama tanımı bu yazı için yeterli değildir, o yüzden profesyonel kavramını bu yazıda kullanacağım anlamı kazandırmak için biraz daha açmak gerekledir. Profesyonel; duygularının davranışlarına yansımasına engel olabilen, ruh hali ne olursa olsun işini düzgün bir şekilde yapabilen kişiyi tanımlamakta kullanabileceğimiz kelimedir.
Profesyonel kişiler çıkarları için para verenin dünya görüşüne, duruşuna bakmaz, gider yanında para karşılığında çalışır. Ayağına bir taş değdiğinde ise o patronun dünya görüşü önem kazanır ve denir ki, “o beni görüşlerimden ve tercihlerimden dolayı işten attı.”
Konumuzu daha dar bir alandan yürütmek amacı ile öğretim üyelerini seçelim, ama profesyonellik kavramı elbette bu seçilen ‘meslek’ grubu ile sınırlı değildir, her meslek için genişletilebilinir.
Üniversitelerin önemli kesimi vakıf ve özel şirketlerin kurmuş olduğu hukuk kurallarına uygun yerlerdir. O üniversitelerin önemli bir kesimi iktidara yakın ve iktidarın politik tercihleri yönünde şekil değiştirebilen yapılardır. Çünkü iktidar elinde bulundurduğu güç ile istediği kuruma çeki düzen verebilecek bir çok kurumun ipini elinde tutmaktadır. Özerk yapısı olmayan kurumların kararları iktidarın hedeflerine uygun olması şaşırtıcı değildir.
Para verenlerin dünya görüşleri ve duruşları politik iktidar ile paralel olduğunda öğretim üyesi de işini rahat ve sorunsuz yapmak adına küçük tavizler verir. Kişi bencildir ve işini kaybetmemek için özveri göstermesi gerekiyorsa gösterecektir. İşten ayrılan değil, işte uzun süre kalan olmak istemektedir.  
Profesyonel yaşama alışan ve olaylara profesyonelce yaklaşan biri politik tercihini ve özel yaşamını gözlerden uzak tutmaya özen gösterir.  Elbette serbest alanda yapacakları bu özel tercihlerin belirlediği sınırlar içinde her daim dikkatli ve özenli bir yaşam sürer. Profesyonel kişi; işine duygularının davranışlarına yansımasına engel olabilen, ruh hali ne olursa olsun işini düzgün bir şekilde yapabilendir.
“Yetmez ama evet” kavramı işte bu profesyoneller tarafından iktidar yanında olurken, iktidardan uzaktaymış gibi göstermek için geliştirilmiş bir söylem biçimidir. İktidar dağılma sürecine girdiğinde, bu ‘yetmez ama evet’ diyerek destek verenler “biz söylemiştik, iktidar bizim dediğimizi yapmadı, eksik yaptı” ya da “bizi kandırdı, aksi halde biz nasıl desteklerdik” diyerek geçmiş yaşamlarına dönmek için bir vicdan rahatlama aracı olarak kullanılabilecek ortada bir sözcüktür.
Profesyonel kişi, bulunduğu yere göre renk değiştirme yeteneği olan kişidir. O bulunduğu kurum ve zemine göre konuşma sesini, rengini değiştirebilir. Uzun süre o ortamda yer aldığında oranın rengi,  kültürüne bürünebilir, geçmişte ne savunduğu, ne yaşadığı önemli değildir. Profesyonelleri asimile etmek o yüzden çok kolaydır, ancak ölüm döşeğinde unuttuğu dili anımsayabilir.
Türkiye solu, profesyonel bakışın liberal ekonomi ile toplumun her kademesine yayılmasıyla birlikte; 12 Eylül tanklarının yıkıntısının arkasından solcu öğretim üyeleri aç kalmamak için, yapacağı başka işi olmadığı için profesyonel anlayışı çabuk benimsemişlerdir. Patronlarını seçmeden gelirleri ve kişisel yaşam kalitelerinin yüksek tutması için iktidara yakın konumda olan kurumlara koşullanmaları ile kan kayıbı hızlanmıştır.  (sol içinde dönek sayısı ile profesyonel kavramın modern yorumu arasında bir bağ kurabilirsiniz)
Elbette her insan yaşadığımız dönemde çalışmak zorunda, patronu ve patronun tercihlerini seçemez. Her çalışma alanı aynı zamanda işçiler için bir direniş mevzisi olarak görülebilinir. İşyerlerinde örgütlenmek ve orada patronun hakimiyetini yok ederek sınıfsız topluma ulaşama hedefi içinde örgütlenen devrimci olan işçiler var olacaktır. İşçiler her yerde, para sahibinin kimliğine, duygusuna ve düşüncesine bakmaz, girer ve orada örgütlenir. Profesyonel olan ise, iş yerine girer ve iş yerinin ruhuna uygun tavır alan ve patronun beklentilerini karşılamak için var gücü ile çalışır.
Toplum önünde sol söylemi ucube göstermek için patronuna şirin gözükmek isteyen profesyoneller bulundukları zeminden sola karşı saldırı oklarını aldıkları maaşlarına uygun şekilde fırlatmışlardır. Tarih çöpe gitmiştir, Marks yok olmuştur, yaşasın yeni dünya global düzeni diyerek nara atmışlardır ve global üniversitelerde bir kürsü kapmak için bilgilerine bilgi katmak için her türden seminerlerde gözükmüşlerdir. Duvarlarında aldıkları diplomalar, seminer başarı belgeleri ile ekranlara çıkıp nostaljik olarak solcu olduklarını ama yaşamın gerekleri savunmadan geri durmamışlardır. Piyano eşliğinde cin bardaklarının tıkırtısı İstanbul boğazında duyulması şaşırtıcı değildir. Çocuklarını iktidarın nimetinden yararlandırmak için her türden ilişkiyi kullanmışlardır. Solcu olanların çok olduğu toplantılara katılıp eski solcu günlerinden dem vurmak ve ölen devrimciler ile hatıralarını nasıl bir çıkar için kullanacaklarını artık bilinç altından kullanmayı da ihmal etmemişlerdir. Profesyonel yaşam biçimi olarak kabul edenler her olanağı kurnazca kullanabilendir…
Türkiye solu işte bu profesyonellerin etkisi ile daha da daralmış, ağızları iyi laf yapan, güzel görüntü verebilenlerin profesyonellerin medyatik saldırısı karşısında sessizden tepki vermişler, duygusal olarak hissedilen tepkiler olmasına rağmen, profesyonel olanların etkisi henüz sol içinde yok olmamıştır.
Bugün askere karşı sert söylem geliştirenlerin gerçek niyetleri ortada olmasına rağmen hala onları solcu olarak görebilen saf solcuların olması tesadüfi değildir. Sol bu profesyonel liberal solcular arasında kalın bir çizgi çekemediği sürece, Lenin belirttiği sol hastalıktan kurtulamayacaktır. Sol; geçmişi, sola küfredenleri asla unutmaması gereklidir, çünkü sol dışına düşmüş olanların yine sol içine girip hastalığını bulaştırma tehlikesi hep vardır.
İsmail Cem Özkan

14 Ekim 2012 Pazar

İmza vermiyorum!


İmza vermiyorum!
İmza kampanyalarına uzun süreden beri katılmıyorum, çünkü imzamı sunacağım karşımda muhatap bir kurumun olduğuna inanmıyorum. Olayı kısaca örnekleyerek anlatmaya çalışayım; şimdi size tokat atan adama karşı imza topluyorsunuz ve tokat atan adama imza veriyorsunuz...
İmza ne için verilir? Tokat atan adama karşı yaptırım uygulansın diye verilir, o adam tokat attı ve sen devlet olarak güçsüzden yana tavır al diye dilek belirtilir... Şimdi tokat atan adama topladığın imzayı vermek demek, ben seni durduracak gücüm yok, bana ve benim gibilere lütfen acı demek gibi geliyor...
İmza verenlerde mazlum rolü oynamış oluyor, çünkü mazlumun halinden ancak öteki mazlum anlar...
Şimdi soru şu, tokat atan adama karşı imza mı vermek gerek, yoksa mücadele edip gücünü artırmak mı gerek? Eğer ortada bir kurum yoksa...
Şimdi devlet kurumu güçlüden yana tavır alan, güçlüyü kollayan bir konumda olduğuna göre, pek fazla seçenek kalmış gibi gözükmüyor... O yüzden ben imza kampanyaları anlamsız ve gereksiz görüyorum...
Güçsüzden yana, sınıflar arası denge konu mu gözetilsin diye oluşturulan kurumlar günümüzde yok edilmiştir...
Bağımsız, özerk, kendi ideolojisi olan bir devlet yapısı olmayan yerde imza kampanyaları vicdan rahatlatmadan başka işe yarar mı????
Bütün bunların üstüne hiç bir geçerliliği olmayan sanal imza kampanya yapan siteler var... Üzerine konuyu yaz, altına imza atacakların mail adresini topla ve eee sonra ne oluyor?
Hadi orada milyonlarca imza topladınız baskı grubu kurma özelliği var mı?
Kişilerin kendisini kandırmasına itirazım yok ama başkalarını ve iyi niyetlerini ve de enerjilerini boş işler ile harcanmasına itirazım var...
İmza kampanyalarının yerine başka yöntemler bulunmalı, masa kurup gelen geçenden hadi imza ver demek ile bir şey olmadığını son 30 yılda yapılan tüm imza kampanyalarının sonunda gördük, o imzalar yerine gitmiştir, yerinde de çöpe...
Emeklerinizi çöpe atmayın, mücadele meydanında yöntemler tükenmemiştir… Biraz daha yaratıcı düşünüldüğünde tokat atan adamın karşısına ondan daha güçlü bir ses, yürek ve vücut ile durabiliriz. O yaratıcılığı yaratacak kadar hayal dünyamız geniş, ütopyalarımız ulaşılmaz değildir.
Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.”
der Nazım Hikmet ama burada istenen imza günümüzde anlamını ve içeriğini boşaltılmış imza değildir. Güçler dengesi vardır ve güçler içinde kime sunacağını bilmektedir. Muhatap olunacak bir yeri vardır.
İsmail Cem Özkan