6 Mayıs 2014 Salı

Projeler özgün olmalıdır…

Projeler özgün olmalıdır…

Güçlü hissedenler, bulundukları ortamda diğerinin kendi hakimiyeti altında olmasına ister. Güçsüz kaldıkları yerlerde ise güçlünün hakimiyetine karşı direnişi hak görür. Kendilerine karşı direniş gösterenleri ise bölücü, bozguncu, zamanına göre terörist, zamanına göre anarşist, zafer yolunda engel… gibi sıfatlar içinde değerlendirme içine alırlar. Fırsatları bulduklarında ise toprağa kan dökmekten de geri durmazlar. Siyaset güç dengesidir derler, ama daha çoğunlukla güç gösterisi olarak yaşam içinde kendisine yol bulmuştur.
Güçlü olanlar, daha fazla güçlü görünmek için kendi medyasını yaratır ve medyasını kendi silahının namlusu içinden olaylara bakmasını ister. Irak işgali sırasında toplum mühendisleri bu yeni medyaya gömülmüş ( embedded) ismini verdiler. Elbette bu terim sadece medya için geçerli olmayacaktı, her alanda embedded uygulamalara şahitlik eder olduk. 
Embedded kelimesi içinde yer alanlar silahın namlusundan olaylara bakar ama kurşun, bomba vb. şeyler atmaz, sadece oradan bakar ve gördüklerini ikna edilmesi gereken hedef kitleye aktarır. Ülkemizde bunun medya dışında ki uygulamasına “akil insanlar” adı altında şahitlik ettik. Akil insanlarda açılımın içine gömüldü ve oradan açılımın ne kadar yararlı, güzel şey olduğunu anlatmaları istendi. Ve bunu da gönüllü olarak yaptılar. 
Düşman tanımı ‘embedded’ kelimesinin somut çıkarımlarının sonucu ile açıklanır oldu. Silahın namlusundan görünen düşman, görünmeyen ise müttefik olarak yerini aldı. Şimşekleri üzerine çeken, daha doğrusu silahın ucu kimi gösterirse geçmişte dost oldukları ve methiye dizdikleri unutulur, yeni duruma uygun olarak düşmanlık ve nefret söylemleri onlara karşı fütursuzca uygulanır. 
Silahın namlusu çıkarlara göre döner, çıkar çatışmasının ve verimlilik yasasına aykırı olan her türlü uygulama düşman kriteri içine girer ve düşman kriteri içinde renk ayrımı yoktur. Düşman olarak görülen karşısında her türlü saldırı aracı mubahtır, saldırı aracının yıkıcılığı gözlerden uzak tutulur. Yeni tarih yazımı embedded bakış açısına uygun olarak sipariş edilir ve yazdırılır. Tarih yazıcıları Irak işgalinde olduğu gibi Amerikan kayıplarını öne çıkarırken, işgal sırasında öldürülen milyonlarca sivil vatandaşı yok sayar. Saldıran mağdurdur ve her koşulda mağdurluğunu öne çıkarmak için ‘akil insanlarına’ görev verir. Akil insanları efendisinin zihnindeki ve hedeflerini bilmeden biliyormuş gibi yapıp, onun niyetleri kendi niyetleri olarak algılar ve potansiyel ikna edilmesi gerekenler hedef kitleye her türlü propaganda aracını kullanarak ulaşmaya çalışır. Akil insanlar genelde çabuk hayal kırıklıkları yaşar, çünkü efendisi kendi kafasında ki hedeften çok uzakta işler yapmakta ve hatta akil insanları / örgütleri ciddiye almadan bildiğini okumaktadır. Zaman zaman bu akil insanların pişmanlıklarının homurtusunu sağdan soldan duyarsınız... 
Akil insanları, işverenin gölgesinde büyümeye çalışan, genelde küçük çıkarları hayatın tek anlamı olarak görenlerden oluşur. Uzun vadeli düşünemezler, kısa vadede verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmek için uğraşır ve görev verene “propagandamız da nasıl bir dil kullanalım?” diye efendisine mahcup şekilde soru sorabilir.  
Kapı kulu öyle bir şeydir ki, güçlü efendisinin kollarında kendisini güvende hisseder, daha güçlü bir efendi bulduğunda kapıyı değiştirmek kendisinde hak görür ve yeni efendisine göre dil kullanır. Medya içinde bunun örneklerini çok görürüz, önce düşmanca, ağza alınmayacak küfürler ile hedef gösterdiği biri çalıştığı medya ya satın alındığında ya da efendisi tarafından işten çıkarıldığında hedefinde yer alanın medyasına girip gönül rahatlığı ile çalışırken, eski efendisi hakkında geçmişte yeni patronu için kullandığı kelimeleri fütursuzca kullanır. Özneler değişmiş, nefret söylemi değişmemiştir. Yaşadığımız çağın itibar gören insanları şimdilik bunlardır, en ufak bir sorunda gidilir onlardan akıl alınır, röportajlar yapılır. 
Namlu ucundan bakan çalışanın adı olmaz, sadece işini yapar!
Embedded yöntemini kullananlar güçlü olanlardır, devlet sahibi olmasına gerek yoktur, kendisini güçlü görenler kendi hakimiyetleri altında kendi çıkarlarına uygun gömülmüş bireyler ya da örgütler kullanmaktan çekinmez. Kendi amaçları doğrultusunda geçmişte denenmiş ama başarılı olmamış birlik, cephe, ortak çatı altında siyaset yapma gibi uygulamaları yeniden hayata karıştırırken, amaçlarına uygun bireyleri, kurumları, örgütleri kendi gölgesinde ve kendi çıkarı doğrultusunda çalışmasını arzular. Elbette gölgeye girip çalışmak bireylerin, örgütlerin, kurumların tercihleri karar verir, gönüllülük esasına dayanır! Gönüllülük ise çıkarların sonucunda oluşur. Çıkarı olmayan birinin gönüllü olarak namlunun ucundan bakmaz, bakamaz, çünkü profesyonel olamaz. Profesyonel olanlardan oluşur embedded kavramı içine girenler. Amatörler işlerine gelmediğinde çekip gidebilirler, ama profesyoneller aldıklarının karşılığını sonuna kadar verirler. 
Ülkemizin siyasal yapısı ve sosyal yapısı dinamiktir, sürekli değişimin içindedir. Bu değişimin içinde çatışmalı olanların kullandığı yöntemler birbirine benzer ve “özgürlük ülkesinin” uyguladığı yöntemleri olduğu gibi kullanmaktan çekinmezler. Irak’ı işgal eden ‘özgürlük ülkesi’ gittiği her yere “barışı ve özgürlüğü” getirmiştir! Ölenler kendilerinden ise sorun vardır, ama düşman yok olmuşsa, olmuştur önemi yoktur. Gezi Direnişi sırasında ölenlere iktidarın bakışı ile nasıl bir paralellik olduğunu görebiliyorsunuz değil mi? Ölen çocuğun annesine binlerce insana yuh çektirmek bile mubahtır bu yeni anlayış ve duruşa göre. 
Ülkemiz sürekli açılımlar içindedir ama hiçbir açılımın sonu gelmemiştir, sürekli açılım lafı ortada dolanır ama açılımın somut hukuki zemini ortada yoktur. Nasıl gelmişse öyle gider mantığı içinde çıkarlara uygun şekilde akil insanlar ve örgütler kullanılır, sanki her şey olmuş gibi hayat içinde karşılığı aranır. 
Açılımın iki tarafı olur, devlet ve çatıştığı kesim. Alevi açılımında devletin muhatabı Alevilerdir, Kürt açılımında Kürtlerdir. Soyut kavramlardır ve soyut kavramlar içinde sözler havada uçuşur, saflar oluşturulur. İttifaklar kurulur, ittifaklar dağılır. Çıkarlar için gerek görüldüğünde bu sözler kullanılır ve muhalif olması gerekenler muhalefet olmaktan çıkarılır, müttefik konuma getirilir. Siyaset güçler arasında denge gibidir ama bizim pratiğimizde ise dengeler bir türlü oluşmaz, güçlünün çıkarı yönünde biçimlendirilir. 
Devlet, kendi embedded’lerini kullanırken, karşısında yer alanlarda kendi embedded’lerini kullanmak için yeni arayışlara girer. Birbirine karbon kağıdı gibi benzeyen yöntemler tek elden çıkmış projenin ürünü gibi siyasetin günlük söylemleri içinde farklı kelimeler içinde buluruz. Embedded rolünü oynamak istemeyenler de açıktan ya da gizli sopa gösterilir ve siyaset içinde yer almak istiyorsanız bizim gölgemiz altında olun denir. 
Son günlerde güç dengeleri içinde ‘aba altından sopa gösterisine’ şahitlik eder olduk.  Kendi kafalarında ki projelerini geniş kesime anlatmak için gölgesi ya da çatısı altında birilerinin olması çok önemlidir, çünkü kendilerinin ‘ağızları ile kuş tutsalar’ dahi ulaşamayacakları geniş bir kesim bulunmaktadır. İkna edilmesi gereken bu geniş kesime her yapının duruş noktasına göre dayanışma içinde olacağı yapılara ihtiyaç vardır ama dayanışma yerine ‘akil örgütler’ isterse ortada sorun var olur. Kendi denetimleri ile ama dayanışma içindekilerine danışmadan kendi kafasındakini açıklayan ve yeni duruma uyum sağlaması beklenen bir esnek yapı beklentisi ortak mücadele özleminin kısa sürede dağılmasına ve gönülsüz işbirliğinin başarısız sonuçlarına şahitlik ederiz. Son yerel seçimler bunun ipuçlarını açıkça ortaya sermiştir. Sonuçlardan ders çıkarma yerine kendi çatıları altında daha fazla yapının yer almasını savunmak sonuçlardan ders alınmadığını ve hala güçlü bakışının hakim olduğunu hissederiz. Güçlü olanlar her şeyi kendi istedikleri gibi olmasını istiyorsa ittifak arayışı yerine, profesyonel çalışma yapacaklar ile iş yapmasının faydası ve daha verimli olacağını düşünüyorum. Diğerleri ise zaten düşmanlık içinde olmadıkları ve yeri geldiğinde ortak mücadele alanlarında olduklarını Gezi Direnişi sırasında gösterdiler. 
Aba altından sopa gösterileri yaparak yeni güç dengesi içinde yeni mevziler kazanılamaz. Yapılırsa eğer, taraflardan birinin daha da zayıflaması anlamına gelir ve muhatabı olan görüşmelerde eli güçlü olan her istediğini ve sözünü karşı tarafa uygulatır. 
Her siyasi yapı gelecek projesini özgün olarak ortaya koymalıdır, birilerin ‘akil örgütü’ olmasına gerek yok. Dayanışma ile embedded olayını ayırmak gerek, karıştırılırsa tarih çizgisi istediklerimiz yönünde yazılamaz. Güçlünün zaferi ve başarıları olarak embedded tarihçiler notlarını tutar. 
İsmail Cem Özkan

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Kötülükler uzata değil!

Kötülükler uzata değil!

Bütün kötülükleri bizden uzakta yaşadığına inanırız, fakat kötülerin hakim olduğu bir sistemde yaşamaya devam ederiz. Kötülerin hakim olduğu yerde ise kötülükler, nefret söylemleri, cinayetler, katliamlar ve her gün şahit olduğumuz ama kanıksadığımız her türlü olumsuz şeyler içinde yaşarız. Yaşadığımız yerin kötülüklerini düşünmeyiz, başka yerde yaşanan kötülüklere bakıp halimize şükrederiz.
Kendimizden kötülükleri uzak tuttuğumuza inanırız; çevremizde katil yoktur, kötü yoktur, hırsız yoktur, onursuz yoktur ama hepsi tarafından çevrelendiğimiz, o kötülüklerin içinde yaşadığımız ve kötülüklerin bizi esir aldığının farkına dahi varamayız.
Dünya sürekli kendi etrafında dönerken, güneşin de etrafında dönüyordur. Hiç birimiz, bu hareketin ve hareketin yaratmış olduğu değişimin farkına dahi varamayız. Sanki her şey stabil ve değişmez gibi. Aristoteles mantığı ile bakarsak; aniden bir şeyler olur ve taştan sinek çıkabilir. Bugün ki bilgilerimiz ile baktığımızda ise Aristoteles’in mantığı çoktan çökmüş ve aniden diye gördüklerimizin bile evrimi olduğunu biliriz.
Farkına varamadığımız ve bizim hayatımızı etkileyen ani değişimler, alıştığımız, kanıksadığımız hareketler sürecidir. Çocukluğumuzda yaşadığımız ve hiç değişmeyecek olan o saf dünya, biz büyüdükçe yok olduğuna ve kirlendiğine şahitlik ederiz.
Korkularımız, biz büyüdükçe büyümeye ve bizi yönetmeye başlar.
Korkunun bizi yönettiğinin farkında olamayız.
Korkan insanın nefesi düzensizdir. Düzensiz nefes alırız ama hiç birimiz, bu düzensiz nefesin bile farkına varmaz, çünkü etrafımızda bulunanların hepsi düzensiz nefes almaya ve vermeye devam eder. Nefesin ritm bozukluğunu sorun olarak görmeyiz. Konuştuğumuz kelimelerin ağzımızdan ne hızla çıktığının farkına dahi varamayız. Bizim için var olan her şey doğaldır.
Yakın tarihimiz kanlar ile yazılmıştır ama buna inanmayız. Dünyanın en refah, en demokrat, en özgür olmasa da göreceli olarak ortalarda olan bir ülkede yaşadığımızı düşünürüz. Kendi kendine yeten, başkaları müdahale etmese barış ve huzur içinde yaşayan ülkenin evladı olmaktan gurur duyarız. Kendi gerçekliğimiz ile yüzleşemeyiz, tarihçilerin işi deriz yaşanan siyasi tercihlerin sonucuna. Başkalarının tercihi, bizim kara alın yazımız olur ama alnımıza sürünen kanın izine farkına dahi varmayız.
Bu topraklarda kelle kesildi, canlı canlı insanlar yakıldı, derisi yüzüldü… Belki insan derisinden abajur bile yapılmış olabilir...
Bizim ülkemizde idam ettikleri adamın mezarı yok, nerede diye soruyorsunuz bilen yok! Mezarsız idam mahkumu olan bir ülkeyiz.
Ne yazık ki vahşiliği hep uzakta ararız ama burnumuzun dibinde olanı görmez ve inanmayız...
Nefret söyleminden medet umanlar var olan düzenin devamından yanadır. Korkuyu ve kötülükleri besler. Nefret, sonuçta ölümü çağırır ve ölürsün, öldürürsün; başkalarının refahı için...
Bizim ülkemizin topraklarının her karışı kan ile sulandı, her sözcük içinde bir nefret söylemini bulabilirsiniz. Bunlar boşuna olmadı, bir iki adam rahat etsin diye, tarihe isim yazdırayım diye binlerce insanı; bitten, çöl sıcaklığında, dağın kışın soğunda telef ettiler. Sırf siyasi irade de olan birilerin egosu tatmin olsun diye…
Hepsi boşuna, hepsi anlamsız; ulaştığımız ana bakarak söyleyebiliriz. O kadar insan bir çakıl taşı vermemek için öldü, ne oldu? Ne o cephe kaldı, ne devlet, ne komutan, ne de siyasetçi... Ölen, öldü ve unutuldu. Yenileni zaten tarih yazmaz, ya kazanan. Kazananın çocukları yaşıyor mu? Hepsi yok oldu, hepsi silindi!
Kim farkında yüzyıl önce büyük ve değişmez siyasetçilerin unutulduğunun.
Ölümler, acılar, çıkmaz sokaklara yapılan seferler, cinayetler, katliamlar, çölde unutulan askerler, karın içinde yazlık kıyafetler ile sefere çıkanlar, bitlerin yediği, farelerin bulaştırdığı hummalı insanlar, cüzamlılar, veremli insanlar, kızamıktan, boğmacadan ölen çocuklar… Çok mu uzak şimdi bunlar. Ayakkabısı olmayan çarık ile dolaşan, çıra ışığı altında gece karanlığında yol arayanlar çok mu uzakta…
İşkencehanelerde işkence yapan polisler, kendilerini tanrı olarak tanıtanlar, benim dilimde konuş diyenler, kıpırdamadan tek ayakta durmaya zorlayan disiplin kuralları çok mu uzakta?
Korkularımız ile bizi yönettiler. Korkularımız ile nasıl, nerede, hangi sınırlar içinde yaşayacağımız bize sorulmadan, düşüncemiz alınmadan karar verdiler ve bizi zorladılar. Zorladılar ama farkına dahi varmadık, kaybettiğimiz haklarımızı gördükçe homurdandık, sonra yeni dar alanda yaşamaya alıştık…
Bütün bunların dışında Gezi Direnişini yaşadık. Tarihimiz ile yüzleşemedik ama ilk adımını kendiliğinden attık. Yürümeye başlayan çocuk gibi heyecanlı, amatörce, düzensiz yürüdük. İlk adım daha sonra atılacak ve dengeli adımlarımızın ilk habercisidir. Adım atma korkusunu yendik, üzerimize serpilen ölü toprağı silkeledik, tam üzerimizde atamadık ama doğru nefes alacak hava ile buluştuk.
Alnımıza sürülen kanı sildik! O kan bizim alnımızda değil, o kanı dökenlerin ellerinde kaldı.
Nefret söylemine karşı bir arada yaşamanın, mücadele etmenin, paylaşmanın, dayanışmanın nimetlerini yeniden öğrendik. İlk defa Gezi Direnişi sırasında doğru nefes aldık, bize korkuyla öğretilen nefes ritim bozukluğunu bıraktık.  
Korkuyu yendik.
İsmail Cem Özkan