12 Nisan 2013 Cuma

Yeni bir döneme doğru…


Yeni bir döneme doğru…

Üniversitelerde son günlerde artan polis denetiminde ırkçı, dinci, şoven faşist saldırlar acaba nasıl bir ortam hazırlamak için birileri tarafından kullanılacak? Çünkü bir anda başlayan ve ülkenin her üniversitesine kadar yayılacak gibi gözüken saldırıların bir amacı olmalıdır. 
Kürt sorununda geriye dönüşün kolay kolay olamayacağı sürece hızlı bir şekilde girdik. Henüz kim kim ile ne konuştu, ne kadar yol katledildiği konusunda elimizde net veriler yok ama niyet okumaya dayalı bazı varsayımlarımız her birimizin kafası içinde oluşmakta. Bu oluşan sonuca göre birilerimiz için pembe tablo oluşurken, henüz kan kırmızısı bu toprakların üzerinde yerli yerinde durmaktadır. Kan ile toprak sulanmasın dileğimiz ama üniversitelerde başlayan olaylar toprağın kan ile sulanacağı işaretini vermeye devam ediyor.
Kürt sorunu elbette sadece Kürtleri ilgilendirmiyor, Ortadoğu parçası olduğumuz bir dönem içinde Kürt sorunu hem Ortadoğu sorunu olarak karşımızda dururken, ulus devletin parçalanıp yeni bir devlet anlayışının oluşum sürecini de ifade etmektedir. Bu devlet anlayışı içinde geçmiş ile yüzleşip yüzleşemeyeceğimizi tarih bize gösterecektir, fakat Anadolu toprakları üzerinde kurulan her yeni devlet, geçmişi ile yüzleşmeden yeni oluşumunu sağlamlaştırmak için daha baskıcı ve zorba devlet yapısı kurduğuna tarih kitapları içinde şahitlik ettik.
Yeni kurulan devletler, ideolojilerini teori olmadan günlük yaşamın ihtiyaçlarına göre yapılandırdığı ve bu yapılanma içinde doğru bir çizgi üzerinde hareket etmediğine tarih bilgileri içinde şahitlik ettik.
Bugün yaşanan dönemde; teori ve ideolojik bir bakış açsından yoksun, dış güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda iç dinamiklerin yeniden yap-boz gibi sürekli gündem değişiklikleri içinde yapılandığına son otuz yıl içinde yaşanan gelişmelerden görmekteyiz.
Ortadoğu ülkesine doğru yolculuğumuz 12 Eylül faşist darbesi ile Amerika’nın daha önceden belirlediği ilkeler ile yeşil kuşak çizgisi içinde, Büyük Ortadoğu Projesinin bir eklentisi oluverdik. Bu projeye katılıp katılmayacağımız hakkında bizim fikrimizi dahi sormadılar, verilen görevi onların ihtiyaçlarına göre uyguladık!
Kürt sorunun çözüm süreci için iktidar partisi kendi seçmenine yönelik ‘akil insanlar’ girişimi oldu. Akil insanlar, iktidar partisinin bu sürece ilişkin söylemediğini anlayacak ve yorumlayacak kabiliyette insanlara devlet olanakları içinde imkan sundu.
Tam bu günlerde, üniversitelerde başlayan saldırılar gaz bombaları arasında öğrencilerin olayları tek yönlü yapılan haber bültenleri ile kamuoyuna sunuldu. Orada yaşanan gerçek; sağ sol çatışması olmadığı, dinci, faşist bir saldırı olduğunu yayınlanan fotoğraflar ile anlıyoruz. Durduk yere kimse saldırmaz. Her toplumsal olay birilerinin çıkarına hizmet eder. Siyaset; çıkarlar kavgası olduğunu söylenirse eğer, bu çıkarlar çatışmasından bu işten kim ya da kimler yararlanıyor diye bakabiliriz. Her ne kadar ellimizde veriler olmazsa da yaşanan olaylardan hissetliklerimiz bu öngörülerimizi ve önyargılarımızı oluşturmaktadır.
Bu çatışmalarda taraf olanlar; Hizbullah / El Kaide gibi örgütlerin taraftarı olduğunu söyleyen ve tekbir diye bağırarak solcu ve Kürt öğrencileri protesto eden bir kesim. Büyük bir öfke ile şeriat için; Kürt ve solcu olan öğrencilere karşı öfkelerini kusuyorlar. TV ve gazete bültenlerine yansıyan fotoğraftan görünenler.
Bu fotoğrafa bakarak acaba nasıl bir sonuç çıkarabiliriz?
12 Eylül öncesi olmuş olsaydı, yeni bir darbe için ortam hazırlanıyor diyebilirdik.
Bugün darbe yapabilecek konumda olanlar, darbe girişimi dahi yapmadan darbe suçu ile yargılananlara bakarak yapamayacaklarını bilirler, çünkü buna iç dinamiklerden daha çok dış dinamiğimiz olan NATO izin vermez. Demek ki, bu bir darbe için ortam hazırlığı değil, peki ne için ortam hazırlanıyor?
Suriye ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ile bağlantısı olduğunu düşünürsek bu gelişmelerin bir anlamı olabilir.
Avrupa ve Amerika’da yaşanan ekonomik kriz ve siyasi ihtiyaçlar karşısında; bir büyük savaş, yaşanan kriz için çıkış kapısı olarak hala gündemdeki yerini koruyor. Amerika ve Avrupa silah üreticisi ülkeler ellerinde bulunan silahları ve ürettiklerini satabilmesi için daha kapsamlı ve geniş alana yayılan cephe savaşına ihtiyaç duymaktadır. Şu anda dünyaya uzaydan bakma imkanımız olmuş olsaydı aslında bir dünya savaşı içinde olduğumuzu görebilirdik. Savaş bombaları; Ortadoğu ve Orta Asya içinde toprağı döverken, Afrika kuzey ve doğu kuşağında da silahların hiç susmadığını görebiliriz. Bu savaşlarda taraf olan dünyanın her yerine yayılmış Amerikan ordusu ve ona yardım eden Avrupa ülkelerinin istihbarat teşkilatları bir anlamda savaşta taraf olmalarına rağmen, gerçek anlamda ilan edilmiş bir savaşta değiller. İşgal ettikleri ülkelerde; barışı koruma adı altında ülke içlerinde yeni cepheler yaratarak hafif olarak adlandırılan silah ticareti yapmaktalar. Ona bağlı olarak; insan organı, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticaretini kontrollü bir şekilde hareket etmesine olanak vermekteler. Bütün bunlara rağmen, ne Amerika ne de Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik kriz için çıkış kapısını aralayabilmiş değiller.
Ülkemiz içinde yaşanan son gelişmelere bakarsak eğer, 30 küsur yıldır süren bir iç savaşın artık adının konulduğu ve tarafların barış için masa başlarında yerini aldığı döneme şahitlik etmekteyiz. Bu dönemde üniversitelerde başlayan çatışmanın ülkenin sokaklarına yansımayacağını kimse garanti edemez.
Peki, bu çatışmadan kim ya da kimler karlı çıkacaktır?
Sorunun yanıtı aslında sorunun içindedir. Çünkü bu çatışmadan en çok dış güçler olarak gördüğümüz ama aslında bizi görünmez eller ile yönetenlerin çıkarları karlı çıkmaktadır. Yeni bir Ortadoğu için Türkiye içinde Kürt sorununu bir şekilde çözmek zorundalar ve bunun için hükümete bir olanak verilmiştir. Eğer bu sorun çözülmez ise, birileri kendi barışını taraflara dayatacak ve uygulayacaktır. Bu girişimde (ilk olduğu için) başarılı olma olasılığı çok düşük olmasına rağmen, bu girişim, yeni girişimlerin kapsını aralamış ve artık geri dönüşü olmayan sürece girdik.
Üniversitelerde başlayan çatışmalar ‘yeni bir operasyonun’ oluşması için olanak sağlamaktadır. (Yeni Operasyon= yeni devlet yapısı)
O operasyon, çevremizde yaşanan çatışmalar ile direkt ilişki içindedir. Suriye’de gelişen radikal İslam hareketini ve lojistik hattını kontrol altına alınması için ülke içinde ortam yaratılması ve kamuoyu oluşturulması için çatışmalar önemlidir. Operasyonda (değişim), ülkenin Ortadoğu ülkesi konumunda yeni görevine hazır hale getirtilebilinir. Bu çatışmalar gelişmekte olan ve iktidara yönelen radikal İslam karşısında devletin yeni rol almasına yol açacak bir sürecin kapsının aralanması olarak okuyorum. Bu yeni rolü başarılı bir şekilde yerine getirebilirse eğer, çevremizde ülkelerinde bu role uygun şekilde yapılanacağını düşünebiliriz. 12 Eylül ile bu sefer önemli bir fark var, ilk defa askerler, yönetim kademesinde yer almadan yürütülecek bir operasyondur. Eğer başarılı olursa hükümet, gelecek yılların yeni devletinin de yapılanması tamamlamış olur.
Yarı başkanlık ve başkanlık konusunda tartışma açılmasının bu süreç içinde olmasının bir anlamı vardır. Ulus devlet anlayışından koparak başka bir devlet anlayışına doğru evirildiğimiz ya da kırıldığımız bu günlerde, nasıl bir gelecek ve toplum düşünülüyor konusunda elimizde ne ideoloji ne de kamuoyuna açılmış bir teorik birikim yoktur. Başbakanın zaman zaman yakınındakiler ile birlikte seslendirdiği düşünceler dışında nasıl bir ülke istendiği konusunda net bilgi yoktur, çünkü günlük olayların etkisi ile bu seslendirilen düşünceler sürekli biçim değiştirmekte ve bir ileri bir geri adımlar eşliğinde seslendirilmektedir. 
Kürt sorunun çözümü, yaşanmış olan cumhuriyet deneyimizin sonu ve yeni bir cumhuriyetin başlangıcı olarak karşımızda durmaktadır. Bu yeni düzende bizlerin rollerinin ne olacağı ve nasıl bir tarih bilgisi ile donatılacağımızı yaşayacağımız günler gösterecektir.
İsmail Cem Özkan

11 Nisan 2013 Perşembe

Metin Göktepe bugün doğmuş!


Metin Göktepe bugün doğmuş!
Metin Göktepe bugün (10 Nisan1968) doğmuş, yıllar ona gerçek peşinde koşmanın bir bedeli olduğunu hep hatırlatmış ve o gerçeğin peşinden yılmadan koşmuş. Yürekli, inançlı, gerçek bir özgürlük için bedeller verileceğinin farkında.
O geçmişin birikimi, geçmişten aldığı dersler ile olaylara ve olgulara nasıl bakılacağını bir fotoğrafçı gibi görür ve o anları ölümsüzleştirmek için elinden geleni yapardı. Olaylara nasıl baktığı değil, nereden baktığını bilecek kadar bilgi birikimine sahipti. Kendisine örnek aldığı gazeteciler vardı, o gazetecilerden biri Namık Tarancı idi.
Şimdi birçoğunuz Namık Tarancı kim diyebilirsiniz, çünkü Namık anlatılmadan Metin’ini anlatmak bana göre hep eksik kalmış söz gibi kalır. Namık’dan önce Erdal Eren, ondan önce Deniz Gezmiş… Birbirini izleyen bir sürecin ve birikimin sürekliliği içinde yaşanan, döneme göre yenilik getirmiş bir bakış ve ideolojinin onurlu insanlarıydı. Metin bunların farkındaydı, farkında olduğu içinde dikkat çekmişti. Kırılgan dönemlerin onurlu dik duran insanlarına yönelik saldırılar olması ve onarlın bedenlerinin toprak buluşması için her türlü ortam hazırlanmış ve saldırılar olmuştur. Olmaya da devam edecektir.
Namık Tarancı gazeteciydi ve gazeteciliğe Gerçek Dergisinde başlamıştı. Diyarbakır temsilcisi olan Namık, o dönem içinde birbirinden değerli haberlere imzasını attı. O haberlerinde; kayıplar, faili meçhul cinayetleri yazarken ve o dönemin gerçek yüzünü gölgeden çıkarıp herkesin görmesi için uğraş veriyordu. Susturulması gerektiğine birileri karar vermişti ve Namık Tarancı, 21 Kasım 1992 günü öldürüldü, eşine telefonlar gelmiş öldürüldüğü konusunda, yıllar boyu bu cinayet faili meçhul olarak kaldı. Namık Tarancı öldürüldüğünde henüz Evrensel Gazetesi yoktu,  Evrensel Gazetesi yıllar sonra Gerçek dergisinin birikimi üzerine çıkacaktır. Metin Göktepe, Namık Tarancı’nın izinden gidecek ve onu bir meslektaş olarak görmenin ötesinde yoldaşı, geçmiş birikimi, onuru olarak görüyordu. Kaderin bir cilvesi mi diyelim ölüm onu da bir gözaltında yakalayacaktı. Faili belli olup, meçhul gibi gösterilecek olan ve yıllar boyu sürecek bir dava konusu olacaktı. Metin’in dostları, yoldaşları inat ile işlenen bu cinayetin üzerinin örtülmemesi için onurlu mücadelesine tarih önünde hepimiz şahit olacaktık.
Metin Göktepe adına yıllar boyu sürecek ve sürekliliği olacak bir meslek dayanışma gününü Metin Göktepe doğum gününe gelen gününü seçeceklerdi. Metin Göktepe gazetecilik ödülleri adı altında her yıl onun doğum günü gazeteciler, onun dostları ve yoldaşları kutlayacaktı ve kutlamaya da devam edecekler.
Metin Göktepe ile yan yana gelip uzun uzun sohbet etmedim, çünkü onun gazetede çalıştığı dönemlerde ben yurtdışındaydım ve zaman zaman gazeteye geldiğimde görüyordum. Gazeteci yeleğini üzerinde gurur ile taşıyan, fotoğraf makinesine bir uzvu gibi görüp ona sevgi ile bakan biri olarak tanıyordum. O dönemde onunda okuduğu dergiye karikatür çiziyordum. Gençliğin Sesi dergisinin bir sayfasına çizer olarak katkıda bulunuyordum.  O dergi sayesinde birbirinden değerli dostlarım olmuş, sohbetlerimi sadece yazı düzeyinde bırakmadan yüzyüze görüşmek için İstanbul’a geliyor, sohbetlerine katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyordum.  
Dünyaya baktığımız nokta uzak değildi, çünkü yenilmiş bir kuşağın direngen çocuklarıydık ve kavgada omuz omuza olduğumuz zaman daha güçlü olduğumuzu biliyorduk. Yalnız değildik, hiçbir zaman da yalnız olmayacaktık, çünkü kavgada yere düşmüş olsak da yeniden ayağa kalkıp kavgaya devam edecek kadar güçlü inancımız, görüşümüz ve dostluklarımız vardı. Kavga sürüyordu ve bu kavga kişisel bir kavga değildi; özgürlük kavgası, sınıf kavgasıydı.
Dünyaya evrensel köyümden bakıyordum ve köyüm dostluk köyüydü.  Elimizden geldiğince, yeteneklerimizin bize sunduğu olanaklar içinde dayanışma içindeydik ve dayanışma olmadan zafer olunmayacağını yıllar öncesi Kızıldere’de öğrenmiştik. Yok edilmeye çalışılan bir ruhun bu evren üzerinde hareket ettiğini ve yaşadığını bugün hepimizi hissediyoruz. Bu dayanışma hangi meslekten olursak olalım, nerede olursak olalım, sınır tanımadan yaşamaya devam ediyor.
Metin Göktepe adına verilen ödül töreninde bu ruhun hala canlı olduğunu solun her rengini tören sırasında bulunduğumuz salondaki renklerden görebildik.
Bugün, Metin genç bir gazeteci. Hala sevdalı, hala yaşama umut ile bakıyor, hala sevdiklerine gülümsüyor ve hala sessizce haykırıyor. Onun her doğum günü bir dayanışma günü olduğunu ve dayanışmanın erdemini yaşadığımız gün olduğunu bilmek ve yaşamak beni mutlu ediyor.
Keşke hiçbir insan, gazeteci, herhangi meslekten bir insan öldürülmemiş olsaydı ve keşke böyle anlamı günleri bir arkadaşımız adına yapmamış olsaydık. Bir daha Metin olmaması için onu unutturmamak için dayanışmaya devam edelim… Unutursak eğer başka bir Metin daha toprağa düşer.
Deniz, Erdal, Namık, Metin… yan yana yazdığım bu isimler birbirlerini yaşarken hiç görmediler ama aynı düşü gördüler. Onların gördüğü düş; evreni kucaklayan özgür bir gelecekti. Bugünde o düşü görenler aramızda yaşamaya devam ediyor ve bizlerde o düşü görmeye devam ediyoruz.
İsmail Cem Özkan

7 Nisan 2013 Pazar

Sergiler üzerine kısa notlar…


Sergiler üzerine kısa notlar…

Modern zamanlarda sergiler birer ticari araç haline dönüştü, bankaya para yatırır gibi sanat eseri kabul edilen ürünlere para yatırılıyor ve sanatçısının ölmesi bekleniyor, çünkü sanatçı öldüğünde tekrar üretmeyeceği için o eldeki eser tek olma özelliğini ilelebet koruyacaktır. Sanat eserinin maddi karşılığının sürekli borsada yukarıya doğru hareket eden istatistiki bilgi gibi olması içinde sanat eserinin sanatçısının isminin sürekli gündemde olması ve anılması gereklidir. Yatırımcı için iki şey önemlidir, bir popüler olması ve sürekli gündemde olması, ikincisi sanatçının ölmüş olması. Yaşayan sanatçılar sattıkları ürünün çok benzerini yapabilir ve satabilir. Tipik örneği  Edvard Munch;  Skrik, (Çığlık = Boğuntu) 1893 tarihli bir tablosudur. Sanatçı aynı eserin üç versiyonunu taş baskı (litografi) yaşarken yapmıştır.
Sanatçıların değişik ideolojilere ve yaşam biçimine bağlıdır ve olması kadar da doğal bir şey yoktur. Her sanatçının yaşadığı dönemin siyasi, toplumsal olaylarından etkilenmiş ve eserlerinde o duruşun etkisi eserlerinde yansımıştır. Yaşadıkları dönemin, teknolojik olanakları, siyasi tercihleri eserlerine yansıması yanında bazı sanatçılar değişik sanat akımların ve grupların üyesi olmuş ve bir anlayış ve akım içinde eserlerini kategorize etmiştir. Sanatçıların tercihleri eserlerinin alıcını belirlememektedir, çünkü sanatçının eseri meta haline geldikten sonra alınan satılan bir nesnedir. O nesnenin değeri sanatçının popüler olması ve ilişkilerinin tercihleri belirlemektedir. Sanatçı eserlerini apolitik (sanat, sanat içindir) olarak üretiyor ve sanat koleksiyoncularının (parası olan ve yatırım için düzenli eser alıcısı) istemleri yönünde eser yaratıyorsa o sanatçı piyasa için, piyasaya yönelik eser üretiyor denilebilir ve bir çok sanatçı sipariş üzerine eserlerini üretmiştir. O sanat eserinin piyasa koşullarında para edebilmesi için piyasa içinde rekabet edecek kadar tanınmış olması yeterlidir, yetenek ve orijinal olması o kadar önemli değildir, çünkü ilişkisi ve piyasası olmayan bir sanat eserinin sanat eseri olarak tanımlanması ancak popüler ve meta olması ile olasılıktır. Aksi halde bir yerlerde çürüyüp yok olacaktır.
Modern zamanlar (kapitalizm ve onun en gelişmiş süreci) her şeyin alınıp satılabildiği, serbest dolaşım hakkının olduğu dönemlerdir ve yatırım yapanlar için sınır yoktur. Sanatçı bir yerden bir yere gidebilme özgürlüğü yok iken, eseri sınır tanımadan meta olarak piyasa içinde dolanır. Bu işin piyasası; sanat galerileri, sanat fuarları, müzayedeler, bienal…  sanat eserleri buralarda değer kazanır ya da sanat eseri olmaktan çıkar!
Ülkemizde değişik konularda sergiler düzenlemekte ve karma ve anı sergiler yapılmaktadır. Dünya piyasasında olduğu gibi tüm pazarlar ülkemiz içinde de vardır ve o pazarlarda eserler alınır ve satılır.
Sanatçı, piyasa içinde gözükmeye ve yaşam kalitesinin yüksekliğini vurgulamak zorundadır, bohem yaşam ve ezik durumda olanların yaşarken yaşam kalitesinin ne kadar kötü olduğunu yaşanmış örneklere bakarak (sanat tarihi içinde yer alan sanatçıların durumuna) bilir. Günümüzde bohem yaşam tercih edilen bir yaşam değildir, daha orijinal olabilmek adına teknolojiden faydalanan maddi yönü biraz klasik eser karşısında pahalı olan tercih edilerek dikkat çekmeyi daha önemsemekteler. Politik tercihlerini öne çıkaranlar ise ekonomik durumuna göre zaman zaman gözden geçirmekte ve yeni duruş noktaları belirleyebilmektedir. Piyasa koşullarına göre tavırlarını değiştirenler liberal ekonomi içinde doğaldır, o yüzden sanat eserlerinde politik duruş son dönemde üretilen eserler içinde görmeniz daha seyrektir. Brecht; “sanatın apolitik olması, egemenler ile işbirliği yaptığı anlamına gelir” diye belirtir. Günümüzde sanatçıların önemli bir bölümü egemenlere arşı eleştirel eser üretmedikleri için işlerine bakarak egemenler ile işbirliği içinde olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir firma, kurum bir sergiyi ya da sanatçıyı destekliyor (sponsor) ise, o sanatçı para aldığı kesime karşı eleştirel bakamaz, hatta sponsor olanı eserleri ile (tanıtım broşürleri, yazıları) onore eder.
Geçmişte liberal ekonomi dışında yaşamış belli bir ideolojiye bağlı, bugünkü düzeni eleştiren ve eşitlikçi emekten yana tavır koymuş muhalif sanatçıları piyasa koşulları içinde bağlı oldukları düşünce yapısından koparıp, birer meta haline dönüştürmek için özel bir çaba olduğunu yaşadığımız kısa zaman diliminde gördük. Nazım Hikmet eserleri ve çalışmaları yaşamından koparılarak birer sanat eseri gibi alınıp satılacak metaya dönüştürülürken, sistemi ve para verenleri rahatsız eden yönleri eserlerinde törpülenmekte (sansürlenmekte) ya da yok sayılmaktadır. Bu şekilde Nazım Hikmet romantik bir şair ve Türk diline aşık biri konumuna getirilmeye çalışılmaktadır. Nazım Hikmet fotoğrafları ile nasıl bir aşk adamı olduğu sevgililerine ne kadar bağlı olduğu vurgulanan sergiler, tiyatro eserleri ve kitaplar (anılar ve öyküler) ile Nazım Hikmet ideolojisinden koparılmaya çalışılmaktadır. Onu bir meta olması için her türden sergi, ürün vb üzerinde ismi kullanılarak piyasa içinde ona yatırım yapan para sahiplerinin ellerindeki ürünlerinin değerlenmesi için ortam hazırlanmaktadır. Toplumun içinde Nazım Hikmet hayranlığı bir ticari araca dönderilip, onun ününden, eserinden isminden yararlanılan liberal ekonomi içinde meta haline getirilmektedir. Bunu da eski solcu günümüz liberallerin elinden yapılmasına özen gösterilmektedir.
Aynı şekilde Nazım Hikmet’in yoldaşı Abidin Dino üzerine de oynanmaktadır.
Komünist birini piyasa koşullarına uygun olmadan anabilecek bir kesim vardır, o da yoldaşları ve onların adına kurulmuş kurumlardır. Onların yapmış olduğu sergiler ve organizasyonlar piyasa koşulları dışında alınıp satılan bir meta haline getirmez.
Liberal dünya görüşünü benimsemiş ve o görüşün günlük hayata yansıması bireyler ‘ben yaptım oldu’ anlayışı içinde hiçbir kurum ve geçmişi önemsemeden sergiler organize etmekte ve onlar adına bir şeyler yapmaktadır. Her sanatçı kişisel olarak adını andığımız sanatçıları anmak adına onlara eserlerini adayabilir ve portrelerini yapabilirler. Bu konuda kimsenin eleştirisi olmaz, fakat onlar adına kurumlardan bağımsız kişisel girişim olarak sergi yapılması onların geleneğine ve geçmişe yapılmış bir küfür olarak algılıyorum. Onları birer meta haline getiren bu sergilerden kişiler kişisel maddi çıkar elde etmeleri önemli değildir, önemli olan onların adını piyasa koşulları içine sunmuş olmalarıdır. Eğer geleneğe bağlı kurumlar ile ortak sergiler organize edilmiş olsaydı eleştiri yapmayacaktım, ama bu durumda ister istemez rahatsızlığımı belirtmek istedim.
Komünist sanatçıların adına yapılan sergileri organize edenlerin iyi niyetleri olduğunu düşünüyorum ama işin bir çok boyutunun da olduğunu ve bu işi çıkarları için kullandıklarını var olan piyasa içinde yaşananlara bakarak düşünmeye başladım... Komünist bir sanatçıyı piyasa metası haline getirmesinden dolayı sanatçıyı itibarsızlaştırması olarak algılıyorum.
Her önüne gelen komünist sanatçılar adına iş yapamaz, sahipsiz değildir, çünkü bu ülkede beğenelim beğenmeyelim komünist partiler ve onlar adına vakıf, dernek vb kurumlar vardır. Liberal ekonominin çarkları içinde yaratılmış değerlerin değersizleştirilmesi ve yok edilmesine dur denmelidir.
İlke şudur; komünist birini sağcıların anması mı daha doğrudur, yoksa komünist birini üyesi olduğu örgütü ve onun temsilcilerinin anması mı daha doğrudur? Burada bir  ilkeyi koymak gerek, Nazım Hikmet, Abidin Din, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ruhi Su, Adnan Yücel… Onlar sıradan birileri değildir.  Komünist birini her kafasına esen, ‘ben yaptım oldu’ anlayışı içinde anamaz... Ve bunu ticarileştiremez, yani metalaştıramaz. Yapılan sergiler Nazım Hikmet, Abidin Dino … isimlerini metalaştırma olarak algıladım ve öyle gördüm.
Sergiden bir kuruş dahi kazanılması ya da kazanılmaması önemli değildir, etik olmak gereklidir. Eğer geçmişe ve mücadeleler ile yaratılmış onurlu duranların anılarla saygı gösterilmesi isteniyorsa onların bugün devamcısı olan ve geleneğini yaşatmaya çalışan kurumlar ile ortak sergi yapılması daha doğrudur bireysel yapılan işler amacı ne olursa olsun onların isimleri piyasa koşulları içinde değerlendirilmesi olarak görülmektedir. Bu sergiyi yapanların iyi niyetlerinden kuşkum yoktur ama piyasa iyi niyet üzerine kurulmaz, çıkarlar üzerine kuruludur. Bu sergiyi organize edenlerin elinde hazır bir sergi olması ve isteyen belediye, dernek veya herhangi bir yerde sergiyi yapmak bile işin ticari boyutunu ortaya getirir. En azından kendi ismini öne çıkarmak isteyenler bu sergi ile ilgilerin kendisine doğru yönelmesini sağlar ve yazının başında bahsettiğim ticaret için popüler olmayı gündeme getirir.
Yukarıda isimlerini andığım Komünist sanatçıların siyasi tercihlerini ortadan kaldıran ve sadece portre karikatür ve desenleri ile doğum, ölüm yıldönümlerini  anma sergileri aslında bu insanların siyasi tercihlerini ortadan kaldırmak isteyen piyasa içinde para kazanmak isteyenlerin arzularına hizmet etmektedir.
Brecht’in sözünü tekrarlayalım; “sanatın apolitik olması, egemenler ile işbirliği yaptığı anlamına gelir”  
İsmail Cem Özkan