5 Nisan 2013 Cuma

İhanet


İhanet

İhanet sözcük anlamına bakarken şu kelimeye rastlarsınız, kendi çıkarı /menfaati için.  Son yıllarda ve son yüzyıl içinde ihanet kelimesini bol bol duymuşsunuzdur. Ulus devlet kendisini güvende hissetmesi için güvenlik konusuna gereğinden fazla önem vermiştir, çünkü sermaye birikimi için ulusal sınırların önemli olduğu ve sanayinin gelişimi için sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Sınırları belli olan alanda sermeye birikimi yapacak ve o sermeye birikimi ile sanayisinin gelişimi ve ihtiyaç olan hammadde için emperyal olarak dünyaya bakmak zorundadır. Gerek görülen ülkelerin değerleri parçaları sömürge haline getirilecek ve uygun olduğunda uydu devletler kurulacaktır. Sanayi devletleri bu uydu ya da sömürge ülkelerin önemli noktalarında insanları satın alır.
İnsanlar birey olarak toplumun kritik noktalarında önemli fonksiyonları olabilir. Özellikle devlet yapısı içinde.
İhanet edebilmek için bir insanın önemli bir pozisyonda olması ve bilgilere ulaşıyor olabilmesi önemlidir. Eğer bir insan kritik konularda bilgisi yoksa ihanet içinde olma ihtimali yoktur.
Kısaca ihanet edebilmek için karar mekanizmasında olması gerekli, peki karar mekanizmasında olmayan insanlara neden ihanet etti vb gibi sözler söylenir?
Devlet düşman yaratmak zorundadır, aksi halde varlık sebebi tartışılır hale gelir, o yüzden içten ve dıştan düşmanlar yaratılır ve içinde yaşadığı halkın o yaratılan gerçeklik ile karşılaşması ve korkması sağlanır.
Korku toplumu yönetmek için en önemli araçtır. Korku ile toplum güdülenir ve o güdülenmiş toplum bireylerinden her türlü emre itaat etmesi beklenir. Devlet emirlerini yasalar ile verir ve o yasalar ancak güdülenen insanlar için geçerlidir. Devletin dokunulmaz bireyleri ve konuları vardır ve o konular ve bireyler her zaman gizli ve gerçek yüzünü toplumdan saklar.
Devlet cinayet işlemez, karapara ile ilgilenmez, silah kaçakçılığı yapmaz, halkı adına düşünür ve onların iyiliği için her türlü koşulları hazırlar. Bu sözlerin gerçek olmadığını biraz araştıran her insan bilir, çünkü devletin varlık sebebi olmaması gerekenlerin olmasıdır. Onlar olmadan korku nasıl tüm toplumun en küçük bireyine kadar işlenir.
Korku öğretilir ve korku ile yaşaması beklenir.
Eğitim korkunun bireye en küçük yaştan öğretilmesidir.
Korkunun hakim olduğu yerde korkuya karşı direnenler hain ilan edilir, çünkü toplumun güdüsüne karşı başkaldırı vardır ve o başkaldırı en önemli veriden daha değerlidir ve devletin varlığını sorgulayacak kapıları aralayabilir.
İhanet işte burada güdeme gelir, çünkü alışkanlığa ve tek düzeliğe karşı duruş devlet açsından ihanet olarak görülür ve cezası ağırdır.
Korsan olana karşı devlet sürekli savaş halindedir, hiç düşündünüz mü neden korsana hayır der? Korsanı yaratan ve gelişmesi için hem olanaklar yaratır hem de korsana karşıdır. Çelişki değil midir? Korsan kitap, cd, eser.. vb basımlarına karşı vergi aldıkları ile birlikte baskınlar düzenler, ekranlara yakaladıklarını gösterir ve der ki; bunlar devletimize ve milli gelirimize karşı ihanet içindeler. İhanet içinde olanları yakalarız! Ya da karaborsa tıpkı korsan baskılar gibidir. Karaborsa nasıl olur? Devlet birileri haksız kazanç yapsın diye başka ülkelere göre bir malı veya başka şeyi daha pahalı olarak iç piyasada tüketimini teşvik eder. Bu durumda dış ülkeden daha ucuza mal girişi yapılır ve devletin vergi kazancında azalma olur, desteklediği yerli sermaye karından zarar eder. Burada da ihanet kelimesi ile karşılaşırsınız. Korsan veya karaborsa işi ile ilgilenenler ihanet içinde oldukları vurgulanır.
İhanet için kritik noktada bilgiyi elinde bulunduran için söylenmesine rağmen, hiçbir bilgisi olmayan ama birilerinin çıkarına hizmet eden ama ettiği hizmetin mahiyetinden haberi olmayalar içinde bu kelime kullanılır.
İhanet daha çok az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için kullanıldığını ama savaş konumundan hiç çıkmayan Amerika içinde de duymanız şaşırtıcı değildir. Çünkü, Amerika o kadar güvensizdir ki, kendi çıkarına karşı olan her şeyi ihanet ile suçlar. Amerika’nın uydusu konumunda olanların içişlerinde de ihanet kelimesini Amerikan çıkarları dışında iş yapanlara karşı kullanır. Bizim gibi NATO ülkesi olan ülkelerde ihanet devlet çıkarlarına karşı bilgi transferi anlamında değil, NATO ve Amerikan çıkarları aleyhine olan her çalışma ve birey için kullanılır. O yüzden sol örgütler hakkında davalarda genelde ihanet kelimesine rastlarsınız.
Sokak insanından, ülkenin savcısınına kadar her bireyin ağzında ihanet kelimesi başka anlamlar yüklenerek kullanılmış olsa da genel doğru çıkarlar karşısında kişinin duruşunu ortaya koyan ve mahkum eden bir kelimedir. Erk sahibi olanlar, kendi çıkarları karşısında tavır sergileyenleri mahkum etmek için kullandığı bir kelimedir ve kanıtlanmasına gerek duyulmayan bir kişinin veya kurumun kararıdır.
İhanet, çıkar için bilgiyi başka bir alıcıya satması yani maddi / manevi menfaat elde etmesidir. Kelimeye bu anlam yükler ve olaylara bakarsanız yaşamın her alanında ihanet ile karşılaşırsınız!
İsmail Cem Özkan

4 Nisan 2013 Perşembe

Annenin gördüğü düştür barış (Ritsos)


Annenin gördüğü düştür barış (Ritsos)

Barış savaşın olduğu zaman diliminde en çok kullanılan kelimedir, çünkü savaş gözyaşı, yağmalanma ve yıkımdır. Savaşın olduğu yerde kontrol edilemeyen kara paradır. Kara para ise, insan kaçakçılığı uyuşturucu, organ ticareti, silahların serbest dolaşım hakkı olduğu ama insanın serbest dolaşamadığı zaman dilimidir.
Barış kelimesi toplum içinde heyecan uyandırıyorsa eğer, orada savaş yorgunu insanların varlığından bahsedebiliriz. Savaş cephelerden oluşur ve cephelerin içinde karşılıklı taraflar olur. O taraflar bir şekilde barışmak zorundadır, çünkü sonsuza dek süren savaş insanlık tarihi içinde yoktur.
Savaşın olduğu yerde ne yarın vardır ne de geçmiş. Çünkü hiçbir insan neden savaştığını dahi sorgulayacak kadar ne zamanı vardır ne de bilgi birikimi. Savaş düşünmeyi ortadan kaldırır, insanları birer canlı bomba yapar ve bilinçsizce bir kurşunun önünde hedef ya da bir bombayı üzerinde patlatacak kadar yarınsız bırakır.
Tarih, kriz yönetme ve yönlendirme gücüne sahip olanların hakim olduğu sistemleri gelişimine izin verir.
Her ne kadar savaş, bölgesel gibi algılanmış olsa da cenaze törenlerinin mekanları ülke sathında olduğunu unutmamak gereklidir. Bugün dahi bölgesel hassasiyetler bu savaşın ne kadar geniş bir alanda devam ettiğinin kanıtıdır.
Savaş karşıtı söylem her ne kadar tüm toplumu kucaklayacak şekilde kullanılmasa da sessizce fısıldanılmaktadır. “Barışı ben yaptım oldu” ve “ben istedim olacak” demek ile olunmayacağını ve olamayacağını tarih bize söylemektedir. Tüm barış görüşmeleri uzun bir zamana ihtiyaç duyar, bu sorunların ve yanan alevin koru hale gelmesi için gereklidir. Taraflar vardır ve taraflar arasında söz ile söylenmeyen bir kan davası vardır. Bu davanın acısı henüz acıtırken, barış masası kuralım ve bir birimizi kucaklayalım demek ile barış olunamaz.
Barış süreci uzundur ve tarafları hırpalar.
Savaş için, taraflar içinde yer alan işbirlikçiler, barış sürecini daha da ağırlaştıracaklar ve çatışma çıkması için ortamlar hazırlamaya devam edeceklerdir, çünkü kara para ile çarklarını döndürenler yeni düzende o çarkları kaybedeceklerdir.
Ülkemizde barış için sözde bir süreç başlamıştır, sözde diyorum çünkü henüz net olarak toplum önünde taraflar açıkça kendilerini ifade edemiyorlar. Eğer toplum önünde taraflar kendilerini ifade edebilirlerse o zaman savaşın gerekçeleri ortaya çıkar ve akıl tutulması durumu ortadan kalkabilir.
Savaşa alışmış bir sistemin, barış gibi denenmemiş bir duruma alışması kolay değildir, o yüzden barış süreci kesintilere uğrayabilir, zaman zaman çatışma haline kadar gelecek kadar taraflar gerilebilir ama barış eninde ve sonunda olacaktır.
Bugünlerde “akil insanlar” adı verilen bir barış için girişim başlatılmış. Bunların görevlerinin ne olacağı, ne yapacağını başbakan dışında kimse bilmiyor diye biliyorum.
Akil insana gerek duymadan barışabilecek birikime tarafların sahip olması gereklidir, çünkü 30 küsur yıldır kavga edenler kavganın nafile olduğunu yaşayarak öğrenmişlerdir. Şimdi tek yol ve denenmemiş yol barış kaldı, onu da deneyecekler...
İlk girişimde büyük olasılıkla başarılı olamayacaklar, çünkü izlenen yöntem ve yöntemi hayata geçirecek kesim bu işi gerçek anlamda yapacak bilgi birikimine ve deneyimine sahip olmadıklarını düşünüyorum.  Sonra başka girişimler olur... Sonuçta savaşmayı bilenler, barışmayı da öğrenecekler... İlkinde olmasa da bir başka girişimler ile mutlaka olacak... Biz barışamazsak eğer, birileri gelecek ve bize barış koşullarını dayatacak ve ister istemez bizlerde o birilerin sözünü yerine getireceğiz...
Barış yapmakta öğrenilen bir şeydir. Barışı zor kazananlar savaşa hayır der, savaşı tanımayanlar ise savaşmak için bir neden arar ve bulurlar. Savaşı tanımayan ve onun acısını içinde hissetmeyenler komşu ülkeler ile çatışır halde olması tesadüfi değildir, döktükleri gözyaşları kendi seçmenine verilen mesajdan öte bir anlam ifade etmez. Barış ancak acıyı yüreğinde hissedenlerin yapacağı onurlu bir davranıştır. Acıyı sadece seçim alanlarda kullananlar barış kelimesinin anlamı ile oynamayı marifet sayarlar ama yaşam o oyunu bozar!
Barış insanlık tarihi ve birikimi için seçilmiş en onurlu yoldur.
“Annenin gördüğü düştür barış” (Ritsos)
Düşü gerçekleştirmek için atılan adımları ciddiye alıyorum, ilkinde olmadıysa mutlaka başka bir girişimlerde barış olacaktır.
Taraflara sesleniyorum;
Kan dökülmesini durdurun!
İsmail Cem Özkan

1 Nisan 2013 Pazartesi

Kızıldere sonrası…


Kızıldere sonrası…

Her 30 Mart günü geldiğinde içimden bir şeyler kanar ve bugünü düşünürüm. Kızıldere bir sondur, ne yazık ki devamı olamamış bir gündür. Devamı olmuş olsaydı, bugün devrimci dayanışma için sadece Kızıldere örneğini veriyor olmazdık.
İdama giden devrimci insanların idam kararını uygulamasını durdurmak ve bu konuda dünyada dikkatleri üzerine çekmek için bir eylem gerçekleştirilmiştir. O eylem kararının alındığı gün, sonucunun da bu olacağını bile bile yola çıkılmış ve Deniz Gezmiş ve arkadaşları için bedel ödemekten çekinilmeyeceğini ele güne, düşmana göstermişlerdir. O devrimci dayanışma eylemi tüm devrimcilerin onurudur, gururdur. THKP-C ve THKO önder kadroları Kızıldere’de 30 Mart günü insanlık tarihine bir destan bırakarak aramızdan ayrılmışlardır. Onlar, o gün daha da büyümüş, halkların yüreğinde yanan birer alev olarak bugüne kadar varlıklarını korumuştur.
30 Mart eyleminden sonra artık sol ortadan kalktı diye bayram edenler, zafer çığlıkları atanlar yaşanan günlerde öyle olmadığını ve daha da büyüyerek geldiğine şahitlik etmiştir. Ozan’ın dediği gibi “bir gider bin geliriz!”
Türkiye solu 12 Eylül 1980 günü yaşanan faşist bir darbe ile tank paletlerinin altında kalmış, devrimci militan yoldaşlarını birer birer idam sehpalarında ölümüne şahitlik etmiştir. O karanlık dönem içinde ilk idam edilen Necdet Adalı için bir Kızıldere organize edilememiş ve o günlerde devrimci yapılara lider edenler Mahir’lerin yolundan gidememiştir. Teslim olmuşlar ya da kaçmışlardır. Devrimci bir direniş hattı meydana getirememişlerdir, çünkü darbe yapanlar daha önce örgütlerin gerçek gücünü test etmiş ve kazanmıştır. O özgüven ile 12 Eylül günü tüm devrimcileri panzer altına almıştır.
O dönemim en büyük kitlesel örgütleri üzerine yapılan direk saldırlar karşısında direniş hattı kurulamamış, kitlesel güçlerini ortaya koyamamışlardır. Solun o dönemde gücünü ortaya koyan direkt saldırılar; 12 Eylül’e giden süreçte işlenen toplu cinayetler, Kemal Türkler suikastı, Nokta Operasyonunda sol yeterli bir direniş hattı kuramamış olması panzerlerin harekat saatini netleştirmiştir.
Bu yargıma karşı düşünceler ortaya konacaktır, denilecektir ki, 1984 yılına kadar gerilla grupları dağlarda varlığını kurudu, hatta 12 Eylül darbecisi konuşmalarında onlardan bahsetti. Doğru bahsetti, kimse bu gerçekliğe hayır diyemez ama o eylemlerin karşılığı olmuş olsaydı bugün ki sonuçlar ortada olmazdı. 15 Ağustos 1984 yılında sıkılan bir kurşun bugün yaşanan süreci doğurmuş olması elbette Türkiye solunun yenilgisi ile karşılaştırılamaz.
Kısaca bugün Kızıldere, devrimci dayanışması örneği olarak hala tektir ve o devrimci dayanışma ruhu kitleleri kucaklamıştır. Eğer bu devrimci dayanışma durumu 12 Eylül karanlığı döneminde de devam etmiş olsaydı, bugün solu ve onun yapıları daha farklı konumda, farklı konuları tartışıyor olacaktık.
 “ölüm nereden ve
nasıl gelirse gelsin...
savaş sloganlarımız
kulaktan kulağa yayılacaksa
ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle
ve de savaş
ve zafer naralarıyla
cenazelerimize ağıt yakacaksa
ölüm hoş geldi,
safa geldi.”
Şiarı bir şiir dizesi olarak kalmış, ölenler için kan ile yazılmış birer gerçek durumdur. Ölenler inandıkları için öldüler ve halkların özgürlüğü için, mücadelelerinin haklılığından şüphe etmeden öldüler. Onlar için bir şiir değil, bir hayat felsefesi, duruşuydu. Yaşayanlar ve bugünlerde hala geçmişin nostaljik duyguları içinde, çıkarları için geçmişte yaşanan ilişkileri kullanarak kendi hayat kalitelerini daha üste çıkarmak isteyenler için şiir dizesi olarak kaldı. (elbette bu konuda da istisna konumunda olan insanlar vardır, hala içlerindeki ateşi koruyan ve besleyenler için sözüm ölen yoldaşları ile aynı konumda olduklarını belirtebilirim.)
Devrimci dayanışma olmadan özgürlük olunamayacağını, devrimci liderlik; cephede, barikatta en önde olunacağını 30 Mart günü yazılan destan bugün dahi söylemektedir.  
Devrimci dayanışma söz ile olunamayacağını, yaşanamayacağını Kızıldere durduğu yerden haykırmaya devam ediyor.
Her 30 Mart günü içimde bir şeyler kanar…
İsmail Cem Özkan

31 Mart 2013 Pazar

İzmir kadın gibidir, değerlidir ve incidir!


İzmir kadın gibidir, değerlidir ve incidir!

Ne zaman İzmir’e gelsem, bir kasaba havasının hala hakim olduğu duygusuna kapılırım. Biraz içine doğru yol aldığımda son yıllarda moda olan benzetme ile söylersem; tacize, dayağa, tecavüze uğramış kadın dağınıklığı içinde olduğunu görürüm.
İzmir Ege Denizin incisi ve güzel kadınıdır, onu ele geçirmek için nice savaşlar yapıldı, nice kanlar aktı. O güzel kadına bugün baktığımda yukarıda da betimlediğim gibi darmadağınık, eli yüzü paramparça halde olmuş görürüm. Her bir yeri dökülüyor, her bir parçası modern görünümünden uzak, yağmalanmış, perişan edilmiş halde. Sanki bir doğa olayı olsa da bu dağınıklık yok olsa, her şey sıfırdan başlasa beklentisi içinde.
Doğa şehri birden fazla insan elinden almış, kendi özüne döndermiş, fakat insan doğaya inat eskisinden daha kötü, daha karmaşık, daha pis bir şehri yaratmış. Yangınlar, depremler ile şehrin yeniden kurulması için şans yakalayan insan evladı, bu fırsatları kendi çıkarları için yağmaya ve talana dönüştürmüş; eskisinden daha kötü bir şehri yaratmış. Eski değerleri yok ederek üstelik. Kim diyebilir burada destanların hayat bulduğunu, kim diyebilir dünyanın bütün renklerinin bu şehir havası içinde buluştuğunu… Kalmamış izleri, var olanları da tek tek siliyoruz.
Bugün şehrin günlük yaşamına ve geleceğe hükmedenler, yarın hükmedecekler gibi ortak kültürün insanlarıdır.
Şehrin bugün ki hali; yılların birikimi, yılların şehir yöneticiliğinin bir sonucudur. Bugün iktidarda olanların suçu, geçmişin birikimlerini olduğu gibi alıp, değiştirmeden şehrin günlük yaşamına uygulamasıdır. Göreceli birkaç yenilik yapıyor olmaları, dayak yemiş kadının yüzünün morluğunu kapatmak için sürülen allık gibi sırıtıyor.
İzmir şehrinin ırzına geçenler elbette tek tek müteahhitler ve çıkarı için inşaat izni veren bürokratlar değildir, belki de en büyük tacizi, İzmir içinde mahalle oluşturacak kadar büyük yerleşim yerleri açan kooperatiflerdir. Bir mimara çizdirilen proje; bir mahalleye uygulanmış ve bir birinden çirkin binalar yumağı oluşturulmuş hissine o yerlere gittiğinize yaşayabilirsiniz. Dik yollar, hayata ait olmayan beton üzerine vurulmuş renkler, üst üste kutu kutu konmuş daireler, domino taşları gibi birbirini yıkacakmış gibi duran yüksek binaların olduğu mahalleler. Dar ve kaldırımı olmayan yollar, çocukların ve yaşlı insanların rahat nefes alabileceği toprak zeminden yoksun, her şey sağlam ve genç insanlara göre düzenlenmiş yaşam kutucukları içinde yaşamaya zorlanmış koskoca bir şehir. Gecekondu mahalleri bile modern diye yutturulan bu uydu şehirlerden daha insani, daha yaşanır halde.
İzmir’e körfezden bir bakın, her yer beton, her yer birbirine benzeyen binalar yığını olduğunu görürsünüz. O betonların arasında insanların nasıl nefes aldığını düşünemezsiniz bile, sadece bir yığın görürsünüz.
Körfez içinde kuş sürülerini, vapur peşinden uçan martıların olmadığını boş körfeze bakarken görebilirsiniz.
İzmir kadın gibi değerlidir, iyi bakılması ve ne düşündüğüne önem verilmelidir. Erkek hakimiyeti altında yok edilmesine izin verilmemelidir, yoksa bugün ki gibi solar, nefessiz kalır ve içinde yaşayanlar ile birlikte intihar eder!
Bakımlı kadın değildir İzmir; perişan, dağınık, ve hırpalanmış haldedir.
Bugün yeni bir doğa felaketi yaşamış olsa şehir, şehrin sahibi olanlar daha kötüsünü, daha beterini yeniden inşaat edecektir. Çünkü çıkarları; dünyaya bakış açıları şehir kültürü üzerine kurulu değildir, ortak yaşam, ortak üretim üzerine değildir, aksine yağmalamak ve ırzına geçmek için sıraya girmiş para babaları ağızlarından salya akarak sıranın kendilerine gelmesini bekler gibiler.  
Şehir üzerine üretilen tüm projeler şehri yeniden yaratmak üzerine değil, nasıl cilalarız, nasıl bu şehrin bir karış toprağından rant elde ederiz diye baktıklarını düşünüyorum. Etinden, güzelliğinden her şeyinden rant elde etmeye alışmış liberal düşünceli insanlar, bu şehrin toparlanmasını ve yeniden güzel olmasını düşünmüyorlar, dayak yemiş kadını kocası ile barıştırmak isteyenler gibi kadını peşkeş çektiklerini hissediyorum.
Barıştığını söyleyen koca, karakol çıkışında karısını vurur ve öldürür, gazetelerin üçüncü sayfası olmaya devam eder. Belki de eve gittikten sonra, fırsatını bulur bulmaz erkek, elde ettiği kadınını belki daha kötü dövecektir!
İzmir bir kadın gibidir, bugün tacize, tecavüze, dayağa uğramış kadın gibi gazetelerin üçüncü sayfalarında haber olmayı bekler gibi…
İsmail Cem Özkan