21 Mart 2014 Cuma

Ülkede taşlar yeniden yerleştirilirken…

Ülkede taşlar yeniden yerleştirilirken…

Ülkemiz 12 Eylül 1980 yılından bu yana adı konulmamış ama bir çok stratejistlerin ortak tanısı olan düşük yoğunluklu bir savaşı yaşamaktadır. Düşük yoğunluklu savaş olarak kabul edildikten sonra elbette bu savaşın da sonu olması kaçınılmazdır, hiçbir savaş sonsuza kadar sürmez, süremez, çünkü hiçbir ülkenin kaldırabileceği bir durum değildir.
Savaş, ayrışma anlamına gelir. Hiçbir savaş ayrışmadan sonlanmaz. Bir arada yaşayan halkların bir biri ile barışması, hadi geçmişi unutalım yeni bir beyaz sayfa açalım anlamını taşımaz, taşıyamaz, çünkü geçmiş kan ile yazılmıştır ve hesabı sorulmayan toprak altına faili meçhul olarak bırakılan binlerce cinayetin öyküsünü barındırır. Karanlıkta kalan her cinayet, düşmanlık ateşinin daha da kor olarak yanması anlamına gelir ve ayrışmanın temelini oluşturur. Barışmanın birinci koşulu, savaş suçlarının ortaya çıkarılması ve savaş suçu işleyenlerin tarih önünde yargılanmalarıdır. Bu savaş suçu işleyenlerin tarafı olmaz, ben haklıyım kazandım, güçlüyüm yaptıklarımı yok sayın ile olmaz. Savaş güçler dengesinin çatışmasıdır ama güçlü ya da güçsüz fark etmez, suç işleyen tarihin her hangi bir zamanında yargılanır ve mahkum olur. Ne kadar unutturulmaya çalışılırsa çalışılsın mutlaka bir gün unutturulmak istenenler gün yüzüne çıkar ve yüzleşilme kaçınılmazdır.
Düşük yoğunluklu savaşın sonucunda önce yok sayılan bir halk tanınmış, elbette tek bir halkın savaşı olarak yansımış olsa da ülkede tüm hakların gün yüzüne ve günlük yaşama karışması anlamına geldi. Kürt ulusal mücadelesi sadece Kürtlerin kazanımlarını tarih yazmadı, diğer halkların da kazanımını ortaya çıkarmıştır. Tek halktan, halklara, tek dilden değişik dillere, tek dinden değişik dinlerin binlerce yıldır bu toprakta ortak yaşandığı ve bir arada bulunduğu gerçeği ile yeniden bu savaş sonunda yüz yüze geldik. Düşük yoğunluklu yapılan savaşın sonucu var olan statünün ve tarih anlayışının çökmesi ve yerine yeni bir tarih ve bakış açısının oluşması sürecidir. Eski alışkanlık yıkılmış olmasına rağmen, henüz yerine çağdaş, demokrat ve evrensel hukuk kuralları oturmamıştır. Yıkılmış ideolojinin kırpıntıları bugün yaşanan çatışmanın anlamsızlığını ortaya çıkarmasına rağmen, nasıl bir çözüm yolu ve çözümün oluşacağı konusunda bilgi kirliliği devam etmektedir. Gönül ister başka şey ama yaşananlar başka şeylerdir. Müzakere sürecini devam ettiren hükümet, demokratik bir ülke yerine ben dedim oldu, ban yaptım oldu anlayışını daha katı hale sokan yasal düzenlemeler yapmış ve toplum ve halk üzerinde özgürlük yerine baskı ve sansürü genişletmiştir.
Elbette yaşadığımız süreç sadece tek bir olay ve oldu üzerine açıklanamaz. Yaşam çok karmaşık ilişkilerin çatışması ile devam eder ve siyaset bu karmaşık ilişkilerin çıkar çatışmasından oluşur. Siyaset bir anlamda yaşamdan kopuk değildir, yaşama yön verecek olan yürütme kanalları ideolojik yoksunluk ve günlük politikaların peşi sırası koşmasının en temel nedeni, sağlam bir ekonomik ilişkinin olmaması ve ülke ekonomisinin çok kırılgan olmasının da etkisi vardır. Kırılgan ekonomilerde uzun vadeli politikalar hayata geçirilemez, çünkü gerek ülke içinde ki dinamikler, gerek ülke dışında gelişen dinamikler yarını belirlemekte ve acil önlemler ile planlanan politikanın çok dışına düşülebilinmektedir.
İki yıldır üst üste Newroz kutlamalarında savaşın bir tarafı olan PKK adına Diyarbakır’dan halka seslenen Sayın Öcalan vurgusu ile olaya bakarsak elbette farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz, çünkü taraf olanın penceresinden bakıldığında tarih net olarak anlaşılmaz, sadece taraf olarak kendi doğrularınızı ortaya koyabilirsiniz. Hükümet adına MİT ile yapılan görüşmelerin tek muhatabı hükümettir. Onun penceresinden de bakarsanız ortak bir sonuca çıkacakmışsınız gibi görebilirsiniz, fakat yaşanan süreç her iki bakış açısının çok dışındadır, umut vadeden açıklamaların sonucunun pek umut vaat etmediği gerçeği ile karşılaşırız.
Evet, görüşüyorlar! Bunu kimse ret etmiyor ama hayat bize diyor ki, eksik bir şeyler var ve bu eksiklik yürütme başının baskıcı, sansürcü ve yasaklayıcı tavrı içinde olmaktadır. Özgürlük olmadan, özgürlük genişlemeden barış olmaz, olamaz!
Savaş ayrışmadır, halklar bir arada yaşamaktalar ama ayrıdırlar. Bir birleri ilişki içindeler ama bir birlerini anlamıyor ve birbirleri hakkında empati dahi kuramıyorlar. Çünkü uzun süren bir savaşın sonucudur bunlar. Savaş cephe savaşı değildir, savaş tek bir bölgede yürütülen savaş değildir, savaşın boyutu sanıldığından daha geniş ve kapsamlıdır. Ülkenin her şehrinden, kasabasından, köyünden, mezrasından birilerinin canı yanmış, birilerin kanı toprak ile buluşmuştur. Kan bazı algıların önünü kapatır, anlayışı daraltır, algıyı ortadan çoğu zaman kaldırır. Ülkenin bir bölgesinden Türkiye’yi temsil eden partilerin olmaması tesadüfi değildir.. bu karşılıklıdır ve her bölgenin kendisine göre hassasiyetleri ve dokunulmaz sembolleri vardır.
Yerel seçimleri yaşadığımız bugünlerde seçim bürolarına sırf bir halkın adı geçiyor ve onun dili ile propaganda müziği çalıyor diye saldırı olabilmektedir. Milliyetçilik dalgasının bu kadar üst sınıra çıkmasının tek sorumlusu vardır, savaşın bir tarafı olan yürütmedir. Yürütme yani hükümet bu savaşı istediği gibi ateşlemekte ve gerek gördüğünde soğutmaya alabilmektedir. Ülkede savaşın bu kadar uzun sürmesinin ve çok akmasının temelinde bu ülkeyi idare eden ve parti farkı gözetmeyen devlet adına yapılan politikadır. Halkların ayrışması ve bir biri ile empati kuramamasının temelinde de bu ulus devlet anlayışının yaratmış olduğu zemindir. Bu zemin bugün itibarı ile yıkılmış ama yerini alacak olan henüz net olarak belirlenmiş bir ortak zemin oluşturulamamıştır. Niyetler ortadadır, ama niyetler ile siyaset hareket edemez. Edemediğini Kürt realitesinin tanındığı günden bugüne yaşanan gerçeklik ile ortadadır…
Newroz günü Amed’te yapılan açıklamayı biraz üstten baktığımız karşılaştığımız gerçek iki kelime ile özetlersek; "Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız" cümlesinde karşılaşırız. Barış için irademiz var, bu irade ile her türlü ayak oyununa, her türlü süreci bozmaya yeltenen her girişimin karşısında muhatabımızın yanında yer alacağız açıklamasıdır. PKK açısından bu sürecin ilk aşaması bitmiş, ikinci aşaması için yasal zeminin oluşmasını beklemekteler. Elbette bu beklenti odak noktası savaş ve Kürt sorunu olarak belirlediğinizde daha büyük anlam içeriyor. Ülkenin değişen ve kırılgan zeminin en zayıf karnıdır. Bu zayıf noktanın güçlendirilmesi barış isteyenler için hayatidir ve geriye dönüşü engelleyebilecek çözüm için adımdır.
Ülkenin çıkarları açısından olaya baktığınızda ise daha farklı bir gerçeklik ile karşılaşıyoruz, çünkü ülke ekonomisinin en önemli girdi sanayiden değil, kara para ve karanlık noktalarda oluşturulmuş ilişkilerdir. Bugün ülkede göreceli bir refah yaşanıyorsa bu karanlık noktalarda işleyen paranın (kontrollü / kontrolsüz) hareketi ile bağlantılıdır. Ve günlük olayları belirleyende işte bu kara paranın hareket alanıdır. Savaşın başladığı günden bugüne yaşanan günlük siyasi gündeme bakarsak, sürekli gündem değişiklikleri ve gündem değişimleri ile halkın oyalandırılması bu ilişkinin dışa yansımasıdır sadece, çünkü yürütme ne zaman sıkışsa gündem ile oynayarak sanal olarak yaratılan gerçeklikler ile yeni ittifaklar kurulmuş, eskiyen ittifakların dağılması anlamına gelmektedir. Ülkemizde gündemin bu kadar sık değişmesinin temelinde kara paranın hareket alanının genişlemesi olarak okuyabilirsiniz. Her gündem değişikliğinde ya bir yasa çıkmış, ya da yeni rant kapıları açılmıştır.
Türkiye’nin siyasi haritası yeniden biçimlendirildiğine şahitlik ediyoruz... Kırılma süreci elbette yeni biçimlendirmeyle ile sonlanır…
Beklentiler ya da yeni projeleri ortaya koyanlar ve onu finans edenlerin beklentileri ne kadar karşılanacak, bunu da tarih bize kısa sürede öğretecektir...
Şimdi ki zamanın kahramanı, anti kahramanları ortada...
Ülke yeni biçiminde bizler ne kadar özgür olacağız, ne kadarını seslendirebileceğiz... Bunu Gezi Direnişi sonrası yaşanan süreçte gördük. Özgürlük ve birlikte mücadele bu ülkede yaşayan tüm halkların ortak dileğidir, fakat bunu seslendirebilecek şimdiki zaman içinde ne siyasi bir hareket mevcut, ne de bunu organize edebilecek bir örgüt ortadadır. Yeni bir anlayış ile bir arada yaşamanın koşullarını ortaya çıkaracak siyasi irade bu ülke için acildir, aksi halde günlük oyalamalar ile ayrışma gün geçtikçe daha da belirginleşecek ve halklar arasında olması gereken diyaloglar hepten ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıyayız.
Tarih tek çizgi üzerinden ilerlemez, elbette kendi çözüm yolunu oluşturacaktır ama bu tarih çizgisine müdahil olamazsak akıntıya kapılmış serseri bir mayın gibi bir yerde patlayacak bir sosyal patlamanın da öznesi olabiliriz.
İsmail Cem Özkan


Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş

Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş

Sıradan bir yaşam, kahramanı olmayan ve uzun süre bir arada olmanın getirmiş olduğu sıkıntılar ile her gece yüzleşen ve bir arada olmaktan başka seçenekleri olmayan evli çift. Sıradan bir mahalle, sıradan bir apartman, her hangi bir gün, her hangi bir apartman dairesinde, tuvalet musluğunun damlattığı bir eve göz atarız. O evde yaşanan bir trajedi, yüzleşme ile yaşanan komedi ve çağdaş aile yaşamını sivri dili ile eleştiren yaşlı bir çift. Sadece evliler yalnız değildir bu dünyada, her bire yalnız ölmekten korkar ve korkuların çiftleri bir arada tutan asıl unsur olduğunu görürüz. Trajedidir, çünkü çiftler 30 yıldan fazla birlikte olmanın getirmiş olduğu tek düzenin devamını görürüz, komedidir, iç konuşmalarında eşinin nasıl bir tepki vereceğini bilecek kadar bir birlerini tanımakta ve birbirlerini yönetebilmekteler. Hiciv vardır, çünkü bir arada olmanın sevgi değil, yaşamın sonuna doğru yaklaşırken korkunun bireyin özgürlüğünü yok ettiğini ve toplum denen o bir arada yaşamanın getirmiş olduğu normların inceden eleştirisidir. Çünkü insanları bir arada tutan sadece içgüdüleri ve korkuları değil, toplumun bu ahlak kurallarının bireyin aile olmasını da biçimlendirdiğini görürüz.
Çocukları vardır, evlenip yuvadan gitmişlerdir. Onlar ilk evlilik gününde bir birine teslim olmuşlardır, ilk gecede yaşanan cinsel duyum ve o gece yaşananlar bir ömür boyu ve bu son geceye kadar eşleri bir birini algılamasını da biçimlendirmiştir. Evlilik, iki poponun yani cinsel dürtülerin sevgi denen ama aslında sevgiden daha çok dürtülerin sonucu oluşmuş ve toplum ahlakının bir gereği olarak herkesin bildiği ve eğlenerek yolculadığı  zifaf gecesidir. Gerdek gecesi, o gece yaşananların birlikte yaşamı biçimlendirdiği ve sorunları birikiminin ilk adımıdır. İlk defa o gece saf sevgi ile bir açlığının sonlanması ama o sonlanan açlığın yerini başka bir şeyin doldurduğuna gece yarası banyodan gelen su damlası imgesi ile anlarız. O su damlası aslında sorunların her geçen gün insanın iç benliğine kadar işlediği ama o sorunlardan kurtulmak içinde adım atamadığına yatak odasından yansıyan bir gürültüdür. Su damlası aslında uykumuzu kaçıran yüzleşmediğimiz gerçekliğimizdir, beklide yüzleşiyoruz ama kaçamadığımız baskının ve bir arada olmanın getirmiş olduğu törpülenmenin sesidir. Tükenen ve yok olan kendi sessizliği içinde sıradan insan. Bir insanın yaşaması ve yok olması, sıradan ve kahramanı olmayan aileler içinde, anti kahramanın ya da kahramanların kendileri, toplum ve seyirci ile yüzleştiği bir oyun ile karşı karşıyayız.
Oyunumuzun anti kahramanlarını kısaca tanıtayım, çünkü bugüne kadar hep kahramanları tanıttım, bugünde anti olanını.. Vona ve Leviva 30 yılı aşkın evliler. Çocukları olmuş, evlenmiş ve yine ilk evlendikleri günkü gibi başlaşalar ve bir yatağın içinde tuvaletten gelen su sesini bahane ederek, uykusuz ama beklide sonsuzluk uykusunu başlayacakları gecedeler. Bir de bu çiftin dostu vardır, gece yarısı kendi sesini aramakta ve yankısını bulamayan biri… Gunkel. Gunkel, yalnızlığın sesidir, yalnız olma korkusunu birey olarak yaşayan ve Vona’nın geleceğinin görüntüsüdür. Korkmaktadır ve çaresizdir. Tek başınadır ve sesinin yankılanacağı, seveceği, dokunabileceği, okşayabileceği başka bir ten bile yoktur. Kendi tenin sıcaklığı kendisine yetmemektedir ve çaresizdir. Işık gördüğü eve gelip, sıcaklık arar ama bulamaz, çünkü o evin sıcaklığının, yatak odasında yer alan yatağın ve sevişmenin bırakmış olduğu kokuya yabancıdır, o anti kahramanlar içinde en anti olanıdır. Bir anlamda gelecek korkusunun vicdan üzerinde yüzleşmesidir.
Musa Uzunlar, Ülkü Duru ikilisi bu oyuna hayat verirken anti kahramanları öyle bir şekilde işlemişler ki, seyirci olarak ben birden anti kahraman olmuş ve sıradan yaşamım ile yüzleşirken acı acı kendime gülerken buldum. Epik tiyatro içine sınıflandırabilir miyiz bilemiyorum ama yaşam dediğiniz zaten bir şeyleri sınıflandırmak ve kategorize etmek değil midir? Kısaca bu sayede bizler daha rahat geçmişimize bakacağımızı düşünürüz ama yaşamın ayrıntısını bu sınıflandırmalar arasında oluşan boşluklarında kaybettiğimizi hissetmeyiz bile..
Oyun sade bir dekor içinde, oyuncuların hareket alanını rahatlatan ve bir şekilde düşünülmüş, ışık oyunun akışını rahatlatan ve hangi sahnede e nerede olduğumuz hissini veren sadeliktedir. Gereksiz müzik efektleri yoktur. İnce ince düşünülmüş bir sahne uyarlamasını çok başarılı buldum. Bir tiyatro eserini başarılı kılan şey kadronun uyumlu çalışmasıdır. Bu uyumu bu çalışmada gördüm. Kutlarım emeği geçen her bir çalışanı.
Çok az rolü olmasına rağmen Işıldar Gökseven’den de bahsetmeden bitirmeyeyim yazımı, çünkü o çaresizliği ve Vona’nın olası geleceğini (ayrılık sonrası) yansıtması benim görebildiğim, hissettiğim kadarı ile çok başarılı. Doğaçlama ve doğal davranışlar ile renk kattığını düşündüm, üstelik teksti okumadığım halde, bu izlenimi verebiliyorsa söze gerek yok!
İsmail Cem Özkan

YAŞAMAK DENEN BU ZAHMETLİ İŞ 
Yazan : HANOCH LEVİN
Çeviren : NERMİN SAATÇİOĞLU 
Yöneten : KEREM AYAN

OYUN EKİBİ
DEKOR TASARIMI: IŞIN MUMCU
GİYSİ TASARIMI: MİHRİBAN ORAN
IŞIK TASARIMI: AKIN YILMAZ
MÜZİK: MURAT BALCI
YÖNETMEN YARDIMCISI: ÜLKÜ DURU
ASİSTANLAR:
MÜGE ÇAKIR
GAMZE TANRIVERMİŞ
SAHNE AMİRİ: ERGÜL MUSLU
KONDÜVİT: İSMAİL CEM DAĞLI
IŞIK KUMANDA: HAKAN ÇAĞLI
SUFLÖZ: ŞEYDA PEKTOK

OYUNCULAR
MUSA UZUNLAR
ÜLKÜ DURU
İŞDAR GÖKSEVEN



20 Mart 2014 Perşembe

Gerilimli günlerden geçerken…

Gerilimli günlerden geçerken…

Gerilimli günlerden çıkamadık, yeni bir gerilimli günlere doğru hızlı adımlar ile gidiyoruz… Gerilim politikası ülkenin sorunlarından uzaklaşmak ve sorunların üstünü örtmek anlamına gelir. Gerilim politikası iktidarda kalan ama iktidar olmanın sorumluluğunu yerine getiremeyen hükumetlerin başvurduğu yöntemdir. Eğer hükumet, sorunlar ile baş edecek ve krizi ortamını kontrol edebiliyorsa, gerilimli ortamları ortadan kaldırmak için elinden gelen politikayı ortaya sürer ve olayları kontrol edebilir. 
Gerilim politikası ile beslenen iktidarlar, bir süre sonra gerilim ortamında olayları kontrol edemez ve olayların arkasından kendi çıkarını korumak adına hata üzerine hata yapmaya başlar ve o hatalar onun sonu olur. 
Her son aynı değildir, bazıları geldikleri gibi gider, bazıları ise olayların nasıl bir rüzgar yarattığı ile ilgili olur. 
Hitler seçim ile gelmiş, kendi elinden çıkan bir kurşun ile iktidarını bırakmıştır. 
Mussolini seçim ile gelmiş, kaçarken battaniyeye sarılmış şekilde arabanın arkasında yakalanıp, infaz edileceği yere kadar gitmiş ve orada bir kurşun ile hayata son kere bakmıştır. 
Saddam Hüseyin doğduğu köyde bir çukurda yakandı ve idam sehpasına yürüyerek gitmiştir. 
İdi Amin, sürgünde ölmüştür. 
Örnekler çoğaltılabilinir, hepsinin ortak kaderi krizi yönetememek ve  “Aldatıldık, yine falan grup/ kişiler tarafından aldatıldık” duygusu içinde iktidara veda etmiştir. 
Gerilim politikasından medet umanlar, genelde o iktidar koltuğunu hiç bırakmayacakmış gibi davranmasından olur. İktidarın geçici olduğu ve bu sürecin sonunda halka ve tarihe hesap verebileceğini unutanlar için son pek güzel olmaz. Son kaçınılmazdır, çünkü hiçbir iktidarın ömrü sonsuz olmaz. 
İktidar öyle bir kibir yaratır ki, her şeyi bilen ve gören olduğuna inandığı anda sonu olur. Kibir, iktidarda olanların gerilim politikasının genelde görünen nedenidir. 
Her ülke layık olduğu iktidar tarafından yönetilir. 
Üçüncü dünya ülkelerinde hükumetlerin oluşmasını iç dinamiklerden daha çok dış dinamiklerin etkiler iledir. Ve gelişmiş ülkelerin (emperyalist, kapitalist) çıkar ilişkilerine uygun olarak, güçler dengesinin izin verdiği kadarı ile ülkenin geleceği planlanır. 
Her iktidar bir proje ile hayat bulur. 
Projeyi yönetenler kapitalist ülkelerin çıkarlarına uygun olarak toplum mühendisleridir. Bu toplum mühendisleri ellerine verilen veriler ışığında üçüncü dünya ülkesini kendilerinden beklendiği gibi değişimine ve yönlendirilmesine uygun hükumetler ve ilişkiler yaratırlar. 
12 Eylül 1980 ülkemiz tarihi içinde bir kırılganlık tarihidir. Bu kırılganlık öncesi ülke hedefi ve duruş zemini çağdaş ülkeler yönündeyken, darbeden kısa bir süre önce (24 Ocak 1980) karma ekonomiden liberal ekonomiye geçilmiş ve bu değişimin sonucu olarak ülke zemini Ortadoğu ülkesi konumuna doğru kaymıştır.  Ülke yeni bulunduğu ortama uygun olarak bir lider yaratılmış ve onun politikalarının sonucunu yaşamaktayız. 
Ülke büyüme hızına uygun olarak sanayileşememiş, cari açık gün be gün büyümüştür. Doğal olarak ekonomiye hükmedemeyen bir iktidar, siyasi gelişmelere de ayak uyduramayacak ve sorunu gerilim politikası ve iç/dış düşmanlar ile üstünü örtme yönüne gitmiştir. 
Var olan iktidar ne zaman bir sorun ile karşılaşsa gerilim politikası ile cepheler yaratmış, her gerilim döneminde değişik ittifak güçlerini yanında görmüştür. Bir anlamda başarılı bir politika izlemiş ama sorunları hasır altına atmanın da bir sonu olduğunu bilmemezlikten gelmiş, yarın üzerine politika yapar gibi gözüküp, günü kurtarma söylemleri içinde yer almıştır. Her kriz bir şekilde çözülmüş ama yeni krizlerinde oluşması için yeni ortamlar hazırlamıştır. 
Krizleri yaratan aslında gerilim politikasının bizzat kendisidir. Ülke cephelere bölünmüş, her cephe içinde ittifaklar kurmuş, her ittifak başka sorun geldiğinde dağılmış, yeni ittifakların oluşmasına neden olmuştur. Bu birleşme ve dağılma süreci sanki sorun çözülmüş gibi izlenim bırakmış ama bu geçiş süreçleri hep sorunların hasır altına atma süreçleri olduğunu ve sorunları çözümsüzlüğe ve zamana bıraktığına şahitlik ettik.
Gerilim politikasının başarısızlığı kendisini aldatıldık duygusu ile açığa vurur ve artık kriz yönetilemez hale gelir. Çöküş hızlıdır ve yaratılmış olan tüm iyi şeylerin çöl fırtınası içinde yok olduğuna şahitlik ederiz. 
Siyasi olaylarda olguları kimin başlattığı değil, önemli olan kimin nasıl sonuçlandırdığıdır ve bu son ile tarihte anılır. 
Krizi yönetemeyen iktidarları; tarih ve kuşaklar iyi yönlerini yazmayacak; zulmünü, yalanını, özel kasasına biriktirdiği değerli eşyalarını, çocuklarının servetini, öldürdüğü, zulmettiği ve cephelere bölerek çatıştırdığı insanları yazacaktır. 
Zor ile iktidarda kalanlar, her türlü baskı araçlarını hukuk kurallarına uygun şekilde yapmış olsalar da, uluslar arası hukuk kuralları iç hukuk kurallarının üstündedir ve çağdaş dünyanın dışına düşen her türlü devlet, çıkar ilişkileri içinde değişmeye ve yeni iktidarını yaratmak için ortam hazırlar. Zor kullanan kim olursa olsun, iktidarını bırakmak zorundadır. Sonunu ise yarattığı fırtınanın etkisi ile orantılı olacaktır. 
Tarih notunu yazarken acımasızdır, tıpkı o tarihe konu olan iktidarlar gibi. 
İsmail Cem Özkan

18 Mart 2014 Salı

Bir Delinin Hatıra Defteri

Bir Delinin Hatıra Defteri

Gogol’un çok bilinen ve çok sahnelenen bir oyunu farklı bir yorum ile devlet tiyatrolarının sahnesinde yeniden hayat bulmuş. Farklı diyorum, çünkü sahneye koyan yönetmen Cem Ermüler, teknolojiyi işin içine katmış. İşin içinde teknoloji ise bugünlerde bol bol bayrak asmak için kullanılan vinç! Oyun bir vincin işçilerin durduğu alanda geçiyor. Bir aşağıya, bir yukarıya, sağa, sola, daire çizerek oyun boyunca oyuncu muhteşem bir efor ile oyuna hayat veriyor. Bu arada elbette boyun fıtığı olanlar, boyun ağrısı çekenler için ayrı bir işkence. Oyun girişinde bir uyarı konulabilirdi, oyun hep yukarıda geçiyor, oyuncu bu teknoloji aracın üzerinde bir metrekare içinde oyuna hayat veriyor.
Tiyatroda neden mikrofona karşı olduğumu bu oyun ile daha çıplak olarak anladım, çünkü oyuncu nasıl konuşursa konuşsun ses hep aynı yerden geliyor. Oyuncu yukarıda, sahnenin başka yerinde ama ses hep aynı. Aynı tonda, dijitalleşmiş ses hoparlörden geliyor. Oyuncu bağırıyor, kızıyor, nefes alıyor, iç çekiyor ama salona hoparlörden gelen ses ile olayı izliyoruz. İzlemiyoruz, sanki gözünüzü kapatsanız radyoda arkası yarın dinler gibisiniz. Radyonun hoparlöründen gelen ses ile sahnede oyuncu mikrofon kullandığında aynı etkiyi yakalıyorsunuz. Doğal ses yok! Doğal olmayan ama canlı yayınlanan bir radyo piyesi dinler gibisiniz, çünkü zaman zaman oyuncu sahnenin tavanına doğru gittiğinde, arka sırada oturuyorsanız, önünüze hemen balkonun üst duvarı geliyor ve ister istemez izlemiyor, dinliyorsunuz…  Oyuncu yukarıda senaryoyu oynuyor ya da okuyor gibidir. Bravo diyorsun, adam sesi ile gerçekten canlandırıyor!
Diğer bir olumsuzluk ise, panik atak hastası olanlar bu oyuna gitmeyin, çünkü oyun öncesi salona verilen duman bir anda göz gözü görmez kılıyor ve oyuncu sanki bir bulutun üzerinde bayrak asma vincinin üzerinde görüyorsunuz. Bu sırada panik atak hastası olanın paniği tetikleyebilir, neyse ki bizim izlediğimiz anda olmadı ama açıkça biri yeter diyerek salonu terk etme durumunda olabilirdi. Bu da oyun başlamadan önce yazılı olarak seyirciye bilgi olarak verilebilinirdi.
Şimdi oyuna gelelim; oyun çarlık Rusya’sının son döneminde ki kırılma sürecine gelir. Bir memur, hedefleri var ama hedeflerine ulaşma ihtimali yoktur. Hayal kurar ama hayaline ulaşma ihtimali yoktur. Bir kadını sever, ki müdürünün kızını platonik aşk ile bağlıdır ama onu da bir general ya da üst sınıftan bir erkek alacak korkusunu yaşamaktadır. Parası azdır, para kazanın der yaşadığı çağın pompalanan ideolojisi, ama nasıl para kazanacağı ve nasıl yükseleceği konusunda bilgi vermez. Memur masasına sıkışmıştır,sadece masasına mı, elbette yaşam alanı içinde sıkışıktır ve hareket alanı dardır. Bu dar alanda bir süre sonra paranoyak belirtiler ortaya çıkar ve zaman içinde bu hastalığa dönüşür. Küçük memur bir gün kendisini ispanya Kralı olarak hisseder ve günlük yaşamdan kopar. O artık bir başka dünyadadır ve o dünya günlük dilde söylenen hali ile deliler evidir. O orada kendisini kral gibi karşılamalarını bekler ama orası ne ispanya’dır ne de saraydır. İşkence, dayak deliler evinin olağan davranış biçimidir. Çağdaş dünya bakış açısına terstir ama o çağa özgüdür. Bizde de yakın tarihe kadar sıradan, olağandır. Dayak ile akıllandırmaya çalışırlar, tedavi dayaktır. Toplumu sopa ile hizaya sokmak bugün bile geçerliliğini koruyor, korumasaydı bugün doğum günü kutlaması gereken İsmail Ali Korkmaz aramızda olurdu.
Oyun her çağın toplumunu eleştirir ama yönetmen teknoloji dışında bizim bugün ki halimiz ile ilgili mesaj vermez, sanki özellikle kaçınmış gibidir. Kırılma döneminde toplumlarda davranışlar, bakış açıları bir birine yakındır. Baskı, aşağı görme ve ötekileştirme hep olur ve onu hiciv dili ile eleştirilir. Oyun içinde ülkemize ve bugüne dair bir şey bulamayız, sadece bayrak asma için kullanılan vinç dışında!
Neden vinç? Bilmiyorum. Tanıtım kitapçığında yazmış ama anlam vermedim. Mikrofon, oda tiyatrosunda kullanılması gereken en son şey olması gerek, oyuncunun sesi güçlü ve her yerden rahatlıkla duyulabilinirdi, elbette vinç olmasaydı. Vinç hareket ettikte gürültü çıkarıyor, ilgiyi dağıtıyor. Her seyirci oyunu izleme açısından aynı derecede şanslı değil, tesadüf sonucu benim oturduğum yerde daha fazla bulundu. Mimiklerini gördüm ama ağız hareketleri boş, hoparlörden gelen ses bende plaback hissi uyandırdı. Elbette biliyorum, oyuncu muhteşem bir efor harcıyor ama yabancılaştım bir kere! Ve vinç üzerinde oyuncuya sanki özel işkence yapıyorlar gibidir. Deliler evinde işkence yapan bakıcılar yerinde sanki yönetmen oturmuş gibidir.
Sahne düzenlemesi vince göre yapılmış,zemin kullanılmamış, hep vincin bayrak asma için kullanılan küçük alan kullanılmış. Zaman zaman vincin direkleri üzerinde bir ip cambazına bakar gibi baktım. Elinde şemsiye, denge ile yol alan bir cambaz!
Erdal Beşikçioğlu yönetmenin beklediği performansı göstermiş ve usta bir oyuncu olduğunu aldığı ödül ile de taçlandırmış. Sözüm elbette olamaz, o dar alanda vinci kontrol etmek, metne hayata vermek ve de ip cambazı gibi ince çizgi üzerinde gidip gelmek kolay bir iş değil. Kolay olmadığını oyun sonuna doğru boşalan terden daha rahat görüyoruz. Oyuncu kendisini gerçekten bu oyun için olması gerekenden daha fazla efor sarf etmesine neden oluyor, nedeni ise sahne düzeni ve yönetmenin oyuna teknolojiyi katmasıdır. Oyuncuyu alkışlıyorum ama elbette buna boyun ağrım izin verdiği kadar!
Oyun ortadadır, orta oyunda olduğu gibi, seyirci oyunun içinde ama orta oyun değil. Bir vincin etrafında sahne düzenlenmiş, seyirci bu vincin etrafında oyunu izlemeye çalıştı. Bazıları şansızdı, çünkü benim kadar oyuncunun yüzünü göremedi. Tesadüf sonucu oraya ve ikinci sıraya oturmuştum. Radyo frekanslarının sesi çok yüksekti, karıştırılmış ses bir gürültü yaratıyordu, radyoda kanal aramak gibi bir duyguyu yaşattı, ara geçişler bu ses frekansları ile yapılmıştı ve çok yüksekti, kulak sağlığı için ne kadar uygun onu bilemiyorum.
Oyun hakkında o kadar çok şey yazıp, başarılıydı demek size garip gelebilir, ama yönetmenin istediği şekilde oyun sahneye çıkmış ve başarılıydı. Ben yönetmen değilim, onun koyduğu oyunun bana yansımasını aktardım. Bu oyuna giderken daha önce yazdığım gibi boyun ağrılarını en aza indirmek için boyunluk almanızı öneririm. Panik atak olanlar bu oyuna gelmesin derim, çünkü gereğinden fazla duman içinde kalıyorsunuz. Yüksek ses konusunda ise bir uyarı yapılmış olsaydı keşke dedim kendi kendime… bu yazı yazarken daha başımın içinde gürültü hala vardı…

İsmail Cem Özkan

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ | ANKARA DT
Yazan : NIKOLAY VASILIYEVIÇ GOGOL
Çeviren : COŞKUN TUNÇTAN 
Oyunlaştıran : SYLVIE LUNEAU - ROGER COGGIO 
Yöneten : CEM EMÜLER
OYUN EKİBİ
DEKOR - GİYSİ TASARIMI
SERTEL ÇETİNER
IŞIK TASARIMI
SEYHUN AYAŞ
ZEYNEL IŞIK
MÜZİK - SES - EFEKT
TAYFUN GÜLTUTAN
YÖNETMEN YARDIMCISI
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU
SAHNE AMİRİ - KONDÜVİT
YUNUS DAŞTAN
IŞIK KUMANDA
MUSTAFA BAL
DEKOR SORUMLULARI
SEYİT ŞAHİN
DURSUN DİNÇSOY
AKSESUAR SORUMLUSU
SERDAR KIZILIRMAK

OYUNCU
ERDAL BEŞİKÇİOĞLU