21 Eylül 2013 Cumartesi

Gezi Direnişi özgürlük istemidir.

Gezi Direnişi özgürlük istemidir.

Türkiye Gezi Direnişi ve sonrası olarak tanımlanacak bir sürece girdi, çünkü Gezi Direnişi bir kırılmayı ve geçmiş alışkanlıklarından kopmayı ifade ediyor.
Gezi Direnişi konusunda bir çok değişik bakış açısı vardır, çünkü henüz devam eden bir sürece isim vermek ve tanımlamak kolay değildir. Gezi direnişi içinde yer almış ama olayı kendi dar pencerelerinden bakarak ve geçmişin alışkanlıkları içinde, o önyargılar içinde olayı yorumlayalar elbette kendilerini Hitler ile kucak kucağa ya da AKP ile mücadele ediyorum derken AKP’nin yedek lastiği konumunda bulabilir. AKP istediği sonucu rakiplerine bıraktığı özgür alanda elde edebiliyor.
Gezi Direnişi devlet anlayışına karşı bir eylemdir. Bunun ile birlikte aynı zamanda AKP ve hükümeti tarafından yaratan ortama karşı bir direniştir. Sonuç olarak, Gezi Direnişi devlet mekanizmasının yaratmış olduğu baskıya ve baskıcı anlayışın uygulayıcısı olan iktidara karşı bir direniştir.
Gezi Direnişi kendisinden önce olan direnişlerden bağımsız olarak direk devlet sistemini sorgulamış ve ona karşı özgürlük mücadelesi olarak Gezi ve Türkiye’nin değişik şehirlerinde ki meydanlarda gelişmiştir. Gezi formlarında dile getirilen demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, halk için devlet kavramları sistemi sorgulayan başlıklardan sadece bir kaçıdır. Sessiz ama eylemsel alanda da polis şiddeti ve eylemcilere karşı geliştirilen terör devlet mekanizmasının baskıcı yönü ve geçmişte yapmış olduğu katliamlar, faili meçhul cinayetler ve kayıplarda militar yönü de tartışmaya açılmıştır.
Gezi Direnişi HES direnişinin bir devamı değil, onu kapsayan bir mücadele biçimi olmuştur, çünkü HES mücadelesi bir sistem mücadelesi değil, sistem içinde sistemin yok etmek istediği doğanın korunması ve yaşatılması için yapılan bir sistem içi mücadeledir. HES karşıtı eylemliklerde sistem ile yüzleşilmemiş, sistemin sadece yan etkileri üzerine karşı mücadele verilmiştir. O yüzde Erzurum’da verilen mücadele ile Rize’de verilen mücadele kardeş olabilirken, Kürt sorunu karşısında farklı tavırlar alınabilinmiştir. HES mücadelesi yapanlar sistem sorunu karşısında birden fazla bakış açısına sahiptir. HES mücadelesi bir anlamda Gezi Direnişinin önünü açmış ama sonucu olmamıştır.
Gezi Direnişi Artvin Madenlerine karşı yürüyüşe ev sahipliği yaparak onun mücadelesine de ev sahipliği yapmıştır, kucaklamıştır. Kucaklaması kadar doğal bir şey oktur, çünkü savunduğu yaşam içinde onların mücadelesi de dahildir. İstemler paraleldir.
Gezi Direnişi direnişin başladığı ikinci günden itibaren bir özgürlük mücadelesi olarak kendisini ifade etmeye sessizce başlamış ve yaşam alanın savunulması olarak kendisini ifade etmiştir. Özgürlük mücadelesi içinde sistemin yaratmış olduğu tüm alışkanlıkların üzerine bir çizgi çekerek, yeni yaşam için ilk ipuçlarını kurdukları direniş marketler ve revirler ile kendisini ilan etmiştir. Dayanışma ve kardeşlik yaşam içinde söylenmeden hayata geçirilmiş ve barikat yoldaşlığı ile kendisini tanımlamıştır.
Gezi Direnişi bir iktidar mücadelesi olmadığı ama devlet ve sistem ile yüzleşme ve de alternatifini hayat içinde yaratama sürecidir. Taksim ve Gezi Parkı’nda direnişin ilk haftası içinde bu alternatif yaşam biçimi (hiçbir teori ve ideolojik söyleme dayanmadan, kendiliğinden) hayata geçirilmiş, formlarda sözü olan her bireye söz hakkı tanınmıştır. Kararlar ortak alınmış, devlet ile görüşmelerde toplu gidilip görüşülmüştür. Kararlar ortak alınıp geniş tabanın bilgisi dahilinde hayata geçirilmiştir.
Direnişe katılanlar ailelerin her bir bireyi ile katılmış, yediden yetmişe sözü hayata geçmiştir. Gaz bulutu içinde her direnişçi yerini almış ve kararlı olarak mücadeleye devam demiştir.
Gezi Direnişi sisteme karşı verilen bir mücadeledir ve o mücadele halen devam etmektedir.
Gezi Direnişi bir iktidar mücadelesi değildir, sistem mücadelesidir, eğer iktidar mücadelesi yapmış olsaydı şimdiye kadar bir parti çatışı altında birleşmiş, AKP karşıtı bir mücadele yöntemi seçmiş olurdu. Bugün ana muhalefet partisini dahi meydana almayan bir  zanlayış hala kendisini koruyorsa bu iktidar mücadelesi olmadığının çığlığıdır.
Gezi Direnişi kendi bayrağını bayraksızlaştırarak yaratmıştır.
Gezi Direnişini elbette birileri kendi tarafına çekmeye ve o diren işten nemalanmak istemi ve istenci olacaktı, oldu da. Türk bayrakları ve Türk bayrağına Atatürk’ün kalpaklı halinin iliştirildiği flamlar ile meydana gelenler, yeni bir Cumhuriyet Mitingleri havasında olaya yaklaşmış ve orada kendi örgütlenmelerini seslendirmişlerdir. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganlarını küçük bir grup dillendirmiş olmasına rağmen Gezi Direnişçiler içinde sadece bıyık altı gülümsemeye yol açmış ve “biz hiç kimsenin askeri değiliz” afişi ile kendisini ifade etmiştir.
Direniş barikatının arkasında sistem ile sorunu olan her görüş kendisine uygun yer bulmuş ama devlet ve sistemle sorunu olmayıp iktidar ile sorunu olanlar da barikatların arkasında kendilerine uygun bir yer bulmuşlardır. Barikatların arkasında devlet kavramı ile yüzleşebilenlerin dışında devleti savunan ve baskı unsurunu kendi yürüyüşlerine biçimlendirenlerinde olması doğaldı. Devlet mekanizmasını savunanlar bayrak taşıması kadar doğal bir şey de olamazdı ama onlar gösterilmek istendiği gibi çoğunluğu temsil etmiyordu.
Devletin sembolü bayraktır ve hangi bayrak olursa olsun Gezi Direnişi mantığı içinde meşru olamaz, olamadı da!
Gezi Direnişi saldırı olduğunda omuz omuza yürüyen insanların hangi flama ve bayrak taşıdığına bakmadan direnme özgürlüğünün olduğu yer olmuştur.
Gezi Direnişi bayrakları ortada kaldırarak bir anlamda ulus devlet ve devletin sembolünü ortadan kaldırmıştır.
Kürt ulusal hareketi temsilcileri, Gezi Direnişine temsili katılım dışında kitlesel katılımda bulunmamış kendi gündemleri olan “Çözüm Süreci” ile ilgili konulara daha duyarlı olmuştur. “Bu direniş benim direnişim değildir” sessiz söylemine kulaklarımız çınlamıştır ama bir yönden de haklılar, çünkü onlar yaşanan süreci doğru okumuşlardır, süreç devlete karşıdır ve onlar devlet istemekteydiler. Yıllardan beri muhatap arayanlar, bir muhatap bulmuşlardır ve o muhatap devletleşmiş AKP’dir, onu masadan kaybetmemek için her türlü özveriyi göstereceklerdi, gösterdiler de! Kürt ulusal mücadelesi devletleşme mücadelesidir bir anlamda, özgürleşme mücadelesi içinde devlet ve otorite vardır. Gezi Direnişi mantığının bir anlamda dışında yer almaktadır.
Gezi Direnişi kapitalist sisteme ve devlete karşı yapılmış bir özgürlük mücadelesinin seslendirilmesidir.
İstem ortaktır, özgürlük.
Özgürlük tanımını da pratikte söze dökmeden vermişlerdir, komün yaşam ve ortak alan içinde, her şey “yarin yanağından gayri her şey” ortaklaştırılmış, özel mülk kavramı ortadan kalkmıştır. Evinden yemek getiren, marketten bir şey alıp getirene kadar her kes elindekini ortak kullanımına sunmuştur. Barikat arkasında ve İstiklal Caddesinde devletin olmadığı zaman dilimi içinde özgürlük olabildiğince soluklanmış, her birey kendisini ifade edebileceği alan yakalamıştır.
Gezi devlet kavramı ile yüzleşmiş ve açıkça haykırmıştır.
Sessice devlet, halk için çalışsın, biz artık devlet için çalışmak istemiyoruz! Zaman içinde devlet sönüp, işlevi ortadan kalksın demiştir.
Devletin olmadığı yerde özgürlük ve bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebileceğini yaşayarak görmüştür.
Gezi Direnişi devlet kavramına ve her türlü otoriteye karşı yapılmış bir isyandır. Zor ile biat ettirilmeye karşı yükseltilen bir sestir. İktidarda kim olursa olsun, devlet adına yapılan her türlü baskıya karşı yapılmış bir isyandır. O yüzden meydana devleti temsil eden partiler meydandan kovulmuşlardır, destek verilmemiştir.
Devleti yüceltenler ve devleti olmazsa olmaz görenlere karşı, devlet örgütlenmesi yerine kısa sürede olsa halk örgütlenmesini hayata geçirmişler ve uygulamışlardır.
Gezi Direnişi günleri ve direniş içinde yer alanlar bakış açılarını ve yaşama katılışlarını köklü olarak değiştirmiş ve bugün dahi kimsenin söz söylemesine gerek olmadan meydanlarda var olmaya devam ediyorlar.
Gezi Direnişi her türlü devleti sembolize eden bayrağa karşıdır ve kimsenin askeri olmayanların özgürlük yürüyüşüdür.

İsmail Cem Özkan

19 Eylül 2013 Perşembe

Gölgedeki sol!


Gölgedeki sol!

Türkiye sol hareketinin kader çizgisini çizen 12 Eylül faşist darbedir dersek abartmış olmayız. Kitlesel partiler ile yarışacak kadar etkili olan Türkiye solu, bir gecede olmazsa da birkaç sene sonra havluyu atmış, cezaevlerinde, bir bölüm solcu yapılar tek tip kıyafet giyerek yenilgisini ilan etmiştir. Darbe ve yenilgi ile sonuçlanan tarih çizgimizde 1980’li yıllarda bu sefer bir Kızıldere destanını yazamamış, tek tip kıyafet içinde kucaklaşma adı verilen sağcılar ile aynı hücreyi ve kafesleri paylaşmak, solun kader çizgisi içinde yerini almış. İdam edilen yoldaşları için etkili bir politik çizgi çizemeyen Türkiye solunun bir bölümü darbe öncesi yurtdışına çekilmiş, idama giden yoldaşlarını savunma için eylem yapma yerine (yurtdışında protesto ve imza kampanyaları dışında) sessizliklerini korumuşlardır. Türkiye solu idamlara giden yolda birden fazla Kızıldere yaratacak birlik ve ortak hareket alanı ne yazık ki kuramamış.
Yurtdışında kurulmuş Faşizme Karşı Birleşik Devrimci Cephe adı iddialı olmasına rağmen kendisi iddialı olamamış bir yapı özelliğini göstermiş ve kısa zaman içinde arkasında kanlı ayak izlerini bırakarak dağılmıştır.
PKK öncesi, bir çok Kürdistan ve Türkiye solu hareketlerinin militanları tarafından ülke içinde kurşun seslerini ülkenin dağlarında yankılatmış ama başarılı olamamışlar ve bir dönemin kapanışını PKK, - ilk kurşunu ile - adı konulamamış savaşı başlatarak ilan etmiştir.
Bir grup, 80’li yılların ortalarına doğru Newroz’un ateşini yakmış ve bugüne kadar ateşi yanar halde korumuşlar. Ateşi korurken ateş zaman içinde büyümüş ve ülkenin her köyünde bir iz bırakacak şekilde kanlı tarihin de izlerini bırakmış.
Yaşadığımız günler içinde; kirli savaşların ve sürecin sonucunda bir masa etrafında güçlerin pazarlık içinde olduğunu her iki tarafın açıklaması ile aylar öncesi öğrenmiş bulunuyoruz. Barış süreci adını verdikleri bu süreçte neler yaşanacak henüz belli değil. En azından başlamak bile kirli savaşın sonlanması için önemli bir adımdır.
12 Eylül, bir anlamda PKK’ye hayat vermiş, darbeci generallerin yapmış olduğu düzenlemeler ile Kürt Ulusal Mücadelesi için ortam hazırlamıştır. Cezaevlerinde Kürt ve diğer kültürlere ait analar Türkçe bilmediği için çocukları ile el hareketleri ile anlaşmaya çalışmış, gözleri ile çocuğuna bakmıştır. Analar isyanlarının sesi olan gözyaşlarını içlerine atarken, dağda yanan bir ateşin daha da büyümesine içten içe sevinmişlerdir. O sevinç kısa sürede desteğe dönüşmüş ve PKK bugünkü pazarlık edecek konuma gelişini sağlamıştır.
PKK ile mücadele adı altında yaratılan ekonomik ilişkiler ve ticaret savaşın daha da yayılmasına olanak sunmuştur.
İt izi at izine karıştığı dönemler içinde bir çok suikast, cinayet ve katliamlar olmuştur. Bugün dahi hangi katliamı, hangi cinayeti kimler işlediğini bilemez konumundayız. Tetikçi yakalanmış ise onun ifadesi sonucu kimin yaptığından haberimiz olmuş olmasına rağmen, Dink davasında olduğu gibi kimlerin teşvik ettiği ve koruduğu laf kalabalığı altında hasıraltı edilmiştir.
PKK lideri iki de bir “Türk solunu biz sırtımızda taşıdık, kamburumuz oldular, onlara diyoruz bağımsız hareket edin, bağımsız örgütlenin ama sırtımızdan inmediler.” buna benzer cümleler zaman zaman kurmuş ve yayın organlarında yayınlatmıştır. Belki sözler kelime kelime böyle olmayabilir ama sonuçta böyle demektedir. Kısaca PKK lideri diyor ki, benim gölgemin altında birileri var ve bizim niyetlerimize uygun davranıyorlar. Yayın organlarımızda onlara söz hakkı veriyoruz, gerek olduğunda gerilla ile buluşmalarını sağlıyoruz.
Gölgede kalanların büyüme şansı yoktur, çünkü gerekli güneş alamazlar. Zaman zaman başlarını gölgeden dışarı çıkarıp bakmış olmaları, kendilerine daha pahalıya mal olmuştur. PKK kendi gölgesi içinde olup bağımsız örgütlenenlere gerek gördüğünde çeki düzen vermiş. Zor dilini çok iyi kullanan sadece devlet değildir, savaştığı karşı güçte aynı dili kullanmaktadır.
Yenilgi sonrası kendilerini ifade etme çabasında olan Türkiye solu, zaman zaman değişik çıkış kapıları denemiş olsa da bu denemelerinden başarılı olamamıştır. ÖDP bu anlamda öğretici bir deneyimdir. Bir arada yaşamı savunanlar bir arada duramamış, parçalana parçalana bir birinden bağımsız ve dünya bakış açıları çok farklı parti tabelaları olmuşlardır. Parçalanmanın temelinde Kürt sorununa bakış ve yaşanan savaş karşısında konumlanacak tavır belirleyici olmuştur. İki tarafın çatıştığı ortamda, üçüncü bir güç olma hayali kuranlar bu hayallerine ne yazık ki gerçek boylamda kavuşamamışlardır.
Türkiye sol hareketi, kendisini ifade edebilecek bir alana yenilgi sonrası bir ortam bulamadı. Bulduklarında ise; iç çatışma / çekişme yüzünden gerekli güçlü çıkışı yaratacak bir örgütsel yapıdan yoksundu.
Yenilgi, Türkiye sol hareketi içinde eteklerinde taşlar olan bir çok üyesini yaratmıştır. Eylemsizlik ve nerede duracağı belli olmayanlar, yapılar içinde eteklerindeki taşları bırakamamışlar, özeleştiri ve eleştiri mekanizması yerine dedikodular ile atılacak adımlar önünde köstek / engel olmuştur. Çünkü cezaevi süreci, bir çok kişinin polise verdiği ifadeleri başkaları için olumsuz etki olmuş, gerekli direnişin olmaması ise bu ayrışma ve güvensizlik ortamı için zemin yaratılmıştır.
Kim kime neden güvenecekti ki?
Geçmişte var olan yapılar; üyelerine, sempatizanlarına sahip çıkmaması, ailelerin perişan olması, cezaevinde ve işkencede ölenler ile gerçek anlamda dayanışma yapılmaması, 12 Eylül öncesi ile organik bağın kopuşu anlamına geliyordu.  12 Eylül öncesi ve sonrası bir çok sol yapı devamlılık gösterememiş ve yenilerek yok olmuştur.
Sol ya devletin gölgesi altında ya da PKK gölgesi altında kendisini ifade etmiş ve varlık sebeplerini orada konumlandırmışlardır. Başlangıçta yapı olarak devlet yanında yer almayanlar; son yapılan anayasa referandumu ile birlikte nerede duracaklarını bilinçli bir tercih ile belirlemişlerdir. Daha önceleri bireysel tercih olarak kendilerini konumlandıranlar yanına örgütlü yapılarda katılmıştır. Bugün sol içinde, devlet temsilen hükümetin politikasını savunanlar ile muhalif olanlar kendilerine yaşam alanı buluyorlar. (En azından Gezi Direnişi öncesine kadar)
30 yıldan fazladır adı konulmamış ama herkesin bildiği hissettiği bir savaşın tarafları kendileri dışında başka bir gücün olgunlaşmasına ve ifade etmesine olanak vermemişlerdir. Savaşın keskin kılıcı altında kendisini ifade etmek isteyenler zaman zaman tarafların bir yanında varlarmış gibi algılanması için ortamlar hazırlanmış ve propaganda araçları ile solun konumu değişen güneş ışığına göre gölgesini tarif etmeye çalışmıştır.
Bugüne kadar yapılamayan bir şey yakın zamanda gerçekleşmiş ve kongre adı altında bir çatı yapısı kurulmuştur. Kongre atçısı altında her yapı kendisini olduğu gibi ifade edecek ve politikalarına uygun olan yerde ortak davranacaktır. O örgütleme içine ne tesadüfi ki referandum sonrası sol içi ayrışmada yer alan liberal ve sol partiler ve dergi çevreleri aynı yerde buluşmuşlar. Birbiri ile yan yana gelemeyecek olan solun renkleri bu oluşturulan kongre etrafı içinde ortak hareket edebiliyor gözüküyor, fakat bazı konularda tercihler gölgelerin altına sığınmak oluyor, görüş belirtmiyorlar, sessiz kalıyorlar.
Gölgelerin içinde yer alanların bağımsız bir politika oluşturma şansları ne kadar vardır, bunu tarih bize öğretecektir, çünkü sol dünya görüşünün bugüne kadar yapmış olduğu tahminlerin büyük bir bölümü çöpteki yerini almıştır. Tarih bir çizgide ilerlemiyor ve önceden olacak gibi algılananlar olmuyor.
Yeni bir sürece doğru kıvrıldığımız bugünlerde, Gezi direnişinin yaratmış olduğu yeni bakış açıları ve ortamları, solunda yeniden kendisini konumlandırması ve yeni dil ile kitlelere seslenmesi kaçınılmazdır. Yeni bir süreç içinde birikmiş sorunların yaratmış olduğu kaos ortamında; kim nerede ve kimler ile ittifak içinde olacağı ve özgürlük ve devrim mücadelesi kimlerin yapacağını zaman gösterecektir.
İsmail Cem Özkan 

15 Eylül 2013 Pazar

Din olduğu yerde özgürlük olmaz!


Din olduğu yerde özgürlük olmaz!

Tek tanrılı dinlerden önce çok tanrılı dinler zamanında da devlet denen mekanizma ve siyaset dinin etkisi altında ve dini kullanılarak yapılırdı. Din ortaya çıktığı günden beri siyasetin hizmetinde, siyaset dinin hizmetinde olmuştur.
Geri bıraktırılmış ülkelerde din her zaman etkisini koruyacak ve din ile siyaset yapan iktidara gelecektir, günlük işleri arasında dinin etkisini uzaklaştıranlar ise uzaklaştırdıkları kadar özgür olacaklar ve özgür iradeleri ile değişime açık olacaklardır.
Din gelişmekte olan ülkelerin halklarının günlük yaşamdan kopuşu ve sorunlardan uzaklaşıp sığındıkları birer mağdet olma özelliğini koruyacaktır. Yaşamakta olan din, bir toplum içinde yaşayan bazı insanlara dinin gerçekleri dışında başka anlamlar yükleyecek, onları ulaşılmaz ve ermiş yapabilmektedir. Dini kontrol eden siyaset istediği biçimde kendi ve çevresinin çıkarını kollamakta zorlanmayacaktır.
Geri kalmış ülkelerde “dini siyasete alet etmeyin” derken bile dini siyasetin ortasına oturtmuş oluyor. 
Din ortaya çıkışı ve yayılışı bile politik ve siyasi bir olaydır... Din toplum ile ilgilenir ve toplumu biçimlendirmek için toplumun en küçük biriminden ve bireyinden başlayarak sistemli bir biçimde mücadele verir...
Dinde önemli olan kuralladır ve o kurallar için size biat etme öğretilir, düşünme der, yap! Din düşünmeyi ve ilerlemeyi bir anlamda frenler, çağdaş gelişmeler karşısında direnir. Ülkeler bugün ki seviyelerine ‘dine rağmen’ gelmişlerdir.
Toplumlar, dini reform ede ede değiştirmiş ve yaşanabilir ve daha özgür bir topluluk yaratmışlardır. Dinin etkisi azaldıkça toplumlar daha özgür, bireyler kendilerini cinsiyet ayrımı yapmaksızın ifade eder olmuştur.
Kadın hakları ve kadınların toplum içindeki konumları da dinin etkisi azalması ile birlikte önemli oranda gelişim gösterebilir, yaşayan din kadını erkeğin zevkleri için sadece bir araç görme eğilimi içindedir. (Kutsal kitapta ve uygulamalarında ne yazdığına pek bakılmaz, önemli olan gelenek ve uygulanmakta olan ahlak anlayışıdır)
Gerçek din ritüelleri ve kutsal kitapların söylemleri ve buyrukları dışında her toplum kendisine göre din yaratmış ve uygulamaya ortak isim altında devam etmektedir. Örneğin kadının sünnet olayı dinen yasak olmasına rağmen bir çok toplumda dinin gereği olarak yapılmaya devam etmekte ve bir çok kadın sünnetten dolayı hayatını kaybetmeye devam etmektedir.
Her baskı grubu kendi egemenliğin kaybolmasını istemez ve doğal olarak direnir. Din binlerce yıldır toplumlara hükmetmiş ve kendi kutsal mekanlarını dokunulmaz kılarak dünyanın her yerine yayılmıştır. Her mekan kendisine göre bir yaşam alanı ve çıkar ilişkisini beraberinde taşır. Çıkarların çatıştığı noktada, var olan düzenin değişimi karşısında din ve o çıkar çevresinden yararlananlar gelmekte olana karşı direnecek ve savunma mekanizmalarını güçlendirecektir. Gelişmekte olan ülkelerde sanayi ve şehirleşme ilerledikçe çağdaş laik ülkelerde olduğu gibi devlet mekanizması içinden dinin etkisi azalacak ve para sahipleri eskiden olduğu gibi dini kurumlar ile kazançlarını paylaşmak istemeyeceklerdir.
Dinin etkisi ortadan kaldıracak olan bizzat dini kullanarak sermaye birikimi yapanlar olacaktır.
Din siyasetin sadece kullanılan bir parçasıdır, onu doğru kullanırsanız iktidar olursunuz, yok ederseniz özgürlüğünüzü elde edersiniz...
İsmail Cem Özkan