Özgürlük için…
Son yüzyıl içinde özgürlük mücadelesi girdaplar içinde devam
eden bir süreçtir. Henüz özgür bir toplum ve özgür bir yaşam oluşmamıştır,
devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Özgürlük mücadelesi yapanların özgürlük
karşısında tutumları ve yaşam tercihleri de o mücadelenin başarıya ulaşıp
ulaşmayacağının ipuçlarını bize aslında sunmaktadır. Bugüne kadar yapılan
özgürlük mücadelesi ve o mücadelede hayatını kaybedenler ve kazanımları bugün
yaşadığımız neoliberal yaşam tercihi içinde tarihin sayfalarında tozlanmaya
bırakılmış gibi bir izlenim vardır. Gerçekten öyle midir?
Özgürlük mücadelesi birey bazına indiren ve bireyin
başarısının ve kariyerinin özgürlük olduğu vurgusu neoliberal ekonominin
topluma vermeye çalıştığı bir tanımdır. Kısaca her koyun kendi bacağından
asılacaktır, burada başarı kişinin yeteneği, çevresi, doğru zamanda doğru
ilişkiler içinde olmak olarak daha da detaylandırılmaktadır. O yüzden global
emperyal dünya henüz tam yerli yerine oturmadan önce verilen ama başarılı
olmayan bu bakış açısı ülkemizde 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi
sonucunda tam oturmuş, alışmayacağım, ret ediyorum söylemleri içinde toplum bu
bakış açısını benimsemiş ve ona göre yaşam biçimini oluşturmuştur. Yaşanan
süreç sonucunda toplum görmüş ki, bu özgürlük anlayışı gerçek anlamda özgürlük
olmadığını ve toplumun geniş kesimini aslında köle yaptığı ile karşılaşmıştır. İşbirlikçi
küçük bir azınlık bu özgürlük tanımında olabildiğince yararlanmış, başarılı
olamayanları aptal, işe yaramaz ve toplumun üzerine kambur olarak görme eğilimi
artmıştır. Bu kambur kesimi ise
dilendiriciliğe alıştırmış, dayanışma yerini yardımlar almıştır. Oluşturulan “sivil
toplum” yapıları ile toplum denetim altında tutulmuş, demokrasi ve özgürlüğü
sandığa gidip oy vermek ile sınırlandırmışlardır. Yardıma muhtaç birinin
yaşanan süreci sorgulayabilecek kadar bilgi birikimi olamaz, olsa da zaten onu
dillendirebilecek ve değiştirebilecek bir gücü yoktur. Yardıma muhtaç
birilerinin gelecek projesi ve perspektifi olamaz. Anlık bulur ve yaşar, çünkü
yardıma muhtaç biri sürekli borç içindedir ve yaşamı ipotek altındadır.
12 Eylül bizim toplumumuz için bir kırılma noktasıdır,
ikinci büyük kırılmayı 31 Mayıs sabahı yaşadık. O sabah ülkenin geleceği ve
özgürlük anlayışı bir anda yeni tanımlara kavuşmuş, bireyin özgürlüğü yerini
toplumun özgürlüğü ve dayanışmayı öne çıkarmıştır. Devlet o güne kadar sorgulanmamış,
güçlü olması doğal gibi algılanmıştı, fakat 31 Mayıs sabahı devlet kavramı ve
özgürlük yan yana gelmiş ve sorgulanmaya başlanmıştır. O güne kadar solcusundan
sağcısına tüm toplumsal muhalif ve iktidar yapısı devleti aynı şekilde
algılamış ve devletin bekası için her türlü özveriyi göstermiştir. En tipik
örneği 12 Eylül döneminde muhalif sendika başkanları ve üyeleri mahkeme
kapılarına gitmiş bizi tutuklayın demişlerdir. Aynı bakış açısı ile Gezi Parkı
için bir günlük iş bırakama eyleminde DİSK Genel başkanı 12 Eylül sabahında
söylenen sözü tekrarlamıştır. “Devletimizin bekası ve huzur ve barış ortamının
bozulmaması için üzerimize düşen görevi yapıyoruz.”
12 Eylül kırılması ülkemizin siyasi duruş noktasını ve
rotasını Ortadoğu ve tipik İslam ülkesi siyasi havasına doğru değiştirmiştir. Doğal
olarak muhalefet yapılanması da İslam vurgusu öne çıkarılmıştır. Önceleri başörtüsü
mücadelesi gibi yapılan ama topluma benimsetilen yeni bir yaşam biçimi toplumun
tüm kesimlerine benimsetilmiştir. Laik – antilaik söylemi adı altında yapılan
cepheleşme toplumun içinde yer alan tüm özgürlük kırpıntılarını da yok
etmiştir. İttifaklar, koalisyonlar yeni yaratılan cepheler ve gündem
değişiklikleri içinde sürekli şekil ve biçim değiştiren şekilde olması
sağlanmıştır. Toplumun o güne kadar biriktirdiği tüm birikimler ve ideoloji ile
biçimlenmiş kuşaklar yeni yaratılan ideolojiye uygun eğitilmesi için her türden
araç toplum mühendisleri eli ile aktif hale getirilmiştir. Hiç kimse bu ülkede
laik bir sistem yoktur, önce laik bir devlet yaratılmalıdır diye söylem
geliştiremeden bir cephe içinde taraf konumunda kendisini bulmuştur. Ülkemizde son
otuz yılı sürekli cepheleşme ve hafif yoğunluklu çatışma içinde geçmiştir. (Kürtlere
karşı yapılmış olan adı konmamış savaşın etkileri zaman içinde tüm ülke topraklarına
yaygınlaştırılarak, korku cumhuriyeti için bir propaganda aracı olarak
kullanılmış ve sermayenin el değişimi içinde bir araç işlevi görmüştür.)
Yeni yaratılan toplumun muhalif kanadı içinde Alevilere bir
rol biçilmiş olması tesadüfi değildir. Aleviler homojen bir yapı içinde değillerdir
ve şehir örgütlenmesi yok sayılacak kadar zayıftır, çünkü 12 Eylül öncesi
kendilerini sol içinde tanımlamışlar ve orada (belki) zorunlu olarak var olan saldırılardan
dolayı konumlandırmışlardır. Devlet, Alevileri her zaman potansiyel suçlu
olarak görmüş ve onu yok etmek için her türlü aracını kullanmaktan
çekinmemiştir. Suçlu görünenler elbette suçlu görünen sol içinde örgütlenecektir,
başka çıkış yolu da yoktur. Maraş, Çorum ve Sivas olayları bu örgütlenmenin ne
kadar doğru bir tercih olduğunu ortaya koymuştur. Tutuklanan ve gözaltına
alınan Alevi gençler daha fazla işkence altında kalmış, suçlar üzerilerine
mahkeme tarafından kayıt edilmiştir. Bugün geçmiş davalar yeniden gözden
geçirilmiş olsa, bir çok hakimin kararının ne kadar önyargı içinde verdiğini
görebiliriniz. Ezilenler sırf ezildikleri için yan yana gelmiş ve birbirini
kollamıştır, bunu solcu olduğunu söyleyen devrimcilerin büyük bir bölümü
dışarıya çıktıklarında dahi anlayamamış olduklarını gözlemleyebilirisiniz. Cezaevinde
farklı siyasi davalarda yargılanan Alevi gençler, bir birlerine örgütsel fark
gözetmeden yardım etmişler ve dayanışma içinde olmuşlardır.
12 Eylül kırılması solu ve devrimci yaşam biçimini tamamı
ile ortadan kaldırmıştır, çünkü devrimci dayanışma içinde olduğunu söyleyenler eski
ilişkileri kullanarak kendilerinin özgürlüğü için mücadele etmiştir. Çocuklarını
en iyi okulda okutmak, en iyi dershaneye göndermek için arkadaşının üzerine
basıp maddi gelir etmeye çalışması ve bunun için her türlü ilişki içinde olması
tesadüfi değildir. Cezaevinde çıkan veya yurtdışından dönen eski devrimcilerin
her yerde olması ve çıkarı için her biçim ve söylem içinde olması tesadüfi olmamıştır,
elbette burada hepsi yaptı diyemeyiz ama solu temsil ettiğini söyleyenlerin
önemli bir bölümünü bu ilişki içinde geçmişte bulabilirsiniz, bugün ki
ilişliler içinde olmaları artık tesadüfi olabilir, çünkü onlara o olanağı
yaratan ortam yok olmuştur. Sonuçta dışarıya çıkan yeni yaşam tercihlerine uyum
sağlamış, büyük bir bölümü öncelikle eşlerini değiştirmiş, yeni ve sosyal
güvencesi olan eşler tercih edilmiştir. Ne demişler atalarımız para bulununca
önce eşler değiştirilir!
Alevi örgütlenmesi bu siyasi koşullar içinde oluşmuştur,
çünkü oluşması için her türlü olanak vardı ve o olanak değerlendirecek birileri
hep olacaktı.
12 Eylül sonrası yaşantımız içine başka bir kavram daha
girdi, proje!
Projeler konusunda birkaç yazı yazdım, ama kısaca değineyim.
Para verenin amacına uygun bir zaman diliminde yapılan çalışmadır. Kısaca tanımladığım
proje için genelde iş yaşantısı içinde kendisine uygun iş bulamamış ama sosyal
yardım veya benzeri işler ile yaşamını devam ettirmek isteyen bireylere açılan
bir kapıdır. Projelerden yararlananların önemli bir kesimi ülkemizde olduğu
gibi sol dünya görüşüne sahip, tembellik yasasını kabul etmiş bireylerden
seçilmesi tesadüfi değildir. Burada parayı veren böyle bir tercih yapması bir
çok şeyi işaret ediyor ama daha önce yazdığım yazılarda değindiğim için kısa
geçiyorum. Kısaca parayı verenin düdüğünü çalması için birlerini yanında geçici
işçi olarak alması ve proje bitene kadar istihdam etmesidir. Gizli işsizlik
tanımı olarak okuyabilirsiniz.
Projeler Alevi ya da başka dernek içinde faaliyet gösteren
solcu ya da yeşil doğayı savunan gruplar içinde örgütlenmeler içinde yaygın
olması tesadüfi midir?
Elbette tesadüfi değildir!
Parayı veren hem amacına ulaşmakta hem de parayı verdiği
kesimi ve bireyleri istediği gibi kontrol edebilmektedir. Bir küçük para ile
bir çok amacına hemen ulaşabilmektedir.
Proje yapanların ortak noktası, sürekli işleri yoktur,
sürekli proje yapmak için para verenlerin istekleri yönünde proje üretmek ve projelerini
uzun süreli yaşatma telaşı içindeler.
Alevi örgütleri proje yapma telaşı içinde birbiri ile
alakası olmayan insanları bir çatı altında buluşturdu. Çıkar ilişkisi içinde olanların
bir ilişkisi. Tıpkı iktidar partisi iç yapısı gibidir, sol görünümlü sağcı
kişilerin hakim olduğu bir alan olmuştur. Doğal bir süreçtir, istenilen toplum
örgütlenmesine uygundur.
Aleviler bu süreç içinde demokrat, aydın, özgürlükçü gibi
kamuoyuna sunuldu, fakat hiçbir din örgütün özgürlükçü olabileceğini
sorgulamadık. Dinin kendisine ait dogmaları vardır ve değiştirilemez. Dinde en önemli
şey biat etmektir. Kuralları belli bir yaşam ve düşünce biçimi bütün dinlerde
hakimdir.
Alevi örgütlenmesi sonuçta dini bir örgütlenmedir ve ilk
önemli istemleri ibadet yerlerinin yasal zemine kavuşması ve ibadetlerinin
özgürce yapmalarıdır. Bu konuda iktidar ile hemfikir olması beklenirken,
iktidar kendi dar bakışı içinde bu istemi görmemekte ve hatta Alevi inancını
yok etmek için elinde bulundurduğu tüm devlet aygıtını kullanmaktadır. Her ülkenin
özgün koşulları kendi içinde çelişkileri ve çatışmaları beslemektedir. İktidar elindeki
olanağı paylaşmak istememekte ve bu olanağını İslami, Suni bir devletin oluşumu
için kullanmaktadır. Kendisi iktidardan gitmiş olsa dahi yaratmış olduğu devlet
düzeninin devamı için kendisince önlemler almaktadır.
Son otuz yılın tecrübesi ile; eğer bir örgüt, parti ya da
yapı bir dinci örgütün arkasına sığınıp demokrasiyi ve özgürlüğü getireceğim
diyorsa; inanmayın, çünkü dinde biat vardır ve biat kültüründen özgürlükçü bir
dünya kurulamaz... Bütün dinler devleti kutsar ve devletin güçlü olması için
toplumu ve kendisini biçimlendirir. Özgür toplumlarda dini yapılara üye olan
insan sayısının azalmasının temelinde özgürlük duruşu ve tercihi vardır.
Dincilerin arkasından yürüyenler solcu değildir, devrimci
hiç olmadıkları Gezi Parkı direnişi ile oraya serilmiştir. (bir parantez açayım
burada, Alevi örgütleri dini özgürlük anlamında yapmış oldukları mücadele
haklıdır ve desteklenmelidir, bu destek onları lider konuma getirememek kaydı
ile yapılmalıdır, özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır…)
2 Temmuz katliamını unutulmaması ve tekrar yaşamaması için
yapılan toplantıları bugüne kadar neden dincilerin yaptığını anlayamamıştım, Gezi
Parkı direnişi ortaya çıkardı ki, meğer onu yapacak kadar örgütlü devrimciler
ve yapıları yokmuş...
Özgürlük mücadelesi ilk defa bu kadar saydam ve duru bir
pencereden görme fırsatımız oldu. Gezi Parkı direnişi ve ülkenin sınırlarını
aşarak tüm dünyaya kelebek kanadı dalgası etkisi yaratıyorsa, bunda özgürlük
isteminin ve özgürlük tanımının daha saf ve saydam olduğunu hissedebilirsiniz.
Devleti kutsayan, devleti güçlendiren hiçbir anlayış
özgürlük mücadelesi yapamaz, yapmış oldukları bir baskı aracından çıkıp başka
bir baskı aracını yaşam içine konumlandırmak olarak okuyabilirsiniz.
Özgürlük için öncelikle en basit hali ile söyleyeyim, halk
için devlet ve devlet kavramının zaman içinde söndürülmesi olarak
düşünebilirsiniz. O mücadele çizgisi içinde dincilerin arkasına takılıp gitmek
yoktur, din kendisini yaşatacak ortamı kendisi yaratır, buna da özgürlük içinde
kimse karışamaz. Her dini düşüncenin, her yaşam tercihinin, her kültürün bir
arada yaşayabileceği özgür alan ancak devlet kavramının konumundan geçmektedir.
Devletin olduğu yerde; baskı asimilasyon, savaş, cepheler vardır. Artık yeter,
hiç birini istemiyoruz diye haykırdığımız yerde ise özgürlük vardır!
İsmail Cem Özkan