13 Aralık 2012 Perşembe

Çağdaşlık ‘ötekine’ göre toplumu düzenlemektir.


Çağdaşlık ‘ötekine’ göre toplumu düzenlemektir.

Yaşam hep birileri normaldir ve başına hiçbir şey gelmeyecekmiş gibi yaşar. Yaşamı ve toplum yaşamını belirleyenler genelde kendi ihtiyaçlarına göre planlar ve o planları uygulamak için kendilerine verilmiş gücü kullanırlar. Gücü elinde bulunduranlar genelde sağlıklı bireylerdir ve başlarına hiçbir şey gelmeyecekmiş ve sonsuza kadar yaşayacakmış gibi yaşarlar. Güç ellerinde olduğu sürece tüm aldıkları kararın kendilerine göre haklı ve bu haklı karalara yapılan itirazları anlamsız görürler.
Gücü elinde bulunduranlar ellerindeki gücü kullanımlarına göre topluma yön ve biçim vermek için uğraşırlar.
Geri kalmış toplumlar, çağdaş olan devletleri taklit ederler ama taklit ederken o ülkelerin gelişim sürecini ve yaşadıklarını bilmeden, gördükleri ileri unsurları kabul eder ve ona göre toplumu biçimlendirmek için uğraşılar.
Geri kalmış ülkelerin genelde söylemi medeni topluma ulaşmak hedefi vardır. Bu hedefleri yönünde toplum dokusunu bilmeden ya da görmezden gelerek topluma çağ atlatmak için uğraşırlar. Elbette geri kalmış ülkelerin liderlerinin konumunu ve ihtiyaçlarını çağdaş ülkelerin liderleri ihtiyaçlarına göre yönlendirebilir. Güç kimdeyse, o gücün verdiği kararları tüm toplumlara uygulatabiliyor, bu durumun teorisi global dünya politikaları doktrinleri içinde yerini alıyor.
Muasır medeniyetler için kurulan cumhuriyetimiz, bu geri kalmış ülkelerin kaderlerini bir aşağı bir yukarı yaşamıştır. Zaman zaman çağdaş ülkelerin isteği üzerine sistemimize çeki düzen veren muhtıralar, darbeler gerçekleştirilmiştir. Bizim gibi geri kalmış ülkelerin en güçlü denetleyici ve yönlendiricisi ordu ve silahlı güçlerdir. Zaman zaman onların güçleri yok oluyormuş gibi ya da çok zayıflamış gibi dursa da her zaman silahlı güçler en önemli güç olarak yerini korur ama hedefi ve emri alacağı konumunda düzenlemeler yapılabilinir. Bu düzenleme dünya ekonomisinin ihtiyaçları ve siyasi hedefleri yönünde belirlenir.
Geri kalmış ülkelerin ortak özelliği yaşamın içinde gözler önündedir ama pek görmek istenmez, çünkü güç sahiplerine göre ötekiler; görünmez, yaşamaz ve bilinmezdir. Geri kalmış ülkelerde toplum düzeni, şehirleşme, yolların düzeni toplum içinde görünmeyenlere göre yapılmaz, çünkü onlar zaten toplum içinde değil, dört duvar içinde camdan dışarıya bakanlardır. Camdan dışarıya bakmayıp toplum içinde gezenlerinde maddi durumu yerindedir ve o yerinde olduğu için diğerlerine göre küçükte olsa avantajlıdır.
Kimdir bu ötekiler? Kültürel ve dini inançları, dilleri yönünden ötekiler dışında ve her toplumsal katmanı içinde alan ötekilerde vardır. Bunlar her toplumda vardırlar. Her toplumun içinde (Nazi Almanya’sında dahi vardıydılar, Hitler bile onları yok edemedi, çünkü savaş onlardan binlercesini yaratmıştı.) bir ya da birden fazla uzvu olmayan insanlardır. Bunların içinde her dinden, her kültürden, her dili konuşanlardan da vardır. Onları toplum içinde öteki yapan, dışlayan dış görünümleri ve uzuvlarıdır. Hangi topluma giderseniz gidin bu ötekiler ile karşılaşırsınız ve o ötekilere gösterilen ilgi toplumların çağdaşlık ölçüsüdür.
Medeni toplumlar yaşadıkları şehirleri, kurdukları binaları, ilişkiler, hitapları bu ötekiler üzerine kurulmuştur. Okuma yazamayan insanlar için şekiller / grafikler ile anlatmak, yürüme engellisi için tekerlikli sandalyenin geçebileceği yollar ve kaldırım düzeni. Körler için ses düzeni, onların şehirde çok rahat gezmelerini kolaylaştıracak yol arkadaşları. Zihin engelliler için eğitim ve bakım evlerinin olması ve onlara yardım edecek görevlilerin yetiştirilmesi ve onlar ile birlikte yaşayanlara onların ihtiyaçları karşısında nasıl davranacağını anlatan broşürler ve kurslar…
Bir çok insan ayaksız yaşıyor bu dünyada ama bizim ülkemizde ayaksız olmak demek ne olduğunu uzvunu kaybedenler çok iyi bilir, zorunlu ev hapsi gibidir. Ne yolu yol, ne kaldırımı kaldırım ne de yolu kullanan şoförü şoför, ne kaldırımda veya karşıdan karşıya koşarak geçen insan çevresine dikkat ediyor... Kısaca hayat onlar için zor, daha zorunu beceren bir kültüre sahibiz... Her şeyi sağlam insana göre planlayan ve yapan bir absürt sistemimiz var ve o yüzden bizler hiç bir zaman çağdaş bir toplum olamadık, olmak içinde henüz bir çabamız yok...
İsmail Cem Özkan

İki tekerlekli dünya


İki tekerlekli dünya

Masallar bir varmış, bir yokmuş diye başlar. Benim bisiklet maceramda bugünden geçmişe baktığımda bir varmış, bir yokmuş olarak görüyorum.
Babam öğretmendi, o köy bizim, bu köy sizin diyerek gezerdik. Eskiden sürgün giden öğretmenler vardı, bir de öğretmenin arkasından sürgün gidenler. Belki gönüllü, belki zorunlu ama sürekli kasaba, köy değiştirerek yaşama uyum sağlamaya çalışan bir ailenin ferdiydim. Bugünden o günlere baktığımda; bu göçmenlik halinin sonucu olarak bizlerde aidat duygunsu ortadan kaldırdığına inanıyorum. Bir çok çocuğun ait olduğu yerler ve anıları vardır, benim birden çok yerlerim ve anılarım mevcuttur. Çocukluktan bugüne kalan bir arkadaş ismi anımsamam ama bir bisikletimin var olduğunu hep anımsarım.
Bir bisikletim ne zaman oldu, ne zaman kayboldu hiç anımsamıyorum ama bir zamanlar bisikletimin var olduğu ve izini bugün dahi bıyıklarımın altında hala taşıdığımı biliyorum.
İlk bindiğim bisiklet üç tekerlekli bisikletti. Çocuktum ve iki ayaklı bisiklete ayağım yetişmediği için üç tekerlekli bisiklete binmeye başlayarak ayağımı kendimin yönettiği bir araç ile yerden kestim. Üç tekerlekli bisikletin üzerindeyken neler hayal ederdim şu anda net olarak göremiyorum ama o üç tekerlekli dünyamın içinde dünya seyahati, aya yolculuk yaptığımı anımsarım. Okuduğum çocuk kitaplarının bana verdiği bir hayal dünyası zenginliği içinde o araca biner, hiç görmediğim dünyalara giderdim. Üç tekerlekli bisiklet ağır giderdi ama kırk günde dünyayı devrialem yapan kahramanlar gibi kendimi hissederdim.
Yıllar ilerledikçe boyum uzadı, boyun uzaması üç tekerlekli bisiklete binemeyeceğim anlamına geliyordu. Ayağım direksiyona çarpıyordu, direksiyonu istediğim gibi döndüremiyordum. Bisiklete binmek bir tutkuydu.
Yıllar yılları kovaladı ve bizler okullu olduk. Okullu olmak demek okumak anlamına geliyordu, annem artık masal, roman okumayacak, okumak zorunda olacaktım.  Kısa zamanda okudum, yazdım. Çocuk dergileri, çizgi romanlar, klasik romanların çocuklara uyarlamasını okudum.
Babam köydeydi, köyde sinema yoktu ama arabalar ile gelen geçici sinema vardı. Okulun duvarına bir beyaz perde çekilir, köylüler orada sinema seyrederdi. O sinemalar yazının dışında bize bir şeyler anlatan şeyler olduğunu gösterdi. Radyonun arkası yarınları, sinemanın ışığı içinde yeni dünyalara doğru hayal dünyamın içinde gidiyordum. Sürekli köy değiştiren, arkadaş değiştirenler bilir, insanın en iyi arkadaşı kardeşi, annesi ve kendisi olur. Benimde öyle oldu. Her yeni çevrede, öğretmenin çocuğu olduğum için ayrıcalıklıydım, köylü çocuklara göre hep farklıydım. Çünkü bizim evde şehirden aldığımız şeyler vardı, ne ineğimiz, ne koyunumuz vardı. Köylü değildik, köylü çocuklar gibi tereyağa yufka ekmek doğrayıp kızartmıyor, üzerine yumurta kırmıyorduk. Ben hep onların evine gittiğimde yerdim. Belki çocuklar bunu yemek için beni evlerine çağırıyordu, çünkü anneleri öğretmen çocuğunun karşısında çocuğunun boynunun bükük olmasın diye evin en güzel yemeğini sunuyordu. Bilemiyorum ama her ziyaret ettiğimde bir birinden değerli, güzel yemekler yerdim. Köyün o temiz insanlarının dünyasında kısa süre var oluyor ve sonra babamın tayini başka yere çıktığında yok oluyordum.
Büyümüştüm, ilkokuldaydım. Babam şehirden bir bisiklet alıp gelmişti. Bir bisikletim vardı ve o bisiklet köyün tek bisikletiydi sanki. Çünkü çocuklara göre üretilmiş bir bisikletti ve diğerleri büyükler için yapılmış bisiklete biniyordu. Boyları yetmiyordu çocukların ve o bisikletin ortasında olan bağlantının arasından vücudunu geçirip ayakta kullanıyorlardı.
Gün geldi, zaman bizi kasabada yaşamaya zorunlu bıraktı ve bisikletim ile anılarımı kasabada biriktirdim. Çünkü kasabada bulunmak demek, çevre köylere bisiklet ile gidip gelmek anlamına geliyordu.
Kasaba ortaokulu ve lisesinde okuyan çocuklar köylerine gidip gelirken havaların güzel olduğunda bisikleti kullanıyorlardı. Havalar bir bozdu mu, kasabada akraba yakını yoksa çocuk öğrencilerin kaldığı evlerde bir odada yaşamaya çalışırlardı. Sefalet ve yokluk insanların hayal dünyasını geliştirir mi bilemem ama çocukların dünyasında; okuduğumuz okulda gördüğümüz öğretmenler gibi olmak hayali hep var olmuştur. Nereden bilecektik başka meslekleri? Gün ve aylar içinde tek gördüğümüz okumuş insanlar öğretmenlerdi ve öğretmenin sözü toplumda o dönemde geçer ve dinlenirdi.
Kasabadan köye giden yol bir aşağı bir yukarı doğru yol alır. Bozkır yolları bir birine benzer, bozkırın içinde ağaçsız yollarda, dereler ve tepeler yolun biçimini belirler. Yol gider, gidilecek yer bir türlü gelmez… Bir de yaz ayı ise ve öğlen saatleri ise bozkırda yola çıkmak akıl karı değildir.
Meyve ağaçlarında meyveler henüz olgunlaşırken yola çıktık bir grup arkadaş ile… Meyve ağaçları her yerde olmaz, dere yataklarında bozkırın içinde bir çizgi gibi uzanır. Bozkırın insanın sesi havası gibi yanık olur, yolda bir de türkü tutturdun mu, yolun sıcaklığı filan unutulur.
Eskiden kasaba yolları asfaltı pek görmezdi, kumlu taşlar döşenir ve ne zaman döküleceği belli olmayan asfaltı beklerdi. Biz, çocuk grubu olarak bisikletle inen çıkan yolda yol alırken, inen yolda hız yapıp, yokuş yukarı olabildiğince gitmeye çalışırdık. Eğer şansımız olursa o yokuşu aşabilirdik. Böyle düşünceler altında yokuş aşağı hızı artırmak için pedala basar hızlanırdık.
Köy yolunda bir yerinde ‘s’ harfi gibi eğimli bir yokuş aşağı giderken kumlardan bisikletin tekerleği kaymış ve düşmüştük. Fren için yapılmış tutacak kırılmış benim dudağımın üstüne saplanmıştı ve kan gelmeye başlamıştı.  Meyve yiyeceğimiz köye çok yaklaştığımızdan geri dönmedik, meyvelerin olduğu yere yaralı olarak gitmiş, derede yüzümüzü yıkadıktan sonra meyvelerin kokusu içinde mest olmuş, doğanın kokusu, börtü böceğin sesleri arasında günümüzü hiç yaralanmamış gibi tamamlamıştık. Gün akşama dönerken kasabaya geri döndük ve evde beni o halde gören annem ve babamın bakışı içinde ne kadar çok ezilmiş, büzülmüş ve nasıl bir hikaye uyduracağımı düşündüğümü anımsıyorum.
Bugünden o günleri düşündüğümde hala gülümserim, çünkü o gün anlattığım hikaye bugünden yorumladığımda gerçek bir gerçeküstü post modern anlatım tekniği kullandığım bir şeydi!
İnandırmamıştım ama doktora gitmek zorunda kalmış, belki babamın göz ucu ile doktor ile konuşması sonucu tetnoz iğnesi olmuştum. Üstüm başım yırtıldığından yeni giyecek köylülerin değimi ile esvap almayı hayal etmiştim ama ne esvap bana baktı, ne babam esvapların olduğu dükkana girdi. Cezalıydım. Cezam iyi olana kadar geldi geçti. Bir süre bisikleti tamir ettirmeden odunları koyduğumuz yerde kaldı. Sonra bisiklet tamircisinin yolunda bisikleti sürüklerken kendimi bulduğumu bugün bulanık hafızamın içinde canlı bir şekilde kendisini koruyor.
O kaza bile beni bisikletten soğutmadı, bugün dahi uygun bir zaman bulduğumda iki tekerlek üstünde gitmekten büyük bir keyif alıyorum. Bisiklet üzerinde hala hayal kurarım…

İsmail Cem Özkan

11 Aralık 2012 Salı

Çirkin!


Çirkin!

Bir bilim insanı özel bir firmada çalışıp ve patenti aldığı bir ürün üretirse ne yapar? Özel firma onu pazarlamak için elinden gelen tüm olanaklarını kullanır. Özel firmalar için önemli olan bilim ilerlemesi değildir, karın daha fazla olmasıdır. Yeni bir ürün üretirse piyasada daha fazla yer almak için o alan ile ilgili fuarlar ve toplantılarda ürünü tanıtmak için seminerler düzenler.  Kapitalist sistemde bunların olması doğaldır, hangi branşta olursa olsun hizmetin para karşılığında olduğu yerlerde PR çalışması yapılır.
Almanya'nın genç yetenekli yazarlarından Mayenburg bu sorunu irdeleyen bir oyun yazmıştır. Modern dünya yetenek, bilgi dışında tanıtımın önemli olduğu ve tanıtım için insanın dış görünüşünün de ürün kadar değerli olduğu düşüncesini kara mizah bir yaklaşım ile sahneye koymaktadır. Devlet Tiyatroları sahnesine Serdar Biliş’in çeviri ve Metin Belgin’in yönetiminde Mayanburg’un bu kara mizah eseri hayat bulmuş.
Bir mühendis yeni bir şey bulmuştur, patentini almıştır, artık bu patenti alınan ürünün seri üretimi ve pazarlamasındadır. Pazarlama için öncelikle meslek alanı ile ilgili platformlarda sunum yapmak zorunluluğu vardır. O yüzden firma yönetimi pazarlama için yakışıklı ve güzellerin oluşturduğu bir ekip kurar. Ekibin başına buluşu bulanın yardımcısı atanır, çünkü bulana göre daha yakışıklıdır. Otelde rezervasyon yapılmış ve artık sunum için geri sayım başlamıştır. Bir büroda sunumu kendisi yapacağını sanan mühendis vardır ve o sunumu yapmak ile görevli asistanı. Mühendis o güne kadar farkında olmadığı bir gerçeklik ile karşılaşır, sunumu yapamayacaktır, çünkü çirkindir. Oyun burada şu soruyu sorar veya sordurur; “Günün birinde tüm dünyanın imreneceği bir güzelliğe sahip olsanız neler olurdu?”
Bu sorunun yanıtını buluruz oyunun içinde!
Bir sahne ve sahne içinde bölümlerin değişimi ışıklar ile verilir. Oyuncular sürekli değişik karakterler ile seyirciye sorulan sorunun yanıtını vermeye çalışır. Keyifli bir oyun, yüksek temposu içinde oyun ne zaman başladı ve ne zaman bittiğini anlayamayacağınız kadar keyifli dakikalar içinde bulursunuz.
Sürpriz fazla yoktur, bir mantık süzgeci içinde, toplumun soysal yapısını hicveder. Popüler olan taklit edilir, popülizm aynı zamanda birbirine benzeyenleri yaratır ve orijinal diye bir şey bırakmaz. Tüketim çılgınlığı içinde artık neyi sevdiğimiz ve kim ile birlikte olduğumuzu bile ayırt edemeyiz. Ayırt etmek içinde emek sarf etmeyiz, çünkü bir birine benzeyen fabrikasyon ürünler içinde yaşamın anlamı yok olur.
Dört oyuncunun sahnelediği ‘Çirkin’de, farklı iki kişiyi aynı adla oynanıyor. Önder Ay’ın hazırladığı ışık tasarımı oyuncuların kostüm ve makyajlarını da değiştirmeden bir sahneden diğerine geçmelerini kolaylaştırıyor. Seyirci de bu geçişleri ve karakterleri kafa karışıklığı yaşamadan izliyor. Yazar oyunun bu özelliği için şöyle diyor: ‘Tiyatronun büyüleyici bir hilesi vardır. ‘Bu adam kraldır,’ dediğiniz zaman, sahnedeki aktör seyircinin gözünde bir anda kral oluverir. Bu oyunda aynı şeyi yaptık; çirkini çok yakışıklı bir aktöre oynattık ve böylece bütün seyirci onun çirkin olduğuna ikna oldu.’
Oyunun keyfini sahnede canlı görmek için Devlet Tiyatrolarından yerinizi ayırtmanızı söyleyebilirim, keyifli ve eğlenceli sosyal hicvi yüksek bir oyun ile karşılaşacaksınız.
İsmail Cem Özkan
Çirkin
Yazan: Marius von Mayenburg
Yöneten: Metin Belgin
Çeviren: Serdar Biliş
Dekor-Kostüm Tasarımı: Medine Yavuz Almaç
Işık Tasarımı: Önder Ay
Dramaturg: Selen Korad Birkiye
Asistanlar: Başak Şamlıoğlu - Batuhan Bozcaada
Oyuncular: Lette: Tolga Evren, Fanny: Simay Tuna
Scheffler: Nışan Şirinyan, Karlmann: Şamil Kafkas

Karikatür eleştirir, övmez!


Karikatür eleştirir, övmez!

Erk sahibi olanlar genelde eleştiriyi hakaret olarak algılar ve yargılar ve de mahkum eder. O yüzden mizahçılar kaderinde demir parmaklık arkasında bulunmak vardır. Karanlık dönemlerde cesur politik karikatürler gerçek anlamda mizah üretir ve muhalifliğini bu dönemde gösterir.
Bir yapının (kurumun, devletin) demokrat olup olmadığını anlamak için o kurum içinde eleştiri ve özeleştiri yapısının ne kadar sağlıklı işlediğine bakmak yeterlidir. O yüzden mizahçılara davranışlar ve mizahçıların davranışları o yapının ne kadar eleştiriye açık olup olmadığını gösterir.
Dernek sembolünü 12 Eylül öncesi usta karikatürcülerin ortak üretimi olarak üretilmiş ve kullanılmıştır. 12 Eylül darbesi ile kapanan dernek bir daha eski yapısına ve gücüne ulaşamamıştır. Var olan gücünü gün geçtikçe kaybetmiş ve bugünkü tabela bir dernek konumuna gelmiştir. Tabela yapısına gelirken de 12 Eylül izlerini de üzerine aldığını Karikatürcüler Derneğinin genel kurulunda, derneğin sembolünü hıyar olarak çizen bir karikatür üzerine yapılan eleştiri ile kendisini daha çıplak göstermiş. Derneğin bugünkü yapısını eleştiren bir karikatür yapılmış ve o yapılan karikatürü dernek yönetimi geçmişte o sembolü üretenlere yapılan hakaret olarak görmüş.
Burada mantık hataları bir birini izliyor; karikatür her konuda görüş bildirir ve tabusu yoktur. İkincisi devamı olduğu yapının bugün aynı konumda değildir. Üçüncüsü bir rahatsızlık vardır ve o rahatsızlık bir karikatürcü tarafından dillendirilmiştir.
Karikatürcüler her eleştiriye açık ve her eleştirinin yapılabileceğini savunmak zorundadır, çünkü eleştiriyi yapan kendisidir. Eğer hoşgörü gösteremiyorsa, hoşgörü göstermeyenleri haklı görme ve onların hoşgörüsüz davranışları karşısında, erk sahibinin yanında olması anlamını taşır. Dernek bugüne kadar yapılan hoşgörüsüz ve düzeysiz eleştiriler karşısında tavrı ne olmuştur, sessiz kalmış ise; var olan tüm olumsuz davranışları onaylıyor anlamına gelir.
Karikatür bir sermeye grubu adına ve sponsorluğu şemsiyesi altında ürün üretmez, üretirse o sermeye grubunu eleştiremez, eleştiri hakkı o sermeye grubunun (istem ya da istem dışı) sansürü altında sanatçıların oto sansürü altında ürün oluşturulur. Bir sermaye grubunun sponsorluğunu kabul etmek demek, baştan ‘ben seni eleştirmeyeceğim ve sana karşı yapılacak her türlü eleştiriyi hakaret olarak kabul ediyorum’ anlamındadır. Sponsorluklar o yüzden çok önemlidir. Karikatürü emek gücünün yanında, ezilenlerin mücadelesinde saflarında gören bir anlayış hiçbir şekilde sponsorluk gibi modern sansür anlayışı içinde olmaz, ret eder. Bu anlayışta olmayanlar biraz daha lüks yaşamak ve biraz daha piyasa için karikatür üreten bir anlayışın yaygınlaşmasına hizmet eder ve karikatürün muhalif olma yönünü törpüler. Otosansür anlayışı içinde kısaca karikatürü amacından uzaklaştırır ve karikatürü duvarlara süs olarak asılan bir illüstratöre dönüştürür.
Karikatür çağına tanıklık eder, çağının politik gelişmelerini görmezden gelmek demek var olan erkin şemsiyesi altında uysal muhaliflik yapmak anlamına gelir ki, mizahın temel yapısına aykırıdır.
Karikatür için dokunulmaz konu yoktur, her konu hakkında fikir belirtebilir ama bu siyasi erkin gücü karşısında teslim olan bir mizahçının yapamayacağı bir şeydir ve o yüzden karikatürde sansürü savunur konuma gelir.
Dernekler, sendikalar, vakıflar bugün yaşanan siyasi çalkantılar içinde ezilenlerin ve emeğin yanında söz söyleyemiyor onların mücadelesi yanında yer almıyorsa artık o dernek, vakıf ve sendika mizahçıları temsil edemez. Mizah; çünkü intihar etmiş uysal çocuk olarak laylaylom belden aşağı espriler ile sayfalar dolduran eğlence aracına dönüşür ve piyasa için, daha çok satan sayfalarda yazı yanında desen işlevi görür. O üretilenlere artık karikatür / mizah denmez başka bir isim bulunması gereklidir.
Ülkemiz mizah köklü bir geleneğe sahiptir, bu kökten 12 Eylül döneminde liberal ekonomi anlayışının rüzgarına kapılıp farklı yerlere savrulan karikatürcüler ve anlayışı olmuştur. Bugün, 12 Eylül dönemi gerçek mizah dergisi ve platformu olan GIRGIR muhalifliği yaşamaya devam etmektedir. O dönemde orada yetişen gerçek mizahçılar aracılığı ile mizahın işlevi (eleştiri hakkı) devam etmektedir, fakat onun dışında karikatür ve mizah adına üretilen başka bir anlayış gelişmiş ve o anlayış; karikatür ve mizahın içine hançer gibi saplanmıştır. Erk sahibi lehine karikatür üreten, muhalif ve ezilenlerin mücadelesi ile alay eden, sermeye için sipariş karikatür yarışmaları yapan ve o karikatür yarışmalarında para kazanmak için kıyasıya mücadele eden karikatürcüler de bugün varlığını göstermektedir.
Yaptıkları sergilere sponsorluk arayan ve sponsorluk şemsiyesi altında albüm bastırıp karikatür dünyasına katkı sunduğunu sanan bir anlayışta hakimdir. O albümlerde basılan birkaç iyi karikatürün dışında gerçek anlamda karikatür var olup olmadığı tartışma konusudur, çünkü, daha çok erk / sponsor sahibine dokunmayan dolaylı eleştiri olan ama direkt hedef almayan eğlence amaçlı çizimler mevcuttur. Her dönemde buna benzer karikatürler hep var olmuştur ve var olmamaya da devam edecektir.
Bu otosansür anlayışı içinde yaşayan ve biraz daha kendisini ötekinden farklı görmek isteyen faşizm / diktatörlük / baskıcı yönetim yanında yer almış çizerler, sanatçılar hep var olacaktır. Onların sesleri yaşadıkları dönemde öteki muhalif olan ve mizah üretenlerden daha fazla çıkacaktır, çünkü erk sahibi onlara daha çok yer açacak ve onların daha rahat ürün üretmesi için olanak sunacaktır. Bu olanakları kullanarak otorite olduğunu sanan sanatçılar her dönemde var olacaktır. Gerçek mizahçılar ise tarihteki yerlerini muhalif oldukları ve kendilerini korudukları sürece olmaya devam edecektir.
Son söz olarak karikatür övmez, eleştirir. Bugün yaşadığımız dönemde karikatür iktidarın / erk sahibinin yaptıklarını görmezden gelerek bir anlamda güce övgü düzmeye devam ediyor. Bu karikatür mesleği içinde ne kadar etiktir sorusu can yakıcı olarak ortada durmaktadır. Bu soruya verilecek cevap nerede durduğunuza bağlı olarak değişir, tek değişmeyen şey; mizah eleştirir, eleştiriyi savunur ve her konuda görüşünü durduğu noktaya göre vermeye devam eder.
İsmail Cem Özkan