15 Aralık 2013 Pazar

Abidin Dino’da bir meta aracına mı dönüşüyor?

Abidin Dino’da bir meta aracına mı dönüşüyor?

Abidin Dino için portre karikatür sergisi yapılmaktaymış… Üstelik birkaç senedir bu devam ediyormuş… Kim adına, neden soruları sormak doğal bir soru, çünkü ananlar ile Abidin Dino’nun siyasi, ideolojik bir yakınlığı olmadığı gibi kan bağı da yok! Kan bağına inanmam, çünkü aynı soydan gelenlerin önemli bir bölümü daha çok kendi akrabalarını ticari ve piyasa malı yapmıştır, onun adından yararlanarak geçimini sağlamaktadır.  Abidin Dino'nun çizgisine, duruşuna ve siyasi tercihine uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve bugün ki duruşları ile Abidin Dino vb.lerine küfür edenler onu anması ne kadar doğrudur? Sanırım anarken de küfür ediyorlardır ve bu sayede onun ismini ve duruşunu bozmaya ve yanlış imajlar vererek onu yok etmeye ve de altını boşaltmaya çalışıyorlar. Yoksa neden ansın? Türkçede bir söz var “eniştem bugün beni neden öptü” diye, onların anması bu sözü anımsatıyor bende…

Bu sergiyi organize edenler kimlerin olup olmadığını pek önemi yok, çünkü kişisel ve ben yaptım oldu anlayışını temsil ediyorlar, tipik günümüz liberal insanı (!) ama serginin seçici kurul içinde kendilerine Kemalist diyenden, liberal diyene kadar değişik kesimlerin temsilcileri bulunmaktadır. Çalıştıkları ve bulundukları ortam ile hem iktidarı eleştiren hem de iktidarı savunan konumunda olan insanların birliği.  Kısaca zıtların birliği diye okuyabiliriz. Bu ananların bazıları için şimdi sormak gerek, yahu kardeşim hem dinciler ile çıkarın gereği al külah ver külah yaşıyorsun, sonra kendini görmez gibi dincileri eleştiriyorsun... Namuslu ve dürüst olun..

Komünist ve tercihleri yüzünden bedel ödeyenleri ancak bedel ödemişler ve onu temsil eden kurumlar anabilir, bireylerin anması tercihtir ve kamu önünde bireysel duruşunu gösterebilir ama onu bir kurum gibi anmak, onu anması gerekenleri ötelemek, siz kim oluyorsunuz anlamına gelir... Abidin Dino’nun politik savunucuları olduğunu iddia edenlerin bunu bir kere daha düşünmeleri gerekir. Türk karikatürü içinde ne kadar Nazi vb olduğunu unutmayın. Türk karikatürü aydınlık yüzü kadar geçmişi pislikler ile örülüdür... Pisliklerin üzeri örtüle örtüle ve izleyicileri kandıra kandıra mizahı iktidarı savunan bir araç konuma getirildi, bu tutum artık sonlanmalı ve mizah olduğu konumuna geri dönmelidir.

Bu sergiyi yapanları kınıyorum, faşizme ve dincilere çanak çaldığınız ve devrimci komünist insanların altını boşalttığınız için... Onları birer rant haline getirip ünlü olma hevesleri ile adlarını kullananların bu istemleri boğazında kalmasını istiyorsanız, artık sahip çıkın değerlerinize…

İsmail Cem Özkan

Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum!


Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum!

Yazı yazma serüveni sürekli geriye doğru dönüp bakmayı getirir. İlerisini yazmak için dahi olsa geri dönmek gereklidir, geri olmayınca ileri zaten olamıyor. Yaşantımızın içinde tarih defterine bıraktığımız o kadar çok anı ve unuttuğumuz şeyler vardır ki, hiçbir kelime, cümle ve öfke ile yazılan satırlar onları bugün aynı heyecan ve öfke ile karşılamamızı getirmez. Üzerine tozlar serpilmiş, serpilen tozların altında öfkelerimiz birer anı haline dönüşmüş, dudaklarımızda sadece acı gülümseme bırakan duygular halinde bugüne yansıtabiliyoruz. Bugün geçmişin acıları ile alnımıza ve yüzümüze çizilen çizgilerin hesabını ve neden çizildiğini hiç birimiz bilemeyiz. Bizler tarih içinde kendi tanrısını yaratmış tek canlıyız, bugün o tanrıyı içimizde öldürmeye çalışsak da bir şekilde korkularımız ve bilinmezlikler içinde yaşamaya devam eder. Ne zaman bir bilinmezlik ile karşılaşsak o tanrı kafasını çıkarır ve bize gülümser. Çünkü bilir ki o, bilinmezlikler içinde yaşadığını. Bilinmezlik korkudur. Korkuyu büyüten, geliştiren ise tarihimizdir. Tarih iyi okunmadığında, korkuyu besler. Korku ise bizim cesaret ile adım atmamızı engeller, hatta bir hücrede yaşamaya zorlar.
Eskiden matbaada basılan dergiler için yazı yazardım, matbaada basılan yazılar içinde öfkeme mürekkebin kokusunu ve kelimelerin hıncını eklerdim. Bugün mürekkebin kokusu artık yok, ekrandan yansıyan ışığın oklarını gönderebilirim ancak ama ne yazık ki içimde ne öfke ve de hınç vardır, üzerilerine tarihin tozları serpilmiş, daha sakin bir şekilde yazılarımı yazıyor, kafamda ki düşünceleri otosansürleyerek ekrana aktarıyorum. Yaşadığımız çağın ruhu her şeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyenlerin hoyratça konuştuğu bir dilimdir. Parası olan istediği düşüncesini bir başkasına aktarıp, o aktardığı kişinin kaleme aldığı ve sonra bir başkası tarafından düzeltilen (redekte edilen) ve yayınevinin çıkarlarına uygun basılan dijital ve normal kitap olarak karşımıza çıktığı çağdır. Araştırma yerine, kulaktan dolma, yanlış kaynaklardan yanlış sonuçlar çıkarılarak elde edilen bir balon düşünceler eşliğinde gerçeklikten uzaklaşan bir kuşağın içinde kendimizi buluyoruz. Üretmeyen ve üretilenin altına imza atan bir çağın içindeyiz.
Tarihte kırılma noktaları eski zaman diliminde uzun zamanları kapsardı. Kuşaklar sonucunda kırılmalar yaşanır ve yeni bir çağa adım atılırdı, son yüzyıl içinde ise kırılma artçıları daha kısa aralıklar ile olmaya başladı. Bir kuşak birden fazla kırılmaya şahitlik ederken, artık kırılmaların ne olduğunu dahi anlayamadan başka kırılmaların içinde kendisini bulan ama henüz o geçmiş kırılmanın sonuçları tam ortaya çıkmadan yeni kırılmanın yaratmış olduğu fırtına içinde girdaplaşan havada kendisini rüzgarın gücüne bırakanları olduğu bir zaman diliminde ne tarih, ne gelecek ne de bugün vardır. O an içinde, o anının ruhiyesini yaşamaya çalışan ve sadece kendisini düşünen bireylerin oluşturmuş olduğu topluluklar ortaya çıktı. Binlerce yılda oluşan medeniyet, birikim, kültürel diller birer birer iç içe geçerek yok olmakta ve her yiyeceğin içine katılan şeker gibi tatlı bir hayalin içinde görüntülerini dünyaya yansıtan ama kısa zamanda yok olan yaşamların, olmayan mezarlıklarında dolanır olduk. Her kültür bir başka kültürü anlıyormuş gibi yapıp, ortak bir yaşam yaratma telaşına kapılmadan olduğu gibi yaşamaya eksik cümleler ve işaret dili ile anlaşır kılmaya çalışıyorlar geçen günlerini. Emekliliğini bekleyen bir işçi gibi görevini yapan ve istikrarı bozulmadığı sürece hiçbir konuda görüş belirtmeyen tepkisiz bireylere döndük.
Arkadaşlarımız ile daha çok vakit geçirmeye başladık, ellerimizde son teknoloji ürünler ile. Bir birimizi dinlemeden fotoğraf çektirip, ne kadar mutlu olduğumuzu bizi izleyenlere göstermeye başladık. Evde bir biri ile konuşmayanlar, topluluk içinde en iyi sanatçıya taş çıkaracak kadar rollerini oynayıp, rollerine uygun kıyafetler içinde mutluluk fotoğraflarını paylaşırken, ne yediğini, ne içtiğini tüm dostlarına göstermekten geri durmayanların olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bugün bizlere doğal gelen bu davranışlar, kıyafetlerimiz bir on yıl sonra acaba nasıl gözükecektir.
İlişkilerimiz, düşünce yapımız, tercihlerimiz evrensel yiyecek dükkanlarında satılan tatlar gibi oldu. Hazır ve reçetesi belli yiyecekleri tüketirken, bizlerin de bir birimize benzerlik oranımız arttı, hangi dili, hangi şehirde yaşadığımızın artık önemi yok, hiç kimse hiçbir yerde yabancı değil, her kişi yaşadığı yeri ve dili tanımıyor haldedir.
Kelimelerimin öfkesi artık yok, çünkü cümleler kurmak için hangi dili konuşacağımı ve hangi dili bildiğimi bilmiyorum. Hepsinden birer parça, hepsinden bir sembol biliyorum. Artık bütün insanlar bir birleri ile araya tercüman almadan anlaşabiliyor. Belirli cümle yapısını bilmek artık yeterli. Evlere alınan romanlar, öykülerin yeri artık boş. Şimdi onların yerini 140 kelime her duygusunu anlatmaya çalışanlar var.
İçimde öfke birikmiş, kelimeler öfkemi anlatmıyor, çünkü unuttum öfkemi anlatacak kelimeleri!
Unuttum dünü, yarını görmeye çalışıyorum, anı yaşamaktayım!
İsmail Cem Özkan

13 Aralık 2013 Cuma

Çehov, Üç Kız Kardeş


Çehov, Üç Kız Kardeş

General Prozorov öleli bir yıl olmuştur, ölüm yıl dönümü aslında en küçük kızının vaftiz günüdür. Evde artık hüzün değil, mutluluk ve unut havası hakimdir. İrina neşe içinde evin içinde sürekli hareket halindedir, eskisi gibi olmazsa da küçük bir parti ile evin içine neşe saçılacaktır. Umut aynı zamanda Moskova’ya dönüş hayalidir. Babasının mesleği gereği geldikleri şehirden artık ayrılma zamanı geldiğine inanır üç kız kardeş. Üç kız kardeşin yanında bir de erkek kardeşleri (Andrey Sergeyeviç Prozorov) vardır ve erkek kardeşleri aşıktır. Bilim insanı olmak istemiş ama meclis üyeliğini tercih etmiştir. O Moskova hayali kurmadan kendi dünyasındadır. Andrey babsının beklentisini yerine getirmemiştir, iyi bir eğitim almış olmasına rağmen yaşadıkları yerde yaşamaktan mutludur. Natalya İvanovna’ya aşıktır. Karşılıklı bir aşk içinde olduğunu düşünmekteyiz. Fakat işin aslının öyle olmadığını evlilik sonrasında göreceğiz. Natalya kendi yaşamından kurtulup seçkin bir ailenin içinde olma hayalindedir ve bu hayali evlilik ile gerçekleşecektir. Egosunun dış dünya ile (çevresi) çatışması ve aşağılamasına şahitlik edeceğiz.
Oyunun ana teması mutlu olmaktır. Mutlu olmak için çaba sarf edenler, dış dünyada yaşanan gelişmelerin etkisi ile bir o yandan bu yana doğru savrulmaktadır. Tarihin kırılma noktalarına göz atarsanız, her kırılma sosyal ve aile yapısını da kökten etkilemiştir. Alışkanlıklar, düşünce yapısı ve geleneksel ilişkilerde değişim kaçınılmazdır.
Üç kız kardeş oyununda karakterler yaşamdan cımbız ile seçilmiş ve sözler felsefi derinliği olan ama yüzeysel sözlermiş gibi algılanan diyaloglardan oluşmaktadır. Her sözün, her hareketin bir sonraki söze ve davranışa bir davetiyeyi içinde barındırır. Diyalektik bir bakış açısı ile Rus toplumunun kırılmasına üç duvarlı olan sahnede şahitlik ederiz.
İvan Romanoviç Çebutıkin kareketeri bir anlamda Çehov kendisini sahneye taşır, “Allah topunun belasını versin! Benim hala doktor olduğumu sanıyorlar. Bütün hastalıkları iyileştirmesini bilirmişim. Oysa benim kesinlikle bir şey bildiğim yok. Bütün bildiklerimi unuttum. (...) Çarşamba günü ölümüne sebep olduğum şu kadın geldi aklıma. Daha bunun gibi bir sürü şeyi anımsadım. Kendimden tiksindim, iğrendim… Gittim güzelce çektim kafayı.” diyecek kadar içtendir. Bir düello öncesi içini saklamadan ortaya serer. Yola çıkacaktır, belki geri dönmeyecektir ama yapması gereken bir iş vardır, bir düelloda şahit ve doktorluk yapacaktır. Kendisini bir silüyet olarak görür, “aslında bizler burada değiliz, bir görüntüyüz, gerçek olduğumuzu kim biliyor” der. Baron Nikolay Lvoviç Tuzenbah düelledo hayatını kaybeder, ölüm haberini doktor getirir.
Toplumun dışında, toplumun içinde yaşayan bir ailedir. Kendilerini yaşadıkları toplumundan ayrı görme eğiliminde olan en az üç dil bilen kardeşler, o yaşadıkları yere göre çok lükstür ama bilgi geleceğe aktarılan en önemli şeydir. Kullanmadıkları bilginin aslında geleceğe bırakacağı bir şeyi yoktur. Yarım yamalak dil bilgisi ile yaşadıkları yerin yerlilerinden olan Andrey’in eşi Natalya (Nataşa) onlara hükmetmeye ve hatta küçümsemeye başlamıştır. Bilgilerini bir silah olarak kullanamayan ve alçakgönüllü olan kız kardeşler, sessizce olayı izlerken, içten içe bir isyanında ateşini beslemektedir. Hayal kırıklıkları ve yaşamın dayatmaları karşısında boyun eğiş.
Maşa ortanca kardeştir, Kuligin ile evlidir. Kuligin öğretmendir, Latince dilini iyi bilmekte ve onlara göre soylu bir aileden gelmemektedir. Onların yanında kendisini aşağıda görür ve her daim onların yanında sesi daha aşağıdadır. Maşa bu durumdan şikayetçidir ama eşine bu şikayetini belirtmez, o kafasında canlandırdığı adam ile evli değildir ve mutsuzdur. Bir gün babasının arkadaşı onları İrana’nın vaftiz gününde davetsiz gelmesi ile Maşa’nın yaşamında değişimler olmaya başlamıştır. Chanan Andre Nikolas onların yaşadığı yere atanmıştır ve bir zamanlar aşık Andre olarak anıldığını anımsar kız kardeşler. Geçmişten gelen bir umuttur, çünkü o Moskova’yı temsil etmektedir. Onların doğduğu ve çocukluklarını yaşadıkları yerdir. Andre kısa zamanda evliliğinin sorunlu olduğu ve mutsuz olduğunu Maşa ile paylaşır ve onun ile bir gönül serüvenine yelken açarlar. Maşa eşini aldatmaktadır, umudunu, mutluluğu Andre kollarında bulduğunu düşünür. Bu durumdan haberi yokmuş gibi davranan öğretmen Kuligin artık müfettiş olmuştur ama eşini sonsuz bir bağlılıkla ve olduğu gibi sevmektedir. Bu arada özgüveni gelmiştir, artık kendisini müfettiş olarak ispat etmiştir.
Üç kız kardeşin en büyüğü öğretmendir, mesleğinden haz etmemesine rağmen işini yapar. Okul müdürü olduktan sonra daha fazla çalışmak zorunda kalır. Küçük kardeşine analık görevini ve hayatın gerçeklerini anlatır. Aşk ile evlilik yoktur, kadın görevini yapar evlilikte ve kadınalr görevlerini yapmak için evlenir der. İrina, aşk olmadan Baron Nikolay ile evliği kabul eder. Baron daha çok para kazanmak ve çalışmak için askerlik mesleğini bırakır ve bir madende çalışmak için sivil yaşama geçiş yapar. Vasili Vasiliç Solyoniy ile arlarında bir sürtüşme olur ve düello kararı alırlar. Evlilik hayali kuran çiftler birleşemeden bu düello ola hayatları ayrılır. En küçük kız kardeş, Moskova ve mutlu evlilik hayalide artık hayatta yerini kaybetmiştir. Üç kız kardeş bir birine daha sıkı sarılmak zorundadır. Toplumsal dönüşüm şehirde bir isyan için ortam hazırlamış ve şehirde çıkan yangın ile bir çok mahalle ateş içinde kalmıştır. Prozorov ailesinin kaldığı evde yangın yeridir. Değişim, hiçbir şeyin dün gibi olmayacağını haykırmaktadır. Askerler şehirden ayrılır ve şehir artık eskisi gibi dışarından gelenlere açık değildir, tren garı şehrin son geçici yerleşen askerini de yolcular.
Üç kız kardeş bir birini bir bankın üzerinde sonbahar yaprakarının üzerinde kucaklarken gülümserler ama neşe yoktur gülüşlerinde ama hayatın acımasız saçmalarının farkına varmışlardır.
Oyunun genel kurgusunu aslında oyunun başında söylediği sözde saklı tutar, günümüz bakış açısı içinde pek anlamsız gelebilir hatta kadın düşmanlığı bile algılanabilir ama Çehov oyun içinde başka bir kahramanına bunu da söyletir. Zaman olur, bugün yaşadıklarımız ahlak dışı hatta küfür bile algılanabilir der. “erkekler konuşursa felsefe, kadınlar konuşursa dedikodu olur “ der… bütün oyun boyunca erkeklerin sözlerinde felsefe ve ince ironi hep saklıdır ve erkekler arlarında konuşacak söz bulmadıklarında “hadi der felsefe yapalım!”
Oyunun içeriği konusunda yazı yazınca elbette tiyatro eseri bitmiş olmaz, tiyatro eseri bir bütündür, bir parçası öne alınarak onu yargılamak doğru değildir. Üç duvarlı sahnede gerçekleşen oyunu oyun yapan, ışık, müzik, dekor, yan rollerde oynayan oyuncuların ana oyuncuların oyununu öne çıkaran davranışlarıdır. Bütün bunların sistemli, düzenli ve bir bütün olarak hareket etmesini sağlayan yönetmendir.
Mehmet Birkiye büyük bir birikimin sahibidir, bu kadar ağır ve uzun bir oyunu sahneye koyarken elbette birikimleri ve çağdaş tiyatronun olanaklarını en sonuna kadar kullanmıştır. Seyirciyi elde tutmak için, uzun konuşmaların ve hareketin az olduğu alanlarda ışıklar ve müzik ile seyirciye mesaj vermeyi unutmamıştır. Mehmet Birkiye denilince aklıma Kenter Tiyatrosu gelir. Usta sanatçılarının yetiştirdiği öğrenciler ve o tiyatro anlayışının daha da gelişerek bizlere sunumu gelir. Mehmet Birkiye nedense benim kafamda Kenter’leri canlandırır. Sahnede bir anda Yıldız Kenter bize bakıyor hissine kapılırım. Şükran Güngör’ün babacan tavrını bir anda Doktor rolü içinde olabileceğini kafamın içinde görüntüye bırakırım. Müşfik Kenter’i bir aşık! Mehmet Birkiye birikimlerini bizim ile bu oyun aracılığı ile paylaştığı için teşekkür ederim. Oyuncular şanslı, onun gibi bir birikim ile çalıştıkları için, biz şanslıyız, Mehmet Birkiye ile birlikte çalışan bir birinden değerli Tiyatro çalışanları ve oyuncularını bizim ile buluşturduğu için…
Sahne düzenlemesi ve sahne içinde objelerin hareketi oyuncuları ve bizi rahatsız etmeden sahne değişimi yapması büyük bir başarı olarak düşünüyorum. Gökyüzünde asılı olan leylekler yerine acaba V şeklinde hareket eden ördekler olabilir miydi demeden kendimi alamadım, çünkü diyaloglar arasında leylek yok!
Müzik konusuna gelince, söylenen parçaların hangi dile ait olduğu konusunda kafamda hala sorular var, acaba hangi dilden söylendi? Ben İspanyolca olduğunu düşünüyorum ama Rusça çok iyi direniş parçaları olduğunu düşünmekteyim… ama bu beni rahatsız etmedi, muhteşem ve çok uyumlu bir müzik ile oyunun ritmini elinde tuttuğunu düşünüyorum…
Emeği geçen tüm çalışanlara teşekkür ederim…
İsmail Cem Özkan

http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/8008-cehov-uec-kz-karde.html

ÜÇ KIZ KARDEŞ 
Yazan : ANTON ÇEHOV 
Çeviren : ATAOL BEHRAMOĞLU |
Yöneten : MEHMET BİRKİYE
DEKOR TASARIMI: BEHLÜLDANE TOR
GİYSİ TASARIMI: ŞİRİN DAĞTEKİN YENEN
IŞIK TASARIMI: İ. ÖNDER ARIK
BESTECİ: ÇAĞRI BEKLEN
KOREOGRAF: ALPASLAN KARADUMAN
DRAMATURG: M.MELİH KORUKÇU
YÖNETMEN YARDIMCISI: KUBİLAY KARSLIOĞLU
ASİSTANLAR:TUĞÇE ŞARTEKİN KARASU, ZUHAL ACAR
SAHNE AMİRİ: OKTAY UÇAR
KONDÜVİT: EMRAH TİRSİ
IŞIK KUMANDA: SEDA ÖZYURT
SUFLÖZ: ŞEYDA PEKTOK
OYUNCULAR
AYŞE LEBRİZ BERKEM
VEDA YURTSEVER İPEK
İMER ÖZGÜN
KUBİLAY KARSLIOĞLU
GÜRAY GÖRKEM
ONUR DİKMEN
KAYA AKARSU
SEVAL GÖKÇE
KÜRŞAT ALNIAÇIK
OKDAY KORUNAN
TURAN GÜNAY
GÜMEÇ ALPAY ASLAN
HÜSEYİN SEVİMLİ
HASAN DEMİRCİ
KORO
ZUHAL ACAR
MELEK CEYLAN
OĞUZ İŞÇİ
KÜRŞAT KARAMAN
TUĞÇE AYDIN
AYÇA GENÇ
GÖZDE KISA
SERCAN ŞANLI
SİMGE KONRAT
MERVE KAYAALP
HAKAN YENİ
MÜZİSYENLER
AYÇA SANCAKZADE
ARİ ARİS

6 Aralık 2013 Cuma

Zulmeden ile yüzleşebilen bir lider…


Zulmeden ile yüzleşebilen bir lider…

Özgürlük mücadelesi yok olmaz, halkaların kalbinde yaşamaya devam eder. Mücadeleyi başaran liderler de mücadele devam ettiği sürece her mücadele eden gerillanın kalbinde bir umut olarak yaşamaya devam edecektir.
Efendisine boyun eğdiren devrimci, gerilla lideri Nelson Mandela yaşamdan ayrıldı. O şanslı bir insandı, hayata devrimci olarak başlayan, tutuklu olarak uzun süre işkencehanelerde, hücrelerde yaşama mücadelesi veren ve sonunda kavgasını kazanıp ırk ayrımı gözetmeyen halkalarının lideri olan insandı.
Mandela, örgütlü olarak ve inancından, doğrularından vazgeçmeden, tavizsiz mücadelenin sonucunu başarı olarak hayat geçiren bir liderdir.
O zulmedenine karşı kavgayı kazanmış, zulmedenin zulmünü sorgulamış ve onu tarih önünde mahkum etmiş bir liderdir. Zulmedenin önünde boyun eğmemiş ve her an mücadele ile yaşamını biçimlendirmiştir.
Seçilmiş bir Devlet Başkanı olarak yeni bir anayasa oluşturdu ve toprak reformu, yoksullukla mücadele ve sağlığın iyileştirilmesi gibi politikaları uygularken Doğruluk ve Uzlaşma Komisyonu'nu geçmişte yaşanan insan hakları ihlalini araştırması için oluşturdu. Tam olarak geçmiş ile yüzleşilememiş olsa da tarih önünde önemli adım atmıştır. O zulmedenlerin zulümleri yanında kalmayacağı ve bir zaman gelecek zulüm görenlerin de iktidara gelebileceğini göstermiş ve kanıtlamıştır.
Mandela hayatı üç kelime ile özetlendirse, gerilla, mahkum ve liderdir.
Mandela’nın yaşadığı zaman diliminde de ülkemizde de devrimci mücadeleye sahne olmuştur. Mücadele sürecinde diğer ülkelerde olduğu gibi devrimciler idam edilmiş, katledilmiştir…
Mandela ile yola çıkmış ama mücadele süreci içinde efendisine boyun eğmiş eski devrimci insanların olması kadar doğal bir şey yoktur, tarih o boyun eğenleri yazmaz. Onlar, bireysel kurtuluşu önemseyenler, belki daha rahat ve sorunsuz bir yaşamı ömürleri boyunca yaşamış olabilirler ama hiç kimse ne onları ne de onların geçmişte yaptıklarını anımsamaz, tarihi başarıya ulaşanları yazar ve tarihte başarıya ulaşmışları öne çıkarır.
Tarihimizin bir zamanında onurumuz olmuş ama onlardan beklenen direnişi gösteremeyenlerin elbette tarihte yerlerini alması kadar doğal bir şey yoktur, onlar hala tarihte ki yerlerini aldıklarının farkında olmadan mücadeleye etki yapmaya devam etmeleri, onların suçu değil, devrimci mücadelenin zaafı olarak tarih sayfasında dip notu olarak yazılmaya devam etmektedir.
Bu ülkenin topraklarında nice Mahir, Deniz, İbrahim… Castro, Mandela… yetişecektir, çünkü direnişin çocukları, bu ülkenin ve geleceğinin onuru olmaya devam etmektedir.
Başaran ve son sözünü söyleyen özgürlük mücadelesi ve mücadele insanı, halkların kalbinde yaşamaya devam edecektir.
İsmail Cem Özkan

4 Aralık 2013 Çarşamba

19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni


19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
Bektaşiler, Tahtacılar, Kızılbaşlar

Alman kaynaklarında Alevilik, Bektaşilik konusunda bir araştırma yapılmış diye meraklı bir arşivci olan İlhami Yazgan, kendi kendisine soru sormuş ve arşivlerin tozlu raflarında bulunan ve bugüne kadar Alevilik konusunda ciddi araştırma yapanların el sürmediği yere dokunmuş ve akıcı bir dil ile bizlere bu dokunduğu yerde bulunan belgelere ve kendi yorumu ile kitap olarak sunmuş.
Almanlar doğu kültürlerine olan ilgileri ve bu ilgilerini sadece turistlik amaçlı yapmadıkları bilinen bir gerçektir. Almanlar bir yandan kendi siyasi hedefleri yönünde doğunun karanlığına bakarken, bir yandan da sözlü edebiyatı yazılı hale getirerek insanlık tarihi için önemli bir arşiv çalışması yapmışlardır. Bugün bizde olan arşivlerden daha çok arşivi alman arşivlerinde bulabileceğimizi arşivcilerin yapmış olduğu çalışmalardan öğreniyoruz.  Almanlar bir konuya ilgi duyduklarında o konu ile ilgili kürsüler kurmuş, ödenekler çıkarmış, öğrenciler yetiştirmiştir. Alevilik ve Bektaşilik konusunda ilk sayılacak çalışmaları Yazgan, arşivin derinliklerinden tutmuş ve gün ışığına kavuşturmakla kalmamış, Türkçeye tercime etmiş ve La Yayınlarından kitap olarak bir derleme olarak bize sunmuştur. Sunarken Alevilik konusunda araştırma yapacaklar içinde bir dizi kaynakçayı sunmuş ve demiş ki, işte kaynak orada gidin çıkarın ve bu konuda yapacağınız araştırmalar için elinizi güçlendirin. Elbette bizde araştırmadan daha çok bir birini kopyalamak ve yazar ismini değiştirilip kendi ismini yazma daha öncelikli olduğu için bu önermesinin hayat bulacağı konusunda umudum çok azdır.
“Dr. Georg Jakob’un 1908 yılında yayımladığı “Bektaşîlik Öğretisi Üzerine Denemeler” adlı çalışması Almanya’da önemli yapıtlar arasında sayılmaktadır. 120 yıl önce Dr. Edmund Naumann’ın Hacı Bektaş’a yapmış olduğu ziyaret ve bu ziyaret sebebiyle yazdığı makalesi Hacı Bektaş türbesindeki gözlemlerini kapsamaktadır. Yine Dr. Felix von Luschan’ın 1890 yılında yayımlanan “Tahtacılar” adlı makalesini içeren bölümde ise 1890’lı yıllarda Likya Bölgesi’nde yaşayan Tahtacılar, Bektaşîler, Yunanlılar, Ermeniler ve diğer halklardır.” Tanıtım yazısında bu kısa cümle ile kitabı özetlemiş olmalarına rağmen, eksik kalan nokta ise; o dönemin bakışı içinde, bir yabancı gözü ile, yasaklanmış, yok sayılmış ve görmezden gelen bir öteki kültür üzerinde doğal gözlemler ile yaklaşımın getirmiş olduğu bir bakış açısının ve duruş noktasının ne kadar yanlış sonuçlara ulaşabildiğini de kanıtlamaktadır. Bugün ki,  bilgilerimiz ile Alevilik ve Bektaşilik konusunda daha çok şey bilmekte ve eskiden anlatılan söylencelerin ne kadar yanlış olarak devlete ve devletin çoğunluk ahalisine yansıdığına da bu gözlemlerin derlemesi olan kitaplarda da rastlıyoruz. Kitabı okurken bize bir çok şeyi fısıldadığının şahitliğini yapmaktayız. Aleviler ve Bektaşiler İslam içinde öyle bir yansıtılmış ki o konuda araştırma yapanlarda o yanlışlığa ve bakış açısına sahip olabiliyorlar. Gerçekler ve aktarılanlar arasında uçurum araştırma yapıldıkça, kaynaklar çoğaldıkça azalacaktır.
Alevilik ve Bektaşilik konusunda araştırma yapmak isteyenler, Almanların bir zamanlar Alevilere ve Bektaşilere bakış açısı ne olduğunu öğrenmek isteyenler için güzel bir kaynak, akıcı bir dil ile sunulan bu kitaptan olabildiğince yararlanmanızı öneririm.
İsmail Cem Özkan
19. Yüzyılda Alman Şarkiyatçıların Bektaşîlik Serüveni
Bektaşiler, Tahtacılar, Kızılbaşlar
Dr. Georg Jakob, Dr. Felix von Luschan, Dr. Edmund Naumann
Çeviren ve yayına hazırlayan: İlhami Yazgan
La Kitap Yayınları
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: İlhami Yazgan
Ankara 2013, 1. Baskı
ISBN 978-605-64294-0-8

Son Tango


Son Tango

1970’li yıllar, hemen hemen üçüncü dünya ülkelerinde bir birine benzer, sanki karbon kağıdı ile yazılmış bir senaryonun uygulandığı zaman dilimidir. Dünyayı kuşatan bir sol dalgaya karşı Amerika kendi çıkarlarına uygun olarak askeri seçenekleri sahneye uyarlamış ve her darbe olan ülkede işkence, kayıplar, ölümler sıradan bir olay haline gelmiştir. Acının, sindirilmişliğin, direnişin, kavganın iç içe geçtiği ve hüzün ile, açlık, nefret ile sevgi ve para için her şeyini satanların yan yana yaşamak zorunda olduğu günlerdir.
Özcan Özer o yılların bir zaman dilimini kendi ülkesinden çok uzakta Arjantin liman şehrinde bir barda yakalamıştır. Olaylar;  liman işçilerinin ve müdavimlerinin olduğu bir Arjantin barıda geçmektedir. Sahne, barın içi ve liman iskelesidir. Oyuna adını veren sahne ilk olarak bizi karşılar. Son tango adını sevgililerin hayallere ulaşmadıkları bu dünyada göçmeden (intihar etmeden) önce yaptıkları son beden dili, kısaca isyandır.
İki genç aşık, tutku ile son bir kere barda tango oynarlar ve iskeleden kendilerini denize bırakırlar. Sessiz ve isyanın bedende dile gelişidir. Bütün salon bardır, bizler aynanın arkasından salona bakarken, aynı zamanda kendi tarihimize göz atıyor gibiyiz. Önümüzde duran ayna iki yüzlüdür, bir yüzünde Arjantin’de yaşanan bir isyan ve direniş sesleri, öte yüzünde bizim sessizliğimiz. O yıllar içinde yok olan acı yıllarımız…
Kader dansı seven aynı zamanda geçinmek için vücutlarını satmak zorunda kalan insanları bir limanda buluşturmuştur. Toplumun en alt tabanını oluşturan bu emekçi insanların o günlere ait yaşanmışlıkları bir söylem içinde, tangonun ritmi eşliğinde bize sunulmaktadır. Aşk ve çaresizlik. Seçme şansı bile olmayan kaderin çizdiği çizgiyi yaşamak zorunda olan bir grup insan. Parası olanın her şeyi satın aldığı, tükettiği ve üretimin olmadığı bir liman barında, zaman tükenirken, insanlarda ekonomik baskının altında ezilirken, buna neden askeri darbenin sert dalgaları barın duvarlarına vurmaktadır. İşçi hareketi ile ilgilenen bir sendika örgütçüsü olan Pedro, karşılığını gördüğü bir aşk içindedir ama zaman onların romantik zaman geçirmesini değil, ayrılmak zorunda oldukları ve birbirlerine çok yakın ama aynı zamanda çok uzak durmak zorunda oldukları günlerdir. Pedro’nun sevgilisi ve barın en güzel ve bar sahibesinin kızı olan Maria, başı dik ve yaşama dirençli bir şekilde bakmaktadır. Ne yazık ki onun kaderini en yakın arkadaşı değiştirecektir, çünkü en yakın arkadaşının hazırladığı ortam ile Amerikan şirketleri ile ortak iş yapan Jose, parasının gücü ile Maria’yı bir seçime zorunlu bırakır ve evlenir. Jose gerdek gecesi yeni karısını aynı anda iki adama satmıştır. Jose yeni insan tipini temsil etmektedir, her şeyi para ile ölçen, para ile gören bizim dünya bakışımıza göre namusunu da satmaktadır. Her şey para içindir, her şey para ile değiş tokuş edilir. Yaşadığımız çağın tipik liberal düşüncesine çok yakındır. Maria elini kana bulamıştır, polis tarafından aranmaktadır. Tek bildiği ve kendisini güvende hissettiği limana geri döner. Barda yeni bir cinayetinde ortamını hazırlar. Pedro, Jose ile kavgaya tutuşur ve Jose ölür. O kargaşada bar içinde yaşayanlar bir anlamda kendi güçsüzlüklerini diş bilediklerinin üzerine kaba baskı olarak gösterir ama cinayet ve koruma içgüdüsü ağır basmıştır. Pedro kaçar. Pedro hem işçiler örgütlemeye çalıştığı için hem de cinayet için aranır ve kısa sürede yakalanır.
İşkence sahneleri ve bildik ifadeye zorlamalar. Duvarlar yeni sesleri içine hapseder. Göz kapalıdır ve işkence gören onurlu bir duruş sergiler. Yurtsever, devlet görevliler ile yüzleşir. Yüzleştirir bizleri. Devlet görevlisi devleti savunur ve devletin tercihi Amerikan çıkarlarını korumaktır. Şimdi soru şu, kimin çıkarı daha önemlidir, devletin mi, halkın mı? Öldürülen Jose, yer altını temsil etmektedir ve devlet görevlileri (işkenceci polisler) bile kurtulduklarına sevinmektedir ama gözleri açık olmasına rağmen gözleri kapalı ve işlerini yapmaktadır.
Pedro içeride yatar ve çıkar. Değişen bir şey yoktur. Devlet Amerikan çıkarlarını korurken, baskı, zulüm altında halkını tutmaya devam etmektedir. Halkın hayal gücü (barda yaşayanlar) para ile sınırlıdır. Para olunca tercih yapma hakkının olduğunu düşünmeye devam etmekteler. Pedro döner ama fazla yaşayamaz, vurulur. Ölür. Bunun üzerine Maria limana gider ve kendisini denizin dalgaları arasına bırakır. Tıpkı son tangosunu oynayan aşıklar gibi. Sevdiği ile atlayamaz, çünkü sevdiği kendisinden önce bu dünyadan uzaklaşmıştır.
Oyun kısaca böyle öyküleşir. Aynanın arkasından bara bakarız.
Oyunun tüm oyuncuları kendilerine verilen görevi en iyi bir şekilde yapmışlar. Muhteşem yüz ifadelerini aynanın öteki tarafına yani bizlere ulaştırdılar. Müzik, dans ve sözler bir biri ile uyumlu, bir anda Arjantin’de yaşanan bir barın içinde kendinizi bulabilirsiniz.
Işık seçimi karakterlerin o anlık ruh hallerine uygundur, ışık ve seslerin zaman zaman azalıp, aydınlanması ile seyircide ki, yani bizlerdeki dikkatimizin dağılmasını engellemiştir. Her birimiz duvara asılı olan ama gerçekte olmayan sahneyi kaplayan aynadan salona bakarken, yaşanan trajedinin ve dansın yaratmış olduğu tutkuyu sanki daha önceden yaşanmışlık hissi içinde, yabancısı olmadığımızın öykünün içinde çok başarılı bir sahne düzenlemesi ile karşı karşıyayız. Her bir hareket ince ince hesaplanmış, planlanmış ve o ince ayarlar ile göndermeler ile her bir oyuncu verilen görevi en iyi şekilde yerine getirirken, doğaçlama hissi veren doğallık ile bize ulaştırmışlardır.
Yazan Özcan Özer yerinde olsaydım belki son sahneyi biraz daha değiştirir, belki de yönetmenin yerinde olup küçük bir dokunuş ile başlangıç (giriş sahnesinde olduğu gibi) aynı olabilir miydi? Oyunu yazan ve yöneten elbette tecrübeli iki insan, onlar benden daha iyi bilecekler ama son sahnede başlangıç sahnesini gözüm aradı ve o intihar sahnesinin başka bir şekilde verilebilinir miydi?
Eğlenceli, muhteşem bir müzikal izlerken, aynı zamanda tarihin bir dönemi ile yüzleşmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir oyun, sahnelerde olmaya devam edecek… Fırsatı olanların kaçırmaması gerektiği bir tiyatro ile buluşma ihtimali sahnelerde yerini almaya devam ediyor. Sahne tozuna yazılan bu şöleni görün derim…
İsmail Cem Özkan
http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/7972-son-tango.html

SON TANGO | İSTANBUL DT
2 perde | 2 saat 10 dakika
Yazan : ÖZCAN ÖZER 
Yöneten : MURAT SARI
DEKOR TASARIMI: MURAT GÜLMEZ
GİYSİ TASARIMI : AKIN TEZER TUNALI
IŞIK TASARIMI: AYHAN GÜLDAĞLARI
BESTECİ : CEM İDİZ
DANS DÜZENİ: TANJU YILDIRIM
MÜZİK DİREKTÖRÜ:MELİKCAN ZAMAN
KOREOGRAF: TANJU YILDIRIM
YÖNETMEN YARDIMCILARI : PINAR DAMCIOĞLU, MERT SEZGİN
ASİSTAN:GÜZİDE ARSLAN
SAHNE AMİRİ: ŞAFAK DOĞAN YALÇIN
KONDÜVİT: ONUR KAAN ÇELEBİ
IŞIK KUMANDA: GÖKHAN GÜLÇEBİ
DEKOR SORUMLUSU: DURSUN ÖZALP
AKSESUAR SORUMLUSU: TANER ŞAVŞAT
ERKEK TERZİ: KADİR METİN
KADIN TERZİ: BURCU SARI
PERUKACI: BELKIS BALABAN
OYUNCULAR
SELİN TEKMAN
BARIŞ BAĞCI
ENGİN DELİCE
MURAT KAPU
ARİF BURAK YILMAZ
METİN BEYEN
MERT SEZGİN
ALİ ÇELİK
HAZAL ERDAL
ZELİHA GÜNEY
SEDAT SAVTAK
HİLAL KUVVET
KERİM ALTINBAŞAK
AYŞE GÜNYÜZ
KÖKSAL ÜNAL
ASLI İKTU
GÜZİDE ARSLAN
TUĞBA ÖZOĞLU
LALİZER KEMALOĞLU
NİHAL USANMAZ
DEVRİM SARICA
ONUR ERTAMAN
HANDE GENÇÖRNEK
SENCER ÇAKAL
ALPER AKSOY
GÖRKEM KOYUNCU
BÜŞRA GÜNİ
EDA ŞAHİN
TANER ŞAVŞAT
ORKESTRA
MÜGE ÖZNALCI
HANDE GENÇÖRNEK
EDWARD ARİS
GÖRKEM KOYUNCU
ONUR ERTAMAN
HANDE GENÇÖRNEK
MURAT SARI
HAZAL ERDAL

28 Kasım 2013 Perşembe

Pedofili ya da çocuk sapkınlığı?


Pedofili ya da çocuk sapkınlığı?

Ülkemizde kavram kargaşası devam ediyor, en son örneği pedofili ile çocuk tacizi, tecavüzü ve evliliği konusunda oluyor. Son olarak başlatılan kampanyada her türlü çocuğa karşı yapılan davranışlar bu başlık altına alınmıştır, fakat gerçekler öyle demiyor. Pedofili bir hastalıktır ve hastalığın belirtileri, sonuçları ve yöntemleri bilimsel olarak kategorize edilmiş ve bilimsel yayınlarda yayınlanmıştır. Ülkemizde ise pedofili hastalarının yapmış olduğu davranışlar dışında, pedofili hastası olmayan ama aynı veya benzer davranışları çocuklara karşı gösterenler var. Onlar ile hastaları birbirinden ayırmak gerek ama o sanıldığı kadar basit değildir. Uzman kişilerin ve uzman kurumların yapabileceği bir çalışmadır.
Ülkemizde kültür olarak çocuklara yönelik cinsel bir arzu olduğunu düşünüyorum. Bu konuda en iyi örnek şu andaki cumhurbaşkanıdır. Evlendiği yaşlara bakarsanız daha iyi anlarsınız. Şimdi o tercih Sayın Abdullah Gül ya da eşinin tercihi değildir, töreler ve kültür o dönemde onu söylüyordu ve evlendiler. Şimdi kimse bize Sayın Abdullah Gül pedofili diyemez, çünkü sonra ki yaşamında bir devamlılığı yok. pedofili bir hastalıktır ve devamlılığı olan bir durumdur. Tedavisi yapılması zorunludur.
Ülkemizde çocuk tecavüzleri büyük bir bölümü hastalık değil, çağdaş yaşam düzeyinden bakınca bir sapkınlık ve doğal olmayan davranış biçimi olarak karşımıza çıkıyor ve cezalandırılması gerektiğini düşünüyorum, çünkü bir anlık olarak yapılan bu davranış biçimi süreklilik göstermiyor ve bir anlık durum ile kendisini göstermekte. Suçlu yakalandığı an cezasını çekiyor, hayatında başka bir tecavüz, taciz olayına rastlamıyoruz.   Bu durumda olan kişiler hakkında mahkemelerde iyi hal vs gibi şeyler ile cezasının indirilmesine karşıyım. Töreleri ve gelenekleri kendi çıkarı ve kötü amacı için kullananlar mutlaka kamuoyu önünde teşhir edilmeli ve sonunda bu davranışın bir muayedesi olmalıdır...
Çocuk tacizleri, tecavüzleri genelde yakın akraba ilişkileri içinde ve ev denen o beton arma duvarlar arasında oluyor. Ve genelde buna benzer sapkın davranış biçimleri sanıldığı gibi çoğunlukta en alt ekonomik düzeyde olan insanların evinde olmuyor, daha çok okumuş, kariyer sahibi insanların evlerinde daha yaygın ve daha sık gözüküyor. Bu konuda yapılmış bir çok bilimsel çalışma eğer istenirse bulunabilinir, çünkü tecavüz ve taciz konusunda batı dünyası daha çok ilgilenmesinin arkasında bu sık görülen yerler ile alakalı olduğunu düşünürüm.
Üçüncü sayfa haberler içinde gün geçmiyor ki, çocuklar üzerine uygulanan cinsel saldırlar hakkında haberler çıkmasın. Gün geçtikçe daha görünür olan bu davranış biçimi aslında ülkemizde tabu konuların başında yer alıyordu. Bir bölgede uygulanan berdel vb gibi uygulamalar ailelerin rızası ile yapılan bir uygulama olarak bile karşımıza çıkarken, bazı bölgelerde erkek çocuklar oğlancılık kurbanı olduğuna şahitlik edebiliyoruz. Bunar törelerin ve kültürün şimdiki duruşumuza doğru vuran yansımalarıdır.
Kültür ve yaşama bakış açımız zaman içinde değişir, bir zamanlar normal olarak kabul ettiklerimiz zaman içinde normal dışı hatta sapkınlık olarak karşımıza çıkabilir. Bizlerden önceki kuşakların dünyaya bakışı ile bizim dünyaya bakış açımız artık çok farklı, önceliklerimiz, düşünce biçimimiz, yaşam kalitemiz ve sosyal çevremiz çok değişmiş konumda. Yalnızlaşan insan, beton arasında ezilen ve sosyal çevrenin olmaması ile kendisini sapkılığa kadar verecek şekilde hastalaştıran bir düzenin içinde; hastalık nerede başlıyor, sapkınlık nerede mihenk taşını buluyor belli değil ve her şey iç içe geçtiği için kim hasta kim sapkın eğimli bilinmiyor…
Kavramların karışması ve kime nasıl bakacağımız bu kargaşa içinde kişiler çıkarlarına geldiği gibi seslendirmekte ve yorumlamaktadır.
Konumuza son vurgu yaparak noktalayalım, pedofili çağdaş yaşamın daha da yaygınlaştırdığı bir hastalıktır. Bu hastalığın tedavisi yapılmalı ve suçlular cezaevi yerine özel kliniklerde tedavi altına alınmalıdır, çünkü cezaevinden çıktıktan sonrada aynı davranışı göstermekteler. Sapıklar ise daha farklıdır ve aralarında çok ince bir çizgi vardır. Sapıklar genelde çocuğun çevresinde yer alır ve genelde aile içinde bu sapkınlıklar ele güne karşı kapatılır. Aileler çocukları için bu üstünü kapatma yerine açığa vurmalı ve suçlu kim olursa olsun cezasını çekmesi için mahkemelere taşınmalıdır. Çünkü tacize veya tecavüze uğramış çocuk ömür boyu bu yükün ve acının kısaca travmanın içinde yaşayacaktır. O çocuk tedavi edilmeli, acısı olabildiğince azaltılıp yaşama ve sosyal çevre içine normal bir vatandaş olarak katılması sağlanmalıdır.
Pedofili hastalığı ile ilgili kampanyalarda eli kirli erkek eli kullanılmaktadır ama yazımızdan da anlaşılacağı üzerine el kirliliği işçi eli olmadığı, o el daha çok çocuk kanı / gözyaşı ile kirlenmiş eldir. Grafik çalışması yapanlar önyargıları ile olaya bakmaktalar ama önyargılarımızı bir yana bırakıp gerçekler ile yüzleşmemiz gereklidir. Pedofili hastalığı kırsal kesimden daha çok şehirlerde ve modern yaşam dediğimiz alanlarda gözükme olasılığı daha fazladır. Pedofili hastalığında yüzde yüzüne yakın kız çocuklarına karşı suç işlenir, sapkınlıkta ise oran erkek kız farkı gözetmeden çocuğa karşı suç işlenir.
İsmail Cem Özkan

21 Kasım 2013 Perşembe

KÖSEM SULTAN


KÖSEM SULTAN

Şehir Tiyatroları bu sene 100. yılını kutluyor. Yüzüncü yıl etkinlikleri henüz tam başlamadı ama tarihin karanlık sayfalarından sahneye bir ışık yansıdı. Bugün oyuncular yazarın yorumuna yeni yorumlar katarak bizler ile buluşturdu. Kösem Sultan, gerileme döneminin önemli bir figürüdür. Saray içinde yaşanan entrikalar ve mücadele geçmişin kavgasını bugüne yansıtmakta ve bugün ile ilgili mesajları satır alalarında vermektedir.
İki sahne şeklinde karşımıza çıkan Kösem Sultan oyunu, ilk sahne; ara vermeden önceki son sahne hariç tek ışık, tek ses ve metin okur gibi konuşmaların içinde seyirciyi kucaklayamadı diye düşündüm. Ya da ben salonun en arkasında yukarıdan aşağıya bakarken, hava klimasının yetersizliği içinde öyle düşünmüş olabilirim. Oyunun içine dahil olamadım, beni iten, öteleyen sanki bir el varmış hissine kapıldım. Gerçi bu duyguya salona ilk girdiğimden itibaren hissetmeye başladım, çünkü önceden yer ayıranların isimleri koltuklara iğnelenmiş ve iki çalışan salonun içinde bu isimlerin olduğu sıraları söyleme çabası içindeydiler. Çabası içindeydiler, çünkü başlarında yüzlerce insan birikmiş halde sağdan soldan gelen isimleri algılayıp, o isimleri kağıttan bulup, koltuk numarasını söylemeleri gerek. Kaos ortamında sağa sola, koltuk üzerinde isimlere bakmaya çalışırken, bir bakmışız oyun zamanı gelmiş. Oyun zamanı gelmiş ama hala koltuğunu bulamayan ve koltukta iğnelenmiş isimleri yere atıp oturanların olduğu bir atmosfer içinde oyunun gongu çaldı ve oyun sahne dedi.
Osmanlı döneminin önemli kadın figürlerinden biri olan Kösem Sultan, sahnede ışıkların altında bize metin okur gibi konuşması ve paşaların, ağaların kağıttan okur gibi sesleri ile başladı.
Sahne sade ve tek dekor üzerine kurulmuş. Sahneye nerede olduğumuz hissimizi veren üçgen şeklide dik dikdörtgenler üzerine motiflerin olduğu hareketli üç parça ile sahne içinde alan kazanılmış ve bana göre iyi düşünülmüş bir sahne düzeni. Şaşalı, iktidar odası ve sokağı aynı alan içinde karşılayan bir düzen. Işık aynı noktadan ve aynı güç ile sahneyi aydınlatmada, ışık sanki sabit kalmış gibidir. Ses oyuncuların doğal sesi ve iç konuşmalar mikrofon ile verilmiş. -Uzaktan seyrettiğim için oyuncuların mimikleri ve yüz ifadelerini göremedim.- Ama hissettiğim kadarı ile oyuncular tarihi kişiliklerin kişiliği altında ezilmiş gibi…
Müzik bana göre başarılı ama seyirciyi oyuna çekecek güçte ve arada uyarıcı fonksiyonunu sanki yerine getiremiyormuş gibi hissettim, ama elbette nereden sahneye baktığım çok önemli. Salonun en arkasından, aşağıya bakarak bu oyunu izledim, izlerken, ‘keşke avcıların kullandığı dürbün elimde olsaydı’ dediğim anlar oldu.
İkinci bölüm ilk bölüme göre daha başarılı ve seyirciyi daha kucaklar tarzdaydı. Oyun içinde bireyler metin okur gibi konuşmaktan tamamı ile kurtulmuş, normal ve olması gerektiği gibi seslerini kullanmaya başladılar. Kostümler oyunun içeriğine uygun ve sahne üzerinde her ayrıntı titizlikle düşünülmüş olarak gördüm, her bir parça bir şeyi çağrıştırıyor ve bir birini tamamlıyor…
Kösem Sultan ihtirasları için halkı ve çevresini nasıl yönlendirdiği, iktidar hırsı ve iktidarın tek elinde toplanması için oğlu İbrahim’i, torunu öldürmekten geri duramayacağı ve toplumun algısını ve davranışını dağıttığı hediyeler ve rüşvetler ile yönlendirebileceğini gösteren bir oyundur. Tarihin dehlizlerinden bugüne bir şeyleri fısıldamaktadır, anlayana diyeyim…
Tiyatro oyununu nereden izlediğiniz ve baktığınıza göre algılarınızın nasıl değişeceği konusunda bana bir tecrübe kazandırmış bir günü yaşatan Şehir Tiyatroları çalışanlarına teşekkür ederim.
100. yaşını kutlayan Şehir Tiyatroları dönemine uygun bir oyun sahneye koyduğu ve Engin Uludağ gibi değerli bir usta tiyatrocuyu bizim ile buluşturduğu için ayrıca teşekkür ederim.
İsmail Cem Özkan
Not: Salona giriş ve yer sorunu çok basit bir şekilde çözümlenebilecek olanaklar varken, neden salonun ana giriş kapısının ve merdivenlerin orada seyirci karşılanır anlamış değilim. Büyük birikme ve bir kaos ortamının içinde, salonda koltuklar arasında insanların isim araması ile havasız salonu daha kasvetli hale getiriyor. Eğer zorunlu ise isimler ve koltuklar, daha önceden kişilere bilgi verilebilir ve sizlerin yerleriniz şurasıdır denilebilir. Bu oyunu sadece izleyici değil de yazmak ve yorumlarını paylaşmak için izleyenler içinde başka bir düzenleme düşünülemez mi? Eskiden tiyatro eleştirmenleri için, medya çalışanları için bir bölüm olurdu, şimdi isim arama yüzünden hangi arkadaşa selam verdim, hangisine veremedim kaosu içinde oyuna konsantre olmaya çalıştım. Bu yaşadıklarım benim kişisel algımın sonucu olabilir, çünkü o kadar akıllı insanın biz seyirciyi oyundan uzaklaştırmak için böyle bir yol bulduğunu düşünemem… tiyatro oyuncusu kadar izleyicisinin de iyi konsantre olması gereken yaşanan bir zaman dilimi olduğunu hep düşünüşümdür. Algıları sahneye doğru açık olan seyirciyi ancak salonun durumu belirler diye içimden geçirdiğimi kelimelere döktüm.


KÖSEM SULTAN
Yazan TURAN OFLAZOĞLU
Yöneten ENGİN ULUDAĞ
Sahne Tasarımı RIFKI DEMİRELLİ
Kostüm Tasarımı NİHAL KAPLANGI
Efekt ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı GÜNEŞ HAN
OYUNCULAR
BERK SAMUR, BURAK DAVUTOĞLU, CANER BİLGİNER, CANER ÇANDARLI, ÇAĞIM DEFNE GÜRMEN ÜSTÜN, DOĞAN ŞİRİN, ENES MAZAK, ERGÜN IŞILDAR, ERHAN ÖZÇELIK, GÖKSEL ARSLAN, GÜNEŞ HAN, KAYRA ERKMENKUL, KUTAY KIRŞEHİRLİOĞLU, MEHMET BULDUK,METİN ÇOBAN, MEVLÜT DEMİRYAY, MURAT DERYA KILIÇ, MÜGE ÇİÇEK TÜRKOĞLU, MÜNIR KUTLUĞ , OZAN GÖZEL, ÖMER BARIŞ BAKOVA,ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, SELÇUK YÜKSEL, SERDAR ORÇİN, ŞEBNEM KÖSTEM, TOLGA YETER, YALÇIN AVŞAR, ZEYNEP ÖZYAĞCILAR

http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/7898-koesem-sultan.html

Yüzleşme yeri…


Yüzleşme yeri…

Mahkemeler yüzleşme yeridir, bir anlamda bir platformdur. Orada görüşler ve olaylar masaya yatırılır ve tarih ile insanlar yüzleşir.
Olması gereken mahkemeler bu ülkede kağıt üzerinde kalmış, hukuk fakültesinde sınav sorusu olarak yerini her daim korumuştur. Olması gereken dışında yaşayan bir uygulama vardır ki, bu ülkenin yakın tarihi içinde bir çok örneği ile karşı karşıya kalırız. İstiklal mahkemeleri ülkenin kuruluş aşamasında bir öç alma, potansiyel düşmanı yok etme aracı işlevi görmüş ve bugün dahi o mahkemelerin kayıtlarına sağlıklı bir şekilde ulaşamıyoruz. Mahkeme var, hükmü var, idam edilenleri var ama idam edilenlerin mezarları yok.  Ya da daha başka örneği, mahkeme tutanakları yok ama sonuçları ortada… Ülke kuruluş aşamasında her şeyin hukuka uygun, evrensel kurallar içinde olduğunu söyleyemeyiz ama devlet kurulduktan ve istikrar sağlandıktan sonra iktidar kavgası ile; iktidarın muhalif olanlara karşı mahkemeleri bir silah gibi kullandığına şahitlik ediyoruz. Mahkeme salonunda hakim, henüz kendisi dahi verilecek kararı bilmezken, siyasi iktidar kararı çoktan yandaşlarına ve sırdaşlarına açıkladığına tarihin kanlı ve karanlık dehlizlerinde şahitlik edebiliyoruz. Tarihin karanlık koridorlarında fısıltılar, yazılanlardan daha fazladır ve her fısıltı başka bir gerçeğin üstünü açmaktadır.
Öç almak adı altında göze göz, dişe diş mantığı içinde üç siyasi idamına karşı, o suça hiç bulaşmamış, suçun işlendiği tarihte henüz çocuk olanlar, işlenmemiş suçlar bahane edilerek idam edilmiştir. İdam kararları meclisten geçmiş ve meclis ile Türk halkı adına idamlar onaylanmıştır. O suça sadece hakimler ortak olmamış, mecliste bulunan tüm siyasi partiler ve onların temsilcileri de önceden verilen kararı onaylamıştır.
Darbe süreçlerinde hukuk rafa kaldırılmış, askeri mahkemeler sivil vatandaşları yeteri kadar sorgulamadan hüküm vermiş ve uygulamıştır. Her darbe sonrası çıkan aflar işte bu kararların yanlışlığının toplum vicdanı karşısında geri adım atamanın bir göstergesidir. Çıkarılan tüm aflar bir ihtiyaç üzerine çıkarılmıştır, yoksa durduk yere olmamıştır.
Seçimli dönemlerde ise olağan üstü durumlar her daim olagelmiş ve olağanüstü durumlar için olağanüstü yetkili mahkemeler hep görev başında olmuştur. Olağanüstü demek; siyasi iradenin hoşuna gitmeyen tüm girişimleri bir hizaya sokmam ve disipline etmektir. Siyasi iradenin ihtiyacına göre toplumu yeniden biçimlendirmek mahkemelerin görevi olmuş ve mahremler muhalif olanların başında sallanan kılıç gibi durmuştur.
Bizim gibi üçüncü dünya olan ve adı ılımlı İslam’a çıkmış ülkede mahkemeler yüzleşme yeri değil, hüküm verildiği yerlerdir. Önceden verilmiş hükmün ilan edildiği alandır. O yüzden mahkemelerde taraflardan çok, katilini koruyan devlet görevlilerinin olması tesadüfî değildir. Suçlu her daim ölendir, yaşayan ise kader kurbanı olarak görülür. Kader kurbanı ise devlet lehine suç işlemişse af edilir. Af edilmezse de en hafif ceza ile aklanır.
Gezi Direnişinde ölenlerin mahkemeleri başladı ve senaryoya uygun bir uygulama ile karşı karşıyayız. Gerçek dava, bu sistem ve bu zaman dilimi içinde olacağını düşünmüyorum. Bunun gibi siyasi davalar uluslararası mahkemelerde ve uluslar üstü hukukun hakim olduğu yerlerde olacağını düşünmekteyim.
Tarih ile yüzleşmemizi kendi ülkemizin toprağında yapabileceğimiz inancım bu zaman dilimi içinde maalesef yoktur.
İsmail Cem Özkan

9 Kasım 2013 Cumartesi

Sanat mı, sanatçı mı meta, onu anlamadım!


Sanat mı, sanatçı mı meta, onu anlamadım! 

Liberal ekonominin çılgınlığı dünyanın her ülkesine bir şekilde dokunmuş ve kendisine özgü bir düşünme biçimi yaratmıştır. Her şeyin alınıp satılabileceği koşullar içinde oluşturulan bienaller, festivaller, sergiler ve fuarlar bu yeni düşünce yapısına uygun bir şekilde organize edilmekte ve her alanı bir pazar olarak kurgulamaktadır.
Her kalabalığın olduğu yerde bir pazar alanı kurulu ve üretilen ne varsa, üretici ile birlikte satılabilinir!
Bu elbette ilk başlarda ürkütücü ve hatta yok canım öyle şey olur mu dedirtecek bir cümle, fakat bugün gezindiğim fuar ile bunun olabileceğine ikna oldum diyebilirim. Çünkü, sanat galerilerinin bir biri ve sanatseverler ile irtibat içinde olabilmek ve ilişkileri geliştirebileceği bir alanı ziyaret ettim. Bu ziyaretimin içinde gözlemleyebildiğim; sanat eserlerinin sahibi olan sanat galerileri ve müzeler ellerinde olan ürünleri meta olarak fiyat biçmiş ve o fiyat üzerinden satışa sunmuş görünmektedir. (Fiyatlanma ve kıstasları nasıl ve kimler tarafından oluşturulur bilemem ama anladığım kadarı ile ortak bir sessiz bir anlaşma oluşmuş durumda.) Bir birine benzer eserler birbirine yakın fiyatlardan satış içinde olduğu ve pazarlık payının da olduğunu gördüm.
Bazı sanat galerileri duvarında sanat eseri yanında sanatçılarının isimlerinin olduğu ve bu sanatçıların o sanat galerisi için ürünlerini ürettiklerini düşündüm. Her galeri tarafından maddi olarak desteklenen belirli sanatçıların olduğu izlenimimi bazı yayınevlerinin bazı yazarlar ile anlaşmalar yaptığı önyargımdan çıkardım. Sonuçta yayınevi de sanat galerisinde ticari bir işletmedir ve kendileri için üreten sanatçıların olması onlar için ticari yaşam içinde bir avantaj sağlar.  A sanatçısı eserini B sanat galerisinden elde edebilirsiniz, onun eserini ancak orada bulabilirsiniz düşüncesinin oturması bir anlamda ticari yaşam için bir süreklilik ve riskin en alt düzeye düşürülmesi anlamına gelir. Sanatçının her eserinin değişik sanat galerilerinde satışa sunulması hem eseri ucuz gösterir hem de sanatçının bant üretimi yaptığı izlenimi oluşturarak eserin fiyatı daha aşağılara çekilmesine sebep olabilir, kısaca süpermarkette satılan ürün işlevi görebilir. Elbette bu sadece sanat eserleri için geçerli değildir, bazı mimarlar, mobilya, elbise, ayakkabı dizaynı yapanlarda belirli firmaların şemsiyesi altında özgün ürün verebildikleri gibi, sipariş üzerine de eserlerini biçimleyebilmektedir.
Sanat galerileri dünyanın değişik ülkelerinde ve değişik kültürlere hitap ediyor olmalarına rağmen, bu fuar alanında görebildiğim sanat eserlerini değişik sanatçılar tarafından yaratılmış olmasına rağmen, bir birine benzer teknikler ve birbirine benzer düşünce yapısı ile üretildiğini düşündüm. Bu zaman dilimin beğenisi sanki dünya üzerinde yatay olarak seyretmekte ve parası olanlar bu beğeniye uygun eserlere paralarını yatırım ya da kendi evi/ işyerinde sergilemek için almaktadır. Dünyada beğeniler birbirine daha yakın olmaktan çıkmış, iç içe geçmiştir.
Dünya daha da küçülmüş, sermaye akımı olabildiğince hareketli ve yatırım araçları biraz daha çeşitlenmiştir. Bankaya para yatırmak ile bir sanat eserine para yatırmak arasında ya da borsa da değerli bir kağıda yatırım yapmak arasında düşünce anlamında hiçbir fark yoktur. Sanat eseri bir meta halindedir ve dünya üzerinde elden ele, kasadan kasaya, sanat galerisinden sanat galerisi ve açık artırma salonlarına kadar her alanda dolaşmaktadır.
Bu işi evrensel olarak düşünenler; elbette üreticiyi kendisine bağlamak ve kendisi için eser üretmesini desteklemek ve siparişe uygun çalışmalar yapmasını beklemek kadar doğal bir ticari yaşam ilişkisi içinde olması doğal olarak algılanır hale gelmiştir.
Ticari yaşamımız meta olan şeyler üzerinden devam etmektedir. Yazar, sanatçı veya ustalar bu liberal ekonomi çarkı içinde metaya dönüşmüştür, riskin daha az olduğu bir şemsiyenin altında üretmeye ve sipariş olarak istenileni yapmaya ve de kendisini piyasanın gerekleri yönünde değiştirmeye ve değiştirmeye devam etmektedir. Bu çarkın içinde olanlar, karşılıklı çıkarları gereği sözleşmeler imzalamakta ve beklentilerini gerçekleştirmek için her türlü (satış için) ortam girmekte ve bir birlerini desteklemektedir. Kitap fuarına yazarlar okuyucu ile buluşmasından daha çok yayınevi için kitap satışını arttırmak için oradadır ve kitaplarını imzalayarak bir anlamda yayınevi için pazarlama elemanı olarak çalışmaktadır. Sanat fuarlarında ressamlar, grafikerler ya da yaratıcılar; sanat galerisi için (eserinin satışının daha cazip hale getirmek için) lobi faaliyeti içinde, alıcı ile buluşmada en çok aracı konumundadır ve bu buluşmadan en çok sanat galerisi yararlanmaktadır.
Sanat mı, sanatçı mı meta konumuna gelmiştir bu yeni ekonomik ilişkiler içinde?
İsmail Cem Özkan

Not: Contemporary İstanbul 2013, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda olan gezim sonucunda kafamda oluşan fikirlerdir.

5 Kasım 2013 Salı

kısa bir protesto yazısı


kısa bir protesto yazısı

bugün facebook'taki kişisel duvarımda gördüm, abidin dino için portra karikatür sergisi yapılıyormuş. abidin dino'nun çizgisine, duruşuna ve siyasi tercihine uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve bugün ki duruşları ile abidin dino vb.rine küfür edenler onu anıyor. sanırım anarken de küfür ediyorlardır ve bu sayede onun ismini ve duruşunu bozmaya ve yanlış imajlar vererek onu yok etmeye ve de altını boşaltmaya çalışıyorlar. 
 
bu sergiyi organize edenler kimlerin olup olmadığını bilmiyorum ama seçici kurul içinde kendilerine kemalist diyenden, liberal diyene kadar değişik kesimlerin temsilcileri bulunmaktadır. çalıştıkları ve bulundukları ortam ile hem iktidarı eleştiren hem de iktidarı savunan konumunda olan insanların birliği.  kısaca zıtların birliği diye okuyabiliriz. bu ananların bazıları için şimdi sormak gerek, yahu kardeşim hem dinciler ile çıkarın gereği al külah ver külah yaşıyorsun, sonra kendini görmez gibi dincileri eleştiriyorsun.. namuslu ve dürüst olun... 
 
komünist ve tercihleri yüzünden bedel ödeyenleri ancak bedel ödemişler ve onu temsil eden kurumlar anabilir... 

türk karikatürü içinde ne kadar nazi vb olduğunu unutmayın. türk karikatürü aydınlık yüzü kadar geçmişi pislikler ile örülüdür... pisliklerin üzeri örtüle örtüle ve izleyicileri kandıra kandıra mizahı iktidarı savunan bir araç konuma getirdiniz, bu tutum artık sonlanmalı ve mizah olduğu konumuna geri dönmelidir. 

yapanları kınıyorum, faşizme ve dincilere çanak çaldığınız ve devrimci komünist insanların altını boşalttığınız için... her anma pozitif değildir, bunun gibi negatifte olur...
ismail cem özkan

28 Ekim 2013 Pazartesi

HDP, yeni umutlar ile siyasi hayata merhaba dedi.

HDP, yeni umutlar ile siyasi hayata merhaba dedi.

HDP (Halkların Demokratik Partisi) hafta sonu yapılan kongresi ile tabela partisi olmaktan çıktı ve siyasi yaşamımız içinde kendisine biçilen rolü oynamak için yerini aldı. Elbette bundan sonra HDP üzerine bir çok yazı yazılacak ve tartışma konusu edilecektir. Siyasi yaşama henüz yeni adım atmış bir parti hakkında benim önyargımı kısaca yazayım istedim.
HDP parti olmayan parti olarak kurulmuş bir ittifaklar birliğidir. (Bu önyargıma MYK seçimlerine bakarak rahatlıkla söyleyebilirim, HDK’nın (Halkların Demokratik Kongresi) bir izdüşümü gibi) bu ittifakların ne kadarı birbiri ile uyumlu, ne kadarı olaylara ortak pencereden bakıyor bilemiyorum ama yakın geçmişimize bakarak bir biri ile yan yana gelmesi dahi düşünülemeyen yapılar bu ittifak /proje içinde yan yana gelmiş konumunda... AKP ile sıcak ilişki içinde olandan, AKP ile mücadele edene kadar siyasi yapılar bu parti gibi olmayan partinin içinde kendilerine koltuk bulmuş gözüküyor.
ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) kuruluş aşamasında ki durumuna uygun bir görünüm veriyor. ÖDP kuruluşundan kısa bir süre sonra Kürt sorununa bakış açısı yüzünden parçalandı. HDP ise Kürt sorunu yüzünden parçalanmayacağına inancım tam, çünkü hepsinin ortak noktası Kürt sorununda tek muhatabın PKK (Partiya Karkerên Kurdistan) ve devlet olduğu görüşünde hemfikir. Açılış konuşmasında Levent Tüzel müzakere içinde üçüncü güç olmayacaklarını açıkça ilan etmiş konumundadır.
HDP, Gezi Direnişinin sloganlarını kullanabilir ama “Gezi Ruhunu” içinde taşıyabilecek bir yapısı yok, çünkü gezi; partisi olmayanların seslerini olabildiğince yükselttiği bir platform özelliğini gösteriyordu. Örgütlenme dikey değil, yatay ve her bireyin sesini duyurabileceği platformları içinde barındırıyordu odak noktası Kürt sorunu değildi. HDP ise partilerin ve siyasi yapıların bir ittifakı konumundadır, o yüzden HDP, gezi partisi denilemez.
Devletin ‘akil insanları’ ile PKK seçtiği ‘akil insan’ olduğunu söyleyebileceğimiz insanlar bir araya gelmiş ve yeni bir propaganda aracı olarak kurulmuş bir parti gibi olmayan parti görünümündedir. Siyasi partiler her ne kadar heterojen yapı göstermiş olsalar da, ortaklaştıkları ve amaçları yönünden homojen bir yapı özelliği gösterirler. Her bir üyesinin duruş ve bakış açısı farklı olan siyasi yapıların oluşturduğu bir siyasi parti, siyasi hayatımız içinde bir iki deneme dışında olmamıştır. Parti, ideolojik ve çıkar birliği olanların bir araya geldiği bir örgütlenme biçimdir. HDP bu anlamda çıkar birliğini Kürt sorunu üzerine kurmuş gözükmektedir. Türkiye’yi kucaklayamayan BDP (Barış ve Demokrasi Partisi), HDP ile Türkiye’yi kucaklamak ve “çözüm süreci”nde görüşlerini geniş tabana anlatma arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmış gibi izlenim vermektedir. Almanya’da olan bir siyasi parti CDU ve CSU örneğinin Türkiye’ye uygulaması olarak bir anlamda karşımıza çıkmaktadır.
HDP kuran bileşenlerin aynı zamanda hala yasal olarak açık olan siyasi partilerin bir temsilcisi ve organik ve ideolojik bağları devam etmektedir. HDP içinde o partilerin bir temsilcisi konumundalar. HDP, gerçek anlamda bir parti olduğunda diğer partilerin HDP çatışı altında birleşmesi beklenmektedir. Bu birleşme oluncaya kadar HDP yukarıda da sözünü ettiğim gibi parti olmayan parti özelliğini koruyacaktır.
ÖDP, kuruluş sürecinden bugüne kadar parçalana parçalana küçülmüş ve kalanların yeniden sokaklarda sesini yükseltmek için politikalar ürettiği zaman dilimi içinde (Gezi direnişi kısa öncesi ve sonraki süreç) ; ürettiği sloganların (radikal söylemlerinin) ağırlığını parti örgütlenmesi kaldıramadı, çünkü ona göre örgütlenmiş bir yapısı yoktu. Gezi direnişi sırasında bu sloganların hayat bulacağı her türlü koşullar hazırdı ama parti bir anlamda olayların gerisinde kaldı ve çöktü... (Çok iddialı söz olduğunun farkındayım ama ne yapayım ki o günden beri ÖDP medyada eş genel başkanın görünmesi dışında pratikte bir politika üretmediği gözlemime dayalı olarak oluştu. Parantez içinde parantez açmış olacağım ama yanlış anlaşılmaları en aza indirmek ve sonrası tartışmamak için vurgulayayım; Gençlik Muhalefeti ve BirGün Gazetesi satışı ve değişik olaylarda isimlerinin duyulması partinin çalışması anlamına gelmiyor, sadece bir biriminin başarısı olarak öne sürülebilir, ki BirGün Gazetesi ÖDP yayın organı değildir.)  Üretilen sloganlar ve söylemler devrim üzerine olduğunda ona göre örgütlenmek gerektiğini pratikte gösterdi.
HDP, hedefi içinde devrim yok ama müzakere ve Kürt sorunun çözüm sürecinde nerede duracağı net ama PKK nasıl bir strateji izleyeceği konusunda netlik yok. Parti, PKK göre nasıl biçimlenecek ve tepki gösterecek işte işin kritik noktası burası olduğunu düşünüyorum...
Siyasi yaşamımıza katılan HDP’ye karşı önyargılarımdan bahsettim ama ne olursa olsun yeni kurulan parti hayırlı uğurlu olsun... Yeni bir deneme ve bu projeyi hayata geçirenler umarım hedeflerine ulaşırlar demekten başka elimden bir şey gelmiyor...
İsmail Cem Özkan


18 Ekim 2013 Cuma

Coğrafya değişti, roller değişmedi!

Coğrafya değişti, roller değişmedi!

12 Eylül 1980 sonrası gelişen olaylar içinde Kürtler belirleyici konumunda olmuşlar ve o belirleyici konumunda olmalarından dolayı devlet, el altından kendisine bağlı mücadele edene karşı yapılar oluşturmuştur. Kürtlerden oluşturdukları bu yapılar devşirme modeli yanında, kendisine özgü yapılarda olmuştur. Devlet maaşı ile koruculuk sistemi yetersiz kaldığında başka bir yapıyı dünyada örneklerine bakarak oluşturmuştur. İsrail, Filistin hareketini yok etmek için Hamas örgütünü kurması gibi, bizde de Hizbullah bu amaç içinde kuruldu. (90 yılların mücadele tarihi ve o dönemin Hizbullah’ı devlet tarafından zayıf düşürüldüğü için; bu sonucu olaylara bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz.) Elbette o hareket içinde yer alanlar bu tezgahlanan oyunun farkında bile değillerdir, çünkü toplumsal hareket içinde yer alan her hangi bir kimse ne oluyor diye kendisine dahi soramadan bir fırtınaya kapılmış gemi gibi sağa sola savrulmaya başlar ve görebildiği en yakınında bulunan limana sığınacaktır.  En yakın liman her daim korunaklı olmaz, can kayıbı vermemek için sığınılan limanda daha fazla can kayıbı verilebilinir.
Tarih, destanlar, mitolojiler içinde de bu gerçek fısıldanır. Klasik Yunan edebiyatı içinde limanların ve sığınaklı yollarda oluşturulan tuzaklardan bahseder, hepimiz okumuşsuzdur veya duymuşuzdur ama yaşam o birikimleri görmezden gelir ve aynı hatayı tekrar yapmayı insanları itekler ve girdabın içinde çırpınmasını izler. Tarih acımasızdır ve ders çıkarmayanlara acıyı olabildiğince bol bol yaşatır.
Hizbullah tarihi içinde en aktif yılları ağırlıkta PKK karşı yaptığı sistemli cinayetler önemli yer tutar. Okulda okuyan kız öğrencilerin yüzüne kezzap atmaktan tutun, sinsice arkadan gelip satır ile saldırmaya kadar her türlü korkuyu büyüten saldırı aracını kullanmıştır. Hizbullah yapısı gereği Kürt bireylerden oluşmuş olsa da İslam adı altında ümmetçi bir örgüttür. Ve evrenseldir bir anlamda. 90lı yılların kanlı bilançosu içinde ülkemiz topraklarında adı konulmamış savaşın tarafı olmuş, devletin yanında yer alıyormuş gibi izlenim doğmuştur. Aslında devlet onu bir süreliğine kontrollü bir şekilde büyümesine izin vermiş, yaralı olarak hareket edebilecek kadar harekete alanı bırakmıştır. Belirli bir coğrafya içinde hareket ederken, o coğrafyanın dışında eylem yapmalarına izin verilmemiştir.
Devlet, gerek gördüğünde kontrol altında tuttuğu değişik örgütler ve cemaatler kurmakta ve kendi güvenliği için onların küçük ama etkili olabilecek şekilde yaşamalarına izin verir. Bu sadece bizim devlet için geçerli değildir, tüm devletler kontrol edebilikleri yeraltı örgütlere ve kara paranın hareket etmesine izin verir, aksi halde devletin varlık nedeni sorgulanır.
ikibinli yılların ortasına doğru gelirken, Ortadoğu bölgesinde savaş ve çatışma içinde artık ülkemiz de yerini almış, 12 Eylül 1980 yılından beri batı (ABD ve AB) tarafından iteklenen ülkemiz artık Ortadoğu ülkesi konumunda; reaksiyonu ve düşünce yapısı ona göre biçimlenmiş durumdadır.
Olaylara akılcı davranış yerine, şişirilmiş tarih bilgisi içinde duygusal ve iki adım ötesini göremeyecek kadar dış ve iç politika bu ülkenin yeni konumuna uygun olarak toplum mühendisleri tarafından günlük yaşantımıza empoze edildi.
Bu yeni duruma uygun hükümet, askerlerin akıllı dokunuşları sayesinde tek başına iktidara getirtilmiş, global organizasyonlarda eş başkanlar adı altında pırıltılı sözler ile ülkemiz Ortadoğu ülkeleri liderlerinin kötü bir kopyası konumuna geldi. Padişahlık hayali kuranlar, başkanlık hayali ile yanıp tutuşanlar tipik Ortadoğu ülkesi liderleri duygusallığı içindedir.
Demokrasiyi çoğunluk haklarının korunduğu sistem olarak algılayan ve her şeyi çoğunluğun ihtiyacına göre planlayan bir iktidar görünümü içindedir, elbette bu çoğunluk kavramına nereden baktığınız ile ilgilidir. Azınlık olan, bir bakmışsınız çoğunluk olmuş ve çoğunluk olduğu halde mağdur rolü oynayamaya devam eder, çünkü alışkanlıklar (=çıkarlar) kolay kolay değişmez, değişmesi demek o alışkanlığın bozulması anlamına gelir.
Hizbullah sempatizanı olan ve tabanını oluşturan Kürt gençleri 90lı yıllarda PKK karşı savaşırken, bugün Suriye içinde iç savaşta PYD (PKK) karşı aynı rolü oynarken kendilerini bulmuştur. El Kaide saflarında yerlerini alan bu gençler, en kanlı savaşa bugünlerde imza atmaya devam ediyorlar. Tarih yine aynı şekilde acımazsızdır ve savaş alanlarında iki cephede kardeşler bir birlerine bomba ve kurşun atmaya devam ediyorlar.
Savaş kuşağı olan gençler, ölmek ve öldürmek dışında bir şeyin farkında olmadıkları için, kendilerine biçilen rolü oynamaya devam ederken, kimlerin çıkarlarına hizmet ettiklerinin farkında bile değiller. Kanlı ve o kadar da kirli bir savaşta yaşayanlar, olayların rüzgarına kapılmış şekilde hayatta kalmak için değişik liman ararken, buldukları liman daha kanlı bir maceraya sürüklemekte ve yaşamak için sığındıkları limanlar onlar için ölüm çukuru ve girdabı konumundadır.
Tarih bitmiş olayları yazar, devam eden olaylar hakkında sadece dip notları tutar, olaylar sistemli ve planlı bir şekilde yeni dünya düzeni için uygulanmaya devam ederken, tarih sayfaları milyonlarca insanın kanı üzerine yazılmaya ve kan ile yazılmaya devam ediyor.

İsmail Cem Özkan 

21 Eylül 2013 Cumartesi

Gezi Direnişi özgürlük istemidir.

Gezi Direnişi özgürlük istemidir.

Türkiye Gezi Direnişi ve sonrası olarak tanımlanacak bir sürece girdi, çünkü Gezi Direnişi bir kırılmayı ve geçmiş alışkanlıklarından kopmayı ifade ediyor.
Gezi Direnişi konusunda bir çok değişik bakış açısı vardır, çünkü henüz devam eden bir sürece isim vermek ve tanımlamak kolay değildir. Gezi direnişi içinde yer almış ama olayı kendi dar pencerelerinden bakarak ve geçmişin alışkanlıkları içinde, o önyargılar içinde olayı yorumlayalar elbette kendilerini Hitler ile kucak kucağa ya da AKP ile mücadele ediyorum derken AKP’nin yedek lastiği konumunda bulabilir. AKP istediği sonucu rakiplerine bıraktığı özgür alanda elde edebiliyor.
Gezi Direnişi devlet anlayışına karşı bir eylemdir. Bunun ile birlikte aynı zamanda AKP ve hükümeti tarafından yaratan ortama karşı bir direniştir. Sonuç olarak, Gezi Direnişi devlet mekanizmasının yaratmış olduğu baskıya ve baskıcı anlayışın uygulayıcısı olan iktidara karşı bir direniştir.
Gezi Direnişi kendisinden önce olan direnişlerden bağımsız olarak direk devlet sistemini sorgulamış ve ona karşı özgürlük mücadelesi olarak Gezi ve Türkiye’nin değişik şehirlerinde ki meydanlarda gelişmiştir. Gezi formlarında dile getirilen demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, halk için devlet kavramları sistemi sorgulayan başlıklardan sadece bir kaçıdır. Sessiz ama eylemsel alanda da polis şiddeti ve eylemcilere karşı geliştirilen terör devlet mekanizmasının baskıcı yönü ve geçmişte yapmış olduğu katliamlar, faili meçhul cinayetler ve kayıplarda militar yönü de tartışmaya açılmıştır.
Gezi Direnişi HES direnişinin bir devamı değil, onu kapsayan bir mücadele biçimi olmuştur, çünkü HES mücadelesi bir sistem mücadelesi değil, sistem içinde sistemin yok etmek istediği doğanın korunması ve yaşatılması için yapılan bir sistem içi mücadeledir. HES karşıtı eylemliklerde sistem ile yüzleşilmemiş, sistemin sadece yan etkileri üzerine karşı mücadele verilmiştir. O yüzde Erzurum’da verilen mücadele ile Rize’de verilen mücadele kardeş olabilirken, Kürt sorunu karşısında farklı tavırlar alınabilinmiştir. HES mücadelesi yapanlar sistem sorunu karşısında birden fazla bakış açısına sahiptir. HES mücadelesi bir anlamda Gezi Direnişinin önünü açmış ama sonucu olmamıştır.
Gezi Direnişi Artvin Madenlerine karşı yürüyüşe ev sahipliği yaparak onun mücadelesine de ev sahipliği yapmıştır, kucaklamıştır. Kucaklaması kadar doğal bir şey oktur, çünkü savunduğu yaşam içinde onların mücadelesi de dahildir. İstemler paraleldir.
Gezi Direnişi direnişin başladığı ikinci günden itibaren bir özgürlük mücadelesi olarak kendisini ifade etmeye sessizce başlamış ve yaşam alanın savunulması olarak kendisini ifade etmiştir. Özgürlük mücadelesi içinde sistemin yaratmış olduğu tüm alışkanlıkların üzerine bir çizgi çekerek, yeni yaşam için ilk ipuçlarını kurdukları direniş marketler ve revirler ile kendisini ilan etmiştir. Dayanışma ve kardeşlik yaşam içinde söylenmeden hayata geçirilmiş ve barikat yoldaşlığı ile kendisini tanımlamıştır.
Gezi Direnişi bir iktidar mücadelesi olmadığı ama devlet ve sistem ile yüzleşme ve de alternatifini hayat içinde yaratama sürecidir. Taksim ve Gezi Parkı’nda direnişin ilk haftası içinde bu alternatif yaşam biçimi (hiçbir teori ve ideolojik söyleme dayanmadan, kendiliğinden) hayata geçirilmiş, formlarda sözü olan her bireye söz hakkı tanınmıştır. Kararlar ortak alınmış, devlet ile görüşmelerde toplu gidilip görüşülmüştür. Kararlar ortak alınıp geniş tabanın bilgisi dahilinde hayata geçirilmiştir.
Direnişe katılanlar ailelerin her bir bireyi ile katılmış, yediden yetmişe sözü hayata geçmiştir. Gaz bulutu içinde her direnişçi yerini almış ve kararlı olarak mücadeleye devam demiştir.
Gezi Direnişi sisteme karşı verilen bir mücadeledir ve o mücadele halen devam etmektedir.
Gezi Direnişi bir iktidar mücadelesi değildir, sistem mücadelesidir, eğer iktidar mücadelesi yapmış olsaydı şimdiye kadar bir parti çatışı altında birleşmiş, AKP karşıtı bir mücadele yöntemi seçmiş olurdu. Bugün ana muhalefet partisini dahi meydana almayan bir  zanlayış hala kendisini koruyorsa bu iktidar mücadelesi olmadığının çığlığıdır.
Gezi Direnişi kendi bayrağını bayraksızlaştırarak yaratmıştır.
Gezi Direnişini elbette birileri kendi tarafına çekmeye ve o diren işten nemalanmak istemi ve istenci olacaktı, oldu da. Türk bayrakları ve Türk bayrağına Atatürk’ün kalpaklı halinin iliştirildiği flamlar ile meydana gelenler, yeni bir Cumhuriyet Mitingleri havasında olaya yaklaşmış ve orada kendi örgütlenmelerini seslendirmişlerdir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganlarını küçük bir grup dillendirmiş olmasına rağmen Gezi Direnişçiler içinde sadece bıyık altı gülümsemeye yol açmış ve “biz hiç kimsenin askeri değiliz” afişi ile kendisini ifade etmiştir.
Direniş barikatının arkasında sistem ile sorunu olan her görüş kendisine uygun yer bulmuş ama devlet ve sistemle sorunu olmayıp iktidar ile sorunu olanlar da barikatların arkasında kendilerine uygun bir yer bulmuşlardır. Barikatların arkasında devlet kavramı ile yüzleşebilenlerin dışında devleti savunan ve baskı unsurunu kendi yürüyüşlerine biçimlendirenlerinde olması doğaldı. Devlet mekanizmasını savunanlar bayrak taşıması kadar doğal bir şey de olamazdı ama onlar gösterilmek istendiği gibi çoğunluğu temsil etmiyordu.
Devletin sembolü bayraktır ve hangi bayrak olursa olsun Gezi Direnişi mantığı içinde meşru olamaz, olamadı da!
Gezi Direnişi saldırı olduğunda omuz omuza yürüyen insanların hangi flama ve bayrak taşıdığına bakmadan direnme özgürlüğünün olduğu yer olmuştur.
Gezi Direnişi bayrakları ortada kaldırarak bir anlamda ulus devlet ve devletin sembolünü ortadan kaldırmıştır.
Kürt ulusal hareketi temsilcileri, Gezi Direnişine temsili katılım dışında kitlesel katılımda bulunmamış kendi gündemleri olan “Çözüm Süreci” ile ilgili konulara daha duyarlı olmuştur. “Bu direniş benim direnişim değildir” sessiz söylemine kulaklarımız çınlamıştır ama bir yönden de haklılar, çünkü onlar yaşanan süreci doğru okumuşlardır, süreç devlete karşıdır ve onlar devlet istemekteydiler. Yıllardan beri muhatap arayanlar, bir muhatap bulmuşlardır ve o muhatap devletleşmiş AKP’dir, onu masadan kaybetmemek için her türlü özveriyi göstereceklerdi, gösterdiler de! Kürt ulusal mücadelesi devletleşme mücadelesidir bir anlamda, özgürleşme mücadelesi içinde devlet ve otorite vardır. Gezi Direnişi mantığının bir anlamda dışında yer almaktadır.
Gezi Direnişi kapitalist sisteme ve devlete karşı yapılmış bir özgürlük mücadelesinin seslendirilmesidir.
İstem ortaktır, özgürlük.
Özgürlük tanımını da pratikte söze dökmeden vermişlerdir, komün yaşam ve ortak alan içinde, her şey “yarin yanağından gayri her şey” ortaklaştırılmış, özel mülk kavramı ortadan kalkmıştır. Evinden yemek getiren, marketten bir şey alıp getirene kadar her kes elindekini ortak kullanımına sunmuştur. Barikat arkasında ve İstiklal Caddesinde devletin olmadığı zaman dilimi içinde özgürlük olabildiğince soluklanmış, her birey kendisini ifade edebileceği alan yakalamıştır.
Gezi devlet kavramı ile yüzleşmiş ve açıkça haykırmıştır.
Sessice devlet, halk için çalışsın, biz artık devlet için çalışmak istemiyoruz! Zaman içinde devlet sönüp, işlevi ortadan kalksın demiştir.
Devletin olmadığı yerde özgürlük ve bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebileceğini yaşayarak görmüştür.
Gezi Direnişi devlet kavramına ve her türlü otoriteye karşı yapılmış bir isyandır. Zor ile biat ettirilmeye karşı yükseltilen bir sestir. İktidarda kim olursa olsun, devlet adına yapılan her türlü baskıya karşı yapılmış bir isyandır. O yüzden meydana devleti temsil eden partiler meydandan kovulmuşlardır, destek verilmemiştir.
Devleti yüceltenler ve devleti olmazsa olmaz görenlere karşı, devlet örgütlenmesi yerine kısa sürede olsa halk örgütlenmesini hayata geçirmişler ve uygulamışlardır.
Gezi Direnişi günleri ve direniş içinde yer alanlar bakış açılarını ve yaşama katılışlarını köklü olarak değiştirmiş ve bugün dahi kimsenin söz söylemesine gerek olmadan meydanlarda var olmaya devam ediyorlar.
Gezi Direnişi her türlü devleti sembolize eden bayrağa karşıdır ve kimsenin askeri olmayanların özgürlük yürüyüşüdür.

İsmail Cem Özkan

19 Eylül 2013 Perşembe

Gölgedeki sol!


Gölgedeki sol!

Türkiye sol hareketinin kader çizgisini çizen 12 Eylül faşist darbedir dersek abartmış olmayız. Kitlesel partiler ile yarışacak kadar etkili olan Türkiye solu, bir gecede olmazsa da birkaç sene sonra havluyu atmış, cezaevlerinde, bir bölüm solcu yapılar tek tip kıyafet giyerek yenilgisini ilan etmiştir. Darbe ve yenilgi ile sonuçlanan tarih çizgimizde 1980’li yıllarda bu sefer bir Kızıldere destanını yazamamış, tek tip kıyafet içinde kucaklaşma adı verilen sağcılar ile aynı hücreyi ve kafesleri paylaşmak, solun kader çizgisi içinde yerini almış. İdam edilen yoldaşları için etkili bir politik çizgi çizemeyen Türkiye solunun bir bölümü darbe öncesi yurtdışına çekilmiş, idama giden yoldaşlarını savunma için eylem yapma yerine (yurtdışında protesto ve imza kampanyaları dışında) sessizliklerini korumuşlardır. Türkiye solu idamlara giden yolda birden fazla Kızıldere yaratacak birlik ve ortak hareket alanı ne yazık ki kuramamış.
Yurtdışında kurulmuş Faşizme Karşı Birleşik Devrimci Cephe adı iddialı olmasına rağmen kendisi iddialı olamamış bir yapı özelliğini göstermiş ve kısa zaman içinde arkasında kanlı ayak izlerini bırakarak dağılmıştır.
PKK öncesi, bir çok Kürdistan ve Türkiye solu hareketlerinin militanları tarafından ülke içinde kurşun seslerini ülkenin dağlarında yankılatmış ama başarılı olamamışlar ve bir dönemin kapanışını PKK, - ilk kurşunu ile - adı konulamamış savaşı başlatarak ilan etmiştir.
Bir grup, 80’li yılların ortalarına doğru Newroz’un ateşini yakmış ve bugüne kadar ateşi yanar halde korumuşlar. Ateşi korurken ateş zaman içinde büyümüş ve ülkenin her köyünde bir iz bırakacak şekilde kanlı tarihin de izlerini bırakmış.
Yaşadığımız günler içinde; kirli savaşların ve sürecin sonucunda bir masa etrafında güçlerin pazarlık içinde olduğunu her iki tarafın açıklaması ile aylar öncesi öğrenmiş bulunuyoruz. Barış süreci adını verdikleri bu süreçte neler yaşanacak henüz belli değil. En azından başlamak bile kirli savaşın sonlanması için önemli bir adımdır.
12 Eylül, bir anlamda PKK’ye hayat vermiş, darbeci generallerin yapmış olduğu düzenlemeler ile Kürt Ulusal Mücadelesi için ortam hazırlamıştır. Cezaevlerinde Kürt ve diğer kültürlere ait analar Türkçe bilmediği için çocukları ile el hareketleri ile anlaşmaya çalışmış, gözleri ile çocuğuna bakmıştır. Analar isyanlarının sesi olan gözyaşlarını içlerine atarken, dağda yanan bir ateşin daha da büyümesine içten içe sevinmişlerdir. O sevinç kısa sürede desteğe dönüşmüş ve PKK bugünkü pazarlık edecek konuma gelişini sağlamıştır.
PKK ile mücadele adı altında yaratılan ekonomik ilişkiler ve ticaret savaşın daha da yayılmasına olanak sunmuştur.
İt izi at izine karıştığı dönemler içinde bir çok suikast, cinayet ve katliamlar olmuştur. Bugün dahi hangi katliamı, hangi cinayeti kimler işlediğini bilemez konumundayız. Tetikçi yakalanmış ise onun ifadesi sonucu kimin yaptığından haberimiz olmuş olmasına rağmen, Dink davasında olduğu gibi kimlerin teşvik ettiği ve koruduğu laf kalabalığı altında hasıraltı edilmiştir.
PKK lideri iki de bir “Türk solunu biz sırtımızda taşıdık, kamburumuz oldular, onlara diyoruz bağımsız hareket edin, bağımsız örgütlenin ama sırtımızdan inmediler.” buna benzer cümleler zaman zaman kurmuş ve yayın organlarında yayınlatmıştır. Belki sözler kelime kelime böyle olmayabilir ama sonuçta böyle demektedir. Kısaca PKK lideri diyor ki, benim gölgemin altında birileri var ve bizim niyetlerimize uygun davranıyorlar. Yayın organlarımızda onlara söz hakkı veriyoruz, gerek olduğunda gerilla ile buluşmalarını sağlıyoruz.
Gölgede kalanların büyüme şansı yoktur, çünkü gerekli güneş alamazlar. Zaman zaman başlarını gölgeden dışarı çıkarıp bakmış olmaları, kendilerine daha pahalıya mal olmuştur. PKK kendi gölgesi içinde olup bağımsız örgütlenenlere gerek gördüğünde çeki düzen vermiş. Zor dilini çok iyi kullanan sadece devlet değildir, savaştığı karşı güçte aynı dili kullanmaktadır.
Yenilgi sonrası kendilerini ifade etme çabasında olan Türkiye solu, zaman zaman değişik çıkış kapıları denemiş olsa da bu denemelerinden başarılı olamamıştır. ÖDP bu anlamda öğretici bir deneyimdir. Bir arada yaşamı savunanlar bir arada duramamış, parçalana parçalana bir birinden bağımsız ve dünya bakış açıları çok farklı parti tabelaları olmuşlardır. Parçalanmanın temelinde Kürt sorununa bakış ve yaşanan savaş karşısında konumlanacak tavır belirleyici olmuştur. İki tarafın çatıştığı ortamda, üçüncü bir güç olma hayali kuranlar bu hayallerine ne yazık ki gerçek boylamda kavuşamamışlardır.
Türkiye sol hareketi, kendisini ifade edebilecek bir alana yenilgi sonrası bir ortam bulamadı. Bulduklarında ise; iç çatışma / çekişme yüzünden gerekli güçlü çıkışı yaratacak bir örgütsel yapıdan yoksundu.
Yenilgi, Türkiye sol hareketi içinde eteklerinde taşlar olan bir çok üyesini yaratmıştır. Eylemsizlik ve nerede duracağı belli olmayanlar, yapılar içinde eteklerindeki taşları bırakamamışlar, özeleştiri ve eleştiri mekanizması yerine dedikodular ile atılacak adımlar önünde köstek / engel olmuştur. Çünkü cezaevi süreci, bir çok kişinin polise verdiği ifadeleri başkaları için olumsuz etki olmuş, gerekli direnişin olmaması ise bu ayrışma ve güvensizlik ortamı için zemin yaratılmıştır.
Kim kime neden güvenecekti ki?
Geçmişte var olan yapılar; üyelerine, sempatizanlarına sahip çıkmaması, ailelerin perişan olması, cezaevinde ve işkencede ölenler ile gerçek anlamda dayanışma yapılmaması, 12 Eylül öncesi ile organik bağın kopuşu anlamına geliyordu.  12 Eylül öncesi ve sonrası bir çok sol yapı devamlılık gösterememiş ve yenilerek yok olmuştur.
Sol ya devletin gölgesi altında ya da PKK gölgesi altında kendisini ifade etmiş ve varlık sebeplerini orada konumlandırmışlardır. Başlangıçta yapı olarak devlet yanında yer almayanlar; son yapılan anayasa referandumu ile birlikte nerede duracaklarını bilinçli bir tercih ile belirlemişlerdir. Daha önceleri bireysel tercih olarak kendilerini konumlandıranlar yanına örgütlü yapılarda katılmıştır. Bugün sol içinde, devlet temsilen hükümetin politikasını savunanlar ile muhalif olanlar kendilerine yaşam alanı buluyorlar. (En azından Gezi Direnişi öncesine kadar)
30 yıldan fazladır adı konulmamış ama herkesin bildiği hissettiği bir savaşın tarafları kendileri dışında başka bir gücün olgunlaşmasına ve ifade etmesine olanak vermemişlerdir. Savaşın keskin kılıcı altında kendisini ifade etmek isteyenler zaman zaman tarafların bir yanında varlarmış gibi algılanması için ortamlar hazırlanmış ve propaganda araçları ile solun konumu değişen güneş ışığına göre gölgesini tarif etmeye çalışmıştır.
Bugüne kadar yapılamayan bir şey yakın zamanda gerçekleşmiş ve kongre adı altında bir çatı yapısı kurulmuştur. Kongre atçısı altında her yapı kendisini olduğu gibi ifade edecek ve politikalarına uygun olan yerde ortak davranacaktır. O örgütleme içine ne tesadüfi ki referandum sonrası sol içi ayrışmada yer alan liberal ve sol partiler ve dergi çevreleri aynı yerde buluşmuşlar. Birbiri ile yan yana gelemeyecek olan solun renkleri bu oluşturulan kongre etrafı içinde ortak hareket edebiliyor gözüküyor, fakat bazı konularda tercihler gölgelerin altına sığınmak oluyor, görüş belirtmiyorlar, sessiz kalıyorlar.
Gölgelerin içinde yer alanların bağımsız bir politika oluşturma şansları ne kadar vardır, bunu tarih bize öğretecektir, çünkü sol dünya görüşünün bugüne kadar yapmış olduğu tahminlerin büyük bir bölümü çöpteki yerini almıştır. Tarih bir çizgide ilerlemiyor ve önceden olacak gibi algılananlar olmuyor.
Yeni bir sürece doğru kıvrıldığımız bugünlerde, Gezi direnişinin yaratmış olduğu yeni bakış açıları ve ortamları, solunda yeniden kendisini konumlandırması ve yeni dil ile kitlelere seslenmesi kaçınılmazdır. Yeni bir süreç içinde birikmiş sorunların yaratmış olduğu kaos ortamında; kim nerede ve kimler ile ittifak içinde olacağı ve özgürlük ve devrim mücadelesi kimlerin yapacağını zaman gösterecektir.
İsmail Cem Özkan 

15 Eylül 2013 Pazar

Din olduğu yerde özgürlük olmaz!


Din olduğu yerde özgürlük olmaz!

Tek tanrılı dinlerden önce çok tanrılı dinler zamanında da devlet denen mekanizma ve siyaset dinin etkisi altında ve dini kullanılarak yapılırdı. Din ortaya çıktığı günden beri siyasetin hizmetinde, siyaset dinin hizmetinde olmuştur.
Geri bıraktırılmış ülkelerde din her zaman etkisini koruyacak ve din ile siyaset yapan iktidara gelecektir, günlük işleri arasında dinin etkisini uzaklaştıranlar ise uzaklaştırdıkları kadar özgür olacaklar ve özgür iradeleri ile değişime açık olacaklardır.
Din gelişmekte olan ülkelerin halklarının günlük yaşamdan kopuşu ve sorunlardan uzaklaşıp sığındıkları birer mağdet olma özelliğini koruyacaktır. Yaşamakta olan din, bir toplum içinde yaşayan bazı insanlara dinin gerçekleri dışında başka anlamlar yükleyecek, onları ulaşılmaz ve ermiş yapabilmektedir. Dini kontrol eden siyaset istediği biçimde kendi ve çevresinin çıkarını kollamakta zorlanmayacaktır.
Geri kalmış ülkelerde “dini siyasete alet etmeyin” derken bile dini siyasetin ortasına oturtmuş oluyor. 
Din ortaya çıkışı ve yayılışı bile politik ve siyasi bir olaydır... Din toplum ile ilgilenir ve toplumu biçimlendirmek için toplumun en küçük biriminden ve bireyinden başlayarak sistemli bir biçimde mücadele verir...
Dinde önemli olan kuralladır ve o kurallar için size biat etme öğretilir, düşünme der, yap! Din düşünmeyi ve ilerlemeyi bir anlamda frenler, çağdaş gelişmeler karşısında direnir. Ülkeler bugün ki seviyelerine ‘dine rağmen’ gelmişlerdir.
Toplumlar, dini reform ede ede değiştirmiş ve yaşanabilir ve daha özgür bir topluluk yaratmışlardır. Dinin etkisi azaldıkça toplumlar daha özgür, bireyler kendilerini cinsiyet ayrımı yapmaksızın ifade eder olmuştur.
Kadın hakları ve kadınların toplum içindeki konumları da dinin etkisi azalması ile birlikte önemli oranda gelişim gösterebilir, yaşayan din kadını erkeğin zevkleri için sadece bir araç görme eğilimi içindedir. (Kutsal kitapta ve uygulamalarında ne yazdığına pek bakılmaz, önemli olan gelenek ve uygulanmakta olan ahlak anlayışıdır)
Gerçek din ritüelleri ve kutsal kitapların söylemleri ve buyrukları dışında her toplum kendisine göre din yaratmış ve uygulamaya ortak isim altında devam etmektedir. Örneğin kadının sünnet olayı dinen yasak olmasına rağmen bir çok toplumda dinin gereği olarak yapılmaya devam etmekte ve bir çok kadın sünnetten dolayı hayatını kaybetmeye devam etmektedir.
Her baskı grubu kendi egemenliğin kaybolmasını istemez ve doğal olarak direnir. Din binlerce yıldır toplumlara hükmetmiş ve kendi kutsal mekanlarını dokunulmaz kılarak dünyanın her yerine yayılmıştır. Her mekan kendisine göre bir yaşam alanı ve çıkar ilişkisini beraberinde taşır. Çıkarların çatıştığı noktada, var olan düzenin değişimi karşısında din ve o çıkar çevresinden yararlananlar gelmekte olana karşı direnecek ve savunma mekanizmalarını güçlendirecektir. Gelişmekte olan ülkelerde sanayi ve şehirleşme ilerledikçe çağdaş laik ülkelerde olduğu gibi devlet mekanizması içinden dinin etkisi azalacak ve para sahipleri eskiden olduğu gibi dini kurumlar ile kazançlarını paylaşmak istemeyeceklerdir.
Dinin etkisi ortadan kaldıracak olan bizzat dini kullanarak sermaye birikimi yapanlar olacaktır.
Din siyasetin sadece kullanılan bir parçasıdır, onu doğru kullanırsanız iktidar olursunuz, yok ederseniz özgürlüğünüzü elde edersiniz...
İsmail Cem Özkan

14 Eylül 2013 Cumartesi

Eziklik…


Eziklik…

Kuşaklar toplumun ilerleyişinin bir anlamda göstergesidir ve diyalektik yasası gereği her yeni kuşak bir geçmişinden ileri olmalıdır. Tarih bize öyle söyler ama son kırk yıllık tarihimiz içinde kırk kere maşallah diyecek örgütlü kuşaklarımız vardır ve diyalektik yasalarının dışında bir görünüm sergilerler. Elbette bu kendilerini örgütlü olarak gösterenler arasında hayat bulur, yaşam örgütlü olduğunu sananların dışında toplumsal yapı içinde yaşayan ama örgütsüz gibi gözüken çoğunluk için başka türlü akmaya devam eder.
Son yıllar içinde kuşaklar, kuşak tarihlerine göre örgütlülük içine girmiş ve kuşaklarının sorunlarını bugüne taşıyan ve çözüm arayışı içinde olan yapılar olarak kendilerini göstermişlerdir. İlk başta çok olumlu bir izlenim ortaya sermelerine rağmen, zaman içinde bu olumlu görünümün başka boyuta döndüğüne şahitlik etmekteyiz.
Son yıllarda, günlük yaşamın gündeminde daha çok 12 Eylül günleri yaklaştığında gelen kuşak yapıları söz konusudur. 12 Eylül sanki o kuşak anacakmış ya da sorgulayacakmış gibi algılandığından olsa gerek bir çok sol grup onların yaptığı etkinliklerde yer almaya ve flamaları ile katılmaya özen göstermektedir. Kendi duruşlarını o kuşak örgütlenmesi altında seslendirilmesine sessizce onay vermekteler.
Sol yapıların baktığı noktadan sanırım bakmıyorum, o yüzden örneğin en popüler olan 78 kuşağını ve örgütlü yapılarını anlamıyorum, gerçi onlara örnek olan yaşayan 68 kuşağının tüm olumsuzluklarını üzerilerinde taşıyor... İki ayrı örgütlü yapı var, biri açıkça AKP ve PKK destekliyor ötekisi ise daha mahcup destekliyor yaptıkları etkinlikler ve çalışmalar ile... (Elbette söz ve yazı ile başka şeyler söyleniyor olabilir ama ben söz ve yazıdan daha çok ileri gelenlerinin ve örgütlenmesinin yaptıkları etkinliklere bakarak görüşümü biçimlendirdim.)
Kuşakların travmaları elbette olacak, ama 78 kuşağının yaşadığı süreç bir kuşağın altından kalkamayacak boyutta olmuş ve panzerlerin altında kalacak şekilde keskin olmuştur.
Olaylar yaşarken olayların ağırlığı ve sorumluluğu tam anlaşılamadan, kendilerini işkencehanelerde, ölüm tuzaklarında ve ihanetin ortasında bulmuşlardır. 12 Eylül bir kırılma noktasıdır ve o kırılma noktası 78 kuşağının hayatı üzerinde olmuş ve onları ezmiştir. Kolay değildir, henüz yaşaması gerekenleri yaşayamayanlar bir cephenin içinde karşılıklı çatışırken hayata gülümsemeyi öğrenmişlerdir. Onlar için keskin çizgiler vardır ve bu keskin çizgiler birbirini henüz tanıyamayan ve anlayamayanları aynı hücrede buluşturmuş ve aynı acıları ve darağaçlarının gölgesinde yaşamaya zorlanmıştır.
Beslenmeyen ama asılan bir kuşaktır. Yaşı büyütülüp ceza alması sağlanan bir kuşaktır. İşkence tezgahlarında, cezaevlerinde seslerini duvara yazan kuşaktır. Panzerler altında ezilmişler ve o eziklik uzun yıllar üzerinde atamayanların kuşağıdır.
78 kuşağının travması ezilmek olduğu anlaşılıyor ve kendilerini “ezene karşı” yapılan her türlü “sözde girişim”i gözü kapalı desteklemek veya sessiz kalarak destek sunmak şeklinde kendisini gösteriyor...
AKP, sözde 12 Eylül’ü yargılayacaktı. Referandum ile yasalarda değişim yaptı, sözde kaldı, çünkü Dink cinayeti üzerindeydi... Sözde kalacağı ortada iken, referandumda ‘boykot’ ya da ‘yetmez ama evet’ diyerek dolaylı ya da direkt olarak referandumun olumlu çıkması sessizce onay vermişlerdir.
AKP uzun süredir yaşanan Kürt sorununa karşı  “çözüm süreci” adlı sözde yeni girişim başlattı ve sözde olanlara 78 kuşağı diğerinde olduğu gibi gözü kapalı gitti... (hepsi değil, örgütlü olanlar.) Kürt sorununda çözümsüzlüğü besleyen politikaları katıksız şekilde uygulayan ve katliamlarda parmak izi olduğunu unutularak çözüm süreci girişimine “söz” almışçasına destek verdiler, hatta, hatları belli olmayan sözde çözüm süreci hakkında savunan görüşler belirttiler, desteklerini karşılıksız olarak; hangi dili kullanacağını AKP liderine soracak boyutta verdiler.
78 kuşağı beyini kullanacağına duygusunu ve çıkarını düşünüyor izlenimi var bende.
“Ezik olanlar, yaşanan süreçten de ders çıkarmıyor, sözde olanlar yerine; hedefi net ve mücadele biçimi ortada iken, sözde girişimler ile yeniden yenilgi için (kendi içlerinde) ortam hazırlıyorlar” diye yaşananlardan sonra düşünüyorum. Çünkü AKP başlattığı girişimler sözde kalmış, ileri bir adım dahi atmamıştır, başlangıç noktasından hatta bir çok açıdan daha geri konuma gelmiştir. Dink cinayeti bugün başlangıcından daha geri konumda ve cinayete kastedenler devletin mevkilerinde korunmacı haldedir.
AKP çıkarına geldiği gibi hareket etmekte ve destekçilerinin beklentisini hiç önemsememektedir.
Devrim hedefi olamayanlar, sözde yapılan her girişime gözü kapalı olarak destek verir ve reformlar ile kendi ezikliklerini ortadan kalkmasını umarlar.
Bu sözlerim kendilerine örgütlü olarak gören ve ezik duygusunu ortak yaşayanlar içindir... Yoksa devrimci duygular içinde acı çekenler ve bugün dahi çocukları ile meydanda olanlar için değildir.
Yazının bu satırlarına kadar ezik kavramı kullandım ama anlamını açıklamadım. Kısaca “ezik” olanlar kelimesinden anladığım; kendi çocuklarını apolitik yapıp (güya bilim adamı yetiştirecekler ve “onların acısını yaşamak istemiyoruz, biz yeteri kadar acı yaşadık” diyen korumacı aile veya baskıcı aile yapısı olanlar…), başkalarının çocukları üzerinden politika yapanlardır.
Ezik olmak; hayatın kontrolünü yabancıların eline bırakmak, cesur olmamak, düşüncelerin ve cesaretin zihinden silinmesine izin vermek olarak da okuyabiliriz.
İsmail Cem Özkan