Abidin Dino’da bir meta aracına mı dönüşüyor?
Abidin Dino için portre karikatür sergisi yapılmaktaymış… Üstelik birkaç senedir bu devam ediyormuş… Kim adına, neden soruları sormak doğal bir soru, çünkü ananlar ile Abidin Dino’nun siyasi, ideolojik bir yakınlığı olmadığı gibi kan bağı da yok! Kan bağına inanmam, çünkü aynı soydan gelenlerin önemli bir bölümü daha çok kendi akrabalarını ticari ve piyasa malı yapmıştır, onun adından yararlanarak geçimini sağlamaktadır. Abidin Dino'nun çizgisine, duruşuna ve siyasi tercihine uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve bugün ki duruşları ile Abidin Dino vb.lerine küfür edenler onu anması ne kadar doğrudur? Sanırım anarken de küfür ediyorlardır ve bu sayede onun ismini ve duruşunu bozmaya ve yanlış imajlar vererek onu yok etmeye ve de altını boşaltmaya çalışıyorlar. Yoksa neden ansın? Türkçede bir söz var “eniştem bugün beni neden öptü” diye, onların anması bu sözü anımsatıyor bende…
Bu sergiyi organize edenler kimlerin olup olmadığını pek önemi yok, çünkü kişisel ve ben yaptım oldu anlayışını temsil ediyorlar, tipik günümüz liberal insanı (!) ama serginin seçici kurul içinde kendilerine Kemalist diyenden, liberal diyene kadar değişik kesimlerin temsilcileri bulunmaktadır. Çalıştıkları ve bulundukları ortam ile hem iktidarı eleştiren hem de iktidarı savunan konumunda olan insanların birliği. Kısaca zıtların birliği diye okuyabiliriz. Bu ananların bazıları için şimdi sormak gerek, yahu kardeşim hem dinciler ile çıkarın gereği al külah ver külah yaşıyorsun, sonra kendini görmez gibi dincileri eleştiriyorsun... Namuslu ve dürüst olun..
Komünist ve tercihleri yüzünden bedel ödeyenleri ancak bedel ödemişler ve onu temsil eden kurumlar anabilir, bireylerin anması tercihtir ve kamu önünde bireysel duruşunu gösterebilir ama onu bir kurum gibi anmak, onu anması gerekenleri ötelemek, siz kim oluyorsunuz anlamına gelir... Abidin Dino’nun politik savunucuları olduğunu iddia edenlerin bunu bir kere daha düşünmeleri gerekir. Türk karikatürü içinde ne kadar Nazi vb olduğunu unutmayın. Türk karikatürü aydınlık yüzü kadar geçmişi pislikler ile örülüdür... Pisliklerin üzeri örtüle örtüle ve izleyicileri kandıra kandıra mizahı iktidarı savunan bir araç konuma getirildi, bu tutum artık sonlanmalı ve mizah olduğu konumuna geri dönmelidir.
Bu sergiyi yapanları kınıyorum, faşizme ve dincilere çanak çaldığınız ve devrimci komünist insanların altını boşalttığınız için... Onları birer rant haline getirip ünlü olma hevesleri ile adlarını kullananların bu istemleri boğazında kalmasını istiyorsanız, artık sahip çıkın değerlerinize…
İsmail Cem Özkan
15 Aralık 2013 Pazar
Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum!
Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum!
Yazı yazma serüveni sürekli geriye doğru dönüp bakmayı
getirir. İlerisini yazmak için dahi olsa geri dönmek gereklidir, geri olmayınca
ileri zaten olamıyor. Yaşantımızın içinde tarih defterine bıraktığımız o kadar
çok anı ve unuttuğumuz şeyler vardır ki, hiçbir kelime, cümle ve öfke ile
yazılan satırlar onları bugün aynı heyecan ve öfke ile karşılamamızı getirmez. Üzerine
tozlar serpilmiş, serpilen tozların altında öfkelerimiz birer anı haline
dönüşmüş, dudaklarımızda sadece acı gülümseme bırakan duygular halinde bugüne
yansıtabiliyoruz. Bugün geçmişin acıları ile alnımıza ve yüzümüze çizilen
çizgilerin hesabını ve neden çizildiğini hiç birimiz bilemeyiz. Bizler tarih
içinde kendi tanrısını yaratmış tek canlıyız, bugün o tanrıyı içimizde
öldürmeye çalışsak da bir şekilde korkularımız ve bilinmezlikler içinde
yaşamaya devam eder. Ne zaman bir bilinmezlik ile karşılaşsak o tanrı kafasını çıkarır
ve bize gülümser. Çünkü bilir ki o, bilinmezlikler içinde yaşadığını. Bilinmezlik
korkudur. Korkuyu büyüten, geliştiren ise tarihimizdir. Tarih iyi
okunmadığında, korkuyu besler. Korku ise bizim cesaret ile adım atmamızı
engeller, hatta bir hücrede yaşamaya zorlar.
Eskiden matbaada basılan dergiler için yazı yazardım,
matbaada basılan yazılar içinde öfkeme mürekkebin kokusunu ve kelimelerin hıncını
eklerdim. Bugün mürekkebin kokusu artık yok, ekrandan yansıyan ışığın oklarını gönderebilirim
ancak ama ne yazık ki içimde ne öfke ve de hınç vardır, üzerilerine tarihin
tozları serpilmiş, daha sakin bir şekilde yazılarımı yazıyor, kafamda ki
düşünceleri otosansürleyerek ekrana aktarıyorum. Yaşadığımız çağın ruhu her
şeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyenlerin hoyratça konuştuğu bir
dilimdir. Parası olan istediği düşüncesini bir başkasına aktarıp, o aktardığı
kişinin kaleme aldığı ve sonra bir başkası tarafından düzeltilen (redekte
edilen) ve yayınevinin çıkarlarına uygun basılan dijital ve normal kitap olarak
karşımıza çıktığı çağdır. Araştırma yerine, kulaktan dolma, yanlış kaynaklardan
yanlış sonuçlar çıkarılarak elde edilen bir balon düşünceler eşliğinde
gerçeklikten uzaklaşan bir kuşağın içinde kendimizi buluyoruz. Üretmeyen ve
üretilenin altına imza atan bir çağın içindeyiz.
Tarihte kırılma noktaları eski zaman diliminde uzun
zamanları kapsardı. Kuşaklar sonucunda kırılmalar yaşanır ve yeni bir çağa adım
atılırdı, son yüzyıl içinde ise kırılma artçıları daha kısa aralıklar ile
olmaya başladı. Bir kuşak birden fazla kırılmaya şahitlik ederken, artık kırılmaların
ne olduğunu dahi anlayamadan başka kırılmaların içinde kendisini bulan ama
henüz o geçmiş kırılmanın sonuçları tam ortaya çıkmadan yeni kırılmanın
yaratmış olduğu fırtına içinde girdaplaşan havada kendisini rüzgarın gücüne
bırakanları olduğu bir zaman diliminde ne tarih, ne gelecek ne de bugün vardır.
O an içinde, o anının ruhiyesini yaşamaya çalışan ve sadece kendisini düşünen
bireylerin oluşturmuş olduğu topluluklar ortaya çıktı. Binlerce yılda oluşan
medeniyet, birikim, kültürel diller birer birer iç içe geçerek yok olmakta ve
her yiyeceğin içine katılan şeker gibi tatlı bir hayalin içinde görüntülerini
dünyaya yansıtan ama kısa zamanda yok olan yaşamların, olmayan mezarlıklarında
dolanır olduk. Her kültür bir başka kültürü anlıyormuş gibi yapıp, ortak bir
yaşam yaratma telaşına kapılmadan olduğu gibi yaşamaya eksik cümleler ve işaret
dili ile anlaşır kılmaya çalışıyorlar geçen günlerini. Emekliliğini bekleyen
bir işçi gibi görevini yapan ve istikrarı bozulmadığı sürece hiçbir konuda
görüş belirtmeyen tepkisiz bireylere döndük.
Arkadaşlarımız ile daha çok vakit geçirmeye başladık,
ellerimizde son teknoloji ürünler ile. Bir birimizi dinlemeden fotoğraf
çektirip, ne kadar mutlu olduğumuzu bizi izleyenlere göstermeye başladık. Evde bir
biri ile konuşmayanlar, topluluk içinde en iyi sanatçıya taş çıkaracak kadar
rollerini oynayıp, rollerine uygun kıyafetler içinde mutluluk fotoğraflarını
paylaşırken, ne yediğini, ne içtiğini tüm dostlarına göstermekten geri
durmayanların olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bugün bizlere doğal gelen
bu davranışlar, kıyafetlerimiz bir on yıl sonra acaba nasıl gözükecektir.
İlişkilerimiz, düşünce yapımız, tercihlerimiz evrensel yiyecek
dükkanlarında satılan tatlar gibi oldu. Hazır ve reçetesi belli yiyecekleri
tüketirken, bizlerin de bir birimize benzerlik oranımız arttı, hangi dili,
hangi şehirde yaşadığımızın artık önemi yok, hiç kimse hiçbir yerde yabancı
değil, her kişi yaşadığı yeri ve dili tanımıyor haldedir.
Kelimelerimin öfkesi artık yok, çünkü cümleler kurmak için
hangi dili konuşacağımı ve hangi dili bildiğimi bilmiyorum. Hepsinden birer
parça, hepsinden bir sembol biliyorum. Artık bütün insanlar bir birleri ile
araya tercüman almadan anlaşabiliyor. Belirli cümle yapısını bilmek artık
yeterli. Evlere alınan romanlar, öykülerin yeri artık boş. Şimdi onların yerini
140 kelime her duygusunu anlatmaya çalışanlar var.
İçimde öfke birikmiş, kelimeler öfkemi anlatmıyor, çünkü
unuttum öfkemi anlatacak kelimeleri!
Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum, anı yaşamaktayım!
İsmail Cem Özkan
13 Aralık 2013 Cuma
Çehov, Üç Kız Kardeş
Çehov, Üç Kız Kardeş
General Prozorov öleli bir yıl olmuştur, ölüm yıl dönümü
aslında en küçük kızının vaftiz günüdür. Evde artık hüzün değil, mutluluk ve
unut havası hakimdir. İrina neşe içinde evin içinde sürekli hareket halindedir,
eskisi gibi olmazsa da küçük bir parti ile evin içine neşe saçılacaktır. Umut
aynı zamanda Moskova’ya dönüş hayalidir. Babasının mesleği gereği geldikleri
şehirden artık ayrılma zamanı geldiğine inanır üç kız kardeş. Üç kız kardeşin
yanında bir de erkek kardeşleri (Andrey Sergeyeviç Prozorov) vardır ve erkek
kardeşleri aşıktır. Bilim insanı olmak istemiş ama meclis üyeliğini tercih
etmiştir. O Moskova hayali kurmadan kendi dünyasındadır. Andrey babsının
beklentisini yerine getirmemiştir, iyi bir eğitim almış olmasına rağmen yaşadıkları
yerde yaşamaktan mutludur. Natalya İvanovna’ya aşıktır. Karşılıklı bir aşk
içinde olduğunu düşünmekteyiz. Fakat işin aslının öyle olmadığını evlilik
sonrasında göreceğiz. Natalya kendi yaşamından kurtulup seçkin bir ailenin
içinde olma hayalindedir ve bu hayali evlilik ile gerçekleşecektir. Egosunun
dış dünya ile (çevresi) çatışması ve aşağılamasına şahitlik edeceğiz.
Oyunun ana teması mutlu olmaktır. Mutlu olmak için çaba sarf
edenler, dış dünyada yaşanan gelişmelerin etkisi ile bir o yandan bu yana doğru
savrulmaktadır. Tarihin kırılma noktalarına göz atarsanız, her kırılma sosyal
ve aile yapısını da kökten etkilemiştir. Alışkanlıklar, düşünce yapısı ve
geleneksel ilişkilerde değişim kaçınılmazdır.
Üç kız kardeş oyununda karakterler yaşamdan cımbız ile
seçilmiş ve sözler felsefi derinliği olan ama yüzeysel sözlermiş gibi algılanan
diyaloglardan oluşmaktadır. Her sözün, her hareketin bir sonraki söze ve
davranışa bir davetiyeyi içinde barındırır. Diyalektik bir bakış açısı ile Rus
toplumunun kırılmasına üç duvarlı olan sahnede şahitlik ederiz.
İvan Romanoviç Çebutıkin kareketeri bir anlamda Çehov
kendisini sahneye taşır, “Allah topunun belasını versin! Benim hala doktor
olduğumu sanıyorlar. Bütün hastalıkları iyileştirmesini bilirmişim. Oysa benim
kesinlikle bir şey bildiğim yok. Bütün bildiklerimi unuttum. (...) Çarşamba
günü ölümüne sebep olduğum şu kadın geldi aklıma. Daha bunun gibi bir sürü şeyi
anımsadım. Kendimden tiksindim, iğrendim… Gittim güzelce çektim kafayı.”
diyecek kadar içtendir. Bir düello öncesi içini saklamadan ortaya serer. Yola
çıkacaktır, belki geri dönmeyecektir ama yapması gereken bir iş vardır, bir
düelloda şahit ve doktorluk yapacaktır. Kendisini bir silüyet olarak görür,
“aslında bizler burada değiliz, bir görüntüyüz, gerçek olduğumuzu kim biliyor”
der. Baron Nikolay Lvoviç Tuzenbah düelledo hayatını kaybeder, ölüm
haberini doktor getirir.
Toplumun dışında, toplumun içinde yaşayan bir ailedir.
Kendilerini yaşadıkları toplumundan ayrı görme eğiliminde olan en az üç dil
bilen kardeşler, o yaşadıkları yere göre çok lükstür ama bilgi geleceğe
aktarılan en önemli şeydir. Kullanmadıkları bilginin aslında geleceğe
bırakacağı bir şeyi yoktur. Yarım yamalak dil bilgisi ile yaşadıkları yerin
yerlilerinden olan Andrey’in eşi Natalya (Nataşa) onlara hükmetmeye ve hatta
küçümsemeye başlamıştır. Bilgilerini bir silah olarak kullanamayan ve
alçakgönüllü olan kız kardeşler, sessizce olayı izlerken, içten içe bir
isyanında ateşini beslemektedir. Hayal kırıklıkları ve yaşamın dayatmaları karşısında
boyun eğiş.
Maşa ortanca kardeştir, Kuligin ile evlidir. Kuligin
öğretmendir, Latince dilini iyi bilmekte ve onlara göre soylu bir aileden
gelmemektedir. Onların yanında kendisini aşağıda görür ve her daim onların
yanında sesi daha aşağıdadır. Maşa bu durumdan şikayetçidir ama eşine bu
şikayetini belirtmez, o kafasında canlandırdığı adam ile evli değildir ve
mutsuzdur. Bir gün babasının arkadaşı onları İrana’nın vaftiz gününde davetsiz
gelmesi ile Maşa’nın yaşamında değişimler olmaya başlamıştır. Chanan Andre
Nikolas onların yaşadığı yere atanmıştır ve bir zamanlar aşık Andre olarak
anıldığını anımsar kız kardeşler. Geçmişten gelen bir umuttur, çünkü o
Moskova’yı temsil etmektedir. Onların doğduğu ve çocukluklarını yaşadıkları
yerdir. Andre kısa zamanda evliliğinin sorunlu olduğu ve mutsuz olduğunu Maşa
ile paylaşır ve onun ile bir gönül serüvenine yelken açarlar. Maşa eşini
aldatmaktadır, umudunu, mutluluğu Andre kollarında bulduğunu düşünür. Bu
durumdan haberi yokmuş gibi davranan öğretmen Kuligin artık müfettiş olmuştur
ama eşini sonsuz bir bağlılıkla ve olduğu gibi sevmektedir. Bu arada özgüveni
gelmiştir, artık kendisini müfettiş olarak ispat etmiştir.
Üç kız kardeşin en büyüğü öğretmendir, mesleğinden haz
etmemesine rağmen işini yapar. Okul müdürü olduktan sonra daha fazla çalışmak
zorunda kalır. Küçük kardeşine analık görevini ve hayatın gerçeklerini anlatır.
Aşk ile evlilik yoktur, kadın görevini yapar evlilikte ve kadınalr görevlerini
yapmak için evlenir der. İrina, aşk olmadan Baron Nikolay ile evliği kabul
eder. Baron daha çok para kazanmak ve çalışmak için askerlik mesleğini bırakır
ve bir madende çalışmak için sivil yaşama geçiş yapar. Vasili Vasiliç
Solyoniy ile arlarında bir sürtüşme olur ve düello kararı alırlar. Evlilik
hayali kuran çiftler birleşemeden bu düello ola hayatları ayrılır. En küçük kız
kardeş, Moskova ve mutlu evlilik hayalide artık hayatta yerini kaybetmiştir. Üç
kız kardeş bir birine daha sıkı sarılmak zorundadır. Toplumsal dönüşüm şehirde
bir isyan için ortam hazırlamış ve şehirde çıkan yangın ile bir çok mahalle
ateş içinde kalmıştır. Prozorov ailesinin kaldığı evde yangın yeridir. Değişim,
hiçbir şeyin dün gibi olmayacağını haykırmaktadır. Askerler şehirden ayrılır ve
şehir artık eskisi gibi dışarından gelenlere açık değildir, tren garı şehrin
son geçici yerleşen askerini de yolcular.
Üç kız kardeş bir birini bir bankın üzerinde sonbahar
yaprakarının üzerinde kucaklarken gülümserler ama neşe yoktur gülüşlerinde ama
hayatın acımasız saçmalarının farkına varmışlardır.
Oyunun genel kurgusunu aslında oyunun başında söylediği
sözde saklı tutar, günümüz bakış açısı içinde pek anlamsız gelebilir hatta
kadın düşmanlığı bile algılanabilir ama Çehov oyun içinde başka bir kahramanına
bunu da söyletir. Zaman olur, bugün yaşadıklarımız ahlak dışı hatta küfür bile
algılanabilir der. “erkekler konuşursa felsefe, kadınlar konuşursa dedikodu
olur “ der… bütün oyun boyunca erkeklerin sözlerinde felsefe ve ince ironi
hep saklıdır ve erkekler arlarında konuşacak söz bulmadıklarında “hadi der
felsefe yapalım!”
Oyunun içeriği konusunda yazı yazınca elbette tiyatro eseri
bitmiş olmaz, tiyatro eseri bir bütündür, bir parçası öne alınarak onu
yargılamak doğru değildir. Üç duvarlı sahnede gerçekleşen oyunu oyun yapan,
ışık, müzik, dekor, yan rollerde oynayan oyuncuların ana oyuncuların oyununu
öne çıkaran davranışlarıdır. Bütün bunların sistemli, düzenli ve bir bütün
olarak hareket etmesini sağlayan yönetmendir.
Mehmet Birkiye büyük bir birikimin sahibidir, bu kadar ağır
ve uzun bir oyunu sahneye koyarken elbette birikimleri ve çağdaş tiyatronun
olanaklarını en sonuna kadar kullanmıştır. Seyirciyi elde tutmak için, uzun
konuşmaların ve hareketin az olduğu alanlarda ışıklar ve müzik ile seyirciye
mesaj vermeyi unutmamıştır. Mehmet Birkiye denilince aklıma Kenter Tiyatrosu
gelir. Usta sanatçılarının yetiştirdiği öğrenciler ve o tiyatro anlayışının
daha da gelişerek bizlere sunumu gelir. Mehmet Birkiye nedense benim kafamda
Kenter’leri canlandırır. Sahnede bir anda Yıldız Kenter bize bakıyor hissine kapılırım.
Şükran Güngör’ün babacan tavrını bir anda Doktor rolü içinde olabileceğini
kafamın içinde görüntüye bırakırım. Müşfik Kenter’i bir aşık! Mehmet Birkiye
birikimlerini bizim ile bu oyun aracılığı ile paylaştığı için teşekkür ederim.
Oyuncular şanslı, onun gibi bir birikim ile çalıştıkları için, biz şanslıyız,
Mehmet Birkiye ile birlikte çalışan bir birinden değerli Tiyatro çalışanları ve
oyuncularını bizim ile buluşturduğu için…
Sahne düzenlemesi ve sahne içinde objelerin hareketi
oyuncuları ve bizi rahatsız etmeden sahne değişimi yapması büyük bir başarı
olarak düşünüyorum. Gökyüzünde asılı olan leylekler yerine acaba V şeklinde
hareket eden ördekler olabilir miydi demeden kendimi alamadım, çünkü diyaloglar
arasında leylek yok!
Müzik konusuna gelince, söylenen parçaların hangi dile ait
olduğu konusunda kafamda hala sorular var, acaba hangi dilden söylendi? Ben
İspanyolca olduğunu düşünüyorum ama Rusça çok iyi direniş parçaları olduğunu
düşünmekteyim… ama bu beni rahatsız etmedi, muhteşem ve çok uyumlu bir müzik
ile oyunun ritmini elinde tuttuğunu düşünüyorum…
Emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ederim…
İsmail Cem Özkan
http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/8008-cehov-uec-kz-karde.html
ÜÇ KIZ KARDEŞ
Yazan : ANTON
ÇEHOV
Çeviren : ATAOL
BEHRAMOĞLU |
Yöneten : MEHMET
BİRKİYE
DEKOR TASARIMI: BEHLÜLDANE
TOR
GİYSİ TASARIMI: ŞİRİN
DAĞTEKİN YENEN
IŞIK TASARIMI: İ.
ÖNDER ARIK
BESTECİ: ÇAĞRI
BEKLEN
KOREOGRAF: ALPASLAN
KARADUMAN
DRAMATURG: M.MELİH
KORUKÇU
YÖNETMEN YARDIMCISI: KUBİLAY
KARSLIOĞLU
ASİSTANLAR:TUĞÇE
ŞARTEKİN KARASU, ZUHAL ACAR
SAHNE AMİRİ: OKTAY
UÇAR
KONDÜVİT: EMRAH
TİRSİ
IŞIK KUMANDA: SEDA
ÖZYURT
SUFLÖZ: ŞEYDA
PEKTOK
OYUNCULAR
AYŞE LEBRİZ BERKEM
VEDA YURTSEVER İPEK
İMER ÖZGÜN
KUBİLAY KARSLIOĞLU
GÜRAY GÖRKEM
ONUR DİKMEN
KAYA AKARSU
SEVAL GÖKÇE
KÜRŞAT ALNIAÇIK
OKDAY KORUNAN
TURAN GÜNAY
GÜMEÇ ALPAY ASLAN
HÜSEYİN SEVİMLİ
HASAN DEMİRCİ
KORO
ZUHAL ACAR
MELEK CEYLAN
OĞUZ İŞÇİ
KÜRŞAT KARAMAN
TUĞÇE AYDIN
AYÇA GENÇ
GÖZDE KISA
SERCAN ŞANLI
SİMGE KONRAT
MERVE KAYAALP
HAKAN YENİ
MÜZİSYENLER
AYÇA SANCAKZADE
ARİ ARİS
6 Aralık 2013 Cuma
Zulmeden ile yüzleşebilen bir lider…
Zulmeden ile yüzleşebilen bir lider…
Özgürlük mücadelesi yok olmaz, halkaların kalbinde yaşamaya
devam eder. Mücadeleyi başaran liderler de mücadele devam ettiği sürece her
mücadele eden gerillanın kalbinde bir umut olarak yaşamaya devam edecektir.
Efendisine boyun eğdiren devrimci, gerilla lideri Nelson
Mandela yaşamdan ayrıldı. O şanslı bir insandı, hayata devrimci olarak
başlayan, tutuklu olarak uzun süre işkencehanelerde, hücrelerde yaşama
mücadelesi veren ve sonunda kavgasını kazanıp ırk ayrımı gözetmeyen
halkalarının lideri olan insandı.
Mandela, örgütlü olarak ve inancından, doğrularından
vazgeçmeden, tavizsiz mücadelenin sonucunu başarı olarak hayat geçiren bir
liderdir.
O zulmedenine karşı kavgayı kazanmış, zulmedenin zulmünü
sorgulamış ve onu tarih önünde mahkum etmiş bir liderdir. Zulmedenin önünde
boyun eğmemiş ve her an mücadele ile yaşamını biçimlendirmiştir.
Seçilmiş bir Devlet Başkanı olarak yeni bir anayasa
oluşturdu ve toprak reformu, yoksullukla mücadele ve sağlığın iyileştirilmesi
gibi politikaları uygularken Doğruluk ve Uzlaşma Komisyonu'nu geçmişte
yaşanan insan hakları ihlalini araştırması için oluşturdu. Tam olarak geçmiş
ile yüzleşilememiş olsa da tarih önünde önemli adım atmıştır. O zulmedenlerin
zulümleri yanında kalmayacağı ve bir zaman gelecek zulüm görenlerin de iktidara
gelebileceğini göstermiş ve kanıtlamıştır.
Mandela hayatı üç kelime ile özetlendirse, gerilla, mahkum
ve liderdir.
Mandela’nın yaşadığı zaman diliminde de ülkemizde de
devrimci mücadeleye sahne olmuştur. Mücadele sürecinde diğer ülkelerde olduğu
gibi devrimciler idam edilmiş, katledilmiştir…
Mandela ile yola çıkmış ama mücadele süreci içinde
efendisine boyun eğmiş eski devrimci insanların olması kadar doğal bir şey
yoktur, tarih o boyun eğenleri yazmaz. Onlar, bireysel kurtuluşu önemseyenler,
belki daha rahat ve sorunsuz bir yaşamı ömürleri boyunca yaşamış olabilirler
ama hiç kimse ne onları ne de onların geçmişte yaptıklarını anımsamaz, tarihi
başarıya ulaşanları yazar ve tarihte başarıya ulaşmışları öne çıkarır.
Tarihimizin bir zamanında onurumuz olmuş ama onlardan
beklenen direnişi gösteremeyenlerin elbette tarihte yerlerini alması kadar
doğal bir şey yoktur, onlar hala tarihte ki yerlerini aldıklarının farkında
olmadan mücadeleye etki yapmaya devam etmeleri, onların suçu değil, devrimci
mücadelenin zaafı olarak tarih sayfasında dip notu olarak yazılmaya devam
etmektedir.
Bu ülkenin topraklarında nice Mahir, Deniz, İbrahim… Castro,
Mandela… yetişecektir, çünkü direnişin çocukları, bu ülkenin ve geleceğinin onuru
olmaya devam etmektedir.
Başaran ve son sözünü söyleyen özgürlük mücadelesi ve
mücadele insanı, halkların kalbinde yaşamaya devam edecektir.
İsmail Cem Özkan
4 Aralık 2013 Çarşamba
19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
Bektaşiler, Tahtacılar, Kızılbaşlar
Alman kaynaklarında Alevilik, Bektaşilik konusunda bir
araştırma yapılmış diye meraklı bir arşivci olan İlhami Yazgan, kendi kendisine
soru sormuş ve arşivlerin tozlu raflarında bulunan ve bugüne kadar Alevilik konusunda
ciddi araştırma yapanların el sürmediği yere dokunmuş ve akıcı bir dil ile
bizlere bu dokunduğu yerde bulunan belgelere ve kendi yorumu ile kitap olarak
sunmuş.
Almanlar doğu kültürlerine olan ilgileri ve bu ilgilerini
sadece turistlik amaçlı yapmadıkları bilinen bir gerçektir. Almanlar bir yandan
kendi siyasi hedefleri yönünde doğunun karanlığına bakarken, bir yandan da
sözlü edebiyatı yazılı hale getirerek insanlık tarihi için önemli bir arşiv çalışması
yapmışlardır. Bugün bizde olan arşivlerden daha çok arşivi alman arşivlerinde
bulabileceğimizi arşivcilerin yapmış olduğu çalışmalardan öğreniyoruz. Almanlar bir konuya ilgi duyduklarında o konu
ile ilgili kürsüler kurmuş, ödenekler çıkarmış, öğrenciler yetiştirmiştir. Alevilik
ve Bektaşilik konusunda ilk sayılacak çalışmaları Yazgan, arşivin
derinliklerinden tutmuş ve gün ışığına kavuşturmakla kalmamış, Türkçeye tercime
etmiş ve La Yayınlarından
kitap olarak bir derleme olarak bize sunmuştur. Sunarken Alevilik konusunda
araştırma yapacaklar içinde bir dizi kaynakçayı sunmuş ve demiş ki, işte kaynak
orada gidin çıkarın ve bu konuda yapacağınız araştırmalar için elinizi
güçlendirin. Elbette bizde araştırmadan daha çok bir birini kopyalamak ve yazar
ismini değiştirilip kendi ismini yazma daha öncelikli olduğu için bu
önermesinin hayat bulacağı konusunda umudum çok azdır.
“Dr. Georg Jakob’un 1908 yılında yayımladığı “Bektaşîlik
Öğretisi Üzerine Denemeler” adlı çalışması Almanya’da önemli yapıtlar arasında
sayılmaktadır. 120 yıl önce Dr. Edmund Naumann’ın Hacı Bektaş’a yapmış olduğu
ziyaret ve bu ziyaret sebebiyle yazdığı makalesi Hacı Bektaş türbesindeki
gözlemlerini kapsamaktadır. Yine Dr. Felix von Luschan’ın 1890 yılında
yayımlanan “Tahtacılar” adlı makalesini içeren bölümde ise 1890’lı yıllarda Likya
Bölgesi’nde yaşayan Tahtacılar, Bektaşîler, Yunanlılar, Ermeniler ve diğer
halklardır.” Tanıtım yazısında bu kısa cümle ile kitabı özetlemiş olmalarına rağmen,
eksik kalan nokta ise; o dönemin bakışı içinde, bir yabancı gözü ile,
yasaklanmış, yok sayılmış ve görmezden gelen bir öteki kültür üzerinde doğal
gözlemler ile yaklaşımın getirmiş olduğu bir bakış açısının ve duruş noktasının
ne kadar yanlış sonuçlara ulaşabildiğini de kanıtlamaktadır. Bugün ki, bilgilerimiz ile Alevilik ve Bektaşilik
konusunda daha çok şey bilmekte ve eskiden anlatılan söylencelerin ne kadar
yanlış olarak devlete ve devletin çoğunluk ahalisine yansıdığına da bu
gözlemlerin derlemesi olan kitaplarda da rastlıyoruz. Kitabı okurken bize bir
çok şeyi fısıldadığının şahitliğini yapmaktayız. Aleviler ve Bektaşiler İslam içinde
öyle bir yansıtılmış ki o konuda araştırma yapanlarda o yanlışlığa ve bakış
açısına sahip olabiliyorlar. Gerçekler ve aktarılanlar arasında uçurum
araştırma yapıldıkça, kaynaklar çoğaldıkça azalacaktır.
Alevilik ve Bektaşilik konusunda araştırma yapmak
isteyenler, Almanların bir zamanlar Alevilere ve Bektaşilere bakış açısı ne
olduğunu öğrenmek isteyenler için güzel bir kaynak, akıcı bir dil ile sunulan
bu kitaptan olabildiğince yararlanmanızı öneririm.
İsmail Cem Özkan
19. Yüzyılda Alman
Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
Bektaşiler,
Tahtacılar, Kızılbaşlar
Dr. Georg Jakob, Dr. Felix von Luschan, Dr. Edmund Naumann
Çeviren ve yayına hazırlayan: İlhami Yazgan
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: İlhami Yazgan
Ankara 2013, 1. Baskı
ISBN 978-605-64294-0-8
Son Tango
Son Tango
1970’li yıllar, hemen hemen üçüncü dünya ülkelerinde bir
birine benzer, sanki karbon kağıdı ile yazılmış bir senaryonun uygulandığı
zaman dilimidir. Dünyayı kuşatan bir sol dalgaya karşı Amerika kendi
çıkarlarına uygun olarak askeri seçenekleri sahneye uyarlamış ve her darbe olan
ülkede işkence, kayıplar, ölümler sıradan bir olay haline gelmiştir. Acının,
sindirilmişliğin, direnişin, kavganın iç içe geçtiği ve hüzün ile, açlık,
nefret ile sevgi ve para için her şeyini satanların yan yana yaşamak zorunda
olduğu günlerdir.
Özcan Özer o yılların bir zaman dilimini kendi ülkesinden
çok uzakta Arjantin liman şehrinde bir barda yakalamıştır. Olaylar; liman işçilerinin ve müdavimlerinin olduğu
bir Arjantin barıda geçmektedir. Sahne, barın içi ve liman iskelesidir. Oyuna
adını veren sahne ilk olarak bizi karşılar. Son tango adını sevgililerin
hayallere ulaşmadıkları bu dünyada göçmeden (intihar etmeden) önce yaptıkları
son beden dili, kısaca isyandır.
İki genç aşık, tutku ile son bir kere barda tango oynarlar
ve iskeleden kendilerini denize bırakırlar. Sessiz ve isyanın bedende dile
gelişidir. Bütün salon bardır, bizler aynanın arkasından salona bakarken, aynı
zamanda kendi tarihimize göz atıyor gibiyiz. Önümüzde duran ayna iki yüzlüdür,
bir yüzünde Arjantin’de yaşanan bir isyan ve direniş sesleri, öte yüzünde bizim
sessizliğimiz. O yıllar içinde yok olan acı yıllarımız…
Kader dansı seven aynı zamanda geçinmek için vücutlarını
satmak zorunda kalan insanları bir limanda buluşturmuştur. Toplumun en alt tabanını
oluşturan bu emekçi insanların o günlere ait yaşanmışlıkları bir söylem içinde,
tangonun ritmi eşliğinde bize sunulmaktadır. Aşk ve çaresizlik. Seçme şansı
bile olmayan kaderin çizdiği çizgiyi yaşamak zorunda olan bir grup insan.
Parası olanın her şeyi satın aldığı, tükettiği ve üretimin olmadığı bir liman
barında, zaman tükenirken, insanlarda ekonomik baskının altında ezilirken, buna
neden askeri darbenin sert dalgaları barın duvarlarına vurmaktadır. İşçi
hareketi ile ilgilenen bir sendika örgütçüsü olan Pedro, karşılığını gördüğü
bir aşk içindedir ama zaman onların romantik zaman geçirmesini değil, ayrılmak
zorunda oldukları ve birbirlerine çok yakın ama aynı zamanda çok uzak durmak
zorunda oldukları günlerdir. Pedro’nun sevgilisi ve barın en güzel ve bar
sahibesinin kızı olan Maria, başı dik ve yaşama dirençli bir şekilde
bakmaktadır. Ne yazık ki onun kaderini en yakın arkadaşı değiştirecektir, çünkü
en yakın arkadaşının hazırladığı ortam ile Amerikan şirketleri ile ortak iş
yapan Jose, parasının gücü ile Maria’yı bir seçime zorunlu bırakır ve evlenir.
Jose gerdek gecesi yeni karısını aynı anda iki adama satmıştır. Jose yeni insan
tipini temsil etmektedir, her şeyi para ile ölçen, para ile gören bizim dünya
bakışımıza göre namusunu da satmaktadır. Her şey para içindir, her şey para ile
değiş tokuş edilir. Yaşadığımız çağın tipik liberal düşüncesine çok yakındır.
Maria elini kana bulamıştır, polis tarafından aranmaktadır. Tek bildiği ve
kendisini güvende hissettiği limana geri döner. Barda yeni bir cinayetinde
ortamını hazırlar. Pedro, Jose ile kavgaya tutuşur ve Jose ölür. O kargaşada
bar içinde yaşayanlar bir anlamda kendi güçsüzlüklerini diş bilediklerinin
üzerine kaba baskı olarak gösterir ama cinayet ve koruma içgüdüsü ağır
basmıştır. Pedro kaçar. Pedro hem işçiler örgütlemeye çalıştığı için hem de
cinayet için aranır ve kısa sürede yakalanır.
İşkence sahneleri ve bildik ifadeye zorlamalar. Duvarlar
yeni sesleri içine hapseder. Göz kapalıdır ve işkence gören onurlu bir duruş
sergiler. Yurtsever, devlet görevliler ile yüzleşir. Yüzleştirir bizleri.
Devlet görevlisi devleti savunur ve devletin tercihi Amerikan çıkarlarını
korumaktır. Şimdi soru şu, kimin çıkarı daha önemlidir, devletin mi, halkın mı?
Öldürülen Jose, yer altını temsil etmektedir ve devlet görevlileri (işkenceci
polisler) bile kurtulduklarına sevinmektedir ama gözleri açık olmasına rağmen
gözleri kapalı ve işlerini yapmaktadır.
Pedro içeride yatar ve çıkar. Değişen bir şey yoktur. Devlet
Amerikan çıkarlarını korurken, baskı, zulüm altında halkını tutmaya devam
etmektedir. Halkın hayal gücü (barda yaşayanlar) para ile sınırlıdır. Para
olunca tercih yapma hakkının olduğunu düşünmeye devam etmekteler. Pedro döner
ama fazla yaşayamaz, vurulur. Ölür. Bunun üzerine Maria limana gider ve
kendisini denizin dalgaları arasına bırakır. Tıpkı son tangosunu oynayan
aşıklar gibi. Sevdiği ile atlayamaz, çünkü sevdiği kendisinden önce bu dünyadan
uzaklaşmıştır.
Oyun kısaca böyle öyküleşir. Aynanın arkasından bara
bakarız.
Oyunun tüm oyuncuları kendilerine verilen görevi en iyi bir
şekilde yapmışlar. Muhteşem yüz ifadelerini aynanın öteki tarafına yani bizlere
ulaştırdılar. Müzik, dans ve sözler bir biri ile uyumlu, bir anda Arjantin’de
yaşanan bir barın içinde kendinizi bulabilirsiniz.
Işık seçimi karakterlerin o anlık ruh hallerine uygundur,
ışık ve seslerin zaman zaman azalıp, aydınlanması ile seyircide ki, yani bizlerdeki
dikkatimizin dağılmasını engellemiştir. Her birimiz duvara asılı olan ama
gerçekte olmayan sahneyi kaplayan aynadan salona bakarken, yaşanan trajedinin ve
dansın yaratmış olduğu tutkuyu sanki daha önceden yaşanmışlık hissi içinde,
yabancısı olmadığımızın öykünün içinde çok başarılı bir sahne düzenlemesi ile
karşı karşıyayız. Her bir hareket ince ince hesaplanmış, planlanmış ve o ince
ayarlar ile göndermeler ile her bir oyuncu verilen görevi en iyi şekilde yerine
getirirken, doğaçlama hissi veren doğallık ile bize ulaştırmışlardır.
Yazan Özcan Özer yerinde olsaydım belki son sahneyi biraz
daha değiştirir, belki de yönetmenin yerinde olup küçük bir dokunuş ile başlangıç
(giriş sahnesinde olduğu gibi) aynı olabilir miydi? Oyunu yazan ve yöneten
elbette tecrübeli iki insan, onlar benden daha iyi bilecekler ama son sahnede
başlangıç sahnesini gözüm aradı ve o intihar sahnesinin başka bir şekilde
verilebilinir miydi?
Eğlenceli, muhteşem bir müzikal izlerken, aynı zamanda
tarihin bir dönemi ile yüzleşmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir oyun,
sahnelerde olmaya devam edecek… Fırsatı olanların kaçırmaması gerektiği bir
tiyatro ile buluşma ihtimali sahnelerde yerini almaya devam ediyor. Sahne tozuna
yazılan bu şöleni görün derim…
İsmail Cem Özkan
http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/7972-son-tango.html
SON TANGO | İSTANBUL
DT
2 perde | 2 saat 10 dakika
Yazan : ÖZCAN ÖZER
Yöneten : MURAT SARI
DEKOR TASARIMI: MURAT GÜLMEZ
GİYSİ TASARIMI : AKIN TEZER TUNALI
IŞIK TASARIMI: AYHAN GÜLDAĞLARI
BESTECİ : CEM İDİZ
DANS DÜZENİ: TANJU YILDIRIM
MÜZİK DİREKTÖRÜ:MELİKCAN ZAMAN
KOREOGRAF: TANJU YILDIRIM
YÖNETMEN YARDIMCILARI : PINAR DAMCIOĞLU, MERT SEZGİN
ASİSTAN:GÜZİDE ARSLAN
SAHNE AMİRİ: ŞAFAK DOĞAN YALÇIN
KONDÜVİT: ONUR KAAN ÇELEBİ
IŞIK KUMANDA: GÖKHAN GÜLÇEBİ
DEKOR SORUMLUSU: DURSUN ÖZALP
AKSESUAR SORUMLUSU: TANER ŞAVŞAT
ERKEK TERZİ: KADİR METİN
KADIN TERZİ: BURCU SARI
PERUKACI: BELKIS BALABAN
OYUNCULAR
SELİN TEKMAN
BARIŞ BAĞCI
ENGİN DELİCE
MURAT KAPU
ARİF BURAK YILMAZ
METİN BEYEN
MERT SEZGİN
ALİ ÇELİK
HAZAL ERDAL
ZELİHA GÜNEY
SEDAT SAVTAK
HİLAL KUVVET
KERİM ALTINBAŞAK
AYŞE GÜNYÜZ
KÖKSAL ÜNAL
ASLI İKTU
GÜZİDE ARSLAN
TUĞBA ÖZOĞLU
LALİZER KEMALOĞLU
NİHAL USANMAZ
DEVRİM SARICA
ONUR ERTAMAN
HANDE GENÇÖRNEK
SENCER ÇAKAL
ALPER AKSOY
GÖRKEM KOYUNCU
BÜŞRA GÜNİ
EDA ŞAHİN
TANER ŞAVŞAT
ORKESTRA
MÜGE ÖZNALCI
HANDE GENÇÖRNEK
EDWARD ARİS
GÖRKEM KOYUNCU
ONUR ERTAMAN
HANDE GENÇÖRNEK
MURAT SARI
HAZAL ERDAL
28 Kasım 2013 Perşembe
Pedofili ya da çocuk sapkınlığı?
Pedofili ya da çocuk sapkınlığı?
Ülkemizde kavram kargaşası devam ediyor, en son örneği
pedofili ile çocuk tacizi, tecavüzü ve evliliği konusunda oluyor. Son olarak
başlatılan kampanyada her türlü çocuğa karşı yapılan davranışlar bu başlık
altına alınmıştır, fakat gerçekler öyle demiyor. Pedofili bir hastalıktır ve
hastalığın belirtileri, sonuçları ve yöntemleri bilimsel olarak kategorize
edilmiş ve bilimsel yayınlarda yayınlanmıştır. Ülkemizde ise pedofili
hastalarının yapmış olduğu davranışlar dışında, pedofili hastası olmayan ama
aynı veya benzer davranışları çocuklara karşı gösterenler var. Onlar ile
hastaları birbirinden ayırmak gerek ama o sanıldığı kadar basit değildir. Uzman
kişilerin ve uzman kurumların yapabileceği bir çalışmadır.
Ülkemizde kültür olarak çocuklara yönelik cinsel bir arzu
olduğunu düşünüyorum. Bu konuda en iyi örnek şu andaki cumhurbaşkanıdır. Evlendiği
yaşlara bakarsanız daha iyi anlarsınız. Şimdi o tercih Sayın Abdullah Gül ya da
eşinin tercihi değildir, töreler ve kültür o dönemde onu söylüyordu ve
evlendiler. Şimdi kimse bize Sayın Abdullah Gül pedofili diyemez, çünkü sonra
ki yaşamında bir devamlılığı yok. pedofili bir hastalıktır ve devamlılığı olan
bir durumdur. Tedavisi yapılması zorunludur.
Ülkemizde çocuk tecavüzleri büyük bir bölümü hastalık değil,
çağdaş yaşam düzeyinden bakınca bir sapkınlık ve doğal olmayan davranış biçimi
olarak karşımıza çıkıyor ve cezalandırılması gerektiğini düşünüyorum, çünkü bir
anlık olarak yapılan bu davranış biçimi süreklilik göstermiyor ve bir anlık
durum ile kendisini göstermekte. Suçlu yakalandığı an cezasını çekiyor, hayatında
başka bir tecavüz, taciz olayına rastlamıyoruz. Bu durumda
olan kişiler hakkında mahkemelerde iyi hal vs gibi şeyler ile cezasının indirilmesine
karşıyım. Töreleri ve gelenekleri kendi çıkarı ve kötü amacı için kullananlar
mutlaka kamuoyu önünde teşhir edilmeli ve sonunda bu davranışın bir muayedesi
olmalıdır...
Çocuk tacizleri, tecavüzleri genelde yakın akraba ilişkileri
içinde ve ev denen o beton arma duvarlar arasında oluyor. Ve genelde buna
benzer sapkın davranış biçimleri sanıldığı gibi çoğunlukta en alt ekonomik
düzeyde olan insanların evinde olmuyor, daha çok okumuş, kariyer sahibi insanların
evlerinde daha yaygın ve daha sık gözüküyor. Bu konuda yapılmış bir çok bilimsel
çalışma eğer istenirse bulunabilinir, çünkü tecavüz ve taciz konusunda batı
dünyası daha çok ilgilenmesinin arkasında bu sık görülen yerler ile alakalı
olduğunu düşünürüm.
Üçüncü sayfa haberler içinde gün geçmiyor ki, çocuklar üzerine
uygulanan cinsel saldırlar hakkında haberler çıkmasın. Gün geçtikçe daha
görünür olan bu davranış biçimi aslında ülkemizde tabu konuların başında yer
alıyordu. Bir bölgede uygulanan berdel vb gibi uygulamalar ailelerin rızası ile
yapılan bir uygulama olarak bile karşımıza çıkarken, bazı bölgelerde erkek
çocuklar oğlancılık kurbanı olduğuna şahitlik edebiliyoruz. Bunar törelerin ve
kültürün şimdiki duruşumuza doğru vuran yansımalarıdır.
Kültür ve yaşama bakış açımız zaman içinde değişir, bir
zamanlar normal olarak kabul ettiklerimiz zaman içinde normal dışı hatta
sapkınlık olarak karşımıza çıkabilir. Bizlerden önceki kuşakların dünyaya
bakışı ile bizim dünyaya bakış açımız artık çok farklı, önceliklerimiz, düşünce
biçimimiz, yaşam kalitemiz ve sosyal çevremiz çok değişmiş konumda. Yalnızlaşan
insan, beton arasında ezilen ve sosyal çevrenin olmaması ile kendisini
sapkılığa kadar verecek şekilde hastalaştıran bir düzenin içinde; hastalık
nerede başlıyor, sapkınlık nerede mihenk taşını buluyor belli değil ve her şey
iç içe geçtiği için kim hasta kim sapkın eğimli bilinmiyor…
Kavramların karışması ve kime nasıl bakacağımız bu kargaşa
içinde kişiler çıkarlarına geldiği gibi seslendirmekte ve yorumlamaktadır.
Konumuza son vurgu yaparak noktalayalım, pedofili çağdaş
yaşamın daha da yaygınlaştırdığı bir hastalıktır. Bu hastalığın tedavisi
yapılmalı ve suçlular cezaevi yerine özel kliniklerde tedavi altına
alınmalıdır, çünkü cezaevinden çıktıktan sonrada aynı davranışı göstermekteler.
Sapıklar ise daha farklıdır ve aralarında çok ince bir çizgi vardır. Sapıklar genelde
çocuğun çevresinde yer alır ve genelde aile içinde bu sapkınlıklar ele güne
karşı kapatılır. Aileler çocukları için bu üstünü kapatma yerine açığa vurmalı
ve suçlu kim olursa olsun cezasını çekmesi için mahkemelere taşınmalıdır. Çünkü
tacize veya tecavüze uğramış çocuk ömür boyu bu yükün ve acının kısaca
travmanın içinde yaşayacaktır. O çocuk tedavi edilmeli, acısı olabildiğince
azaltılıp yaşama ve sosyal çevre içine normal bir vatandaş olarak katılması
sağlanmalıdır.
Pedofili hastalığı ile ilgili kampanyalarda eli kirli erkek
eli kullanılmaktadır ama yazımızdan da anlaşılacağı üzerine el kirliliği işçi
eli olmadığı, o el daha çok çocuk kanı / gözyaşı ile kirlenmiş eldir. Grafik çalışması
yapanlar önyargıları ile olaya bakmaktalar ama önyargılarımızı bir yana bırakıp
gerçekler ile yüzleşmemiz gereklidir. Pedofili hastalığı kırsal kesimden daha
çok şehirlerde ve modern yaşam dediğimiz alanlarda gözükme olasılığı daha
fazladır. Pedofili hastalığında yüzde yüzüne yakın kız çocuklarına karşı suç
işlenir, sapkınlıkta ise oran erkek kız farkı gözetmeden çocuğa karşı suç
işlenir.
İsmail Cem Özkan
21 Kasım 2013 Perşembe
KÖSEM SULTAN
KÖSEM SULTAN
Şehir Tiyatroları bu sene 100. yılını kutluyor. Yüzüncü yıl
etkinlikleri henüz tam başlamadı ama tarihin karanlık sayfalarından sahneye bir
ışık yansıdı. Bugün oyuncular yazarın yorumuna yeni yorumlar katarak bizler ile
buluşturdu. Kösem Sultan, gerileme döneminin önemli bir figürüdür. Saray içinde
yaşanan entrikalar ve mücadele geçmişin kavgasını bugüne yansıtmakta ve bugün
ile ilgili mesajları satır alalarında vermektedir.
İki sahne şeklinde karşımıza çıkan Kösem Sultan oyunu, ilk
sahne; ara vermeden önceki son sahne hariç tek ışık, tek ses ve metin okur gibi
konuşmaların içinde seyirciyi kucaklayamadı diye düşündüm. Ya da ben salonun en
arkasında yukarıdan aşağıya bakarken, hava klimasının yetersizliği içinde öyle
düşünmüş olabilirim. Oyunun içine dahil olamadım, beni iten, öteleyen sanki bir
el varmış hissine kapıldım. Gerçi bu duyguya salona ilk girdiğimden itibaren
hissetmeye başladım, çünkü önceden yer ayıranların isimleri koltuklara
iğnelenmiş ve iki çalışan salonun içinde bu isimlerin olduğu sıraları söyleme
çabası içindeydiler. Çabası içindeydiler, çünkü başlarında yüzlerce insan
birikmiş halde sağdan soldan gelen isimleri algılayıp, o isimleri kağıttan bulup,
koltuk numarasını söylemeleri gerek. Kaos ortamında sağa sola, koltuk üzerinde
isimlere bakmaya çalışırken, bir bakmışız oyun zamanı gelmiş. Oyun zamanı
gelmiş ama hala koltuğunu bulamayan ve koltukta iğnelenmiş isimleri yere atıp
oturanların olduğu bir atmosfer içinde oyunun gongu çaldı ve oyun sahne dedi.
Osmanlı döneminin önemli kadın figürlerinden biri olan Kösem
Sultan, sahnede ışıkların altında bize metin okur gibi konuşması ve paşaların,
ağaların kağıttan okur gibi sesleri ile başladı.
Sahne sade ve tek dekor üzerine kurulmuş. Sahneye nerede
olduğumuz hissimizi veren üçgen şeklide dik dikdörtgenler üzerine motiflerin
olduğu hareketli üç parça ile sahne içinde alan kazanılmış ve bana göre iyi
düşünülmüş bir sahne düzeni. Şaşalı, iktidar odası ve sokağı aynı alan içinde
karşılayan bir düzen. Işık aynı noktadan ve aynı güç ile sahneyi aydınlatmada,
ışık sanki sabit kalmış gibidir. Ses oyuncuların doğal sesi ve iç konuşmalar
mikrofon ile verilmiş. -Uzaktan seyrettiğim için oyuncuların mimikleri ve yüz
ifadelerini göremedim.- Ama hissettiğim kadarı ile oyuncular tarihi
kişiliklerin kişiliği altında ezilmiş gibi…
Müzik bana göre başarılı ama seyirciyi oyuna çekecek güçte
ve arada uyarıcı fonksiyonunu sanki yerine getiremiyormuş gibi hissettim, ama
elbette nereden sahneye baktığım çok önemli. Salonun en arkasından, aşağıya
bakarak bu oyunu izledim, izlerken, ‘keşke avcıların kullandığı dürbün elimde olsaydı’
dediğim anlar oldu.
İkinci bölüm ilk bölüme göre daha başarılı ve seyirciyi daha
kucaklar tarzdaydı. Oyun içinde bireyler metin okur gibi konuşmaktan tamamı ile
kurtulmuş, normal ve olması gerektiği gibi seslerini kullanmaya başladılar.
Kostümler oyunun içeriğine uygun ve sahne üzerinde her ayrıntı titizlikle
düşünülmüş olarak gördüm, her bir parça bir şeyi çağrıştırıyor ve bir birini
tamamlıyor…
Kösem Sultan ihtirasları için halkı ve çevresini nasıl
yönlendirdiği, iktidar hırsı ve iktidarın tek elinde toplanması için oğlu
İbrahim’i, torunu öldürmekten geri duramayacağı ve toplumun algısını ve
davranışını dağıttığı hediyeler ve rüşvetler ile yönlendirebileceğini gösteren
bir oyundur. Tarihin dehlizlerinden bugüne bir şeyleri fısıldamaktadır,
anlayana diyeyim…
Tiyatro oyununu nereden izlediğiniz ve baktığınıza göre
algılarınızın nasıl değişeceği konusunda bana bir tecrübe kazandırmış bir günü
yaşatan Şehir Tiyatroları çalışanlarına teşekkür ederim.
100. yaşını kutlayan Şehir Tiyatroları dönemine uygun bir
oyun sahneye koyduğu ve Engin Uludağ gibi değerli bir usta tiyatrocuyu bizim
ile buluşturduğu için ayrıca teşekkür ederim.
İsmail Cem Özkan
Not: Salona giriş ve yer sorunu çok basit bir şekilde
çözümlenebilecek olanaklar varken, neden salonun ana giriş kapısının ve
merdivenlerin orada seyirci karşılanır anlamış değilim. Büyük birikme ve bir
kaos ortamının içinde, salonda koltuklar arasında insanların isim araması ile
havasız salonu daha kasvetli hale getiriyor. Eğer zorunlu ise isimler ve
koltuklar, daha önceden kişilere bilgi verilebilir ve sizlerin yerleriniz
şurasıdır denilebilir. Bu oyunu sadece izleyici değil de yazmak ve yorumlarını
paylaşmak için izleyenler içinde başka bir düzenleme düşünülemez mi? Eskiden tiyatro
eleştirmenleri için, medya çalışanları için bir bölüm olurdu, şimdi isim arama
yüzünden hangi arkadaşa selam verdim, hangisine veremedim kaosu içinde oyuna
konsantre olmaya çalıştım. Bu yaşadıklarım benim kişisel algımın sonucu
olabilir, çünkü o kadar akıllı insanın biz seyirciyi oyundan uzaklaştırmak için
böyle bir yol bulduğunu düşünemem… tiyatro oyuncusu kadar izleyicisinin de iyi
konsantre olması gereken yaşanan bir zaman dilimi olduğunu hep düşünüşümdür. Algıları
sahneye doğru açık olan seyirciyi ancak salonun durumu belirler diye içimden
geçirdiğimi kelimelere döktüm.
KÖSEM SULTAN
Yazan TURAN OFLAZOĞLU
Yöneten ENGİN ULUDAĞ
Sahne Tasarımı RIFKI DEMİRELLİ
Kostüm Tasarımı NİHAL KAPLANGI
Efekt ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı GÜNEŞ HAN
OYUNCULAR
BERK SAMUR, BURAK DAVUTOĞLU, CANER
BİLGİNER, CANER ÇANDARLI, ÇAĞIM DEFNE GÜRMEN ÜSTÜN, DOĞAN
ŞİRİN, ENES MAZAK, ERGÜN IŞILDAR, ERHAN ÖZÇELIK, GÖKSEL
ARSLAN, GÜNEŞ HAN, KAYRA ERKMENKUL, KUTAY
KIRŞEHİRLİOĞLU, MEHMET BULDUK,METİN ÇOBAN, MEVLÜT
DEMİRYAY, MURAT DERYA KILIÇ, MÜGE ÇİÇEK TÜRKOĞLU, MÜNIR
KUTLUĞ , OZAN GÖZEL, ÖMER BARIŞ BAKOVA,ÖZGÜR EFE
ÖZYEŞİLPINAR, SELÇUK YÜKSEL, SERDAR ORÇİN, ŞEBNEM KÖSTEM, TOLGA
YETER, YALÇIN AVŞAR, ZEYNEP ÖZYAĞCILAR
http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/7898-koesem-sultan.html
Yüzleşme yeri…
Yüzleşme yeri…
Mahkemeler yüzleşme yeridir, bir anlamda bir platformdur. Orada
görüşler ve olaylar masaya yatırılır ve tarih ile insanlar yüzleşir.
Olması gereken mahkemeler bu ülkede kağıt üzerinde kalmış,
hukuk fakültesinde sınav sorusu olarak yerini her daim korumuştur. Olması gereken
dışında yaşayan bir uygulama vardır ki, bu ülkenin yakın tarihi içinde bir çok
örneği ile karşı karşıya kalırız. İstiklal mahkemeleri ülkenin kuruluş
aşamasında bir öç alma, potansiyel düşmanı yok etme aracı işlevi görmüş ve bugün
dahi o mahkemelerin kayıtlarına sağlıklı bir şekilde ulaşamıyoruz. Mahkeme var,
hükmü var, idam edilenleri var ama idam edilenlerin mezarları yok. Ya da daha başka örneği, mahkeme tutanakları
yok ama sonuçları ortada… Ülke kuruluş aşamasında her şeyin hukuka uygun,
evrensel kurallar içinde olduğunu söyleyemeyiz ama devlet kurulduktan ve
istikrar sağlandıktan sonra iktidar kavgası ile; iktidarın muhalif olanlara
karşı mahkemeleri bir silah gibi kullandığına şahitlik ediyoruz. Mahkeme salonunda
hakim, henüz kendisi dahi verilecek kararı bilmezken, siyasi iktidar kararı
çoktan yandaşlarına ve sırdaşlarına açıkladığına tarihin kanlı ve karanlık
dehlizlerinde şahitlik edebiliyoruz. Tarihin karanlık koridorlarında
fısıltılar, yazılanlardan daha fazladır ve her fısıltı başka bir gerçeğin
üstünü açmaktadır.
Öç almak adı altında göze göz, dişe diş mantığı içinde üç
siyasi idamına karşı, o suça hiç bulaşmamış, suçun işlendiği tarihte henüz
çocuk olanlar, işlenmemiş suçlar bahane edilerek idam edilmiştir. İdam kararları
meclisten geçmiş ve meclis ile Türk halkı adına idamlar onaylanmıştır. O suça
sadece hakimler ortak olmamış, mecliste bulunan tüm siyasi partiler ve onların
temsilcileri de önceden verilen kararı onaylamıştır.
Darbe süreçlerinde hukuk rafa kaldırılmış, askeri mahkemeler
sivil vatandaşları yeteri kadar sorgulamadan hüküm vermiş ve uygulamıştır. Her darbe
sonrası çıkan aflar işte bu kararların yanlışlığının toplum vicdanı karşısında
geri adım atamanın bir göstergesidir. Çıkarılan tüm aflar bir ihtiyaç üzerine
çıkarılmıştır, yoksa durduk yere olmamıştır.
Seçimli dönemlerde ise olağan üstü durumlar her daim
olagelmiş ve olağanüstü durumlar için olağanüstü yetkili mahkemeler hep görev
başında olmuştur. Olağanüstü demek; siyasi iradenin hoşuna gitmeyen tüm
girişimleri bir hizaya sokmam ve disipline etmektir. Siyasi iradenin ihtiyacına
göre toplumu yeniden biçimlendirmek mahkemelerin görevi olmuş ve mahremler
muhalif olanların başında sallanan kılıç gibi durmuştur.
Bizim gibi üçüncü dünya olan ve adı ılımlı İslam’a çıkmış ülkede
mahkemeler yüzleşme yeri değil, hüküm verildiği yerlerdir. Önceden verilmiş
hükmün ilan edildiği alandır. O yüzden mahkemelerde taraflardan çok, katilini
koruyan devlet görevlilerinin olması tesadüfî değildir. Suçlu her daim ölendir,
yaşayan ise kader kurbanı olarak görülür. Kader kurbanı ise devlet lehine suç
işlemişse af edilir. Af edilmezse de en hafif ceza ile aklanır.
Gezi Direnişinde ölenlerin mahkemeleri başladı ve senaryoya
uygun bir uygulama ile karşı karşıyayız. Gerçek dava, bu sistem ve bu zaman
dilimi içinde olacağını düşünmüyorum. Bunun gibi siyasi davalar uluslararası
mahkemelerde ve uluslar üstü hukukun hakim olduğu yerlerde olacağını
düşünmekteyim.
Tarih ile yüzleşmemizi kendi ülkemizin toprağında
yapabileceğimiz inancım bu zaman dilimi içinde maalesef yoktur.
İsmail Cem Özkan
9 Kasım 2013 Cumartesi
Sanat mı, sanatçı mı meta, onu anlamadım!
Sanat mı, sanatçı mı meta, onu anlamadım!
Liberal ekonominin çılgınlığı dünyanın her ülkesine bir
şekilde dokunmuş ve kendisine özgü bir düşünme biçimi yaratmıştır. Her şeyin
alınıp satılabileceği koşullar içinde oluşturulan bienaller, festivaller,
sergiler ve fuarlar bu yeni düşünce yapısına uygun bir şekilde organize edilmekte
ve her alanı bir pazar olarak kurgulamaktadır.
Her kalabalığın olduğu yerde bir pazar alanı kurulu ve
üretilen ne varsa, üretici ile birlikte satılabilinir!
Bu elbette ilk başlarda ürkütücü ve hatta yok canım öyle şey
olur mu dedirtecek bir cümle, fakat bugün gezindiğim fuar ile bunun
olabileceğine ikna oldum diyebilirim. Çünkü, sanat galerilerinin bir biri ve sanatseverler
ile irtibat içinde olabilmek ve ilişkileri geliştirebileceği bir alanı ziyaret
ettim. Bu ziyaretimin içinde gözlemleyebildiğim; sanat eserlerinin sahibi olan
sanat galerileri ve müzeler ellerinde olan ürünleri meta olarak fiyat biçmiş ve
o fiyat üzerinden satışa sunmuş görünmektedir. (Fiyatlanma ve kıstasları nasıl
ve kimler tarafından oluşturulur bilemem ama anladığım kadarı ile ortak bir
sessiz bir anlaşma oluşmuş durumda.) Bir birine benzer eserler birbirine yakın
fiyatlardan satış içinde olduğu ve pazarlık payının da olduğunu gördüm.
Bazı sanat galerileri duvarında sanat eseri yanında
sanatçılarının isimlerinin olduğu ve bu sanatçıların o sanat galerisi için
ürünlerini ürettiklerini düşündüm. Her galeri tarafından maddi olarak
desteklenen belirli sanatçıların olduğu izlenimimi bazı yayınevlerinin bazı
yazarlar ile anlaşmalar yaptığı önyargımdan çıkardım. Sonuçta yayınevi de sanat
galerisinde ticari bir işletmedir ve kendileri için üreten sanatçıların olması
onlar için ticari yaşam içinde bir avantaj sağlar. A sanatçısı eserini B sanat galerisinden elde
edebilirsiniz, onun eserini ancak orada bulabilirsiniz düşüncesinin oturması
bir anlamda ticari yaşam için bir süreklilik ve riskin en alt düzeye düşürülmesi
anlamına gelir. Sanatçının her eserinin değişik sanat galerilerinde satışa
sunulması hem eseri ucuz gösterir hem de sanatçının bant üretimi yaptığı
izlenimi oluşturarak eserin fiyatı daha aşağılara çekilmesine sebep olabilir,
kısaca süpermarkette satılan ürün işlevi görebilir. Elbette bu sadece sanat
eserleri için geçerli değildir, bazı mimarlar, mobilya, elbise, ayakkabı
dizaynı yapanlarda belirli firmaların şemsiyesi altında özgün ürün
verebildikleri gibi, sipariş üzerine de eserlerini biçimleyebilmektedir.
Sanat galerileri dünyanın değişik ülkelerinde ve değişik
kültürlere hitap ediyor olmalarına rağmen, bu fuar alanında görebildiğim sanat
eserlerini değişik sanatçılar tarafından yaratılmış olmasına rağmen, bir birine
benzer teknikler ve birbirine benzer düşünce yapısı ile üretildiğini düşündüm. Bu
zaman dilimin beğenisi sanki dünya üzerinde yatay olarak seyretmekte ve parası
olanlar bu beğeniye uygun eserlere paralarını yatırım ya da kendi evi/
işyerinde sergilemek için almaktadır. Dünyada beğeniler birbirine daha yakın
olmaktan çıkmış, iç içe geçmiştir.
Dünya daha da küçülmüş, sermaye akımı olabildiğince hareketli
ve yatırım araçları biraz daha çeşitlenmiştir. Bankaya para yatırmak ile bir
sanat eserine para yatırmak arasında ya da borsa da değerli bir kağıda yatırım
yapmak arasında düşünce anlamında hiçbir fark yoktur. Sanat eseri bir meta
halindedir ve dünya üzerinde elden ele, kasadan kasaya, sanat galerisinden
sanat galerisi ve açık artırma salonlarına kadar her alanda dolaşmaktadır.
Bu işi evrensel olarak düşünenler; elbette üreticiyi
kendisine bağlamak ve kendisi için eser üretmesini desteklemek ve siparişe
uygun çalışmalar yapmasını beklemek kadar doğal bir ticari yaşam ilişkisi
içinde olması doğal olarak algılanır hale gelmiştir.
Ticari yaşamımız meta olan şeyler üzerinden devam
etmektedir. Yazar, sanatçı veya ustalar bu liberal ekonomi çarkı içinde metaya
dönüşmüştür, riskin daha az olduğu bir şemsiyenin altında üretmeye ve sipariş
olarak istenileni yapmaya ve de kendisini piyasanın gerekleri yönünde
değiştirmeye ve değiştirmeye devam etmektedir. Bu çarkın içinde olanlar,
karşılıklı çıkarları gereği sözleşmeler imzalamakta ve beklentilerini gerçekleştirmek
için her türlü (satış için) ortam girmekte ve bir birlerini desteklemektedir. Kitap
fuarına yazarlar okuyucu ile buluşmasından daha çok yayınevi için kitap
satışını arttırmak için oradadır ve kitaplarını imzalayarak bir anlamda
yayınevi için pazarlama elemanı olarak çalışmaktadır. Sanat fuarlarında ressamlar,
grafikerler ya da yaratıcılar; sanat galerisi için (eserinin satışının daha
cazip hale getirmek için) lobi faaliyeti içinde, alıcı ile buluşmada en çok
aracı konumundadır ve bu buluşmadan en çok sanat galerisi yararlanmaktadır.
Sanat mı, sanatçı mı meta konumuna gelmiştir bu yeni
ekonomik ilişkiler içinde?
İsmail Cem Özkan
Not: Contemporary İstanbul 2013, İstanbul Lütfi Kırdar
Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda olan gezim sonucunda kafamda oluşan
fikirlerdir.
5 Kasım 2013 Salı
kısa bir protesto yazısı
kısa bir protesto yazısı
bugün facebook'taki kişisel duvarımda gördüm, abidin dino için portra karikatür sergisi yapılıyormuş. abidin dino'nun çizgisine, duruşuna ve siyasi tercihine uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve bugün ki duruşları ile abidin dino vb.rine küfür edenler onu anıyor. sanırım anarken de küfür ediyorlardır ve bu sayede onun ismini ve duruşunu bozmaya ve yanlış imajlar vererek onu yok etmeye ve de altını boşaltmaya çalışıyorlar.
bu sergiyi organize edenler kimlerin olup olmadığını bilmiyorum ama seçici kurul içinde kendilerine kemalist diyenden, liberal diyene kadar değişik kesimlerin temsilcileri bulunmaktadır. çalıştıkları ve bulundukları ortam ile hem iktidarı eleştiren hem de iktidarı savunan konumunda olan insanların birliği. kısaca zıtların birliği diye okuyabiliriz. bu ananların bazıları için şimdi sormak gerek, yahu kardeşim hem dinciler ile çıkarın gereği al külah ver külah yaşıyorsun, sonra kendini görmez gibi dincileri eleştiriyorsun.. namuslu ve dürüst olun...
komünist ve tercihleri yüzünden bedel ödeyenleri ancak bedel ödemişler ve onu temsil eden kurumlar anabilir...
türk karikatürü içinde ne kadar nazi vb olduğunu unutmayın. türk karikatürü aydınlık yüzü kadar geçmişi pislikler ile örülüdür... pisliklerin üzeri örtüle örtüle ve izleyicileri kandıra kandıra mizahı iktidarı savunan bir araç konuma getirdiniz, bu tutum artık sonlanmalı ve mizah olduğu konumuna geri dönmelidir.
yapanları kınıyorum, faşizme ve dincilere çanak çaldığınız ve devrimci komünist insanların altını boşalttığınız için... her anma pozitif değildir, bunun gibi negatifte olur...
türk karikatürü içinde ne kadar nazi vb olduğunu unutmayın. türk karikatürü aydınlık yüzü kadar geçmişi pislikler ile örülüdür... pisliklerin üzeri örtüle örtüle ve izleyicileri kandıra kandıra mizahı iktidarı savunan bir araç konuma getirdiniz, bu tutum artık sonlanmalı ve mizah olduğu konumuna geri dönmelidir.
yapanları kınıyorum, faşizme ve dincilere çanak çaldığınız ve devrimci komünist insanların altını boşalttığınız için... her anma pozitif değildir, bunun gibi negatifte olur...
ismail cem özkan
28 Ekim 2013 Pazartesi
HDP, yeni umutlar ile siyasi hayata merhaba dedi.
HDP, yeni umutlar ile siyasi hayata merhaba dedi.
HDP (Halkların Demokratik Partisi) hafta sonu yapılan
kongresi ile tabela partisi olmaktan çıktı ve siyasi yaşamımız içinde kendisine
biçilen rolü oynamak için yerini aldı. Elbette bundan sonra HDP üzerine bir çok
yazı yazılacak ve tartışma konusu edilecektir. Siyasi yaşama henüz yeni adım
atmış bir parti hakkında benim önyargımı kısaca yazayım istedim.
HDP parti olmayan parti olarak kurulmuş bir ittifaklar
birliğidir. (Bu önyargıma MYK seçimlerine bakarak rahatlıkla söyleyebilirim,
HDK’nın (Halkların Demokratik Kongresi) bir izdüşümü gibi) bu ittifakların ne
kadarı birbiri ile uyumlu, ne kadarı olaylara ortak pencereden bakıyor
bilemiyorum ama yakın geçmişimize bakarak bir biri ile yan yana gelmesi dahi
düşünülemeyen yapılar bu ittifak /proje içinde yan yana gelmiş konumunda... AKP
ile sıcak ilişki içinde olandan, AKP ile mücadele edene kadar siyasi yapılar bu
parti gibi olmayan partinin içinde kendilerine koltuk bulmuş gözüküyor.
ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) kuruluş aşamasında ki
durumuna uygun bir görünüm veriyor. ÖDP kuruluşundan kısa bir süre sonra Kürt
sorununa bakış açısı yüzünden parçalandı. HDP ise Kürt sorunu yüzünden
parçalanmayacağına inancım tam, çünkü hepsinin ortak noktası Kürt sorununda tek
muhatabın PKK (Partiya Karkerên Kurdistan) ve devlet olduğu görüşünde hemfikir.
Açılış konuşmasında Levent Tüzel müzakere içinde üçüncü güç olmayacaklarını
açıkça ilan etmiş konumundadır.
HDP, Gezi Direnişinin sloganlarını kullanabilir ama “Gezi Ruhunu”
içinde taşıyabilecek bir yapısı yok, çünkü gezi; partisi olmayanların seslerini
olabildiğince yükselttiği bir platform özelliğini gösteriyordu. Örgütlenme
dikey değil, yatay ve her bireyin sesini duyurabileceği platformları içinde
barındırıyordu odak noktası Kürt sorunu değildi. HDP ise partilerin ve siyasi
yapıların bir ittifakı konumundadır, o yüzden HDP, gezi partisi denilemez.
Devletin ‘akil insanları’ ile PKK seçtiği ‘akil insan’
olduğunu söyleyebileceğimiz insanlar bir araya gelmiş ve yeni bir propaganda
aracı olarak kurulmuş bir parti gibi olmayan parti görünümündedir. Siyasi
partiler her ne kadar heterojen yapı göstermiş olsalar da, ortaklaştıkları ve
amaçları yönünden homojen bir yapı özelliği gösterirler. Her bir üyesinin duruş
ve bakış açısı farklı olan siyasi yapıların oluşturduğu bir siyasi parti,
siyasi hayatımız içinde bir iki deneme dışında olmamıştır. Parti, ideolojik ve çıkar
birliği olanların bir araya geldiği bir örgütlenme biçimdir. HDP bu anlamda
çıkar birliğini Kürt sorunu üzerine kurmuş gözükmektedir. Türkiye’yi
kucaklayamayan BDP (Barış ve Demokrasi Partisi), HDP ile Türkiye’yi kucaklamak
ve “çözüm süreci”nde görüşlerini geniş tabana anlatma arayışının bir sonucu
olarak ortaya çıkmış gibi izlenim vermektedir. Almanya’da olan bir siyasi parti
CDU ve CSU örneğinin Türkiye’ye uygulaması olarak bir anlamda karşımıza
çıkmaktadır.
HDP kuran bileşenlerin aynı zamanda hala yasal olarak açık
olan siyasi partilerin bir temsilcisi ve organik ve ideolojik bağları devam
etmektedir. HDP içinde o partilerin bir temsilcisi konumundalar. HDP, gerçek
anlamda bir parti olduğunda diğer partilerin HDP çatışı altında birleşmesi
beklenmektedir. Bu birleşme oluncaya kadar HDP yukarıda da sözünü ettiğim gibi
parti olmayan parti özelliğini koruyacaktır.
ÖDP, kuruluş sürecinden bugüne kadar parçalana parçalana
küçülmüş ve kalanların yeniden sokaklarda sesini yükseltmek için politikalar
ürettiği zaman dilimi içinde (Gezi direnişi kısa öncesi ve sonraki süreç) ;
ürettiği sloganların (radikal söylemlerinin) ağırlığını parti örgütlenmesi kaldıramadı,
çünkü ona göre örgütlenmiş bir yapısı yoktu. Gezi direnişi sırasında bu
sloganların hayat bulacağı her türlü koşullar hazırdı ama parti bir anlamda
olayların gerisinde kaldı ve çöktü... (Çok iddialı söz olduğunun farkındayım
ama ne yapayım ki o günden beri ÖDP medyada eş genel başkanın görünmesi dışında
pratikte bir politika üretmediği gözlemime dayalı olarak oluştu. Parantez
içinde parantez açmış olacağım ama yanlış anlaşılmaları en aza indirmek ve
sonrası tartışmamak için vurgulayayım; Gençlik Muhalefeti ve BirGün Gazetesi
satışı ve değişik olaylarda isimlerinin duyulması partinin çalışması anlamına gelmiyor,
sadece bir biriminin başarısı olarak öne sürülebilir, ki BirGün Gazetesi ÖDP
yayın organı değildir.) Üretilen
sloganlar ve söylemler devrim üzerine olduğunda ona göre örgütlenmek
gerektiğini pratikte gösterdi.
HDP, hedefi içinde devrim yok ama müzakere ve Kürt sorunun
çözüm sürecinde nerede duracağı net ama PKK nasıl bir strateji izleyeceği
konusunda netlik yok. Parti, PKK göre nasıl biçimlenecek ve tepki gösterecek
işte işin kritik noktası burası olduğunu düşünüyorum...
Siyasi yaşamımıza katılan HDP’ye karşı önyargılarımdan
bahsettim ama ne olursa olsun yeni kurulan parti hayırlı uğurlu olsun... Yeni
bir deneme ve bu projeyi hayata geçirenler umarım hedeflerine ulaşırlar
demekten başka elimden bir şey gelmiyor...
İsmail Cem Özkan
18 Ekim 2013 Cuma
Coğrafya değişti, roller değişmedi!
Coğrafya değişti, roller değişmedi!
12 Eylül 1980 sonrası gelişen olaylar içinde Kürtler belirleyici
konumunda olmuşlar ve o belirleyici konumunda olmalarından dolayı devlet, el
altından kendisine bağlı mücadele edene karşı yapılar oluşturmuştur. Kürtlerden
oluşturdukları bu yapılar devşirme modeli yanında, kendisine özgü yapılarda
olmuştur. Devlet maaşı ile koruculuk sistemi yetersiz kaldığında başka bir
yapıyı dünyada örneklerine bakarak oluşturmuştur. İsrail, Filistin hareketini
yok etmek için Hamas örgütünü kurması gibi, bizde de Hizbullah bu amaç içinde
kuruldu. (90 yılların mücadele tarihi ve o dönemin Hizbullah’ı devlet
tarafından zayıf düşürüldüğü için; bu sonucu olaylara bakarak rahatlıkla
söyleyebiliriz.) Elbette o hareket içinde yer alanlar bu tezgahlanan oyunun
farkında bile değillerdir, çünkü toplumsal hareket içinde yer alan her hangi
bir kimse ne oluyor diye kendisine dahi soramadan bir fırtınaya kapılmış gemi
gibi sağa sola savrulmaya başlar ve görebildiği en yakınında bulunan limana
sığınacaktır. En yakın liman her daim
korunaklı olmaz, can kayıbı vermemek için sığınılan limanda daha fazla can kayıbı
verilebilinir.
Tarih, destanlar, mitolojiler içinde de bu gerçek fısıldanır.
Klasik Yunan edebiyatı içinde limanların ve sığınaklı yollarda oluşturulan
tuzaklardan bahseder, hepimiz okumuşsuzdur veya duymuşuzdur ama yaşam o
birikimleri görmezden gelir ve aynı hatayı tekrar yapmayı insanları itekler ve
girdabın içinde çırpınmasını izler. Tarih acımasızdır ve ders çıkarmayanlara
acıyı olabildiğince bol bol yaşatır.
Hizbullah tarihi içinde en aktif yılları ağırlıkta PKK karşı
yaptığı sistemli cinayetler önemli yer tutar. Okulda okuyan kız öğrencilerin
yüzüne kezzap atmaktan tutun, sinsice arkadan gelip satır ile saldırmaya kadar
her türlü korkuyu büyüten saldırı aracını kullanmıştır. Hizbullah yapısı gereği
Kürt bireylerden oluşmuş olsa da İslam adı altında ümmetçi bir örgüttür. Ve evrenseldir
bir anlamda. 90lı yılların kanlı bilançosu içinde ülkemiz topraklarında adı
konulmamış savaşın tarafı olmuş, devletin yanında yer alıyormuş gibi izlenim
doğmuştur. Aslında devlet onu bir süreliğine kontrollü bir şekilde büyümesine
izin vermiş, yaralı olarak hareket edebilecek kadar harekete alanı bırakmıştır.
Belirli bir coğrafya içinde hareket ederken, o coğrafyanın dışında eylem
yapmalarına izin verilmemiştir.
Devlet, gerek gördüğünde kontrol altında tuttuğu değişik
örgütler ve cemaatler kurmakta ve kendi güvenliği için onların küçük ama etkili
olabilecek şekilde yaşamalarına izin verir. Bu sadece bizim devlet için geçerli
değildir, tüm devletler kontrol edebilikleri yeraltı örgütlere ve kara paranın
hareket etmesine izin verir, aksi halde devletin varlık nedeni sorgulanır.
ikibinli yılların ortasına doğru gelirken, Ortadoğu bölgesinde
savaş ve çatışma içinde artık ülkemiz de yerini almış, 12 Eylül 1980 yılından
beri batı (ABD ve AB) tarafından iteklenen ülkemiz artık Ortadoğu ülkesi
konumunda; reaksiyonu ve düşünce yapısı ona göre biçimlenmiş durumdadır.
Olaylara akılcı davranış yerine, şişirilmiş tarih bilgisi
içinde duygusal ve iki adım ötesini göremeyecek kadar dış ve iç politika bu
ülkenin yeni konumuna uygun olarak toplum mühendisleri tarafından günlük yaşantımıza
empoze edildi.
Bu yeni duruma uygun hükümet, askerlerin akıllı dokunuşları
sayesinde tek başına iktidara getirtilmiş, global organizasyonlarda eş
başkanlar adı altında pırıltılı sözler ile ülkemiz Ortadoğu ülkeleri
liderlerinin kötü bir kopyası konumuna geldi. Padişahlık hayali kuranlar,
başkanlık hayali ile yanıp tutuşanlar tipik Ortadoğu ülkesi liderleri duygusallığı
içindedir.
Demokrasiyi çoğunluk haklarının korunduğu sistem olarak
algılayan ve her şeyi çoğunluğun ihtiyacına göre planlayan bir iktidar görünümü
içindedir, elbette bu çoğunluk kavramına nereden baktığınız ile ilgilidir. Azınlık
olan, bir bakmışsınız çoğunluk olmuş ve çoğunluk olduğu halde mağdur rolü
oynayamaya devam eder, çünkü alışkanlıklar (=çıkarlar) kolay kolay değişmez,
değişmesi demek o alışkanlığın bozulması anlamına gelir.
Hizbullah sempatizanı olan ve tabanını oluşturan Kürt
gençleri 90lı yıllarda PKK karşı savaşırken, bugün Suriye içinde iç savaşta PYD
(PKK) karşı aynı rolü oynarken kendilerini bulmuştur. El Kaide saflarında yerlerini
alan bu gençler, en kanlı savaşa bugünlerde imza atmaya devam ediyorlar. Tarih yine
aynı şekilde acımazsızdır ve savaş alanlarında iki cephede kardeşler bir
birlerine bomba ve kurşun atmaya devam ediyorlar.
Savaş kuşağı olan gençler, ölmek ve öldürmek dışında bir
şeyin farkında olmadıkları için, kendilerine biçilen rolü oynamaya devam
ederken, kimlerin çıkarlarına hizmet ettiklerinin farkında bile değiller. Kanlı
ve o kadar da kirli bir savaşta yaşayanlar, olayların rüzgarına kapılmış
şekilde hayatta kalmak için değişik liman ararken, buldukları liman daha kanlı
bir maceraya sürüklemekte ve yaşamak için sığındıkları limanlar onlar için ölüm
çukuru ve girdabı konumundadır.
Tarih bitmiş olayları yazar, devam eden olaylar hakkında
sadece dip notları tutar, olaylar sistemli ve planlı bir şekilde yeni dünya
düzeni için uygulanmaya devam ederken, tarih sayfaları milyonlarca insanın kanı
üzerine yazılmaya ve kan ile yazılmaya devam ediyor.
İsmail Cem Özkan
21 Eylül 2013 Cumartesi
Gezi Direnişi özgürlük istemidir.
Gezi Direnişi özgürlük istemidir.
Türkiye Gezi Direnişi ve sonrası olarak tanımlanacak bir
sürece girdi, çünkü Gezi Direnişi bir kırılmayı ve geçmiş alışkanlıklarından
kopmayı ifade ediyor.
Gezi Direnişi konusunda bir çok değişik bakış açısı vardır,
çünkü henüz devam eden bir sürece isim vermek ve tanımlamak kolay değildir.
Gezi direnişi içinde yer almış ama olayı kendi dar pencerelerinden bakarak ve
geçmişin alışkanlıkları içinde, o önyargılar içinde olayı yorumlayalar elbette
kendilerini Hitler ile kucak kucağa ya da AKP ile mücadele ediyorum derken
AKP’nin yedek lastiği konumunda bulabilir. AKP istediği sonucu rakiplerine
bıraktığı özgür alanda elde edebiliyor.
Gezi Direnişi devlet anlayışına karşı bir eylemdir. Bunun
ile birlikte aynı zamanda AKP ve hükümeti tarafından yaratan ortama karşı bir
direniştir. Sonuç olarak, Gezi Direnişi devlet mekanizmasının yaratmış olduğu
baskıya ve baskıcı anlayışın uygulayıcısı olan iktidara karşı bir direniştir.
Gezi Direnişi kendisinden önce olan direnişlerden bağımsız
olarak direk devlet sistemini sorgulamış ve ona karşı özgürlük mücadelesi
olarak Gezi ve Türkiye’nin değişik şehirlerinde ki meydanlarda gelişmiştir.
Gezi formlarında dile getirilen demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, halk için
devlet kavramları sistemi sorgulayan başlıklardan sadece bir kaçıdır. Sessiz
ama eylemsel alanda da polis şiddeti ve eylemcilere karşı geliştirilen terör
devlet mekanizmasının baskıcı yönü ve geçmişte yapmış olduğu katliamlar, faili
meçhul cinayetler ve kayıplarda militar yönü de tartışmaya açılmıştır.
Gezi Direnişi HES direnişinin bir devamı değil, onu kapsayan
bir mücadele biçimi olmuştur, çünkü HES mücadelesi bir sistem mücadelesi değil,
sistem içinde sistemin yok etmek istediği doğanın korunması ve yaşatılması için
yapılan bir sistem içi mücadeledir. HES karşıtı eylemliklerde sistem ile
yüzleşilmemiş, sistemin sadece yan etkileri üzerine karşı mücadele verilmiştir.
O yüzde Erzurum’da verilen mücadele ile Rize’de verilen mücadele kardeş
olabilirken, Kürt sorunu karşısında farklı tavırlar alınabilinmiştir. HES
mücadelesi yapanlar sistem sorunu karşısında birden fazla bakış açısına
sahiptir. HES mücadelesi bir anlamda Gezi Direnişinin önünü açmış ama sonucu
olmamıştır.
Gezi Direnişi Artvin Madenlerine karşı yürüyüşe ev sahipliği
yaparak onun mücadelesine de ev sahipliği yapmıştır, kucaklamıştır. Kucaklaması
kadar doğal bir şey oktur, çünkü savunduğu yaşam içinde onların mücadelesi de
dahildir. İstemler paraleldir.
Gezi Direnişi direnişin başladığı ikinci günden itibaren bir
özgürlük mücadelesi olarak kendisini ifade etmeye sessizce başlamış ve yaşam
alanın savunulması olarak kendisini ifade etmiştir. Özgürlük mücadelesi içinde
sistemin yaratmış olduğu tüm alışkanlıkların üzerine bir çizgi çekerek, yeni
yaşam için ilk ipuçlarını kurdukları direniş marketler ve revirler ile
kendisini ilan etmiştir. Dayanışma ve kardeşlik yaşam içinde söylenmeden hayata
geçirilmiş ve barikat yoldaşlığı ile kendisini tanımlamıştır.
Gezi Direnişi bir iktidar mücadelesi olmadığı ama devlet ve
sistem ile yüzleşme ve de alternatifini hayat içinde yaratama sürecidir. Taksim
ve Gezi Parkı’nda direnişin ilk haftası içinde bu alternatif yaşam biçimi (hiçbir
teori ve ideolojik söyleme dayanmadan, kendiliğinden) hayata geçirilmiş,
formlarda sözü olan her bireye söz hakkı tanınmıştır. Kararlar ortak alınmış,
devlet ile görüşmelerde toplu gidilip görüşülmüştür. Kararlar ortak alınıp geniş
tabanın bilgisi dahilinde hayata geçirilmiştir.
Direnişe katılanlar ailelerin her bir bireyi ile katılmış,
yediden yetmişe sözü hayata geçmiştir. Gaz bulutu içinde her direnişçi yerini
almış ve kararlı olarak mücadeleye devam demiştir.
Gezi Direnişi sisteme karşı verilen bir mücadeledir ve o
mücadele halen devam etmektedir.
Gezi Direnişi bir iktidar mücadelesi değildir, sistem mücadelesidir,
eğer iktidar mücadelesi yapmış olsaydı şimdiye kadar bir parti çatışı altında
birleşmiş, AKP karşıtı bir mücadele yöntemi seçmiş olurdu. Bugün ana muhalefet
partisini dahi meydana almayan bir zanlayış
hala kendisini koruyorsa bu iktidar mücadelesi olmadığının çığlığıdır.
Gezi Direnişi kendi bayrağını bayraksızlaştırarak
yaratmıştır.
Gezi Direnişini elbette birileri kendi tarafına çekmeye ve o
diren işten nemalanmak istemi ve istenci olacaktı, oldu da. Türk bayrakları ve
Türk bayrağına Atatürk’ün kalpaklı halinin iliştirildiği flamlar ile meydana
gelenler, yeni bir Cumhuriyet Mitingleri havasında olaya yaklaşmış ve orada
kendi örgütlenmelerini seslendirmişlerdir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganlarını
küçük bir grup dillendirmiş olmasına rağmen Gezi Direnişçiler içinde sadece bıyık
altı gülümsemeye yol açmış ve “biz hiç kimsenin askeri değiliz” afişi ile
kendisini ifade etmiştir.
Direniş barikatının arkasında sistem ile sorunu olan her görüş
kendisine uygun yer bulmuş ama devlet ve sistemle sorunu olmayıp iktidar ile
sorunu olanlar da barikatların arkasında kendilerine uygun bir yer
bulmuşlardır. Barikatların arkasında devlet kavramı ile yüzleşebilenlerin
dışında devleti savunan ve baskı unsurunu kendi yürüyüşlerine
biçimlendirenlerinde olması doğaldı. Devlet mekanizmasını savunanlar bayrak
taşıması kadar doğal bir şey de olamazdı ama onlar gösterilmek istendiği gibi
çoğunluğu temsil etmiyordu.
Devletin sembolü bayraktır ve hangi bayrak olursa olsun Gezi
Direnişi mantığı içinde meşru olamaz, olamadı da!
Gezi Direnişi saldırı olduğunda omuz omuza yürüyen
insanların hangi flama ve bayrak taşıdığına bakmadan direnme özgürlüğünün
olduğu yer olmuştur.
Gezi Direnişi bayrakları ortada kaldırarak bir anlamda ulus
devlet ve devletin sembolünü ortadan kaldırmıştır.
Kürt ulusal hareketi temsilcileri, Gezi Direnişine temsili
katılım dışında kitlesel katılımda bulunmamış kendi gündemleri olan “Çözüm
Süreci” ile ilgili konulara daha duyarlı olmuştur. “Bu direniş benim direnişim
değildir” sessiz söylemine kulaklarımız çınlamıştır ama bir yönden de haklılar,
çünkü onlar yaşanan süreci doğru okumuşlardır, süreç devlete karşıdır ve onlar
devlet istemekteydiler. Yıllardan beri muhatap arayanlar, bir muhatap bulmuşlardır
ve o muhatap devletleşmiş AKP’dir, onu masadan kaybetmemek için her türlü
özveriyi göstereceklerdi, gösterdiler de! Kürt ulusal mücadelesi devletleşme
mücadelesidir bir anlamda, özgürleşme mücadelesi içinde devlet ve otorite
vardır. Gezi Direnişi mantığının bir anlamda dışında yer almaktadır.
Gezi Direnişi kapitalist sisteme ve devlete karşı yapılmış
bir özgürlük mücadelesinin seslendirilmesidir.
İstem ortaktır, özgürlük.
Özgürlük tanımını da pratikte söze dökmeden vermişlerdir,
komün yaşam ve ortak alan içinde, her şey “yarin yanağından gayri her şey”
ortaklaştırılmış, özel mülk kavramı ortadan kalkmıştır. Evinden yemek getiren,
marketten bir şey alıp getirene kadar her kes elindekini ortak kullanımına
sunmuştur. Barikat arkasında ve İstiklal Caddesinde devletin olmadığı zaman
dilimi içinde özgürlük olabildiğince soluklanmış, her birey kendisini ifade
edebileceği alan yakalamıştır.
Gezi devlet kavramı ile yüzleşmiş ve açıkça haykırmıştır.
Sessice devlet, halk için çalışsın, biz artık devlet için çalışmak
istemiyoruz! Zaman içinde devlet sönüp, işlevi ortadan kalksın demiştir.
Devletin olmadığı yerde özgürlük ve bireyin kendisini
rahatlıkla ifade edebileceğini yaşayarak görmüştür.
Gezi Direnişi devlet kavramına ve her türlü otoriteye karşı
yapılmış bir isyandır. Zor ile biat ettirilmeye karşı yükseltilen bir sestir.
İktidarda kim olursa olsun, devlet adına yapılan her türlü baskıya karşı
yapılmış bir isyandır. O yüzden meydana devleti temsil eden partiler meydandan
kovulmuşlardır, destek verilmemiştir.
Devleti yüceltenler ve devleti olmazsa olmaz görenlere
karşı, devlet örgütlenmesi yerine kısa sürede olsa halk örgütlenmesini hayata
geçirmişler ve uygulamışlardır.
Gezi Direnişi günleri ve direniş içinde yer alanlar bakış
açılarını ve yaşama katılışlarını köklü olarak değiştirmiş ve bugün dahi
kimsenin söz söylemesine gerek olmadan meydanlarda var olmaya devam ediyorlar.
Gezi Direnişi her türlü devleti sembolize eden bayrağa
karşıdır ve kimsenin askeri olmayanların özgürlük yürüyüşüdür.
İsmail Cem Özkan
19 Eylül 2013 Perşembe
Gölgedeki sol!
Gölgedeki sol!
Türkiye sol hareketinin kader çizgisini çizen 12 Eylül
faşist darbedir dersek abartmış olmayız. Kitlesel partiler ile yarışacak kadar
etkili olan Türkiye solu, bir gecede olmazsa da birkaç sene sonra havluyu
atmış, cezaevlerinde, bir bölüm solcu yapılar tek tip kıyafet giyerek
yenilgisini ilan etmiştir. Darbe ve yenilgi ile sonuçlanan tarih çizgimizde
1980’li yıllarda bu sefer bir Kızıldere destanını yazamamış, tek tip kıyafet
içinde kucaklaşma adı verilen sağcılar ile aynı hücreyi ve kafesleri paylaşmak,
solun kader çizgisi içinde yerini almış. İdam edilen yoldaşları için etkili bir
politik çizgi çizemeyen Türkiye solunun bir bölümü darbe öncesi yurtdışına
çekilmiş, idama giden yoldaşlarını savunma için eylem yapma yerine (yurtdışında
protesto ve imza kampanyaları dışında) sessizliklerini korumuşlardır. Türkiye
solu idamlara giden yolda birden fazla Kızıldere yaratacak birlik ve ortak
hareket alanı ne yazık ki kuramamış.
Yurtdışında kurulmuş Faşizme Karşı Birleşik Devrimci Cephe
adı iddialı olmasına rağmen kendisi iddialı olamamış bir yapı özelliğini göstermiş
ve kısa zaman içinde arkasında kanlı ayak izlerini bırakarak dağılmıştır.
PKK öncesi, bir çok Kürdistan ve Türkiye solu hareketlerinin
militanları tarafından ülke içinde kurşun seslerini ülkenin dağlarında
yankılatmış ama başarılı olamamışlar ve bir dönemin kapanışını PKK, - ilk
kurşunu ile - adı konulamamış savaşı başlatarak ilan etmiştir.
Bir grup, 80’li yılların ortalarına doğru Newroz’un ateşini
yakmış ve bugüne kadar ateşi yanar halde korumuşlar. Ateşi korurken ateş zaman
içinde büyümüş ve ülkenin her köyünde bir iz bırakacak şekilde kanlı tarihin de
izlerini bırakmış.
Yaşadığımız günler içinde; kirli savaşların ve sürecin
sonucunda bir masa etrafında güçlerin pazarlık içinde olduğunu her iki tarafın
açıklaması ile aylar öncesi öğrenmiş bulunuyoruz. Barış süreci adını verdikleri
bu süreçte neler yaşanacak henüz belli değil. En azından başlamak bile kirli
savaşın sonlanması için önemli bir adımdır.
12 Eylül, bir anlamda PKK’ye hayat vermiş, darbeci
generallerin yapmış olduğu düzenlemeler ile Kürt Ulusal Mücadelesi için ortam
hazırlamıştır. Cezaevlerinde Kürt ve diğer kültürlere ait analar Türkçe
bilmediği için çocukları ile el hareketleri ile anlaşmaya çalışmış, gözleri ile
çocuğuna bakmıştır. Analar isyanlarının sesi olan gözyaşlarını içlerine atarken,
dağda yanan bir ateşin daha da büyümesine içten içe sevinmişlerdir. O sevinç
kısa sürede desteğe dönüşmüş ve PKK bugünkü pazarlık edecek konuma gelişini
sağlamıştır.
PKK ile mücadele adı altında yaratılan ekonomik ilişkiler ve
ticaret savaşın daha da yayılmasına olanak sunmuştur.
İt izi at izine karıştığı dönemler içinde bir çok suikast,
cinayet ve katliamlar olmuştur. Bugün dahi hangi katliamı, hangi cinayeti
kimler işlediğini bilemez konumundayız. Tetikçi yakalanmış ise onun ifadesi
sonucu kimin yaptığından haberimiz olmuş olmasına rağmen, Dink davasında olduğu
gibi kimlerin teşvik ettiği ve koruduğu laf kalabalığı altında hasıraltı
edilmiştir.
PKK lideri iki de bir “Türk solunu biz sırtımızda taşıdık,
kamburumuz oldular, onlara diyoruz bağımsız hareket edin, bağımsız örgütlenin
ama sırtımızdan inmediler.” buna benzer cümleler zaman zaman kurmuş ve yayın
organlarında yayınlatmıştır. Belki sözler kelime kelime böyle olmayabilir ama sonuçta
böyle demektedir. Kısaca PKK lideri diyor ki, benim gölgemin altında birileri
var ve bizim niyetlerimize uygun davranıyorlar. Yayın organlarımızda onlara söz
hakkı veriyoruz, gerek olduğunda gerilla ile buluşmalarını sağlıyoruz.
Gölgede kalanların büyüme şansı yoktur, çünkü gerekli güneş
alamazlar. Zaman zaman başlarını gölgeden dışarı çıkarıp bakmış olmaları,
kendilerine daha pahalıya mal olmuştur. PKK kendi gölgesi içinde olup bağımsız
örgütlenenlere gerek gördüğünde çeki düzen vermiş. Zor dilini çok iyi kullanan
sadece devlet değildir, savaştığı karşı güçte aynı dili kullanmaktadır.
Yenilgi sonrası kendilerini ifade etme çabasında olan
Türkiye solu, zaman zaman değişik çıkış kapıları denemiş olsa da bu
denemelerinden başarılı olamamıştır. ÖDP bu anlamda öğretici bir deneyimdir.
Bir arada yaşamı savunanlar bir arada duramamış, parçalana parçalana bir
birinden bağımsız ve dünya bakış açıları çok farklı parti tabelaları
olmuşlardır. Parçalanmanın temelinde Kürt sorununa bakış ve yaşanan savaş
karşısında konumlanacak tavır belirleyici olmuştur. İki tarafın çatıştığı
ortamda, üçüncü bir güç olma hayali kuranlar bu hayallerine ne yazık ki gerçek
boylamda kavuşamamışlardır.
Türkiye sol hareketi, kendisini ifade edebilecek bir alana
yenilgi sonrası bir ortam bulamadı. Bulduklarında ise; iç çatışma / çekişme
yüzünden gerekli güçlü çıkışı yaratacak bir örgütsel yapıdan yoksundu.
Yenilgi, Türkiye sol hareketi içinde eteklerinde taşlar olan
bir çok üyesini yaratmıştır. Eylemsizlik ve nerede duracağı belli olmayanlar,
yapılar içinde eteklerindeki taşları bırakamamışlar, özeleştiri ve eleştiri
mekanizması yerine dedikodular ile atılacak adımlar önünde köstek / engel
olmuştur. Çünkü cezaevi süreci, bir çok kişinin polise verdiği ifadeleri
başkaları için olumsuz etki olmuş, gerekli direnişin olmaması ise bu ayrışma ve
güvensizlik ortamı için zemin yaratılmıştır.
Kim kime neden güvenecekti ki?
Geçmişte var olan yapılar; üyelerine, sempatizanlarına sahip
çıkmaması, ailelerin perişan olması, cezaevinde ve işkencede ölenler ile gerçek
anlamda dayanışma yapılmaması, 12 Eylül öncesi ile organik bağın kopuşu
anlamına geliyordu. 12 Eylül öncesi ve
sonrası bir çok sol yapı devamlılık gösterememiş ve yenilerek yok olmuştur.
Sol ya devletin gölgesi altında ya da PKK gölgesi altında
kendisini ifade etmiş ve varlık sebeplerini orada konumlandırmışlardır. Başlangıçta
yapı olarak devlet yanında yer almayanlar; son yapılan anayasa referandumu ile
birlikte nerede duracaklarını bilinçli bir tercih ile belirlemişlerdir. Daha
önceleri bireysel tercih olarak kendilerini konumlandıranlar yanına örgütlü
yapılarda katılmıştır. Bugün sol içinde, devlet temsilen hükümetin politikasını
savunanlar ile muhalif olanlar kendilerine yaşam alanı buluyorlar. (En azından
Gezi Direnişi öncesine kadar)
30 yıldan fazladır adı konulmamış ama herkesin bildiği
hissettiği bir savaşın tarafları kendileri dışında başka bir gücün
olgunlaşmasına ve ifade etmesine olanak vermemişlerdir. Savaşın keskin kılıcı
altında kendisini ifade etmek isteyenler zaman zaman tarafların bir yanında
varlarmış gibi algılanması için ortamlar hazırlanmış ve propaganda araçları ile
solun konumu değişen güneş ışığına göre gölgesini tarif etmeye çalışmıştır.
Bugüne kadar yapılamayan bir şey yakın zamanda gerçekleşmiş
ve kongre adı altında bir çatı yapısı kurulmuştur. Kongre atçısı altında her
yapı kendisini olduğu gibi ifade edecek ve politikalarına uygun olan yerde
ortak davranacaktır. O örgütleme içine ne tesadüfi ki referandum sonrası sol
içi ayrışmada yer alan liberal ve sol partiler ve dergi çevreleri aynı yerde
buluşmuşlar. Birbiri ile yan yana gelemeyecek olan solun renkleri bu
oluşturulan kongre etrafı içinde ortak hareket edebiliyor gözüküyor, fakat bazı
konularda tercihler gölgelerin altına sığınmak oluyor, görüş belirtmiyorlar,
sessiz kalıyorlar.
Gölgelerin içinde yer alanların bağımsız bir politika
oluşturma şansları ne kadar vardır, bunu tarih bize öğretecektir, çünkü sol
dünya görüşünün bugüne kadar yapmış olduğu tahminlerin büyük bir bölümü çöpteki
yerini almıştır. Tarih bir çizgide ilerlemiyor ve önceden olacak gibi
algılananlar olmuyor.
Yeni bir sürece doğru kıvrıldığımız bugünlerde, Gezi
direnişinin yaratmış olduğu yeni bakış açıları ve ortamları, solunda yeniden
kendisini konumlandırması ve yeni dil ile kitlelere seslenmesi kaçınılmazdır.
Yeni bir süreç içinde birikmiş sorunların yaratmış olduğu kaos ortamında; kim
nerede ve kimler ile ittifak içinde olacağı ve özgürlük ve devrim mücadelesi kimlerin
yapacağını zaman gösterecektir.
İsmail Cem Özkan
15 Eylül 2013 Pazar
Din olduğu yerde özgürlük olmaz!
Din olduğu yerde özgürlük olmaz!
Tek tanrılı dinlerden önce çok tanrılı dinler zamanında da
devlet denen mekanizma ve siyaset dinin etkisi altında ve dini kullanılarak
yapılırdı. Din ortaya çıktığı günden beri siyasetin hizmetinde, siyaset dinin
hizmetinde olmuştur.
Geri bıraktırılmış ülkelerde din her zaman etkisini
koruyacak ve din ile siyaset yapan iktidara gelecektir, günlük işleri arasında
dinin etkisini uzaklaştıranlar ise uzaklaştırdıkları kadar özgür olacaklar ve
özgür iradeleri ile değişime açık olacaklardır.
Din gelişmekte olan ülkelerin halklarının günlük yaşamdan
kopuşu ve sorunlardan uzaklaşıp sığındıkları birer mağdet olma özelliğini
koruyacaktır. Yaşamakta olan din, bir toplum içinde yaşayan bazı insanlara dinin
gerçekleri dışında başka anlamlar yükleyecek, onları ulaşılmaz ve ermiş yapabilmektedir.
Dini kontrol eden siyaset istediği biçimde kendi ve çevresinin çıkarını
kollamakta zorlanmayacaktır.
Geri kalmış ülkelerde “dini siyasete alet etmeyin” derken
bile dini siyasetin ortasına oturtmuş oluyor.
Din ortaya çıkışı ve yayılışı bile politik ve siyasi bir
olaydır... Din toplum ile ilgilenir ve toplumu biçimlendirmek için toplumun en
küçük biriminden ve bireyinden başlayarak sistemli bir biçimde mücadele
verir...
Dinde önemli olan kuralladır ve o kurallar için size biat
etme öğretilir, düşünme der, yap! Din düşünmeyi ve ilerlemeyi bir anlamda
frenler, çağdaş gelişmeler karşısında direnir. Ülkeler bugün ki seviyelerine ‘dine
rağmen’ gelmişlerdir.
Toplumlar, dini reform ede ede değiştirmiş ve yaşanabilir ve
daha özgür bir topluluk yaratmışlardır. Dinin etkisi azaldıkça toplumlar daha
özgür, bireyler kendilerini cinsiyet ayrımı yapmaksızın ifade eder olmuştur.
Kadın hakları ve kadınların toplum içindeki konumları da
dinin etkisi azalması ile birlikte önemli oranda gelişim gösterebilir, yaşayan din
kadını erkeğin zevkleri için sadece bir araç görme eğilimi içindedir. (Kutsal
kitapta ve uygulamalarında ne yazdığına pek bakılmaz, önemli olan gelenek ve
uygulanmakta olan ahlak anlayışıdır)
Gerçek din ritüelleri ve kutsal kitapların söylemleri ve
buyrukları dışında her toplum kendisine göre din yaratmış ve uygulamaya ortak
isim altında devam etmektedir. Örneğin kadının sünnet olayı dinen yasak
olmasına rağmen bir çok toplumda dinin gereği olarak yapılmaya devam etmekte ve
bir çok kadın sünnetten dolayı hayatını kaybetmeye devam etmektedir.
Her baskı grubu kendi egemenliğin kaybolmasını istemez ve
doğal olarak direnir. Din binlerce yıldır toplumlara hükmetmiş ve kendi kutsal
mekanlarını dokunulmaz kılarak dünyanın her yerine yayılmıştır. Her mekan
kendisine göre bir yaşam alanı ve çıkar ilişkisini beraberinde taşır.
Çıkarların çatıştığı noktada, var olan düzenin değişimi karşısında din ve o
çıkar çevresinden yararlananlar gelmekte olana karşı direnecek ve savunma
mekanizmalarını güçlendirecektir. Gelişmekte olan ülkelerde sanayi ve
şehirleşme ilerledikçe çağdaş laik ülkelerde olduğu gibi devlet mekanizması
içinden dinin etkisi azalacak ve para sahipleri eskiden olduğu gibi dini kurumlar
ile kazançlarını paylaşmak istemeyeceklerdir.
Dinin etkisi ortadan kaldıracak olan bizzat dini kullanarak
sermaye birikimi yapanlar olacaktır.
Din siyasetin sadece kullanılan bir parçasıdır, onu doğru
kullanırsanız iktidar olursunuz, yok ederseniz özgürlüğünüzü elde edersiniz...
İsmail Cem Özkan
14 Eylül 2013 Cumartesi
Eziklik…
Eziklik…
Kuşaklar toplumun ilerleyişinin bir anlamda göstergesidir ve
diyalektik yasası gereği her yeni kuşak bir geçmişinden ileri olmalıdır. Tarih bize
öyle söyler ama son kırk yıllık tarihimiz içinde kırk kere maşallah diyecek örgütlü
kuşaklarımız vardır ve diyalektik yasalarının dışında bir görünüm sergilerler. Elbette
bu kendilerini örgütlü olarak gösterenler arasında hayat bulur, yaşam örgütlü olduğunu
sananların dışında toplumsal yapı içinde yaşayan ama örgütsüz gibi gözüken
çoğunluk için başka türlü akmaya devam eder.
Son yıllar içinde kuşaklar, kuşak tarihlerine göre
örgütlülük içine girmiş ve kuşaklarının sorunlarını bugüne taşıyan ve çözüm
arayışı içinde olan yapılar olarak kendilerini göstermişlerdir. İlk başta çok
olumlu bir izlenim ortaya sermelerine rağmen, zaman içinde bu olumlu görünümün
başka boyuta döndüğüne şahitlik etmekteyiz.
Son yıllarda, günlük yaşamın gündeminde daha çok 12 Eylül günleri
yaklaştığında gelen kuşak yapıları söz konusudur. 12 Eylül sanki o kuşak
anacakmış ya da sorgulayacakmış gibi algılandığından olsa gerek bir çok sol
grup onların yaptığı etkinliklerde yer almaya ve flamaları ile katılmaya özen
göstermektedir. Kendi duruşlarını o kuşak örgütlenmesi altında
seslendirilmesine sessizce onay vermekteler.
Sol yapıların baktığı noktadan sanırım bakmıyorum, o yüzden
örneğin en popüler olan 78 kuşağını ve örgütlü yapılarını anlamıyorum, gerçi
onlara örnek olan yaşayan 68 kuşağının tüm olumsuzluklarını üzerilerinde
taşıyor... İki ayrı örgütlü yapı var, biri açıkça AKP ve PKK destekliyor
ötekisi ise daha mahcup destekliyor yaptıkları etkinlikler ve çalışmalar ile...
(Elbette söz ve yazı ile başka şeyler söyleniyor olabilir ama ben söz ve
yazıdan daha çok ileri gelenlerinin ve örgütlenmesinin yaptıkları etkinliklere
bakarak görüşümü biçimlendirdim.)
Kuşakların travmaları elbette olacak, ama 78 kuşağının yaşadığı
süreç bir kuşağın altından kalkamayacak boyutta olmuş ve panzerlerin altında kalacak
şekilde keskin olmuştur.
Olaylar yaşarken olayların ağırlığı ve sorumluluğu tam
anlaşılamadan, kendilerini işkencehanelerde, ölüm tuzaklarında ve ihanetin
ortasında bulmuşlardır. 12 Eylül bir kırılma noktasıdır ve o kırılma noktası 78
kuşağının hayatı üzerinde olmuş ve onları ezmiştir. Kolay değildir, henüz
yaşaması gerekenleri yaşayamayanlar bir cephenin içinde karşılıklı çatışırken
hayata gülümsemeyi öğrenmişlerdir. Onlar için keskin çizgiler vardır ve bu
keskin çizgiler birbirini henüz tanıyamayan ve anlayamayanları aynı hücrede
buluşturmuş ve aynı acıları ve darağaçlarının gölgesinde yaşamaya zorlanmıştır.
Beslenmeyen ama asılan bir kuşaktır. Yaşı büyütülüp ceza
alması sağlanan bir kuşaktır. İşkence tezgahlarında, cezaevlerinde seslerini
duvara yazan kuşaktır. Panzerler altında ezilmişler ve o eziklik uzun yıllar
üzerinde atamayanların kuşağıdır.
78 kuşağının travması ezilmek olduğu anlaşılıyor ve
kendilerini “ezene karşı” yapılan her türlü “sözde girişim”i gözü kapalı
desteklemek veya sessiz kalarak destek sunmak şeklinde kendisini gösteriyor...
AKP, sözde 12 Eylül’ü yargılayacaktı. Referandum ile
yasalarda değişim yaptı, sözde kaldı, çünkü Dink cinayeti üzerindeydi... Sözde
kalacağı ortada iken, referandumda ‘boykot’ ya da ‘yetmez ama evet’ diyerek
dolaylı ya da direkt olarak referandumun olumlu çıkması sessizce onay
vermişlerdir.
AKP uzun süredir yaşanan Kürt sorununa karşı “çözüm süreci” adlı sözde yeni girişim
başlattı ve sözde olanlara 78 kuşağı diğerinde olduğu gibi gözü kapalı gitti...
(hepsi değil, örgütlü olanlar.) Kürt sorununda çözümsüzlüğü besleyen politikaları
katıksız şekilde uygulayan ve katliamlarda parmak izi olduğunu unutularak çözüm
süreci girişimine “söz” almışçasına destek verdiler, hatta, hatları belli
olmayan sözde çözüm süreci hakkında savunan görüşler belirttiler, desteklerini
karşılıksız olarak; hangi dili kullanacağını AKP liderine soracak boyutta
verdiler.
78 kuşağı beyini kullanacağına duygusunu ve çıkarını
düşünüyor izlenimi var bende.
“Ezik olanlar, yaşanan süreçten de ders çıkarmıyor, sözde olanlar yerine; hedefi net ve mücadele biçimi ortada iken, sözde girişimler ile yeniden yenilgi için (kendi içlerinde) ortam hazırlıyorlar” diye yaşananlardan sonra düşünüyorum. Çünkü AKP başlattığı girişimler sözde kalmış, ileri bir adım dahi atmamıştır, başlangıç noktasından hatta bir çok açıdan daha geri konuma gelmiştir. Dink cinayeti bugün başlangıcından daha geri konumda ve cinayete kastedenler devletin mevkilerinde korunmacı haldedir.
“Ezik olanlar, yaşanan süreçten de ders çıkarmıyor, sözde olanlar yerine; hedefi net ve mücadele biçimi ortada iken, sözde girişimler ile yeniden yenilgi için (kendi içlerinde) ortam hazırlıyorlar” diye yaşananlardan sonra düşünüyorum. Çünkü AKP başlattığı girişimler sözde kalmış, ileri bir adım dahi atmamıştır, başlangıç noktasından hatta bir çok açıdan daha geri konuma gelmiştir. Dink cinayeti bugün başlangıcından daha geri konumda ve cinayete kastedenler devletin mevkilerinde korunmacı haldedir.
AKP çıkarına geldiği gibi hareket etmekte ve destekçilerinin
beklentisini hiç önemsememektedir.
Devrim hedefi olamayanlar, sözde yapılan her girişime gözü
kapalı olarak destek verir ve reformlar ile kendi ezikliklerini ortadan
kalkmasını umarlar.
Bu sözlerim kendilerine örgütlü olarak gören ve ezik duygusunu ortak yaşayanlar içindir... Yoksa devrimci duygular içinde acı çekenler ve bugün dahi çocukları ile meydanda olanlar için değildir.
Yazının bu satırlarına kadar ezik kavramı kullandım ama anlamını açıklamadım. Kısaca “ezik” olanlar kelimesinden anladığım; kendi çocuklarını apolitik yapıp (güya bilim adamı yetiştirecekler ve “onların acısını yaşamak istemiyoruz, biz yeteri kadar acı yaşadık” diyen korumacı aile veya baskıcı aile yapısı olanlar…), başkalarının çocukları üzerinden politika yapanlardır.
Bu sözlerim kendilerine örgütlü olarak gören ve ezik duygusunu ortak yaşayanlar içindir... Yoksa devrimci duygular içinde acı çekenler ve bugün dahi çocukları ile meydanda olanlar için değildir.
Yazının bu satırlarına kadar ezik kavramı kullandım ama anlamını açıklamadım. Kısaca “ezik” olanlar kelimesinden anladığım; kendi çocuklarını apolitik yapıp (güya bilim adamı yetiştirecekler ve “onların acısını yaşamak istemiyoruz, biz yeteri kadar acı yaşadık” diyen korumacı aile veya baskıcı aile yapısı olanlar…), başkalarının çocukları üzerinden politika yapanlardır.
Ezik olmak; hayatın kontrolünü yabancıların eline bırakmak,
cesur olmamak, düşüncelerin ve cesaretin zihinden silinmesine izin vermek
olarak da okuyabiliriz.
İsmail Cem Özkan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)