1 Mart 2014 Cumartesi

Che ve Ulrike, ne konuşuyorsunuz öyle?

Che ve Ulrike, ne konuşuyorsunuz öyle?

Devrimcilerin yaşamı farklı zamanlar ve farklı coğrafyalarda olmuş olsa da bir birine benzer. Devrimci, haksızlığa karşı durandır, sınıfların yaratmış olduğu çelişkide mazlumun yanında yer alır, devlet ile her türlü ilişkisini koparır, devlete karşı ve adalet için savaşır. Devrimci hangi ülkede olursa olsun, yaşama bağımlıdır ve yaşamın daha adil olması için savaşır ve daha güzel bir dünya özlemi ile hakların kardeş olduğu dünyanın var olabileceğini kanıtlamaya çalışır.
Devrimci devrim olduktan sonra devrimci olmayı sürdürmek istiyorsa bir iki üç daha Vietnam diyerek başka ülkelerin kurtuluşu için kazanmış olduğu konforu ret edip gidebilendir. Bunu bize Che öğretmiştir. Mahir Çayan istemiş olsaydı Kızıldere’ye gitmez, bir Avrupa ülkesinde hala yaşıyor olabilirdi, o devrimci olduğu için Yoldaşı Deniz Gezmiş ve arkadaşları yaşasın diye kendileri bilerek ölüme gitmiş, direnmiştir. Denizler bilemez miydi, devlet ile işbirliğine gidip hayatta kalmayı, elbette biliyorlardı, üstelik onlara bunlar telkin bile edilmiş olmasına rağmen ellerlinin tersi ile itekleyip bir devrimci gibi yaşamayı seçmişler ve işbirliğini kendi kişisel çıkarı için de olsa ret etmiştir. Che, Bolivya’da öleceğini bilerek gitmiş ve devrimci yolda hayatını kaybetmiştir. Onun mirası devrimcilere örnektir ve o mirası bugün dahi içselleştirmiş dünyanın her hangi bir yerinde devrimciler mücadeleye devam etmekteler.
Che, henüz Che olmadan çıktığı yolculuklar ile halkların ne kadar baskı altında olduğunu gözlemler, bu baskının ortadan kalması için, daha adil bir dünyanın olabileceği gerçeği ile tanıştığı devrimciler ile öğrenir. O bir gezgin olmaktan çıkar, gördüklerini yazmak yanına değiştirmek için yollardadır. Bu deneyimini Başkan Jacobo Arbenz Guzmán'ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devriminde kazanacaktır. Daha sonra artık onun hayat çizgisi kendi belirlediği ve tercih ettiği şekilde gelişecektir. Fidel Castro ile o devrimci eylemlerini kazanmak üzerine kuracak ve Küba devriminde önemli rol oynayacak ve devrimi yapacaktır. Küba devriminden sonra bir çok görevlerde bulunmuş, bakanlıklarda söz hakkı sahibi olmuş, Afrika’da devrimci mücadele içinde yerini almış olmasına rağmen, o devlet adamı olamayacağına karar verir ve CIA ve diğer istihbarat örgütlerinin cirit attığı Bolivya’da devrimci mücadele ederken yakanmış ve öldürülmüştür. Yarattığı birikim, tüm devrimciler için ilham kaynağı olmuş ve dünya devrimci hareketi için önder konumuna gelmiştir. Bugün dünyanın en ücra yerinde bile Che resimleri ve marşları ile karşılaşabilirsiniz. Nerede bir direniş ateşi yanıyorsa Che oradadır ve mücadele alanlarında yaşamaya devam etmektedir.
1968 kuşağının Avrupa’da ki en önemli temsilcisi RAF örgütünün lider kadrosunda yer alan Ulrike Meinhof yaşamı bir noktada Che ile kesişir. Bu kesiştiği nokta Zafer Diper’in yazdığı oyundur. Politik tiyatronun önemli temsilcisi Bizim Tiyatro bu iki efsane lideri aynı sahnede buluştururken devrimcilerin acısı ve duyarlılıklarının nasıl bir birine yakın olduğu ve farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda yaşamış olmalarına rağmen gelenek ve davranış olarak bir birilerini nasıl kucakladığını da kanıtlamaktadır. Devrimciler bir birine benzer, devlete ve faşizme karşı savaşırken, emperyalist tüm düşünceler ile de kavga etmektedirler.
Ulrike Meinhof, Batı Almanya içinde örgütlenmiş anti kapitalist, anti faşist bir örgütün lideri konumundadır. Çıkardığı dergi ile kamuoyunun yakından tanıdığı biri olmuş olmasına rağmen, daha sonra yaşanan süreç ile illegal yaşama geçmiş e şehir gerillası olarak faaliyetlerde bulunmuştur. Yakalandıktan sonra çıkarıldığı mahkeme ile önce 8 yıl hapse, daha sonra ömür boyu mahkum edilmiştir. Bir süre sonra kalmış olduğu hücrede “ölü” bulunmuştur. Bugüne kadar onun ölümü hep tartışma konusu olmuş, devletin eli ile öldürüldüğüne inanılmaktadır. Alman devleti Meinhof ve arkadaşlarının yargılandığı mahkemeye hukuki müdahale etmiş ve onların savunma avukatlarını bizzat kendi avukatlarını atayan yasal düzenleme ile onların savunma hakkına müdahale etmiştir. Meinhof ve arkadaşlarının siyasi olarak vermek istedikleri savunmaya müdahale ederek, sistem tartışmasını önlemeye çalışmışlardır.
68 kuşağının en önemli temsilcilerinden olan Meinhof, öğrenci ve işçi sınıfının gösterilerinde Che posterlerini taşımış, Che’nin yaratmış olduğu devrimci çizgiden gitmiştir. Devrimci olarak ölüme gitmiştir. O hiçbir şekilde sisteme ve işkencecilerine teslim olmamış, kızları içinde olsa zayıflık örneği göstermemiş, direnişi seçmiştir. Açlık grevleri ve hücrede tek başına geçirdiği günlerde çok zayıf düşmesine rağmen, hayatta ve direngen olarak kalmayı bilmiştir. Alman solu içinde önemli bir köşe taşının geleneğini yaratmış ve uluslar arası sınıf dayanışmasını daha da yukarıya taşımıştır. Filistin halkı için Filistin’e gidip İsrail devleti ile savaşarak Almanya’da var olan bir tabuyu da yıkmıştır. Bugün dahi bir çok arkadaşı mazlumların yanında bir çok cephede savaşmaya ve dayanışmaya devam etmesi, onun yaratmış olduğu bir kültürün devamlılığını kanıtlamaktadır.
İki devrimci, aynı zaman dilimine taşındığında ve karşılaştıklarında neler olabileceğini Zafer Diper bize bu oyunu ile anlatmaya çalışmıştır. Oyun her ne kadar iki devrimciyi anlatmış olsa da aslında tüm devrimcileri ve geleneğini de anlatmaya devam eden önemli bir işlevi de yerine getirir.
Oyun dört kişi üzerine kuruldur, iki kolaylaştırıcı ve yönlendirici yanında Ulrike, Che sahnededir. Her oyuncu canlandırdığı rolü o kadar başarılı bir şekilde başarırlar ki, seyirci bilmiş olmasına rağmen Che ve Ulrike’nin aynı zaman diliminde yaşadığını dahi düşünebilir. İki devrimcinin acısı, sevinci, tutkusu, başarısı ve ölümleri aynı zaman diliminde bir birine paralel olarak yerini alır. Nazan Diper’in Ulrike rolü ile başarısını bir kademe daha ileriye taşıdığına şahitlik ederiz. O acıyı ve dramı o şekilde yansıtır ki, seyirci onun ile birlikte acı duyar, işkenceyi içinde hisseder. Sevindiğinde sevinir, hüzünlendiğinde hüzüne kapılır. Dışarıdan gelen her  türlü uyarıcıya karşı kulağını kapatır ve sahneye odaklanır. Sadece o mu, elbette hayır! Sahnede bir oyunun başarılı olması ya da bazı oyuncuların öne çıkması sahnede rol alan diğer oyuncuların başarısı ile orantılıdır. Eğer yan oyuncular başarılı ise dünyanın en yetenekli oyuncusu dahi sahneye çıksa başarısız gözükür. O yüzden Ulrike rolünün öne çıkması Che ve yönlendirici rollerde oynayan Zafer Diper, Ece Erişti ve Kaan Songün’ün çok başarılı bir şekilde olmalarındandır. Kaan Songün o kadar başarılıdır ki, bir çok rolü sahnelemesine rağmen, her rolün ruhuna hemen girebilmekte ve sahneyi seyirciye taşımaktadır. Bu kadar başarılı oyuncular içinde Ece Erişti’den de bahsetmemezlik olmaz! Ece Erişti, rahat ve kendisine güvenen hareketleri ile sahneyi doldurmakta ve üzerine düşen görevi en iyi şekilde yapmaktadır. Gerek meyhane sahibi rolü, gerek anlatıcı ve yönlendirici konumunda olması onu sahnede görünür kılıyor ve başarısını taçlandırıyor.
Her oyuncudan bahsedip, hem yazan, hem oynayan hem de sahneye koyan Zafer Diper’den bahsetmemek olmaz. O yaratmış olduğu bir mirası daha da ileriye taşımıştır. Politik tiyatro tarihimiz içinde yerini sağlam temeller ile koruyan Bizim Tiyatro, bu oyun ile bir adım daha ileriye taşımış, teknolojinin olanaklarında da yararlanmayı bilmiştir. Kuru bir anlatım ve okuma tiyatrosu yapabilirdi ama o, tercihini başka yönde yapmış ve bence doğru bir tercih ile iki büyük devrimciyi yaramış oldukları geleneğe uygun olarak sahneye koymuş, yeniden canlandırmış ve bizim ile kucaklaşmalarını sağlamıştır.  Zafer Diper her zaman gençtir, her oyunu ile bu gençlik iksirini yenilemektedir. Sahne performansı ile hem sahneyi doldurmuş hem de seyircisi gözünde ki yerini daha da büyütmüştür.
Sahne ışık ve ses düzenlemesi ve sahne düzenlemesi ile çok başarılıdır. Özel tiyatroların ellerinde ki imkanları en iyi şekilde nasıl kullanılabileceğini bir kere daha göstermektedir. Turneler de göz önüne alınarak, hem pratik, hem de işlevi olan bir sahne ile bu oyun dünyayı gezeceğine inancım büyüktür.
Ulrike ve Che canlanmıştır, bu oyun sahneye konduğu sürece de birlikte nefes alıp vermeye devam edecektir. İmkanları olanların bu oyunu görmelerini isterim, çünkü her oyun yeniden yaratımdır ve sahne tozuna bir tarih yazılmaktadır. Siz de bu sahne tozuna yazılan tarihe ve imzaya seyirci olarak katkınız olmasını isterim…
İsmail Cem Özkan



Che ve Ulrike ne konuşuyorsunuz öyle?
Nazan Diper, Zafer Diper, Ece Erişti, Kaan Songün
Bizim Tiyatro

http://www.bizimtiyatro.net/

27 Şubat 2014 Perşembe

Devlet, tiyatro kurdu!

Devlet, tiyatro kurdu!

İkinci dünya savaşın sırasında kurulan Devlet Tiyatrosu, Ankaralı seyircilere ulaşırken, aslında büyük acıların de çığlığını seslendiriyorlardı. Tiyatro bizim ülkemizde bir trajedinin sahneye uygulanması gibi kuruldu. Her ne kadar meşrutiyet ile bu sene 100. yılını kutladığımız Şehir Tiyatroları ile ülkemize çağdaş tiyatro gelmiş olsa da yeni cumhuriyetin de çağdaş medeniyetler için gerekli olduğuna inanılan tiyatro, bale, opera içinde ilk adım atılmış, kurumlarının kurulması için Almanya’da yaşayan çağdaş eğitmenleri ülkemize davet ile başlar. Bizde çağdaş kurumları kuracak ne bilgi birikimi vardır, ne de alt yapısı. Bir bodrum katta bir yerin sahne dönüştürülmesi ile başlar, daha sonra binalar yapılır ve en son olarak da sahneler Ankara'nın değişik yerlerinde yerlerini almaya başlar. Çağdaş gösteri sanatları yeni cumhuriyetin yeni yöneticileri için ileri bir adım olur. Orada ilk defa çağdaş tiyatro eserleri ve yazarları ile tanışır. Bu ülkenin dışında başka ülkelerin varlığı ve kültürü ile çatışır. Yeni cumhuriyet başlangıçta Ankara ile sınırlı da olsa modern yaşamın nimetleri ile tanışıyordu. Bugüne kadar çağdaş dünya olarak çağdaş dünyada üretilen silahlar ve ölüm ile tanışmış olan Anadolu insanı, sadece silah olmayan bir başka yaşam ile de karşılaşıyordu.
Almanya’da Hitler iktidarda, Yahudi düşmanlığı had safhadadır. Yahudi tiyatro sanatçıları diğer Yahudiler gibi işsizdir, işlerinde olsalar da pasif konuma iteklenmiş, açlık sınırında yaşamaktalar. Henüz Almanya’dan Yahudiler toplu kaçış içinde değildir, savaş çıkmamıştır. Buna rağmen Almanya’da yer alan Yahudiler fırsatlarını bulduklarında başka ülkelere kaçmakta ve göç etmekteler. Bir anlamda ucuz işçi konumundalar, her ne kadar akademik büyük başarılara imza atmış olsalar da… Karın tokluğuna ve yaşayabilecekleri bir yerlere gitmeleri daha can alıcıdır, kimsenin parayı, kariyeri düşünecek konumunda değildir.
Bu fırsatı iyi değerlendiren bir ülke vardır, henüz savaştan çıkmış, ikinci savaşa girecek kadar ne maddi, ne de insanı açıdan yeterli olmayan bir ülke. Savaşın yıkıntılarından yeni bir ülke yaratılıyor. Yeni hedef çağdaş ülke seviyesine çıkmak, Ortadoğu’nun kader çizgisinden çıkmak olan bir ülke. Çağdaş ülke olabilmek için çağdaş yaşamı bu ülkeye getirmek ve halkın eğitimi daha ön sıradadır. Çağdaş medeniyet denilen hedefe kalkınma planları ile ulaşılacaktır. Devlet, hedefi yönünde “yeni insan” yetiştirecektir.
Bugünlerde elimin altında Teoman Yazgan’ın yazdığı ‘Örnek Bir Cumhuriyet Kurumu Devlet Tiyatrosu’ adlı çalışma var. Kitap benim açımdan birkaç açıdan önem kazandı, bugüne kadar ismini duyduğum ama geçmişlerini tam bilemediğim sanatçıların eğitime başlangıcı, ilk oyunları ve ünlü olma yolunda katlettikleri aşamaları anılar ile verilmiş olması. Türk Tiyatrosu aynı zamanda Türk Sinemasını beslemiştir. Sinema İstanbul’da gelişmiş ve büyümüştür, tiyatro ise her ne kadar sanatın başkenti İstanbul olsa da eğitimin merkezi Ankara’da gelişmiş ve İstanbul’u beslemiştir. Bugün dahi bir çok oyuncu kök olarak Ankaralıdır.
Kitapta bir çok fotoğraf vardır, oyunlardan ve sahnelerden. Tiyatro oyuncusu sahne tozuna tarihini bırakır, o toz o sahne bulunduğu sürece yaşayacağına ve sesini duvarlar ve sahne perdesinde asılı olacağına inanılır, ama bizim gelişen ülkemiz tiyatroyu ve sahnesini verimli olarak görmediği için ya yıkmaya veya yeniden yapacağız diye boşaltıp çürümeye bırakmıştır. Yaşadığımız bugünlerde tiyatro özel bir statüye kavuşturulup, ticari bir araç haline getirilerek, verimlik iş kar zarar üzerine kurumlanarak özel sektörün yağmasına açılmak istenmektedir. Devlet eli ile dünyanın çağdaş tiyatrosunun kalabalık kadrolu oyunlarını kısaca Türk izleyicisinden uzaklaştıracak, nitelikli oyunlar yerine popüler, para getiren ve balon köprü olan oyunları sahnelere teslim edilmek istenmektedir. Çünkü tiyatro bir okul işlevini ve çağdaş dünyanın düşünce ve yaşam biçimini de en ücra köşeye yayan ve akıllarda kalan bir sanat dalıdır. Bu Ortadoğu ve çöllerde politika yapanların pek isteyeceği bir şey değildir. Sevgi yerini savaş, yaşam yerini ölümün aldığı bir siyasi tercihtir.
İkinci dünya savaşı bizim ülkemize sıkı ekonomik önemlerin alındığı, karne ile ekmeklerin dağıtıldığı, olağanüstü durum ilan edilip eli silah tutabileceklerin askere alındığı ve sınırlara yığıldı dönem olarak geçer. Sınırlarımızın hemen yanında toplama kampları için alman askerleri masum insanları toplarken, bizler askeri ocaklara yemek ve yiyecek yetiştirmeye çalışan ve bitler ile uğraşan ülke konumundaydık. Ama bürokrasimize dış dünya başka şekilde yansımıştır. Hitler bıyığı ülkemizin bürokratlarının vazgeçilmez sembolü olmuş, bakanından tutun, en ücra yerde çalışan sıradan bir devlet memurunun burnun ve dudağının altında nokta vardır. Bu bıyık bir anlamda Hitler hayranlığının ve sessiz desteklemenin dışa vurumudur. Adolf Hitler Almanya’da tek bıyıklı olarak kendisini korurken, bizim ülkemizde binlerce kişi Hitler gibi düşünmekte ve kıyafetini ona benzetmeye çalışmaktadır. İkinci dünya savaşı sırası ve hemen sonunda bir çok erkek Hitler taklidi bıyıklar ile sosyal yaşam içinde yerini aldığı gibi devletin bakan koltuğunda dahi oturmuştur. Hitler hayranlığı o kadar üst seviyeye çıkmıştır ki, Alman zaliminden kaçan yüzlerce insanı taşıyan bir gemiyi günlerce saray burnu önünde bekletip, daha sonra Filistin’e geçiş yapmalarına izin vermeden Karadeniz’e doğru savaş gemileri eşliğinde yolculaşmıştır. O gemi Karadeniz’e çıkar çıkmaz, Türk savaş gemileri uzaklaşır uzaklaşmaz düşman gemisi sanılarak batırılmıştır. Bu masum insanların ölümünden o dönemin iktidarı sorumludur, aynı sorumluluk Ege sahillerinde de yaşanmış, ülkemize sığınan Yunan Komünistlerini Alman askerilerine teslim edilerek, o insanların toplama kampında ya da orada öldürülmelerine seyirci kalmıştır. Savaş suçu işlenmiştir ama bu da yasalarımıza uygundur!
Kitap içinde dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, 29 Mayıs 1941 (s.42) de çekilen fotoğrafına takıldı. (http://skyturkvngenc.files.wordpress.com/2012/02/ismet-inc3b6nc3bc-ve-hasan-ali-yc3bccel.jpg) burada bakanımız Hitler bıyıklı.
Devlet Tiyatroları kurmak için Almanya’dan davet edilen tiyatro ustalarını düşündüm bir an. Prof. Paul Hindemith, Prof. Carl Ebert, Dr. Ernest Praetorius, Eduart Zuckmayer ve G. Markowitz. Bu adamlar Hitler zulmünden kaçan insanlar. Başka bir ülkeye gidiyorlar ve Hitler surat değiştirmiş ama bıyığı ile orada, kendilerini denetliyor! Bir an için lütfen empati kurun, bu adamlar ne hissetmiş olabilirler?
Görevlerini en iyi şekilde yapan bu usta sanatçılar, bugün dahi çizgilerini taşıyan usta oyuncular ile sahnelerimizde yaşamaya devam ediyor. Bugün Hitler bıyıklı biri kendilerini denetlemiyor ama seyrek bıyıklı biri devletin kurduğu tiyatroyu yine devletin eli ile kaldırmak istemektedir. Sahneler üzerinde ki tozlara seslerini kayıt ettiren tiyatro ustalarımızın tozlarını bir anlamda üfürmek ve yaratılmış olan bir geleneği ve kültürel birikimi de yok etmek istemekteler.
Tiyatro devlet desteği olmadan popüler dışı eserleri sahneye koyabilecek maddi güce sahip olamaz, eğer devletin yardımlarını ve elini tiyatroda gelir ve gider üzerine oturtulan bir politika geliştirilirse bu ülkede tiyatro olarak yanlış şeyler anlayacağız.
İnsanlık tarihinin birikimi olan bu kültürü ileri kuşaklara doğru bir şekilde aktarmak istiyorsak devlet Tiyatroları yaşamalı ve özerk yapısı içinde sanatçıların özgürlüğü korunmalıdır. Devlet istediği oyunu ve devlet istediği bir propaganda aracına dönderilmemelidir.
Devlet, tiyatro kurdu, yine devlet tiyatroyu kaldırmak istiyor!
İsmail Cem Özkan


Bir proje ürünü olarak AKP!

Bir proje ürünü olarak AKP!

12 Eylül darbesi bir proje olarak global olarak uygulamaya konulmuş projenin Türkiye ayağı olarak hayatımıza girdi. Aynı zaman dilimi içinde bir çok ülkede bir birine benzer darbeler ve toplumsal kargaşalar meydana gelmiş, bir çok ülkede iç savaşlar yaşanmıştır. Bu proje yeni bir şey değildi, daha öncede konmuş ve adına doktrin denmiştir önceler, daha sonra doktrinler çağı geçti denilerek proje adını vermişlerdir. Projelerde süre bellidir, bir diktatörün iktidarda kalma süresi darbe yaptığı gün belli olur ve o süre içinde sivil seçim sandıklarının olduğu düzene geçme şartını baştan kabul eder. Güç bende ben ne dersem o olur yerine, daha uysal, sınırı belli olan ve Amerikan çıkarlarını kollayan bir politik çizgi izlenir.
12 Eylül projesini maddi alt yapısı 24 Ocak 1980 yılında atılmıştı, o proje sahibine iktidar yolu o günlerde atılmış, takunyalar sesi ile iktidar salonlarını dolduracaktı. Batı medeniyetler dünyasına doğru hedef koyan bir ülke, Ortadoğu ülkesi olması gerektiği  konusunda yeni bir proje ortaya konduğunda bu değişim kolay olunamayacağı ve direnişlerin olacağı varsayılmıştı ama projeyi hayata koyanlar ummadıkları bir durum ile karşılaşmış, direniş yerine cezaevi kapsının önünde beni de tutukla diye sıraya giren bir işçi sınıfı liderleri ile karşılaşmıştı. Darbeci generaller ödüllendirilmiş, bir süre iktidarın nimetlerinden yararlanırken, holdinglerin danışma kurullarına danışmanlık ücreti alarak kişisel zenginliklerine zenginlik katmışlardır. Asker vesayeti denen şey aslında holdinglerin danışma üyesi olarak diğer firmalar önünde ihale ayrıcalığına kavuşumlardır. O da iktidar erkinin sıkı şekilde korunması olarak ve askerlerin çıkarlarına göre ekonominin biçimlenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülke çıkarları korumak ve kollamak ile yükümlü olduğunu söyleyen askerler darbe yaparak ülke çıkarından önce kendi çıkarlarını ve Amerika’nın çıkarlarını kollamış, ülkeyi evrensel borsanın bir parçası yapmıştır. Sözde hedefler ile gerçekler arasında uçurum büyüdükçe elbette onlara karşı da bir direniş ve yeni sermaye akımının ortaya çıkması kaçınılmazdı, çünkü yerli ufak işbirlikçi sermaye de bu ülkede oluşturulan sermaye birikiminden pay istiyordu ve Ortadoğu ülkesi konumuna doğru geçerken, yeni basınç güçleri oluşturuldu. Bu da bir projenin parçasıydı ve geçiş süreci de bir projeydi ve birileri bu projeyi yapması gerekliydi. Yapıldı da! ANAP bir proje olarak oluşturuldu ve dört eğilimi birleştirme ve yeni liberal ekonomiye uygun şekilde yapılandırmıştı. Süresi belliydi, bu süre içinde gelişecek ve kendisini yok etmesi gerekliydi ama her proje riskleri de içinde barındırır, risk yönetimi sayesinde süre biraz geçte olsa sonlandırıldı. Özal’ın ölümü ANAP projesinin tarihte yerini aldığının ifadesidir. Ortadoğu ülkesi çölleri üzerine gelen bir ülkenin o coğrafyaya özgü bir yeni proje hayata geçirildi, o projenin esas belirleyicisi konumunda olan askerlerin desteği ile Sincan’da yürüyen tanklar yeni bir projenin ve liderin de kapsını aralıyordu. Ortadoğu’ya özgü karizmatik bir lider ortaya çıkıyor ve tıpkı diğer Ortadoğu Müslüman liderler gibi tepki veren birisi bu projede önemli bir role büründürülüyordu.
Başından bellidir projede kimlerin ne yapacağı, kimlerin bu işten nemalanacağı ve kimlerin kimler ile çıkar ilişkisi içinde olacağı!
Yeni bir sermaye yaratılmış, İslam sermayesi ‘Al Baraka’ olarak kendisini öznelleştirirken, onu taklit eden yerli işbirlikçi oluşunlar da başlangıçta hedef kitleye göre hareket ederken, birden banka statüsünde çalışmaya dönüşmüşlerdir. Sermaye yeni konumunu oluştururken, kontrol altında bir yapıya da kavuşuyordu. Proje oluşturanlar ve projeyi yönetenler kontrol altında her türlü kara paranın hareketine olanak verirler ve onun içinde ortam hazırlarlar. Kara para olmadan proje olmaz, çünkü yazılanlar ile pratikte olanlar arasında bir fark her zaman olur. Bir harcarsın, faturalar ile bunu on gösterip, dokuzunu ayakkabı kutusuna bırakırısın!
Projeler için seçilen kişiler, hedef kitle, hedef amaçlar baştan bellidir, belli bir süre içinde bu hedeflere ulaşması amaçlanır. Elbette her proje başarı ile sonuçlanmaz, hatta bazı projeler uzatmalara bile gidebilir ama uzatmaların da bir sonu vardır.
Bir kurum ve kişiye proje verildiğinde aslında o kurum ve kişinin denetimin parayı verene açmasıdır. Proje yapanın aslında hiçbir sırrı olmaz, her türlü yazışması, görüşmesi kayıt altına alınır ve gerek görüldüğünde o kanıtlar proje dışında hareket edildiğinde karşısına çıkarılır. Bu sayede gerek görüldüğünde “delikten aşağıya, çöpe atılır”.
AKP’de ANAP gibi bir proje olarak doğmuş ve projenin sonu gelmiştir. İktidarı elinde bulunduran AKP her ne kadar direnirse dirensin bu koltuktan uzaklaşacak ve yerini yeni projelere bırakacaktır. O işlevini tamamlamış, yapıyormuş gibi yapmış, açıklık politikası yapıyormuş gibi yapmış ama 12 Eylül ile oluşturulan politikaları koruyan ve geliştirme dışında demokrasi ve özgürlükler açısından adım atmadığını görürüz. Gölgede kalan yakın tarihin kanlı ellerini karanlığın dehlizlerinde bırakmış ve yeni bir ülke için adım atmamıştır. Bugüne kadar proje ile başarılı bir şekilde gerçekleştirdiği ve kendi hanesine toplum mühendisleri aracılığı ile kazandırdığı tüm artıları negatife kısa sürede döndermiş ve liderinin özelliği ile başarıya ulaşan bir proje, yine önderinin zafiyetleri yok olmaktadır.
AKP muhalefetsiz bir iktidar dönemi yaşadı ve muhalefetsiz bir şekilde tarihin dehlizlerine karışıyor. Çıkar birliği ile kurulan ve bir proje olan AKP, proje süresi sonlandığı anlaşılıyor ve tüm birikimlerini elinden çıkararak yok oluyor. Ülkenin tüm zenginliği el değiştirmiş ve uluslararası sermaye kontrolünde olacak şekilde bitiyor...
Yeni proje yakında hayat bulacak, bu projeyi kimler rol alacak şimdiden bilme şansım yok, çünkü proje yazarları ile ilişkim yok. Sadece olanları izleyerek, onların hedefleri ve ne yapmak istediklerini yaptıklarına bakarak söyleyebiliyorum.

İsmail Cem Özkan

Ergenekon yalanı dağılırken, kontrgerilla aklanıyor!

Ergenekon yalanı dağılırken, kontrgerilla aklanıyor!

Bir varmış bir yokmuş ülkenin birinde diye başlayan bir masal cümlesi olacağı önceden biliniyor olmasına rağmen, bir masalı bize gerçek gibi sundular. Amaç neydi? Amaç operasyon başlarken aslında belliydi, bir dönemi aklamak ve kan ile yıkanmış bir tarihi kan rengindi karanlığın içine saklamaktı. O da büyük oranda başarıldı.
Ergenekon davası bir gecekonduda bomba ihbarı ile başladı ve ayakkabı bağcıları olmayan ayakkabıların hesabını sorar hale gelmeye kadar gitti ama hesap sorulamadı. Kimse bugün dahi faili meçhul cinayetleri kimlerin tam olarak işlediğini bilmiyor. Bazı iddialar ve bazı söylemler dışında gölgede kalan ipuçları bugün karanlığın içine bırakıldı ve gölge karanlığın içine süpürüldü.
Ergenekon davası örgüt kanıtlanamadığı için aslında hukuken çöktü, yargılananlar örgütü kanıtlanamayan örgüt üyesi olmaktan yargılandılar ama ortada örgüt olmadığı için beraatları ya da delil yetersizliğinden gerçek anlamda sorgulanamadan ve mahkeme önünde gerçek anlamda doğru sorular sorulamadan özgürlüklerine kavuşacaklar. Yeniden yargılanma olarak karşımıza çıkan hukuki açıklar aslında baştan beri bilinerek işlenmiş bir senaryonun hayata geçirilmesiydi. Yakın tarihimizin son cinayetlerinin failleri karanlık içinde bırakan bir süreç olarak işledi. Karanlık içinde kaldığına göre kimse artık ne katili bulabilecek, ne de katilde hesap sorabilecektir. Tetikçilerin ortaya serilmiş olması bir cinayeti aydınlatmaz, sadece gölgede bırakırdı, şimdi o gölgede artık karanlığın içinde yerini alarak kor halinde yanan bir konuma dönderdi.
Tarihimiz kor halinde bırakılmış ve yüzleşilmemiş tarihi cinayetler ile doludur. Yenileri de bu süreç ile eklenmiştir.
Ülkemizin son yakın tarihi bir iç savaş ve bölgesel olarak işlenen toplu cinayetler ile doldur. Dereler, kuytu yerler, inşaat temelleri insan kemikleri ile dolu olmasına rağmen, bulunan kemikleri aklama merkezinde hayvan kemiği diye rapor edenlerin ülkesidir. Devlet edine söylenen yalanlar bugüne kadar sorgulanmadı, sorgulayabilecek demokratik bir ülkede olamadı.
Demokrasiyi kendimize göre tanımadığımız ve iktidar kimseyse onun doğrularının doğru kabul edildiği, onun tercihlerinin doğru tercih olarak kabul edildiği bir süreci bu devlet kurulduğu günden beri yaşamaktayız. Çağdaş, evresel hukuk kurlarının sadece kağıtta kaldığı, uluslararası mahkemelerin ceza kestiğinde tazminatını ödediğimiz bir normlar olarak gördük. “Parası ile değil mi, veririz parasını ve devam ederiz suç işlemeye!” anlayışın hakim olduğu bir devlette yaşamaktayız.
Ergenekon davası düşmüştür, düşeceği baştan beri belli olan bir senaryo hayatımıza girdi, bu sayede devleti biçimlendirenler kendi ihtiyaçlarına göre toplum mühendisliği yaptılar. Değişim gerçekleştirildi ama tam başarıya ulaşmadan bu projenin sakıncaları ortaya çıkınca yeni bir proje ile yeniden toplum mühendislerin eli ile biçimlendiriliyoruz. Her biçimlendirme döneminde bazı şeyler açığa çıkar gibi oluyor ama biraz gölgeye çıkanlarda karanlığın örtüsü altına itekleniyor. Bu sayede geçmiş bir anlamda toplum önünde aklanırken, vicdanlara denmektedir ki, unutun, kanatmayın bu acıyı!
Her şey devlet için!
Her şeyi devlet için yaptığına inananlar, yine her şeyi devlet için yaptığını söyleyenler tarafından yargılandılar. Biraz vicdanların üzerine su serpip işlenen suçların suç olmaktan hukuk önünde düzenleme ile ortadan kalkması ile aklandılar. Kağıt üzerinde suç olarak tanımlanamayan davranışlar, suç değildir. Ama gerek görülürse o davranışlar gerek görüldüğünde yeniden suç olabilirler. Evrensel hukuk kurallarının altında imzası olan bir ülkenin yasaları evrensel hukuk kurallarına göre değil, devletin çıkarlarına göre yapılandırılmıştır. Devletin çıkarları ise suları suç olmaktan çıkarıp, içinde birkaç gördüğü çürük elmayı dışarıya iteklemesi olarak okunabilir.
Çürük elmalar dışarıya (devlet çarkından) bırakılmıştır, yerlerine yenileri almıştır. Özneler değişmiş, sıfatların ve yüklemlerin vurgusu hala geçerliliğini korumaktadır.

İsmail Cem Özkan

23 Şubat 2014 Pazar

Yiğıkili Zülküf

Yiğıkili Zülküf

Her insanın bir hikayesi vardır, her yazarında yazmak istediği bir romanı. Aziz Aydın Doğan yıllardır içinde biriktirdiği ve bir gün mutlaka yazmam gerekir dediği bir romanı sonunda yazmış. Memlekeri Yiğıkili’de adı destanlaşan, uğruna türküler yakınan, şiirler yazılan bir yiğit hakkında. O yiğidin adı Zülküf. Zülküf Erzurum göçmeni bir Çerkez. Boyu boyunca, bir tokadı ile insanın ayaklarını yerden kesen, güçlü, kuvvetli ve soylu bir yiğittir.
Yazar, geçmişine ve kendisine ve yaşadığı yerin tarihine bakmak adına memleketine gider, kentinin insanlarının karakterini anlamak adınadır. O kent ki, yerleşimi milattan öncelere dayanır, çok dilli, çok kültürlü, her rengin kendisine yer bulduğu bir diyardır. Yoktur böyle bir memleket başka yerde. Şimdilerde betonlar arasında sıkışmış, yeni şehrin genişlemesi içinde kaybolmuş gibidir, ama dilden dile ulaşan söylenceleri de vardır. İşte bunlardan biri olan Yiğıkili Zülküf’ün hikayesinin peşine gider ve onu daha yakından tanımak için yaşadığı yerlerde kahvelere gider, mezarını ziyaret eder.
Harput ne acılar görmüştür, ne sevinçler. O acılardan sevinçlerin kısa tarihi bilgisi ile başlar roman. Dersim isyanı, bir babanın oğlunun asıldığı görmesi, acılardan acının en büyüğü. Kurulan karakollar, çatışmalar, mavzerler, yüreğin isyanı. Bağımsızlığına düşkün insanların sürgünü, şehirlerin varoşlarında yaşamaya zorlanmaları. Varoşlarda yaşamın zorluğu, bir ekmek uğruna gün boyu çalışmak, ucuz işçiliğin, ucuz ve en altta yaşamın olduğu yerlerde bir yiğit çıkar ve kapının önüne, ihtiyacı olanın ihtiyacı kadar bir çuval içinde erzak bırakır. Şeyh Bedreddin düsturudur, yarın yanağından gayrı, her yerde hep birlikte ama bu iyiliği yapan görünmez göze, çalmaz kapıyı ama bilirler ki, o’dur yapan!
Yiğıkili Zülküf, çocukluk günlerinden başlar emir almadan yaşamaya, sanki onun genlerinde vardır, soyludur. Özgürlüğüne düşkün olduğu kadar vicdanın sesine de düşkündür ve o vicdan sesi ile dünyaya bakar. Kırmaz, kızmaz fakire fukaraya, onun kızgınlığı, öfkesi bu halkı fakir yaşama zorlayan aç gözlülere karşıdır. O yaşayan bir Bedreddin’dir.
Okulu çift dikiş gider, akranlarına göre iridir, sözü dinlenir, dinletir. Güçlüdür. O bölgenin değimi ile biraz “kırıktır” ama öyle sonradan göre değildir, soyludur. Soylu olduğunu davranışlarına yansıtır. Çok sevilir, sevildiği kadar da düşmanı vardır. Garibanın dostu olmak kolay değildir, devletin hışmını üzerine alırsın, mahpus damları evin olur.
Roman, tarihi bilgilerin alınmasından sonra Yiğıkili Zülküf’in hikayesine çocukluğundan başlar. Erişkinliğe doğru gidişi ve askerlik. Askerlik çok önemlidir, çünkü emir altına giremeyen birinin emir altına girmesi. Eskilerin en çok anı biriktirdiği yerdir askerlik. İstanbul’dan başlayan, Isparta, Ankara sürgün günleri ve Ankara’da tanıştığı kişiler ile artık gelecek de atacağı adımı somutlaştırır. O artık eli iş tutması gereklidir, Elazığ’a yapılacak barajın şehri büyüteceğini görürler ve o İhtiyaca göre bir iş yeri açımı vardır.  Açar da, açmasına açar da o açılan mekan kendi ölümünü hazırlar. Şehre sonradan gelenler artık oluşan zenginlikten pay almak isterler. Fakire giden yardımın sonlanmasını isterler. Mazlumun daha mazlum olmasını, eğlence mekanlarında satılan et olmasını isterler. Onların isteminin tersi duruşundadır Yiğıkili Zülküf. O artık bir hedeftir ve bir gece yarısı kurşunların hedefi olur.
Kanı toprak ile buluşur, ağıtlar yakılır, o artık bir destan kahramanıdır. Dilden dile geçer ve okuduğum kitap olarak karşıma çıkar.
Aziz Aydın Doğan, son romanı ile bir üzerine görev edindiği işi başarır. Roman olur ve kendi yayınevi olan Yaba yayınlarından çıkarır. Gözlerinde bir ışıltı vardır, çünkü o başarmıştır, üzerine görev edindiği bir yiğidi sözden çıkarıp yazıya büründürmüştür. Adnan Yücel’in uğruna şiir yazdığı Yiğıkili Zülküf işte kelimeler arasında yaşıyor.
İnsan gözü gibi baktığı, büyüttüğü bir şeyi sunarken aynı şekilde karşısındakine sunamıyor. Yayıncı olan Doğan, kendi kitabına o kadar özen göstermemiş gibidir, çünkü harfler onun yazdığı satırlar, kendi gözünde hep doğru dizilmiştir, o harfi okumaz, resme bakar gibi bakar satılara ve bir anlamda gözü kör olur. İşte insan kendi yazdığı yazının hatasını göremez ya, Doğan’da aynı şekilde göremez. Basar kitabı ama kelimeler yana yana boşluk bırakamadan çıkmıştır. Okuyan zorlanmaz, anlar ne demek istediğini ama yayıncılık için pek hoş durum değildir. O heyecan yapar, kimin yapmıyor ki?
Elazığ kültürünü merak eden, Harput gerçeği ile kısa da olsa tanışmak isteyen, Dersim isyanın Harput sınırlarına yansımasını öğrenmek isteyenler romanın keyfi içinde bu tarihin süzgecine Aziz Aydın Doğan gözü ve birikimi ile de şahitlik edebilirler.
Yaşadığımız yere bakarsak, orada yaşananları, destanları geleceğe aktarırsak, yok olmakta olan kültürün o güzelliğini de geleceğe taşımış oluruz ve deriz ki, biz bu dünyaya boşuna gelmedik. Yaşadığımız yerden, kültürden, konuştuğumuz dilden o kadar gurur duyarız. Bugünlerde moda olmuş, Amerika’da ki ne yerse buradaki de onu yiyor, tüketiyor. Biz tüketirken kendi kültürümüzün o lezzetlerini de yok sayıyoruz. Yiğıkili Zülküf bizin diyarın bize özgü kişiliğidir, rengidir. Onu tanımadan Harput anlaşılmaz! Harput bir sürgünlerin geldiği diyar değil, aynı zamanda sürgün gelenlerin oraya uyum sağlayıp yaşamı renklendirdiği yerdir. Çerkezlerin sürgünü, diyar diyar gezmeleri ve gezdikleri yerlerde duruşları ile destanlar oluşturmaları onların ne kadar soylu olduklarını gösterir. Boşuna değildir, ağıtlar, şiirler, romanlar…
Bu roman boşuna yazılmamıştır, bir dert var ki ileriye taşınmalıdır…
İsmail Cem Özkan