4 Mayıs 2013 Cumartesi

Sivas ellerinde sazım çalınır!


Sivas ellerinde sazım çalınır!

Sivas, Alevilere yönelik son 50 yıllık tarihimiz içinde dahi katliam, baskı ve asimilasyon ile anılır. Tarihin karanlık dehlizlerine giderseniz bu il sınırları içinde bir çok vahşi olayın olduğunu bulabilirsiniz. Orta Anadolu’nun geçiş noktasında olmasından kaynaklanıyor olabilir ama orada farklı olana, farklı düşünen karşı hoşgörünün olmadığına hep tanıklık edilmiş ve bu tanıklıktan ders çıkarılmadığına şahitlik ediyoruz.
“Sivas ellerinde sazım çalınır,
Çamlı beller bölük bölük bölünür.
Yardan ayrılmışam bağrım delinir,
Kâtip arzuhalim yaz yare böyle. 

Pir Sultan Abdal'ım ey Hızır Paşa,
Gör ki neler gelir sağ olan başa.
Beni hasret koydun kavim kardaşa,
Kâtip arzuhalim yaz yare böyle.”
der Pir Sultan, der de kim kulak kabartır?
Duyarız, işitmez oluruz, bakarız, görmez oluruz…
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği başkanı bir basın açıklaması yapmış; “Pir  Sultan  Abdal  Kültür Derneği (PSAKD) , katliamın 20. yılında Sivas kent merkezinde yeniden şenlik düzenleme kararı aldı. 29-30 Haziran 2013 tarihlerinde düzenlenecek etkinliklere, yine çok sayıda yazar, şair, sanatçı, gazeteci davet edilecek. Etkinliklerin, Sivas’taki Cemevi’nde yapılması planlanıyor. “ Cumhuriyet Gazetesi, 4/5/13
Haber bu arkadaşlar, şimdi soruyorum ne değişti de böyle bir karar alındı, PSAKD her hangi bir saldırı karşısında nasıl bir direnç gösterecek, geçmişte yaptığı gibi sadece telefonlardan yardım mı bekleyecek?
Hangi gerekçeler ile bunu yapmaya karar aldı?
Geçmişten ders almayanların, gözü kara kararları birçok aydının ateş içinde yanmasına sebep olmuyor mu?
Dersiniz ki, ülkede demokrasi geldi, dersiniz ki ülkede barış huzur geldi, dersiniz ki ülkede Sivas acısı dindi...
Bunların hiç biri olmadan hangi akla bu kararı alırlar...
Bu ancak kendi durduğu ülkeyi tanımamayı getirir...
Soruyorum; bu şenlikte her hangi bir saldırı olduğunda ne yapmayı planlıyorlar?
Hükümete ve onun temsilcilerine telefon edip yardım edin mi diyecekler?
AKP içinde Sivas davası savunma avukatları olduğunu unutmayalım. AKP davaya bakış açısı ve duruşu ortada. AKP Alevilere nasıl baktığını saklamıyor. Benim bilmediğim bir şey oldu da AKP Alevi açılımına mı başladı?
Ne değişti?
PSAKD Genel Başkanı Kemal Bülbül; “Bizim tarihe borcumuz var. 4 Eylül 1978’de, 2 Temmuz’da katledilen canlarımıza borcumuz var. 2 Temmuz 1993’te şairlerimiz, yazarlarımız, sazımız, sözümüz ne varsa orada yakıldı. Biz o tarihe sahip çıkmak zorundayız.” demiş.
Sahip çıkmak demek şenlik düzenlemek mi?
Sivas Madımak katliamı zaman aşımı ile sonuçlandı, fakat gerçek anlamda yüzleşilemedi. Madımak yangını olduğunda yaşanan ortam ile bugün yaşanan ortam arasında nasıl bir fark oluştu da yeniden bir şenlik ile gündeme gelmeye çalışılıyor?
Sivas için şenlik kararı alanlar bunu şöyle veya böyle gerçekleştirecekler. Belki AKP demokrasi camekanı (dışarından gelen baskıları yaymak ve etkisizleştirmek için) için bu şenliğin olaysız bir şekilde olmasına da izin verebilir. Geçen sene 1 Mayıs Taksim alanında gerçekleştirilen etkinlik gibi. Hem bayram ilan edip hem de İstanbul’da sıkıyönetim ilan eden yine aynı iktidar olduğu unutulmasın!
Şenlik, dolaylı olarak (Her ne kadar şenlik içinde AKP düşünce yapısı eleştirilecek olsa da) iktidara verilen bir destek değil midir?
AKP kurmayları dışında geçmişte olduğu gibi ülkemizde henüz dağıtılmayan ve yeniden yapılandırılan bir gladio yapılanması söz konusudur. Bu gladio yapılanmasının yaratacağı bir çatışma ortamında; taraflar arasında saldırı olursa ve kayıp olursa bunun tek sorumlusu saldırganlar olmadığını şimdiden söyleyebiliriz... Çünkü, yapılacak bu şenlik, o gladio için hazır bir zemin yaratma anlamına gelmektedir. (Bu sene olmazsa da ileride olmayacağı anlamına gelmez!)
Güvenliği tam olarak güvence altına alınmadan yapılan her türlü etkinlik, istenmeyen sonuçların yaşanmasına sebep olabilir.
AKP, her sene Madımak önünde yapılan 2 Temmuz protestolarından rahatsızdır. Bu protestoların çözüme bir yararı olmadığı ve kanayan yaranın üzerinin kabuk tutmadığını daha önce değişik ortamlarda dillendirmiştir. Madımak otelini müze yapma dışında kendi isteği biçimde değiştirmiş, şehrin içinde yanan bir kor gibi bırakmıştır. Zaman içinde bunun da diğer katliamlar gibi unutulacağını ummaktadır.
Geçmiş ile gerçek anlamda henüz yüzleşilmiş değildir.
Ülke; azınlıklar (tanınan ve şimdilik tanınmayan) karşısında pozitif ayrımcılık hukuki olarak güvence altına alınmadan, çatışma olabilecek noktalarda toplu etkinlikler her zaman suiistimale ve saldırıya açıktır.
Yüzleşme olmadan, hesaplaşma olmadan ikinci bir Sivas Madımak gibi ortam yaratılmasına hayır!
İsmail Cem Özkan

2 Mayıs 2013 Perşembe

1 Mayıs İstanbul, her şey ok efendim!


1 Mayıs İstanbul, her şey ok efendim!

 “Günlerin bugün getirdiği baskı zulüm ve kandır
Ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez
Yepyeni bir hayat gelir bizde ve her yerde”*
2013 yılında, sadece İstanbul’da yaşanan gerçekler bu sözü ne kadar doğruluyor?!
Türkiye’nin her hangi bir şehrinde (İstanbul haricinde),  polis saldırısı ve direnen işçiler konusunda haber duydunuz mu?
Peki, neden İstanbul?
İstanbul muhalefetin en yoğun olduğu şehirdir, işçi sınıfının tarih değiştirdiği yerdir. İstanbul yeni doğacak günü haber verecek sınıf birikimin olduğu yerdir.
***
AKP iktidarı birileri ile masaya oturmuş, Ortadoğu politikası içinde belirleyici güç olmak istemektedir. O gücünü kanıtlayabileceği arenalardan biri İstanbul olacaktı.
İstanbul’da işçi sınıfına ve dostlarına gösterilen bu zulmün arkasında; masa başında yapılan pazarlıkların sonucu ve elini güçlü göstermek isteyen bir iktidarın hezeyanı olarak okuyabilirsiniz.
Suriye iç savaşında taraf olanların bir bölümü İstanbul’da toplanıp karar verenler yenilmiştir. Bu yenilgi yeni Ortadoğu politikası içinde yeni konumlanacağı yeri de değiştirmiştir. Türkiye, dışta güçlü elinin yok olduğunu her geçen gün yaşanan erozyon ile görmektedir. Yerine başka figürler doldurmakta, yeni olaylar ve gelişmeler ile seyirci konumuna gelmiştir.
Türkiye içişlerinde bir anda ne oldu da barış süreci başladı?
Erdoğan bir gece rüyasında bir şeyler gördü, aksakallı bir dede ona şunları yaparsan iyi olur mu dedi de; savaş bıçak gibi kesilip Oslo’dan başlayıp bugün İmralı adası içinde devam eden süreç oldu!
***
İstanbul’da 1 Mayıs günü sokakları, meydanları dolduranlar arasında kimlerin olduğunu yayınlanan fotoğraflara bakarak görebilirsiniz.
O kadar fotoğrafa baktım, Newroz'da yan yana yürüdüğüm, halaya durduğum arkadaşlar (kitlesel olarak) yok! Onlar acaba AKP kızdırmamak için meydanları sadece polise mi bıraktı?
Masa başında neler konuşuluyor, merak ediyorum!
***
İstanbul 1 Mayıs günü yaşanan gaz içinde yapılan bayramda; gruplar, topluluklar acaba seslerini duyurabilmiş olsalardı, ne diyeceklerdi?
Yaşanan barış süreci görüşmesi hakkında elbette işçi sınıfının da bir sözü olacaktı. Onu meydanda dövizler, afişleri ile seslendireceklerdi. Kurulacak kürsüden gür sesleri ile tüm kamuoyuna ilan edeceklerdi.
İşçi sınıfı mazlumun yanında, mazlumun hakkı için söz söyleyeceğini bilmek için falcı olmaya gerek yok!
***
Barışın kaybedeni olmaz lafı doğru değildir, barışın kaybedeni her zaman olur. Barış savaş sonrası olur ve güçlü olan istediklerini gücü ölçüsünde masadan alır... 
***
Elbette, ülkemizdeki barış görüşmesi sadece bizim iç işimiz değildir, Ortadoğu politikaları ile yakın ilişki içindedir. Belki de, Suriye’deki iç savaş olmasaydı bugün ne barış ne de görüşmeden büyük olasılıkla bahsetmeyecektik.
Ortada değişen bir şeyler var ve o değişim içinde ülkemizin konumu da değişmektedir.
Masa başında yapılan görüşmelerde, birilerine mesaj vermek istediğinizde; bakın şurada şunu şunu yapacağım ve gücümün ne boyutta olduğunu görün anlamında işaret verir. Taraflar o müdahaleye bakar, çünkü hükümet; “benim sözüm her şeyin üstündedir!” demektedir ve “ben ne dersem o olur!” iddiasında bulunuyorsa bunu kanıtlamak zorundadır.
Çekilme ve yeni süreç üzerinde hukuki düzenlemeden kaçan hükümet sözünün arkasında olduğunu göstermek için güç gösterinde bulunması gerekliydi, onu da 1 Mayıs günü ‘sadece’ İstanbul şehri için gösterecekti.
Ve gösterdi de, elini güçlendirmiş olarak dediğini yaptı.
İstanbul şehrinde olağanüstü hal ilan edip, kara, deniz, demir yoları / hatlarını durdurarak insanların bir yerden bir yere hareket etme (seyahat) özgürlüklerini ellerinden aldı. Gösteri alanları polis koridoru altında; gaz ve tazyikli su basıncı ile grup olan her insana saldırıldı. İnsanların nefes alabileceği kapıları kapatarak, onların daha çok baskı altında kalması sağlandı.
İstanbul 1 Mayıs gösterilerine yapılan bu dengesiz ve kontrollü olarak baskının arkasında hükümetin kamuoyuna açıklamadığı görüşmelerde, elini güçlendirmek amacıyla yaptığı manevra ile bu sayede sol ve işçi sınıfının gücünü test etmiş oldu.
Elini rahatlatan hükümet daha rahat bazı kararlar almaya devam edecektir.
Toplumsal muhalefetin gücünü ölçenler elbette nasıl bir Türkiye istedikleri ve ne yapabileceklerini test etmiş oldular.
Hükümet istediği gibi şehri planlayabilecek mi…
İstediği gibi ağaç katliamı yapabilecek mi …
İstediği yere AVM kuracak mı...
İstediği yere kanal açabilecek mi …
İstediği yere HES yapımı için ihale açabilecek mi …
İstediği gibi barış sürecini kontrol edebilecek mi …
Bütün bunların yanıtını hükümetin toplum mühendisleri 1 Mayıs günü elde ettikleri veriler ile nasıl yapacaklarının planlarını da büyük olasılıkla yazmaya başlamışlardır.
1 Mayıs öğlen saatlerinde birileri anonstan şöyle demiştir; her şey ok efendim!
***
Bizim umudumuz 1 Mayıs marşında saklıdır.
“Vermeyin insana izin, kanması ve susması için
Hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin
Bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler”
“Gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider
Devrimin şanlı yolunda bir kağıt gibi erir gider”
İsmail Cem Özkan
* 1 Mayıs Marşı; Söz ve Müzik :  Sarper ÖZSAN

30 Nisan 2013 Salı

Sıkıyönetime inat!


Sıkıyönetime inat!

Sıkıyönetimler halka ve mazluma karşı uygulanan bir baskı aracıdır, uygulanır. Sıkıyönetimin olduğu yerlerde halk her zaman kaybetmiştir, çünkü o sıkıyönetim dönemleri; baskı ve sindirme üzerine düzeni sağlama günleridir ve birilerin özgürlüğünün kısıtlandığında, kendi özgürlüğünü korumak için korkuyu besleyen günlere verilen addır.
Sıkıyönetimler, genelde çatışmada zayıf düştüğünü düşünen erke sahibinin var olan hukuk sistemini rafa kaldırarak uygulamaya koyduğu hukuki bir haktır. Bu hukuk kuralı ancak ve ancak halka karşı uygulanır ve her şeye rağmen baskı ve zulüm o sıkıyönetim günlerinde sokaklarda özgürce kol gezer.
Halkın bu günlerde göstereceği direnç, kendi özgürlüğünün ve kazanımlarının korunması açısından önemlidir. Eğer direnmez ise kazanmış olduğu mevkileri bir anda kaybetme riski ile karşı karşıyadır. O yüzden sıkıyönetim dönemlerinde halkın göstereceği direnç; özgürlük ve demokrasi için hayati değerde önemlidir.
Direnenler kazanacaktır, direnmeyip teslim olanlar tarihin sahnesinden ezilerek yok olmaya mahkumdur. Bunun en iyi uygulamasını 12 Eylül öncesi ve sonrası yaşananlarda gördük. Direnmeyenler, hapishane ve işkence hane önlerinde sıraya girenler, devletin bekası için her türlü direnmeyi meşru görmeyenler bugün tankların altında ve hala üzerlerinde paletlerin izleri ile dolaşmaya devam ediyorlar. Yorgundurlar ve yok olmuş yenilgi durumundan kurtulamamışlardır. O kadar bitmişlerdir ki, direnmek yerine özgürlüklerini erk sahibine dalkavukluk ederek kazanacağına inanır. Kendi bireysel özgürlükleri için direnenlerin oluşturmuş olduğu geleneği, birikimi; erk sahibinin çıkarları yönünde hizmet vermeye devam etmezlerdir. Onlar yılmış ve dönektirler. Onlar direnenleri küçümser ve kaybedecekleri kavgada olduklarını düşünürler. Onların özgürlük anlayışı, erk sahibinin gölgesinde düşüncelerini erk sahibini rahatsız etmeyecek şekilde açıklama hürriyetini olduğunu kabul ederler. Özgürlükleri ve bağımsız hareket alanları erk sahibinin gölgesi kadar olduğunu bilerek orada yaşamaya devam ederler. Onlar direnlere karşı erk sahibinin gölgesinden seslenirler, yapmayın devletimizin bekası ve barış ortamının bozulmaması için derler. Onlar için barış; var olan düzenin devam etmesidir, ezilen ezilmeye, ezen ise gün geçtikçe dünya zenginler listesinde olmaya doğru giden bir birikim içinde olsunlar. Erk sahibinin zenginliğinin kırpıntılarından yararlananlar, panzer izini üzerinden silemeyenler, geçmişin birikimlerini ve tecrübelerini güçlünün hizmetine vermekten çekinmezler.
Devrimciler, demokratlar, özgürlük için mücadele edenler direndikleri sürece vardırlar. Direnç bittiği an özgürlük mücadelesi demir parmaklıklar ve karanlık içinde yok edilmeye çalışılırlar.
Mücadeleler ile elde edilmiş meydanlar, sıkıyönetim uygulaması ile emekçinin elinden alınıyorsa, o zaman direnmek meşrudur ve direnenler geri adım atmadan mücadelelerine devam edeceklerdir, çünkü kazanacakları özgürlük vardır.
Özgür bir dünya için, eşit haklar ve ekmek için direnmek meşrudur, o meşrutiyet içinde barikatlar arkasında omuz omuza mücadele ve dayanışma kaçınılmazdır.
Sıkıyönetimlere inat, sıkı mücadele hakkımızı kullanalım!
Demokrasi ve özgürlük için…
İsmail Cem Özkan

Geleneksel dövme kültürü yok olurken…


Geleneksel dövme kültürü yok olurken…

Bir çok insan üzerinde görürsünüz dövme. Hiç düşündünüz mü bu dövme kültürü nereden geliyor ve neden insanlar vücutlarına dövme yaptırma ihtiyacı duyarlar? Bu konuda iki bilim insanı oturmuş ülkemizde geleneksel dövmenin en çok görüldüğü bölgeyi kendilerine çalışma alanı seçmişler ve orada bu soruya yanıt aramışlar. Aynı zamanda dövme tarihi konusunda bizlere somut bilgiler aktarmışlar.
Dövme insanın doğa karşısında savaşında önemli bir misyonu üzerine almış ve içine mistik bir çok sembolü alarak bugüne kadar yaşamış, fakat yeni kuşak bu geleneksel dövmeden uzaklaşmaya başlamış hatta yok olmak üzerinedir.
İnsanlar doğa ile savaşırken, bir çok şeyden de korkmuşlar. Korkularını yenmek için bir çok şeye sığınma ihtiyacı duymuşlar. Bazı tılsımların doğadan gelen saldırıya karşı kendilerini koruyacağına inanmışlar. Bir arada olmak, birlikte yaşamın getirmiş olduğu zorluklar karşısında güçlüden güçsüz her zaman bir şeyler dilemiş. Dileklerinin yerine gelmesi için bazı sembolleri kendilerine aracı olarak seçmişler. Dağlara, taşlara, mağaralara, kutsal saydıkları her yere bu sembolleri çizmişler, adak adamışlar. Yeter ki bu savaşta galip gelsinler!
İbadet yerlerde ki semboller, zaman içinde, belki onlardan önce insan kendi vücuduna çizmiş bu sembolleri. Çizilen semboller bazı kültürler için yazı olmuş. Kayaya, toprağa, deriye işlenmiş. Tarih yazılmış o semboller ile. İnsan vücudu tıpkı yazılan yerler gibi zemin olmuş bu semboller için. Dövme kutsal bir konuma bürünmüş, en kutsal yere yazılırken. Dünyanın en kutsal yeri elbette insan vücududur. O vücuda işlenen her söz, her sembol anlamı derin ve güçlüdür.
Dövme o kadar önemli olmuş ki, dövme yapanlar sıradan bir vatandaş olmaktan çıkmış, sağlık dağıtan, şifa dağıtan, her türlü zorluk karşısında vücuda muska yapan kutsal kişiliklere bürünmüş. Her kişi dövme yazamaz, işleyemez. O yüzden dövmeciler daha ayrıcalıklı olmuş. Onlar yılın belli günlerinde gelir, dövme yapar ve giderlermiş. El verilerek, usta çırak ilişkisi içinde nesilden nesile, kültürden kültüre taşınmış.
Yapılan her dövmenin bir anlamı olmuş. Bir beklentiye cevap olmuş. Evlenmeye yüzü dönmüş genç kızların artık evlenebilirim diyen dili olmuş. Kuma gelmesin üzerime diyen yeni bir gelinin dili olmuş. Doğum yapan annenin, çocuğum yaşasın, kötü ruhlardan uzak olsun diyen duası olmuş. Yılan, çayan vb hayvanlara karşı savunma aracı olmuş. Şehirleri koruyan mistik güçler ile aynı sembolleri üzerine almış insan oğlu.
Göçün ayak izi olmuş, kabilelerin, kültürlerin, ailelerin diğerinden ayıran bir bayrağı olmuş dövme. O kadar ki, hangi kadın, erkek hangi gruba ait olduğu dövmeye bakılarak anlaşılırmış. Doğanın tüm yansımasını insan üzerine işlemişler. Gök, yer ve yer altının tüm güçlerini, mitolojide yatan tüm öykülerin kahramanlarını dövmeler içinde görebilir, onarla bakarak geçmişin izlerini bulabilirsiniz, elbette bugün bir çok sembolün anlamı kayıp olmuş, olduğu gibi bugün anlaşılır olmaktan çıkmış. Kalelerin burçlarına yazılan, camilerin pencere kıyısına işlenen her oymanın bir yansımasını bulabilirsiniz insan vücudundaki dövme içinde.
Dövme deyip geçmeyin, çünkü dövme işlenirken kullanılan teknikte her kültüre, coğrafyaya göre değişiktir. Bir sembol için kullanılan iğne sayısı kültürleri, dövmeciyi bir birinden ayırır temel teknik özellikler içindedir. Çevrede yaşayan her canlının bir sembolüdür dövme. Bugün bulunan arkeolojik alanlardaki semboller ile benzerlikler gösterir. Dövmeler o kadar eskidir ki, insanın ilk yazıyı bulmasından belki daha eskidir. Taşa oymadan belki kendi vücuduna oydu düşmanını, korkusunu ve o kokuyu yenecek gücü. Her sembolün bir tılsımı vardır, o tılsım sayesinde unutulan tıp yakın zamana kadar uygulanmıştır.
Romatizma hastalıklara, eklem yeri ağrılara karşı dövmeler şifa olsun diye yapılmış, hatta bu dövmelerden sağlık bulanlar olurmuş. Dövme sadece güzellik anlamını, sadece korkuya karşı tılsımı içermiyor, sağlık ve şifayı da içinde kapsıyor.
Tarlada çalışan genç kızlar fark edilmek için, ziynet eşyası tarlada kayıp olmasın diye ayaklarına, yüzlerine dövme yaptırırmış, dövmesi olmayan kıza dönüp erkekler bakmazmış. Öyle ki, hangi erkeğin hangi kıza bakacağı dövmelerden anlaşılırmış, kendi kültürüne ait olmayan dövme taşıyan kıza bakmazmış, çünkü bilirmiş aşkı ve tutkusu karşılıksız kalacak!
İslam geleneği dövmeyi yasaklamış olmasına rağmen, Fatma anamız yaptırdı diye dövme yaptırır olmuşlar. Gerçi geleneksel inanç ve kültür var olanı içine alır, yeniden biçimlendirir. Bugün o biçimlendirilen inanç yaşam kültürü merkezi ve tek tip yaratılan inanç kültürü içinde yok edilmeye çalışılıyor. O yüzden belki günümüzde dövme yaptırmanın günah olduğunu düşünenler artmış. Buna rağmen dövmesi olanlar guru ile üzerilerinde yaşatmaya devam ediyorlar. Şehirlerde yaşamak zorunda olanlara başlarına kötü şey gelmesin, toplumdan dışlanmasınlar diye dövme pek yaptırılmıyor ama köyde yaşayanlar arasında tek tük olsa da görünmeye devam ediyor. Yani bu gelenek hızlı bir şekilde yok oluyor.
Dövme sanatı ve kültürü üzerine yapılmış bilimsel çalışma kitaplaştırılmış. Bu çalışma Güneydoğu Anadolu Geleneksel Dövme Sanatı - Beden Yazıtları adı altında Etki Yayınevi tarafından yayınlanmış. Yrd. Doç. Uysal Yenipınar, Mehmet Sait Tunç tarafından yapılan çalışma ile dövme üzerine geniş ve derinlemesine bilgi sahibi olabilirsiniz. Bilimsel çalışma yöntemi ve tekniğine uygun olarak hazırlanmış kitap. Bu çalışma, bu sanat dalına ilgi duyacaklar içinde temel kaynak olma özelliğini taşıyor.
Kitap okurken, doktora çalışmasını okur gibi oluyorsunuz. Kitap bu anlamdan bakınca tamam diyorsunuz bilimsel bir çalışma, o güven ile kitapta yazılanları sorgusuz doğru olarak kabul edebilirsiniz. Elbette, bilimde kuşku vardır ve o kuşku kitap okuyup bitirilince ne kadar bilimsel olduğu verilere bakarken sorgulayabilirsiniz.
Her bilimsel çalışmayı okuduğumda kafamda hep sorular ve kuşkular oluşur, çünkü bilimin adının unutulduğu bir ülkede, bilime ilim denilen üniversitelerde doğal olarak bu kuşkuyu yaratacak ortam var. Türk gelenekleri ve göreneklerini temel alarak yazılan her yazı baştan itibaren o kuşkuyu yaratıyor. Örnekleme yapılan yerlerde Türk geleneğinin en zayıf alanlar olduğu biliniyor, Türkçe konuşulmasının temel nedeni devlet baskısıdır, halk kendi arasında Arapça ve Kürtçenin hakimiyeti altında yaşadığını kitap içinde yapılmış söyleşilerde de rastlıyorsunuz.
Güneydoğu Anadolu bölgesi; çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli bir yaşam bölgesidir. O bölgede yaşayanlar değişik kültürlerden etkilenmiş, onlardan elde ettikleri deneyimleri bugüne kadar gelenekleri içinde getirmiştir. O bölgede Arap kültürü yanında, Süryani, Kürt kültürünün yazılı olmayan hatta yok sayılan öğelerinin varlığına; sözlü tarih çalışmalarında ve buna benzer çalışmalarda karşılaşılıyor. Elbette araştırmacılar yazılı kaynaklardan yararlanırken, kendilerinden önce yapılmış çalışmaları temel kaynak alacak ve onların üzerine düşüncelerini inşaat edeceklerdir. Sözlü tarih çalışmaları yanında yazılı kaynaklarda ne yazık ki, Kürt, Süryani kaynakları yetersizdir. O yüzden araştırmacılar yazılı olarak var olan kaynakları kullanmak zorundadır. Bu çalışma boyunca bu özellikler ile karşılaşıyoruz.
Kitap kısaca önemli bir çalışma ve unutulmaya yüz tutmuş bir kültür zenginliğini bizlere tanıtan ve içinde mesajı olan bir çalışmadır. UNESCO kültür mirası içinde korunmaya alınması gerektiği vurgulanmış yazarlar tarafından. Umarım duyarlar ve kayıt altına alınır.
Bir gün Kürt, Süryani, Arap yazılı verilerinde olduğu bir çalışma olur. Sadece Türk geleneği ve bakış açısı ile yazılan her yazı ve çalışma bir yönü ile eksiktir. Tarih ne Türkler ile başladı ne de başka bir kültür ile. O yüzden bilimsel çalışmalar yapılırken olabildiğince değişik kültürlerin kaynaklarına ulaşmak ve karşılaştırmalı olarak bilgilerin verildiği bir çalışma olsun. Umarım bir gün ülkemiz üniversiteleri buna benzer çalışmalara imza atar, çünkü bugüne kadar siyasi korkular ve sınırlamalar bizi bu özgür araştırma yapmaktan uzak tutmuştur.
İsmail Cem Özkan
Güneydoğu Anadolu Geleneksel Dövme Sanatı
Beden Yazıtları
Yrd. Doç. Uysal Yenipınar, Mehmet Sait Tunç
Etki Yayınevi, İzmir

28 Nisan 2013 Pazar

Kirlenen insanlık!


Kirlenen insanlık!

İnsan ilişkileri gün be gün kirlenmeye devam ediyor, çünkü o kadar çok kirli ilişki içinde yaşıyoruz ki tarih birikiminin önemi kalmamıştır.
Kirlenmek, sanayi devrimi ile daha da artmış, kategorize ilişkiler ve hızlı üretim bu kirliliği besler hale gelmiş.
Kategorize etmek, üretim ilişkileri içinde üretici konumunda olan işçilerin bir biri ilişkilerini ortadan kaldırmak ve örgütlenme konusunu tamamı ile gündemden çıkarmak için geliştirilmiş bir yöntemdir. Örgütsüz birey savunmasızıdır ve savunmasız olan bireye parayı veren tarafından her türlü hizmeti yaptırma anlamına gelir.
Parayı veren karşısındaki kişinin profesyonel olmasını ve ilişkilere profesyonel bakmasını önemser. Her türlü hakaret, taciz ve tecavüz o yapıldığı yerde kalmasını ve işlerin devamını bekler.
Profesyonel demek, duygusal bakmak yerine çıkarlar nezdinde, parayı verenin çıkarını kollayacak şekilde olaya bakmak anlamına gelir. Profesyonel ilişkide önemli olan sözleşmedir ve o sözleşme yazılı olarak karşılıklı taahhüt içerir. Günümüzde bu taahhüt işverenin lehinedir, parayı alan ise savunmasız ve her türlü hizmeti yapmaya hazırdır.
Yurtdışından ya da yurtiçinden çocuklara bakmak maksadıyla bir çok kadın işçi olarak işverenlere pazarlanır. Hem pazarlayan firma hem de kiralayan işveren kiraladıkları kadınların yaşamını satın almış gibi davranır ve onlardan her türden hizmet beklenir. O kadınlara ve bakmakla yükümlü oldukları kız çocukları üzerinde her türlü taciz, tecavüz ve tehdide açık olduğu düşünülür ve o insanlara bu yukarıda adını saydığım kirli ilişkiler teklif edilir. O teklifler kabul edilmediğinde o çalışanın meslek kariyerine kara leke olarak not düşülür. Elbette burada iş alanın cinsiyeti sanıldığı kadar önemli değildir, aynı taciz erkek ve kadın içinde işveren tarafından uygulanır. (Kadınlara bu uygulama daha fazladır)
Yurtdışından getirtilen işçilerin pasaportlarına el konulması ve o konulan pasaportlar ile çalışanlar köle yapılmasına üçüncü sayfa gazete haberlerinde rastlarsınız. Aynı durumda bizim işçilerimizde yurt dışında gittiğinde aynı işlem ile karşılaşırlar. Bu liberal ekonominin kirliliğinin sınır tanımaz uygulamasıdır. Kirlilik her boyutta ve ülkede olmaktadır, sınırlar ortadan kalkmıştır.
Kirliliğin boyutu ekranlar aracılığı ile odalarımıza kadar girmiştir. Her gün odamıza ekranlar aracılığı ile konuk olan sanatçıların yaşamları, onlara reklam amaçlı yaptırılan ilişkiler ve konuşmalar bu çirkefliğin dalgasının boyutu hakkında bize bilgi vermektedir.
Müzik kanalı aracılığı ile pazarlanan canlı insan eti bu kirliliğin hangi boyuta çıktığını gösterir.
Profesyonel olarak sesini pazarlayanlar, işverenin istediği yönde reklamlarda sesini kullandırır. Elbette ses yeterli olmaz, görüntü de önemlidir. O yüzden görüntüsü bozulan ve çekici gözükmeyenler ekranlardan uzaklaştırılır.
Işıklar içinde yaşam büyük bir değirmendir, sürekli içinde insan ilişkilerini ve insani değerleri kirletir ve tüketir.
Işıklar içinde hayat, kirliliğin en çok camekana yansıyan görüntülere tanıklık eder.
Profesyonel sanatçı savunmasızdır ve parayı aldığı sürece kendisine yapılan hakarete (taciz, tecavüz, alay edilmesi…vb.) karşı sessizdir. Parasını almıştır ve profesyonel ilişki içinde bekleneni yapmıştır. Elbette bu kirli ilişkide sadece oturma odamıza yansıyan görüntü değildir.
Yaşamın ve çalışma dünyasının içinde o kadar çok akla gelmeyen kirlilik ile karşı karşıyayız ki, artık göremez, hissedemez konumuna geldik. Kanıksadık ve alıştık kirli ilişkiler içinde yaşamaya.
Tıpkı doğayı yok ettiğimiz gibi, kendi yaşantımızı üzeri beton ile örtülü bir alana dönderdik. Betonlar arasında yaşamasına izin vermediğimiz, tiksindiğimiz, korktuğumuz o habitat alanında ki diğer canlılara davrandığımız gibi davranıyoruz, kendimizi zehirliyoruz!
Zehir hemen ortadan kalkan bir şey değildir, uzun süre orada kendisini korur ve doğal olanı yok eder, cansızlaştırır. Zehiri koyanı da zehirler.
İnsan çevresini zehirlerken kirlenir…
Kirini göstermemek için insan üzerine parfüm sıkar, bir şeyler örter, başına peruk takar.
İnsan bir yerde kendisini göstermek için, kurallar içine yaşamaya ve karşısındakine beğendirmeye çalıştığı zaman kirlenme her aşamada başlamış demektir.
Bugün insanlar kendileri için süslenmez, karşısındakine kendisini beğendirmek için modayı izler.
Karşısındakinin görünüşü önem kazandığı an, kirliliğin sınırının neresi olacağını kimse bilemez.
İnsan doğayı yok ediyor, aslında kendisini yok ediyor.
Beton içinde, betonun üstüne bir örtü örtüp, doğanın rengini, kokusunu yapay olarak yaşamının içine alırken, her şeyi yapay yaparken kendisi yapay oluyor. Yapay insan ilişkisi günlüktür; yaşar ve çöpe atar. Her çöpe atılan ilişki kirlidir.
Para üzerine kurulu olan her türden ilişki kirlidir ve o ilişki profesyonel karşılıklı beklentiye dayalıdır.
Eskiden profesyonel ilişkinin tek yaşam alanı gemilerin bağlı olduğu iskelelerde olan hayat kadınlarının çalıştığı mekanlar olarak anlaşılırdı, bugün yaşamın her alanı ve çalışma ilişkisi olarak algılanmaktadır.
Parayı veren, Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi düdüğü çalar!
İsmail Cem Özkan