22 Haziran 2013 Cumartesi

Özgürlük için…

Özgürlük için…

Son yüzyıl içinde özgürlük mücadelesi girdaplar içinde devam eden bir süreçtir. Henüz özgür bir toplum ve özgür bir yaşam oluşmamıştır, devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Özgürlük mücadelesi yapanların özgürlük karşısında tutumları ve yaşam tercihleri de o mücadelenin başarıya ulaşıp ulaşmayacağının ipuçlarını bize aslında sunmaktadır. Bugüne kadar yapılan özgürlük mücadelesi ve o mücadelede hayatını kaybedenler ve kazanımları bugün yaşadığımız neoliberal yaşam tercihi içinde tarihin sayfalarında tozlanmaya bırakılmış gibi bir izlenim vardır. Gerçekten öyle midir?
Özgürlük mücadelesi birey bazına indiren ve bireyin başarısının ve kariyerinin özgürlük olduğu vurgusu neoliberal ekonominin topluma vermeye çalıştığı bir tanımdır. Kısaca her koyun kendi bacağından asılacaktır, burada başarı kişinin yeteneği, çevresi, doğru zamanda doğru ilişkiler içinde olmak olarak daha da detaylandırılmaktadır. O yüzden global emperyal dünya henüz tam yerli yerine oturmadan önce verilen ama başarılı olmayan bu bakış açısı ülkemizde 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi sonucunda tam oturmuş, alışmayacağım, ret ediyorum söylemleri içinde toplum bu bakış açısını benimsemiş ve ona göre yaşam biçimini oluşturmuştur. Yaşanan süreç sonucunda toplum görmüş ki, bu özgürlük anlayışı gerçek anlamda özgürlük olmadığını ve toplumun geniş kesimini aslında köle yaptığı ile karşılaşmıştır. İşbirlikçi küçük bir azınlık bu özgürlük tanımında olabildiğince yararlanmış, başarılı olamayanları aptal, işe yaramaz ve toplumun üzerine kambur olarak görme eğilimi artmıştır.  Bu kambur kesimi ise dilendiriciliğe alıştırmış, dayanışma yerini yardımlar almıştır. Oluşturulan “sivil toplum” yapıları ile toplum denetim altında tutulmuş, demokrasi ve özgürlüğü sandığa gidip oy vermek ile sınırlandırmışlardır. Yardıma muhtaç birinin yaşanan süreci sorgulayabilecek kadar bilgi birikimi olamaz, olsa da zaten onu dillendirebilecek ve değiştirebilecek bir gücü yoktur. Yardıma muhtaç birilerinin gelecek projesi ve perspektifi olamaz. Anlık bulur ve yaşar, çünkü yardıma muhtaç biri sürekli borç içindedir ve yaşamı ipotek altındadır.
12 Eylül bizim toplumumuz için bir kırılma noktasıdır, ikinci büyük kırılmayı 31 Mayıs sabahı yaşadık. O sabah ülkenin geleceği ve özgürlük anlayışı bir anda yeni tanımlara kavuşmuş, bireyin özgürlüğü yerini toplumun özgürlüğü ve dayanışmayı öne çıkarmıştır. Devlet o güne kadar sorgulanmamış, güçlü olması doğal gibi algılanmıştı, fakat 31 Mayıs sabahı devlet kavramı ve özgürlük yan yana gelmiş ve sorgulanmaya başlanmıştır. O güne kadar solcusundan sağcısına tüm toplumsal muhalif ve iktidar yapısı devleti aynı şekilde algılamış ve devletin bekası için her türlü özveriyi göstermiştir. En tipik örneği 12 Eylül döneminde muhalif sendika başkanları ve üyeleri mahkeme kapılarına gitmiş bizi tutuklayın demişlerdir. Aynı bakış açısı ile Gezi Parkı için bir günlük iş bırakama eyleminde DİSK Genel başkanı 12 Eylül sabahında söylenen sözü tekrarlamıştır. “Devletimizin bekası ve huzur ve barış ortamının bozulmaması için üzerimize düşen görevi yapıyoruz.”
12 Eylül kırılması ülkemizin siyasi duruş noktasını ve rotasını Ortadoğu ve tipik İslam ülkesi siyasi havasına doğru değiştirmiştir. Doğal olarak muhalefet yapılanması da İslam vurgusu öne çıkarılmıştır. Önceleri başörtüsü mücadelesi gibi yapılan ama topluma benimsetilen yeni bir yaşam biçimi toplumun tüm kesimlerine benimsetilmiştir. Laik – antilaik söylemi adı altında yapılan cepheleşme toplumun içinde yer alan tüm özgürlük kırpıntılarını da yok etmiştir. İttifaklar, koalisyonlar yeni yaratılan cepheler ve gündem değişiklikleri içinde sürekli şekil ve biçim değiştiren şekilde olması sağlanmıştır. Toplumun o güne kadar biriktirdiği tüm birikimler ve ideoloji ile biçimlenmiş kuşaklar yeni yaratılan ideolojiye uygun eğitilmesi için her türden araç toplum mühendisleri eli ile aktif hale getirilmiştir. Hiç kimse bu ülkede laik bir sistem yoktur, önce laik bir devlet yaratılmalıdır diye söylem geliştiremeden bir cephe içinde taraf konumunda kendisini bulmuştur. Ülkemizde son otuz yılı sürekli cepheleşme ve hafif yoğunluklu çatışma içinde geçmiştir. (Kürtlere karşı yapılmış olan adı konmamış savaşın etkileri zaman içinde tüm ülke topraklarına yaygınlaştırılarak, korku cumhuriyeti için bir propaganda aracı olarak kullanılmış ve sermayenin el değişimi içinde bir araç işlevi görmüştür.)
Yeni yaratılan toplumun muhalif kanadı içinde Alevilere bir rol biçilmiş olması tesadüfi değildir. Aleviler homojen bir yapı içinde değillerdir ve şehir örgütlenmesi yok sayılacak kadar zayıftır, çünkü 12 Eylül öncesi kendilerini sol içinde tanımlamışlar ve orada (belki) zorunlu olarak var olan saldırılardan dolayı konumlandırmışlardır. Devlet, Alevileri her zaman potansiyel suçlu olarak görmüş ve onu yok etmek için her türlü aracını kullanmaktan çekinmemiştir. Suçlu görünenler elbette suçlu görünen sol içinde örgütlenecektir, başka çıkış yolu da yoktur. Maraş, Çorum ve Sivas olayları bu örgütlenmenin ne kadar doğru bir tercih olduğunu ortaya koymuştur. Tutuklanan ve gözaltına alınan Alevi gençler daha fazla işkence altında kalmış, suçlar üzerilerine mahkeme tarafından kayıt edilmiştir. Bugün geçmiş davalar yeniden gözden geçirilmiş olsa, bir çok hakimin kararının ne kadar önyargı içinde verdiğini görebiliriniz. Ezilenler sırf ezildikleri için yan yana gelmiş ve birbirini kollamıştır, bunu solcu olduğunu söyleyen devrimcilerin büyük bir bölümü dışarıya çıktıklarında dahi anlayamamış olduklarını gözlemleyebilirisiniz. Cezaevinde farklı siyasi davalarda yargılanan Alevi gençler, bir birlerine örgütsel fark gözetmeden yardım etmişler ve dayanışma içinde olmuşlardır.
12 Eylül kırılması solu ve devrimci yaşam biçimini tamamı ile ortadan kaldırmıştır, çünkü devrimci dayanışma içinde olduğunu söyleyenler eski ilişkileri kullanarak kendilerinin özgürlüğü için mücadele etmiştir. Çocuklarını en iyi okulda okutmak, en iyi dershaneye göndermek için arkadaşının üzerine basıp maddi gelir etmeye çalışması ve bunun için her türlü ilişki içinde olması tesadüfi değildir. Cezaevinde çıkan veya yurtdışından dönen eski devrimcilerin her yerde olması ve çıkarı için her biçim ve söylem içinde olması tesadüfi olmamıştır, elbette burada hepsi yaptı diyemeyiz ama solu temsil ettiğini söyleyenlerin önemli bir bölümünü bu ilişki içinde geçmişte bulabilirsiniz, bugün ki ilişliler içinde olmaları artık tesadüfi olabilir, çünkü onlara o olanağı yaratan ortam yok olmuştur. Sonuçta dışarıya çıkan yeni yaşam tercihlerine uyum sağlamış, büyük bir bölümü öncelikle eşlerini değiştirmiş, yeni ve sosyal güvencesi olan eşler tercih edilmiştir. Ne demişler atalarımız para bulununca önce eşler değiştirilir!
Alevi örgütlenmesi bu siyasi koşullar içinde oluşmuştur, çünkü oluşması için her türlü olanak vardı ve o olanak değerlendirecek birileri hep olacaktı.
12 Eylül sonrası yaşantımız içine başka bir kavram daha girdi, proje!
Projeler konusunda birkaç yazı yazdım, ama kısaca değineyim. Para verenin amacına uygun bir zaman diliminde yapılan çalışmadır. Kısaca tanımladığım proje için genelde iş yaşantısı içinde kendisine uygun iş bulamamış ama sosyal yardım veya benzeri işler ile yaşamını devam ettirmek isteyen bireylere açılan bir kapıdır. Projelerden yararlananların önemli bir kesimi ülkemizde olduğu gibi sol dünya görüşüne sahip, tembellik yasasını kabul etmiş bireylerden seçilmesi tesadüfi değildir. Burada parayı veren böyle bir tercih yapması bir çok şeyi işaret ediyor ama daha önce yazdığım yazılarda değindiğim için kısa geçiyorum. Kısaca parayı verenin düdüğünü çalması için birlerini yanında geçici işçi olarak alması ve proje bitene kadar istihdam etmesidir. Gizli işsizlik tanımı olarak okuyabilirsiniz.
Projeler Alevi ya da başka dernek içinde faaliyet gösteren solcu ya da yeşil doğayı savunan gruplar içinde örgütlenmeler içinde yaygın olması tesadüfi midir?
Elbette tesadüfi değildir!
Parayı veren hem amacına ulaşmakta hem de parayı verdiği kesimi ve bireyleri istediği gibi kontrol edebilmektedir. Bir küçük para ile bir çok amacına hemen ulaşabilmektedir.
Proje yapanların ortak noktası, sürekli işleri yoktur, sürekli proje yapmak için para verenlerin istekleri yönünde proje üretmek ve projelerini uzun süreli yaşatma telaşı içindeler.
Alevi örgütleri proje yapma telaşı içinde birbiri ile alakası olmayan insanları bir çatı altında buluşturdu. Çıkar ilişkisi içinde olanların bir ilişkisi. Tıpkı iktidar partisi iç yapısı gibidir, sol görünümlü sağcı kişilerin hakim olduğu bir alan olmuştur. Doğal bir süreçtir, istenilen toplum örgütlenmesine uygundur.
Aleviler bu süreç içinde demokrat, aydın, özgürlükçü gibi kamuoyuna sunuldu, fakat hiçbir din örgütün özgürlükçü olabileceğini sorgulamadık. Dinin kendisine ait dogmaları vardır ve değiştirilemez. Dinde en önemli şey biat etmektir. Kuralları belli bir yaşam ve düşünce biçimi bütün dinlerde hakimdir.
Alevi örgütlenmesi sonuçta dini bir örgütlenmedir ve ilk önemli istemleri ibadet yerlerinin yasal zemine kavuşması ve ibadetlerinin özgürce yapmalarıdır. Bu konuda iktidar ile hemfikir olması beklenirken, iktidar kendi dar bakışı içinde bu istemi görmemekte ve hatta Alevi inancını yok etmek için elinde bulundurduğu tüm devlet aygıtını kullanmaktadır. Her ülkenin özgün koşulları kendi içinde çelişkileri ve çatışmaları beslemektedir. İktidar elindeki olanağı paylaşmak istememekte ve bu olanağını İslami, Suni bir devletin oluşumu için kullanmaktadır. Kendisi iktidardan gitmiş olsa dahi yaratmış olduğu devlet düzeninin devamı için kendisince önlemler almaktadır.
Son otuz yılın tecrübesi ile; eğer bir örgüt, parti ya da yapı bir dinci örgütün arkasına sığınıp demokrasiyi ve özgürlüğü getireceğim diyorsa; inanmayın, çünkü dinde biat vardır ve biat kültüründen özgürlükçü bir dünya kurulamaz... Bütün dinler devleti kutsar ve devletin güçlü olması için toplumu ve kendisini biçimlendirir. Özgür toplumlarda dini yapılara üye olan insan sayısının azalmasının temelinde özgürlük duruşu ve tercihi vardır.
Dincilerin arkasından yürüyenler solcu değildir, devrimci hiç olmadıkları Gezi Parkı direnişi ile oraya serilmiştir. (bir parantez açayım burada, Alevi örgütleri dini özgürlük anlamında yapmış oldukları mücadele haklıdır ve desteklenmelidir, bu destek onları lider konuma getirememek kaydı ile yapılmalıdır, özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır…)
2 Temmuz katliamını unutulmaması ve tekrar yaşamaması için yapılan toplantıları bugüne kadar neden dincilerin yaptığını anlayamamıştım, Gezi Parkı direnişi ortaya çıkardı ki, meğer onu yapacak kadar örgütlü devrimciler ve yapıları yokmuş...
Özgürlük mücadelesi ilk defa bu kadar saydam ve duru bir pencereden görme fırsatımız oldu. Gezi Parkı direnişi ve ülkenin sınırlarını aşarak tüm dünyaya kelebek kanadı dalgası etkisi yaratıyorsa, bunda özgürlük isteminin ve özgürlük tanımının daha saf ve saydam olduğunu hissedebilirsiniz.
Devleti kutsayan, devleti güçlendiren hiçbir anlayış özgürlük mücadelesi yapamaz, yapmış oldukları bir baskı aracından çıkıp başka bir baskı aracını yaşam içine konumlandırmak olarak okuyabilirsiniz.
Özgürlük için öncelikle en basit hali ile söyleyeyim, halk için devlet ve devlet kavramının zaman içinde söndürülmesi olarak düşünebilirsiniz. O mücadele çizgisi içinde dincilerin arkasına takılıp gitmek yoktur, din kendisini yaşatacak ortamı kendisi yaratır, buna da özgürlük içinde kimse karışamaz. Her dini düşüncenin, her yaşam tercihinin, her kültürün bir arada yaşayabileceği özgür alan ancak devlet kavramının konumundan geçmektedir. Devletin olduğu yerde; baskı asimilasyon, savaş, cepheler vardır. Artık yeter, hiç birini istemiyoruz diye haykırdığımız yerde ise özgürlük vardır!

İsmail Cem Özkan

21 Haziran 2013 Cuma

Düğmeye basmak…

Düğmeye basmak…

İktidar yanında yer alan yorumcular son yaşanan olayları yorumlarken “düğmeye bastılar” demekteler. Peki, hiç düşündünüz mü ‘düğmeye basmak’ ne demek?
Soğuk savaş sırasında nükleer başlıkların bir düğmesi vardı. Kırmızı telefon ile bağlanılan bir yerde bir düğme yer alıyordu. Savaşta ilk düğmeye basmak önemlidir, çünkü ilk saldırı yok edici olduğu teorik olarak kabul edilmiştir. O yüzden düğmeye basmak demek kökten düşmanını yok etmek ve yer yüzünü radyasyon ile doldurmak anlamına gelmektedir. Düğmeye basıldığı an ‘yok olmak’ anlamı eş olarak düşünülmüştür.
Zaman içinde CIA ve diğer istihbarat örgütleri düğmeye basmak kelimesine öznel anlamlar yüklemiştir. Düşmanını yok etmek amacıyla yapılan hazırlık sonucunda ilk saldır anı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Şili, Türkiye, Peru, İran, Pakistan… darbeleri bir düğmeye basmak ile başlamış, pentagonda şampanyalar patlamıştır. ‘Bizim çocuklar’ başardı denilerek zafer sarhoşluğu içinde bir birine sarılmış insanları gözünüzün önüne getirebilirsiniz.
Soğuk savaşın sonunu getiren olaylar Polonya üzerinden Papalık kurumunun düğmeye basması ile başlamış, çok elin bir düğmeye uzanması ile global politika diye söylenen tek kutuplu bir dünyanın oluşumu yaratılmıştı. Liberal ekonomi adı verilen yeni sömürge ve egemenlik sistemi solcu devşirme embedded’ler ile hayata geçiyordu. Sosyal demokrat partilerin eridiği, yeni muhafazakar liberal söylemin hakim olduğu bir egemenlik sistem sol içinde yaygınlaştığı dönemi işaret ediyordu.
Bizim tarihimiz içinde düğmeye birden çok basıldığına şahitlik ediyoruz. Her darbe dönemi bir düğme sözü ortaya çıkar ve dillendirilir. Genelde düğmeye basan bellidir, çünkü pentagon içinde kutlamalar yapılır.
İktidar, yaşadığımız bu kırılma döneminde düğme konusunu ortaya atmıştır. İktidarlarının sonun geldiğini bir anlamda bu düğme sözü ile itiraf etmekteler. “Birileri bizim iktidarda kalmamızı daha fazla istemiyor, olaylar ve gelişim onu göstermektedir” diye fısıldamaktadır. Bu sayede iç dinamiklere demekteler ki, “bizi ancak siz ayakta tutabilirsiniz, aksi halde dış güç (pentagon ve diğer merkezler) bizi uzaklaştıracaktır.”
“Gezi parkı olayları nasıl oldu da bir anda ülke çapına yayıldı, birileri düğmeye bastı ki, ülke çapını aştı Brezilya’da karşılığını buldu” demekteler. Bir anlamda açıkça söylemeseler de Arap Baharı vb gelişmeleri bir ‘düğme’ ile açıklamış oluyorlar. Halkların kendi iradeleri yok sayılarak bir düğme ile değişimler açıklanmakta ve neden uzun süreli iktidarlar bir ülkede olduğu konusunda bir ipucu vermiş oluyorlar. Çünkü düğme ile gidenler büyük olasılıkla düğme ile iktidara gelmişlerdir.
Gezi Parkı olayları sabah ezanını takip eden iki gün birbirinin aynı kopyası gibi polis baskını ile başlamıştır. Polis baskınlarının emrini veren iktidar olduğu saklanacak bir konu değildir, eğer iktidar partisi ve onun lideri haberim yoktu, onu dış güçler verdi ve bizim çocuklar uyguladı diyemez. Emri veren düğmeye basmıştır, savunmasız bir grup insan gaz bombaları ve biber gazları altında parktan kovulmuştur, daha doğrusu iteklenmiştir. Bu saldırı ekranlar önünde olmuş, alacakaranlık içinde yaşanan bu çığlık ülkenin değişik yerlerinde karşılığını bulmuştur.
Dikkat ederseniz düğmeye biri basmış ise iktidar tarafından basılmıştır. Ama o düğmeden bahsedilmiyor, başka bir düğme var, o da ilerleyen günlerde basılmıştır denilebilinir. O zaman her Erdoğan konuşması sonrası halk biraz daha sesini yükseltmiş ve orantısız güç karşısında direnişini büyütmüştür. Demektir ki, Erdoğan her konuşması bir düğme işlevi görmüştür diyebiliriz. Fakat o da değil, başka düğme derseniz, o düğmenin ne zaman basıldığını CNN canlı yayınını İstanbul’a kaydırdığı andır diyebilirsiniz, fakat orada da bir sorun var, çünkü canlı yayın her toplumsal olay olduğu yerde Amerikan çıkarları yönünde zaten canlı yayın yapmaktalar, demektir ki, CNN canlı yayın yaptığı zaman diliminde birileri zaten çoktan düğmeye basmış, sonucunu yaşamaktayız.
Hükümet ve iktidarın yanında yer alan bazı eski solcular düğme konusunda hassastırlar, çünkü 30 yıldan fazla yaşanan iç savaşta neden CNN ve benzeri kanallar yayın yapmamıştır? Vardır bunda bir iş… Düğme konusu halkın kendiliğinden (Erdoğan’nın tavrı ve sözü sanki hiç etkisi yokmuş gibi) ayağa kalkması anlaşılır şey değildir, bu hükümete karşı yapılan bir darbedir diye dillendirerek yaşananları yok saymaya ve hatta ayaklananlar dış güçlerin birer maşası demekteler.
Düğme konusu gördüğünüz gibi o kadar masum bir konu değildir, birisi düğme diyorsa ve iktidar değişimi düğme ile açıklamaya çalışanlar açıkça itiraf etmekteler, bu iktidarda düğme ile geldi ve bizlerde bu düğmede üzerimize düşen görevi yerine getirdik…
Halkın özgürlük istemleri yok sayılmakta ve hatta küçümsenmektedir, özgürlüğü getirecek olanda bir düğmedir, onu da düğme başındaki kişi karar verir, pardon düğme başındakine kırmızı telefon ile emir veren karar verir. Bu anlayışta olanlar her olayı düğme ile açıklamaktadır ve “şu açıktır ki, tek kutuplu yaşadığımız bu yağma dönemi her toplumsal olay bir düğme ile şöyle ya da böyle ilişkisi vardır! Yaşanacak her toplumsal dönüşüm ve halkın kendi iradesini ele alması bu süreçte imkansızdır” diyenler iktidar ve iktidarın yanında yer almaya devam ediyorlar.

İsmail Cem Özkan