21 Kasım 2013 Perşembe

KÖSEM SULTAN


KÖSEM SULTAN

Şehir Tiyatroları bu sene 100. yılını kutluyor. Yüzüncü yıl etkinlikleri henüz tam başlamadı ama tarihin karanlık sayfalarından sahneye bir ışık yansıdı. Bugün oyuncular yazarın yorumuna yeni yorumlar katarak bizler ile buluşturdu. Kösem Sultan, gerileme döneminin önemli bir figürüdür. Saray içinde yaşanan entrikalar ve mücadele geçmişin kavgasını bugüne yansıtmakta ve bugün ile ilgili mesajları satır alalarında vermektedir.
İki sahne şeklinde karşımıza çıkan Kösem Sultan oyunu, ilk sahne; ara vermeden önceki son sahne hariç tek ışık, tek ses ve metin okur gibi konuşmaların içinde seyirciyi kucaklayamadı diye düşündüm. Ya da ben salonun en arkasında yukarıdan aşağıya bakarken, hava klimasının yetersizliği içinde öyle düşünmüş olabilirim. Oyunun içine dahil olamadım, beni iten, öteleyen sanki bir el varmış hissine kapıldım. Gerçi bu duyguya salona ilk girdiğimden itibaren hissetmeye başladım, çünkü önceden yer ayıranların isimleri koltuklara iğnelenmiş ve iki çalışan salonun içinde bu isimlerin olduğu sıraları söyleme çabası içindeydiler. Çabası içindeydiler, çünkü başlarında yüzlerce insan birikmiş halde sağdan soldan gelen isimleri algılayıp, o isimleri kağıttan bulup, koltuk numarasını söylemeleri gerek. Kaos ortamında sağa sola, koltuk üzerinde isimlere bakmaya çalışırken, bir bakmışız oyun zamanı gelmiş. Oyun zamanı gelmiş ama hala koltuğunu bulamayan ve koltukta iğnelenmiş isimleri yere atıp oturanların olduğu bir atmosfer içinde oyunun gongu çaldı ve oyun sahne dedi.
Osmanlı döneminin önemli kadın figürlerinden biri olan Kösem Sultan, sahnede ışıkların altında bize metin okur gibi konuşması ve paşaların, ağaların kağıttan okur gibi sesleri ile başladı.
Sahne sade ve tek dekor üzerine kurulmuş. Sahneye nerede olduğumuz hissimizi veren üçgen şeklide dik dikdörtgenler üzerine motiflerin olduğu hareketli üç parça ile sahne içinde alan kazanılmış ve bana göre iyi düşünülmüş bir sahne düzeni. Şaşalı, iktidar odası ve sokağı aynı alan içinde karşılayan bir düzen. Işık aynı noktadan ve aynı güç ile sahneyi aydınlatmada, ışık sanki sabit kalmış gibidir. Ses oyuncuların doğal sesi ve iç konuşmalar mikrofon ile verilmiş. -Uzaktan seyrettiğim için oyuncuların mimikleri ve yüz ifadelerini göremedim.- Ama hissettiğim kadarı ile oyuncular tarihi kişiliklerin kişiliği altında ezilmiş gibi…
Müzik bana göre başarılı ama seyirciyi oyuna çekecek güçte ve arada uyarıcı fonksiyonunu sanki yerine getiremiyormuş gibi hissettim, ama elbette nereden sahneye baktığım çok önemli. Salonun en arkasından, aşağıya bakarak bu oyunu izledim, izlerken, ‘keşke avcıların kullandığı dürbün elimde olsaydı’ dediğim anlar oldu.
İkinci bölüm ilk bölüme göre daha başarılı ve seyirciyi daha kucaklar tarzdaydı. Oyun içinde bireyler metin okur gibi konuşmaktan tamamı ile kurtulmuş, normal ve olması gerektiği gibi seslerini kullanmaya başladılar. Kostümler oyunun içeriğine uygun ve sahne üzerinde her ayrıntı titizlikle düşünülmüş olarak gördüm, her bir parça bir şeyi çağrıştırıyor ve bir birini tamamlıyor…
Kösem Sultan ihtirasları için halkı ve çevresini nasıl yönlendirdiği, iktidar hırsı ve iktidarın tek elinde toplanması için oğlu İbrahim’i, torunu öldürmekten geri duramayacağı ve toplumun algısını ve davranışını dağıttığı hediyeler ve rüşvetler ile yönlendirebileceğini gösteren bir oyundur. Tarihin dehlizlerinden bugüne bir şeyleri fısıldamaktadır, anlayana diyeyim…
Tiyatro oyununu nereden izlediğiniz ve baktığınıza göre algılarınızın nasıl değişeceği konusunda bana bir tecrübe kazandırmış bir günü yaşatan Şehir Tiyatroları çalışanlarına teşekkür ederim.
100. yaşını kutlayan Şehir Tiyatroları dönemine uygun bir oyun sahneye koyduğu ve Engin Uludağ gibi değerli bir usta tiyatrocuyu bizim ile buluşturduğu için ayrıca teşekkür ederim.
İsmail Cem Özkan
Not: Salona giriş ve yer sorunu çok basit bir şekilde çözümlenebilecek olanaklar varken, neden salonun ana giriş kapısının ve merdivenlerin orada seyirci karşılanır anlamış değilim. Büyük birikme ve bir kaos ortamının içinde, salonda koltuklar arasında insanların isim araması ile havasız salonu daha kasvetli hale getiriyor. Eğer zorunlu ise isimler ve koltuklar, daha önceden kişilere bilgi verilebilir ve sizlerin yerleriniz şurasıdır denilebilir. Bu oyunu sadece izleyici değil de yazmak ve yorumlarını paylaşmak için izleyenler içinde başka bir düzenleme düşünülemez mi? Eskiden tiyatro eleştirmenleri için, medya çalışanları için bir bölüm olurdu, şimdi isim arama yüzünden hangi arkadaşa selam verdim, hangisine veremedim kaosu içinde oyuna konsantre olmaya çalıştım. Bu yaşadıklarım benim kişisel algımın sonucu olabilir, çünkü o kadar akıllı insanın biz seyirciyi oyundan uzaklaştırmak için böyle bir yol bulduğunu düşünemem… tiyatro oyuncusu kadar izleyicisinin de iyi konsantre olması gereken yaşanan bir zaman dilimi olduğunu hep düşünüşümdür. Algıları sahneye doğru açık olan seyirciyi ancak salonun durumu belirler diye içimden geçirdiğimi kelimelere döktüm.


KÖSEM SULTAN
Yazan TURAN OFLAZOĞLU
Yöneten ENGİN ULUDAĞ
Sahne Tasarımı RIFKI DEMİRELLİ
Kostüm Tasarımı NİHAL KAPLANGI
Efekt ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı GÜNEŞ HAN
OYUNCULAR
BERK SAMUR, BURAK DAVUTOĞLU, CANER BİLGİNER, CANER ÇANDARLI, ÇAĞIM DEFNE GÜRMEN ÜSTÜN, DOĞAN ŞİRİN, ENES MAZAK, ERGÜN IŞILDAR, ERHAN ÖZÇELIK, GÖKSEL ARSLAN, GÜNEŞ HAN, KAYRA ERKMENKUL, KUTAY KIRŞEHİRLİOĞLU, MEHMET BULDUK,METİN ÇOBAN, MEVLÜT DEMİRYAY, MURAT DERYA KILIÇ, MÜGE ÇİÇEK TÜRKOĞLU, MÜNIR KUTLUĞ , OZAN GÖZEL, ÖMER BARIŞ BAKOVA,ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, SELÇUK YÜKSEL, SERDAR ORÇİN, ŞEBNEM KÖSTEM, TOLGA YETER, YALÇIN AVŞAR, ZEYNEP ÖZYAĞCILAR

http://www.galatagazete.com/o/index.php/sanat/tyatro/7898-koesem-sultan.html

Yüzleşme yeri…


Yüzleşme yeri…

Mahkemeler yüzleşme yeridir, bir anlamda bir platformdur. Orada görüşler ve olaylar masaya yatırılır ve tarih ile insanlar yüzleşir.
Olması gereken mahkemeler bu ülkede kağıt üzerinde kalmış, hukuk fakültesinde sınav sorusu olarak yerini her daim korumuştur. Olması gereken dışında yaşayan bir uygulama vardır ki, bu ülkenin yakın tarihi içinde bir çok örneği ile karşı karşıya kalırız. İstiklal mahkemeleri ülkenin kuruluş aşamasında bir öç alma, potansiyel düşmanı yok etme aracı işlevi görmüş ve bugün dahi o mahkemelerin kayıtlarına sağlıklı bir şekilde ulaşamıyoruz. Mahkeme var, hükmü var, idam edilenleri var ama idam edilenlerin mezarları yok.  Ya da daha başka örneği, mahkeme tutanakları yok ama sonuçları ortada… Ülke kuruluş aşamasında her şeyin hukuka uygun, evrensel kurallar içinde olduğunu söyleyemeyiz ama devlet kurulduktan ve istikrar sağlandıktan sonra iktidar kavgası ile; iktidarın muhalif olanlara karşı mahkemeleri bir silah gibi kullandığına şahitlik ediyoruz. Mahkeme salonunda hakim, henüz kendisi dahi verilecek kararı bilmezken, siyasi iktidar kararı çoktan yandaşlarına ve sırdaşlarına açıkladığına tarihin kanlı ve karanlık dehlizlerinde şahitlik edebiliyoruz. Tarihin karanlık koridorlarında fısıltılar, yazılanlardan daha fazladır ve her fısıltı başka bir gerçeğin üstünü açmaktadır.
Öç almak adı altında göze göz, dişe diş mantığı içinde üç siyasi idamına karşı, o suça hiç bulaşmamış, suçun işlendiği tarihte henüz çocuk olanlar, işlenmemiş suçlar bahane edilerek idam edilmiştir. İdam kararları meclisten geçmiş ve meclis ile Türk halkı adına idamlar onaylanmıştır. O suça sadece hakimler ortak olmamış, mecliste bulunan tüm siyasi partiler ve onların temsilcileri de önceden verilen kararı onaylamıştır.
Darbe süreçlerinde hukuk rafa kaldırılmış, askeri mahkemeler sivil vatandaşları yeteri kadar sorgulamadan hüküm vermiş ve uygulamıştır. Her darbe sonrası çıkan aflar işte bu kararların yanlışlığının toplum vicdanı karşısında geri adım atamanın bir göstergesidir. Çıkarılan tüm aflar bir ihtiyaç üzerine çıkarılmıştır, yoksa durduk yere olmamıştır.
Seçimli dönemlerde ise olağan üstü durumlar her daim olagelmiş ve olağanüstü durumlar için olağanüstü yetkili mahkemeler hep görev başında olmuştur. Olağanüstü demek; siyasi iradenin hoşuna gitmeyen tüm girişimleri bir hizaya sokmam ve disipline etmektir. Siyasi iradenin ihtiyacına göre toplumu yeniden biçimlendirmek mahkemelerin görevi olmuş ve mahremler muhalif olanların başında sallanan kılıç gibi durmuştur.
Bizim gibi üçüncü dünya olan ve adı ılımlı İslam’a çıkmış ülkede mahkemeler yüzleşme yeri değil, hüküm verildiği yerlerdir. Önceden verilmiş hükmün ilan edildiği alandır. O yüzden mahkemelerde taraflardan çok, katilini koruyan devlet görevlilerinin olması tesadüfî değildir. Suçlu her daim ölendir, yaşayan ise kader kurbanı olarak görülür. Kader kurbanı ise devlet lehine suç işlemişse af edilir. Af edilmezse de en hafif ceza ile aklanır.
Gezi Direnişinde ölenlerin mahkemeleri başladı ve senaryoya uygun bir uygulama ile karşı karşıyayız. Gerçek dava, bu sistem ve bu zaman dilimi içinde olacağını düşünmüyorum. Bunun gibi siyasi davalar uluslararası mahkemelerde ve uluslar üstü hukukun hakim olduğu yerlerde olacağını düşünmekteyim.
Tarih ile yüzleşmemizi kendi ülkemizin toprağında yapabileceğimiz inancım bu zaman dilimi içinde maalesef yoktur.
İsmail Cem Özkan