16 Nisan 2013 Salı

Markalaşmak…


Markalaşmak…

“Güney Afrika'nın, ırkçı rejimiyle yıllarca mücadele eden özgürlük savaşçısı Nelson Mandela, şarap markası oldu. “ gazete haberi
Bunca sene bir marka olmak için mi acı çekti, halkına umut oldu!? Demek ki, liderlik dediğiniz şey ileride şarap markası olmak!
Markaya isim vermek bu kadar kolay mı, o isim boşuna mı kavga etti, birilerine liderlik etti, birileri boşuna mı öldü? Bütün birikim, mücadele bir marka olmak için mi?
Markayı yaratanlar acaba her şeyi metaya dönüştürmenin bu kadar kolay olduğunu mu düşünüyorlar?
Onun adına ürün ürettiğinde hemen satacağını ve tüketeceğini?
Düşünelim o zaman; neden bizim şarapçılarımız bir eski kahramanlardan marka yaratmadılar?
Atatürk şarabı, rakısı gibi? (Henüz koruma kanunu olduğu için yapılamıyor ama o yasa yürürlükten kalktığı an olabilir!)
Ya da Ecevit!
Demirel!
Gerçi yukarıda saydıklarımın üniversite tabelasında yerlerini almış durumdalar, üniversiteler özelleştiğinde doğal olarak markalaşmış olacaklardır. Bugünlerde yarı devlet ve özel üniversite isimlerinin içinde hala siyaset sahnesinde olanların isimlerinin olması ne anlama geliyor?
Bugün ülkemizin başbakanı kendi isminin baş harflerini marka olarak tescilleştirerek, en azından kendi bilgisi dışında birilerinin bu markayı kullanmasını engellemiştir.
Bizim paten dairemiz varlığı ya da yokluğu belli değildir ama marka işlerine bakan bölüm sanırım işi başından aşkındır.
Şehirleri dolaşırsanız marka ve tescil işleri yapan bir çok firma tabelansa rastlarsınız.
***
CHE bir markadır.
O markayı sigara üzerinde ya da enerji içeceği üzerinde görebilirsiniz.
HSCB bir markadır, banka tabelası olarak görebilirsiniz ama para üzerinde de görebilirsiniz. Markalar sınır tanımadan yaşamın her alanına girdi.
Ülke isimleri bir marka olma sürecine girerken, markalaşmış bayrakları değişik yerlerde görebilirsiniz.
Marka değeri olan bayraklar, diğerinden elbette daha pahalı veya ucuz olacaktır.
Markalaşma liberal ekonominin vazgeçilemezidir ve her şey alınır ve satılır.
***
Günümüzde bazı insanlar kendilerini marka olarak görme eğilimindedir, bu durum profesyoneller arasında yaygındır. Bir yerden bir yere transfer olurken (iş yeri değiştirirken)  o marka değeri önem kazanır.
Marka değeri olan her şey alınır ve satılır.
Her ortamda o marka kendi üzerine düşen işlevini yerine getirir.
Geçmişin değerleri, birikimleri marklaştığında birer metaya,  o birikimler alınıp satılan bir maddi değere dönüşür. Her marka piyasa içinde yükselir, iner ve zaman içinde yok olur. Marka olmuş bir değer, ileriye bir şey söylemez. O anlık değeri içinde gündemde yerini alır.
***
Bizim piyasamız dinamiktir, üretimden daha çok markalar üzerinden tüketiciye seslenilir.
Ürettiğimiz ve bizim geliştirdiğimiz bir teknolojimiz yoktur ama markalarımız vardır.
Tüketim çılgınlığı içinde müşterisini kısa bir sürede olsa elinde bulundurmak isteyen para hırsı ile gözü dönmüş bireyler; yakın tarihimiz içinde bazı ilerici, muhafazakar, eski bürokratları marka yapabilir.
***
Adnan Menderes bir havalimanı ismidir ama neden başka şey ismi olmasın?
Adnan Menderes Üniversitesi için şapka, anahtarlık, belki başka şeyler üretilebilinir.
Siyah beyaz kartlar yerine daha çağdaş ürünler piyasada ki yerini alabilir.
Örneğin bir ip markası dahi olabilir.
Neden Deniz Gezmiş ip markası olmasın?
Şimdi size bu fikir çok absürd gelebilir ama piyasa içinde yer alırsa bir süre sonra alışır ve tüketirsiniz.
Çünkü liberal ekonomi alışkanlık ve tüketim çılgınlığını kontrol edebiliyor veya yönlendirebiliyor.
Bugüne kadar alışamadım dediğiniz her hangi bir şeye; alışmadığınızı ve kullanmadığınızı söyleyebilir misiniz?
İbrahim Kaypakyaka sigara markası olsa ve sigara kapağında şapkalı Kaypakkaya logo olsa kaç kişi o markayı gurur ile yanında taşır?
Nazım Hikmet kitapları şimdi bir bankaya ait yayınevinin tekelinde. Onlardan habersiz Nazım Hikmet kitabını yayınlayamazınız. O kitaplar içinde bir çok kelimenin sansürlendiği ve Nazım’ı bir aşk adamı olarak gösterildiğine hakkında yazılan yazılar ve paylaşılan şiirlere bakarak söyleyebiliriz… Nazım Hikmet’in bu şekilde gösterilmesine kim karşı durabilir? Yeni yetişen kuşak, Nazım Hikmet’i bir TKP üyesi ve partisi için şiir yazdığını bilemez.
Markayı kontrol eden kişi ve kurumlar ticari başarı için etnik pazar içinde sıkıştırmak istemez. Alıcılarının sade sol ve komünist kesim olmasını istemez, o yüzden doğal olarak onu daha romantik ve aşk adamı olarak gösterecektir.
Markalaşmak bir geleneği, birikimi yok ederek piyasa koşullarına göre biçim vermektir.
***
İyi niyet ile yapılan bir çok şey bazı şeyleri markaşlamak adına atılan adımlara hizmet etmektedir.
Arz talep, talep arz konusu iç içedir.
Liberal dünya bakış açısını benimsemiş ve o piyasa içinde kendisini geliştirmiş bir birey; kendi çıkarı için sağ- sol, dini… ne olursa olsun tüm isimleri birer ticari ürün olarak görüp, tıpkı Mandela adında olduğu gibi, ürünü piyasaya sunacak ve piyasada rakipleri karşısında göreceli bir üstünlük sağlamaya çalışacaktır.
Mandela adına şarap yarışması, sergiler, konferanslar vb faaliyetler hepsi birer PR olacaktır.
Bugün ülkemizde henüz Mandela şarabı üretecek kadar cesaretli birileri yok ama olmayacağı anlamına gelmeyecektir. Onun zemini ve ortamı hazırlanıyor…
İsmail Cem Özkan

15 Nisan 2013 Pazartesi

Twitter roman!


Twitter roman!

Uzun yazıyı okuma alışkanlığımız gün geçtikçe azalıyor, hatta günlük sohbetleri bile kısa mesajlara bırakıp, sanal ortamda paylaştığımız kısa notlar üzerinden yapar hale geldik. Genç erkek ve kadınlarımızı yollarda görüyorum, ellerinde bir makine ve sürekli ona bakarak ilerliyorlar, bazılarının notları benim bilgisayarımın ekranına düşüyor, şu anda şu alışveriş merkezindeyim, şunun ile kahve içiyorum gibi.
Yan yana geldiğimiz zaman bile uzun uzun sohbetlerin yerine kısa ve anlık sözler dışında fazla söz söylemeden kendi sanal dünyamızın duvarına bakmak için elimizdeki alete bakıyor ve oradan birilerine mesaj yazdığımızın farkına bile varamıyoruz. Yan yana yürürken kahkahalara boğulan sokaklar şimdilerde araba gürültüsüne tamamı ile kendisini bırakmış gibi.
Uzun bir yazı gördüğünde okuyan birinden bunu özetlemesini, aksi halde ilgi alanın cevap alamadığı an yok olduğuna şahitlik ediyoruz. İlgi ve dikkat eksiliği günümüz insanını öyle bir sarmış ki, kimse bu eksikliğin farkına varacak kadar dikkatli değil.
Eskiden romanlar okunur, radyolarda arkası yarınlar dinlendirdi. Şimdi filmi olmayan romanlar ele dahi alınmıyor, okulda okuyan öğrencilere öğretmenleri ders dahi verseler, o romanın film haline gelmesini bekleyen öğrencilere rastlayabilirsiniz. Okumak yerine izlemek, izlerken o anlık bilince almak ve film biter bitmez unutulan bir vakit harcama aracına dönüştü. O anlık heves edilen ve zevk alınan şey tüketildiği an yok sayılabiliniyor. Hatta biraz zaman geçtiğinde izlemiş olduğu filmi baştan sona kadar izleyip, bittiğinde bu filmi daha önce görmüştüm diyebiliyor.
Uzun uzun yazılar artık okunmuyor. Köşe yazıları bile gazetelerde kısaldıkça kısalan ve kısa twitter notuna doğru dönüşüyor, çünkü okuyucu uzun yazıyı okumadığı için köşe yazarını işlevi sayfada sadece alan doldurmak olarak görülüyor. Eğer haberler pahalı olmazsa köşe yazarları hepten gazetelerden uzaklaştırılır, şimdilik gazetelerde köşe yazarları haberlerden daha ucuz olduğu için verimli gelebiliyor. Üstelik köşe yazısı dışında başka işlevleri olduğu için gazetelerde uzun uzun yazan köşe yazarları hale varlığını korumaya devam ediyor.
Şimdi aklınıza gelmiş olabilir, şiir kitapları bu durumda satış rekorlarına ulaşmış olması gerek. Hayır, geçmişte de, bugünde ve yarın da şiir kitapları satış rekoru kırmayacak, çünkü şiir bestseller kategorisi içinde yer almıyor. Birgün birisi (yayıncı ya da toplum mühendisi) şiiri bestseller kategorisine alırsa o zaman çok satanlar listesi içinde olabilir. En çok tüketilen şiir kitap olarak satmıyor, çünkü şairin birkaç tane şiiri sanal dünyada çok paylaşılan olmuş olsa da kitap olarak tüketilmez. Üstelik twitter gibi kısa mesajlar (kısa bloglar) içinde en ideal konuşma metni olmasına rağmen.
Romanları kısa olanı seçeceğiz. Zaten son günlerde kitapevlerinde özetlenmiş roman baskıları görmeye başladım. Demek ki birileri ihtiyaç duyuyor ki, bu özet romanlar raflardaki yerini aldı.
140 harf ile her şeyini anlatmaya çalışan bir nesil, romanlarını da her sayfasında 140 harf olan kitaplar okuyacağını düşünüyorum. Fırsat buldukça 140 harf okuyabilecek olan bir kuşak artık aramızda ve bizim ile birlikte yaşamaya başladı. Belki bizler onlara uyum sağlayacağız.
Twitter roman yazılma zamanı gelip geçmiyor mu sizce?
Yine uzun yazdım, okunmayacak bu yazıda…
İsmail Cem Özkan 

14 Nisan 2013 Pazar

Akil insanlar…


Akil insanlar…
Türkçeye yeni bir kelime daha kazandırıldı, akil insanlar! Gerçek anlamı nedir kimse bilmez ama ne anlatılmak istendiğini hepimiz biliriz. Bir çok kelime asıl anlamları dışında kullanılır ve o yüzden o anlamları yaşadığı zaman dilime göre yorumlamak önemlidir.  Günümüzün gündemini belirlemek için zaman zaman gündeme gelen kelime, insanlar ile altı doldurulmuş oldu. Akil insanlar bölgelere ayrılarak her bölgenin akil başkanı, yardımcısı ve üyeleri ile birlikte bölgelerinde hükümetin belirlediği konu üzerinde gönüllü olarak(!) konuştuklarını ikna etme ve onları dinlemek üzere yola çıkmış bulunuyorlar.
Gittikleri yerde elbette iyi, kötü ve protestolar ile karşılanacaklardır, çünkü seçilmişler; seçeni temsil etmektedir. Her ne kadar barış gibi önemli bir konuyu konuşuyor olmuş olsalar da, her biri profesyonellerden oluşan gönüllü(!) bir kesimin propagandası ile müzakere sürecinin tepkilerini en aza indirmek için sokak dili ile söylersek sahaya inmişlerdir.
'Akil insanlar' kendilerini gerçekten akıllı olduğunu sanmışlar... “Biz direktif ile bu işe girmedik” demişler... Kendilerini akıllı sanıp karşısındakini aptal gören ancak buna benzer cümle kurabilir…
O kadar akil olduklarına inanmışlar ki, bir anda Kürt sorunu ve bu sorunun barış süreci için bilmedikleri görüşmelerin sonucunu karşısındakine anlatmaya çalışıyorlar. Bu ancak akilli biri yapabilir, çünkü bilmedikleri müzakerenin sonucunu fala bakar gibi bilmiş oluyorlar. Müzakerelerin saydam ve herkese açık şekilde olmadığını yayınlanan görüşme notlarına duyulan tepki ile öğrenmiş olduk. “Bu müzakerede samimiyse taraflar görüşmeyi gizli tutun” dediler “akıllı adamlar”.
Her aşaması gizli, kapalı kapılar arkasında, kapalı görüşmelerde taraf olan MİT mensupları, her şeyi ayrıntılı bir şekilde biliyor olmasına rağmen, taraflardan görüşmelere uzaktan katılanlar aracılar aracılığı ile her ayrıntıyı bildikleri konusunda kuşkularım var, çünkü rapor olarak düzenleyen kesim görüşme sırasında gözlemci olarak bulunan bir ajan olduğu yayınlanan görüşme notlarından öğrenmiş olduk. Bir ajanın not tuttuğu ve rapor hale getirdiği görüşme tutanaklarının sağlıklı ve tarafsız olabileceğini şahsi olarak düşünemiyorum. O durumda bir anlamda görüşme tutanaklarına anlamlar yüklendiği ve bu yüklenen anlamlar üzerinden müzakere devam ettiği konusunda kuşkularım var.
Akil insanların görevi bu kuşkuları ortadan kaldırmak ve gerçek anlamda bir barış için koşulların oluşumu için ortam hazırlamak olarak okuduğumdan öncelikle kuşkularımın ortadan kalkması için tarafların görüşme notlarını ayrı ayrı olarak hazırlanması ve gerek gördüklerini ortak bir şekilde kamuoyuna açıklamalarını bekliyorum. En azından taraf olanlar bu görüşmelerin karşılaştırmalı notlar ile izlemesinin daha sağlıklı olacağını düşünenlerdenim. Karşılaştırmalı tarih yerine tek tarafın hazırladığı tarih hep eksik ve güçlü olanın görüşünü yansıtır.
Akil insanlar listesinde yer alanların Kürt sorunu hakkında bugüne kadar ne kadar söz söyledikleri ve pratikte ne yaptıklarını öğrenmek hakkımızdır. Ben barış istiyorum diyerek sahaya inenlerin samimi olduklarını sorgulamamız doğaldır. Seçilenlerin, örneğin AKP hükümeti zamanında Uludere /Roboski  katliamı hakkında ne söylediklerini öğrenmek gerek.
Kürtlerin barış çığlığı on yıllardır bu ülkede çınlamadığı duvar kalmadı. Akil insanlardan bugüne kadar tepkisiz kalanlara sormazlar mı, “senin kulağın o dönemlerde kapalı mıydı?” diye. “Ne oldu da birden akil olup, halka gelin barışın” diyorsun ve “direktif ile gitmiyorsan eğer, neden sana belirlenen yerlere gidiyorsun?” örneğin Karadenizli biri Burdur’un köyünde ne söylemeye gider, daha önce o köye hiç gitmiş miydin? Demek ki birileri sana o köye git diye direktif verdi ve sen paranı alıp gittin... Üstelik bu gezi birileri tarafından finanse ediliyor... Gönüllü adam devletten yol, yemek parası almadan yapar bu işi, gerçekten barış istiyorsanız devlettin verdiği tüm paraları ve olanakları ret edin...
Devlet konuk evinde kalınarak barış elçisi olunmaz…
Barış bu ülke topraklarına mutlaka gelecektir, süreç ne kadar kapalı ve gizli yapılırsa o kadar uzar, çünkü alınan kararlar birilerine dikte edilmeye çalışılacaktır ve sonuçta buna her kesimin uyması beklenecektir. Kapalı görüşmeler, genelde beklentiler yaratır ve beklentiler üzerinden yeni bir dil oluşturulur. Gerçek duvarına bu oluşan dil çarptığında o güne kadar yapılanları boşa çıkarabilir ve hatta geri dönüşü zor kırılmalara neden olabilir.
Barış, kan denizinin kurutulması ve üzerine hakların renklerini taşıyan bir gül bahçesi kurmak ise, o gül bahçesine her kesim bir gül tohumu ve toprak bırakmalıdır.
Barış, ancak acıların sonlanması için önce savaşın ortamını hazırlayan koşulları ortadan kaldırmak ve savaş süresi içinde oluşan faili meçhul, cinayetlerin aydınlatılması ile oluşacaktır. Barış isteyenler, savaş süresi içinde işlenen insanlık suçları, işkenceler, faili meçhul cinayetleri işleyenlerin uluslar arası hukuk kurallarının sınırları içinde, tarafsız bir mahkeme ile yargılanması ve zaman aşımı kavramının bu gibi suçlarda ortadan kaldırılması önemlidir.
Barış ancak kanunlar ile güvence altına alınmalıdır. “Ben istedim olacak” demek yerine, bu olması gereken şeyler kanunlar ile güvence altına alınmalıdır.
Barışın her iki tarafında mağdur olanların hassasiyetleri göz önüne alınmalı ve onların kan davasına dönüştürmeden bir birilerini anlayabileceği ortamların hazırlanması önemlidir. Bir birlerini anlamak için tek yönlü propaganda kolaycılığından kaçınıp, birbirlerini yaşadıkları ortamlarda tanıyabilecekleri karşılıklı ticari yaşamları ve kültürel alışverişler için ortamların oluşması daha kalıcı olacağını düşünmekteyim.
Barış, barış istiyorum demek ile gelmez, barış için mücadele çizgisi uzun ve zorlu bir tarih çizgisidir. O zor çizgiden her birimiz üzerimize düşen görevi yerine getirebildiğimiz sürece barış hayatta karşılığını bulacaktır.
İsmail Cem Özkan