30 Ağustos 2014 Cumartesi

Faytonların sesleri şehirleri terk ederken…

Faytonların sesleri şehirleri terk ederken…

Şunun şurası yüzyıl önceden az bir süreç içinde tüm şehirler at sesleri ve faytoncuların sesleri sokakların seslerine karışır, bazıları müşterisinin acelesine göre hızlı, bazısı bir seyir halinde Arnavut kaldırımlarını arşınlarlardı. Atlar, şehirlerin vazgeçilmez araçlarıydı, çünkü motorlu aracımız yoktu. Padişahlar bile törenlere atlar ile gelir, saray arabalarını öyle bir şekilde süslerlerdi ki, sultanın gücünü gösterirdi. Bugün uzak doğuda otobüsler faytonlardan aldıkları mirası taşırlar. O kadar süslü, dantelli, her bir parçasında bir başka hikaye anlatılır. Bizde at arabaları ve atlar çabuk şehri terk etti. Atlar doğa ile kucaklaşmadan sur diplerinde kesildi, sucuk olarak marketlerde yerlerini aldılar. Önce eşekler yok oldu, şimdi birkaç yerde gördüğümüz atlarda yok olmak üzereler.
Son günlerde faytonlara karşı bir protesto görüyorum. Güya at dostu olduğunu söyleyenler faytonlara karşıymış. Ben o karşı olanlara soruyorum neden at yarışlarına karşı değilsiniz, çünkü parası olanlar sizin kulağınızı çeker korkunuz var değil mi, ama zavallı faytoncular, onlar varoşların insanları, en alttakiler... Onların ezmek için imza kampanyaları yapın, onlara karşı sesinizi yükseltin, köpekler bile fakirlere havlar...
Faytonlara karşı olmak bana göre saçma bir düşünce, çünkü faytona binmezsen işlevi olmayan atlar zaten ölecek... Şimdi en azından yaşıyorlar!
Atlar yerine arabayı koyalım, araba çevreye verdiği zarar çok büyük. kuşlar ölüyor, ekoloji bozuluyor, organik yaşamı yok ediyor. Ve sizler hepiniz araçlara biniyorsunuz, neden? Binmeyin, çünkü sizler dolaylı katilsiniz, öldürüyorsunuz canlıları... Atlardan daha büyük bir topluluğu yok ediyorsunuz, katiller! Neden faytona karşı gösterdiğiniz duyarlılığı araçlara göstermiyorsunuz, binmeyin araçlara... Fayton duyarlılığı olanlar araçlara binmeyin, ne uçağa, ne gemiye, ne de otomobile... Hele motobisikletlere asla binmeyin... Bindiğiniz an katilsiniz! Çünkü doğanın sırtına hançer saplıyorsunuz...
Faytonlar sayesinde at çiftlikleri dışında en azından atlar hala toplum içinde yaşıyor, faytonlara ve atlara bakarak geçmişte ulaşım nasıl yapıldığını görüyor çocuklar, araçlar yeni icat edildi sayılır, geçmişin yaşayan ulaşım araçlarını yok etmeyin!
Atlar en azından yaşasın, bakın hiç çevrenizde eşek görüyor musunuz? İki ayaklılardan bahsetmiyorum...
At yarışlarına hayır derseniz bir mantığını bulurum ama fayton düşmanlığını anlamadım. Kim bu önermeyi yapmış ise, faytondan sonra orada büyük olasılıkla başka şeyden para kazanmak isteyen biridir... Çıkarınız için faytonları yok etmeyin, bırakın nostaljik olarak yaşasın... Atlar için daha iyi ahırlar ve bakım isteyin... Fayton kullananlara devlet teşvik versin ki, atlara daha iyi baksınlar...
Fayton gidecek yerine ne gelecek? Bisiklet kiralaması yapan firma mı? Atlara acıyorsanız binmeyin faytona.
Faytonlar zaten ne kadar kaldı, hangi şehirde, hangi adada fayton var?
Fayton gidince yerine araç gelecek, çünkü ev taşınacak, kışlık odun. Onları taşımak için araç şart diyeceksiniz ve o güzelim doğaya gaz bırakacaksınız, yağ bırakacaksınız, lastik bırakacaksınız, atlardan daha fazla kirlilik üreteceksiniz, çünkü sizler çöp üreten canlısınız. Doğaya yapmış olduğunuz tek olumlu şey nedir bilmiyorum ama olumsuzluğunuz o kadar çok ki, bugün yaşanan aşırı sıcaklar sizin eseriniz, geliştirdiğiniz ve övündüğünüz teknolojidir. Faytonlara karşı olanlar neden bu ekolojik değişimi yapan sanayicilere ve daha çok kar elde etmek için doğaya hançer saplayanlara karşı seslerini yükseltmezler? Çünkü bu at sevdalısı olduğunu söyleyenler genelde onların yanında paralı köledir! Para için boyun eğerler, ses çıkarmazlar. Ama zavallı faytoncular olunca, onların şartlarını iyileştirmek için kavga etmek yerine, “kaldırın” diye feryat ediyorlar, feryat edenler çok yüzlüdürler… Kimse kimseyi kandırmasın, sizin at sevginiz yalan, inandırmazsınız bana, çünkü at sevgisi olan doğa sevgisi olan ve ona sevgi ile yaklaşandır. Doğa sevgisi olan doğal olanlar ile yaşamını sürdürmenin yollarını arar, betonlar arasında, gaz çıkaran araçlar içinde sadece faytonculara karşı bildiri yayınlamak sadece etik kurallarından yoksun olmak anlamına gelir, faytonculara karşı olduğunuz kadar at yarışlarına ve sporu sanayileştirenlere ve kumar aracı yapanlara karşı olur!
Bugün şehirler, geçmişin seslerini taşımıyor. Geçmişten kopuk, Arnavut kaldırımlarının yağmur sonrasında bıraktığı toprak ve gübre kokusu yok… Şehirler daha çok fosseptik çukurundan yayılan koku gibi, pislik her yerde ve pislik yaratanlar, çevresinde yaşayan canlıları yok ediyor. O coğrafyada yaşayan gerçek ev sahipleri yerini betonlar almış, insanlar o betonların içinde diğer tüm canlıları yok eden ilaçlar üretmiş, evlerini sürekli ilaçlıyorlar. Siz hiç gördünüz mü çevreniz bir kirpinin özgürce dolaştığını?
Faytonlar geçmiş yüzyılın sesini günümüze taşıyan bir araçtır, sadece nostaljik bir sembol olarak çok az yerde varlıklarını korumaya çalışıyor. Bu sembolik şeye karşı olunurken, geçmişinizi yok etmeye ve belki de bilinçaltınızda olan geçmişinizin üzerine sünger çektiğinizin farkında mısınız?
Geçmişten günümüze gelen küçük bir sesi boğmak size ne kazandırır bilemem, çünkü ben ticaretten anlamam. Faytonların yerine ne ikame edeceksiniz, nasıl para kazanacaksınız bilmiyorum. Faytonlara karşı olmadan önce at yarışlarını ve atları yarışçı şekilde yetiştirilmesine karşı olun derim.
İsmail Cem Özkan

“Bunu ben demiştim” yazısı!

“Bunu ben demiştim” yazısı!

Türkiye sürekli bir rotadan öteki rotaya oturuyor, sürekli değişim içinde. Bu rota elbette batıya doğru değil, Ortadoğu çöllerine doğru gidiyoruz. En son bizler Ortadoğu çöllerinde trenlerimizi ve bitle mücadele ederken bitap düşmüş, sonra ayaklanan Arap milislerin attığı kurşunlar ve İngilizlerin sağladığı olanaklar ile çöl kumlarını kan ile sularken bulunmuştuk. Lozan sözleşmesinden sonra çöller yerine yönümüzü Osmanlının kuruluşunda olduğu gibi batıya dönmüş, o tarafa doğru rotamızı çizmiştik. Ulus devletin kapalı ortamında, sınırlarımızı kalın duvarlar ile örüp, içte sermeye biriktirirken hedef batıydı. 24 Ocak kararları sonrası rotamızın yönü değişmeye başladı, sınırlardaki kalın duvarları yok ederken, sermeye birikimi artık yeterli görülmüş, özelleştirme ile dünyanın her yerinden sermaye akışına olanak sağlanmış.  Para girişi ile birlikte oluşmuş olan tüm değerler, giren paranın amacına doğru değerler birer birer yok oldu ve yerini yeni değerler oluşmadı. Yeni Türkiye bu oluşturulamayan değerler üzerinden yeni kültürünü ve rotasını çizdi. Bu rota Ortadoğu ülkesi gibi olacağımız günleri işaret ediyordu. Güçlü iktidar olacaktı, bu güçlü iktidarın da elbette güçlü lideri olması gerekliydi ve lider de zaten kısa sürede bulundu!
Türkiye’nin kaderi iç dinamiklerden daha çok, dış dinamiklerin etkisi ile değişmektedir. Bu kapitülasyonlardan bu yana süreklilik arz eden bir durumdur. Kısaca iç dinamiklerimizin gücü iktidara bir şeyleri değiştirmeye yetmemektedir. Elbette bu sözü söylerken iç dinamikleri yok saydığım anlamına gelmesin. Elbette iç dinamiklerin de etkisi olduğu rota düzeltmeleri olmuştur, fakat o kadar az ki artık genel çizgiyi etkileyecek boyutta değildir. Tarihimiz içinde değişik zamanlarda kırılmalar olmuştur, bu kırılmalarda tetikleyen unsur her ne kadar iç kırılmalar gibi gözükmüş olsa da sonuçta bu işten kimler karlı çıktı diye baktığımızda ne yazık ki bu değişimlerden en çok dışarıdaki dinamiklerin yararlandığını görürüz.
Genel değerlendirme sonrasında günümüze gelelim, çünkü oluşmuş olan 12 Eylül kırılmasının hala bizler artçı kırılmalarını yaşıyoruz. 12 Eylül’de rotamızın oturtulduğu hat henüz aktüel olma özelliğini korumaktadır. Her kriz dönemi, bir anlamda artçı sallantıyı işaret eder, zamanlaması ortalama on yıl olarak düşünebiliriz. Doksanlı yıllarda “çakıl taşı vermeyiz” denemesinden, bugün daha farklı söylemler ile başka kırılmalar yaşamaktayız. Elbette iktidarı güçlendiren ve iktidarı besleyen bir takım olaylar olmuştur. Eğer bir operasyonda iktidar güçlenerek çıkıyor ise, orada yapılan iş iktidara karşı değil, iktidara rağmen iktidarı güçlendiren bir şeydir. Bugün gelinen ve halkın sandıklarda desteklediği bir lider olması gereken yerdedir, çünkü başka seçenek düşünülecek ve onu zayıflatacak her hangi bir siyasi oluşum yoktur. İktidar, bu iktidara rağmen iktidar olma özelliğini koruyorsa, orada onu iktidarda tutan muhalif bir yapının varlığından söz edebiliriz. Kısaca ve açık olarak dersek, iktidarı muhalefet beslemekte ve iktidarın tüm olumsuzluklarının üstüne perde çekmekten başka işlevi yoktur. Çünkü muhalefet, iktidarın sadece bir yönünün kötü bir kopyasıdır, iktidar ihtiyaç duyduğunda o yönü kendi çıkarı için rahatlıkla kullanabilmektedir. Bugün mecliste bulunan tüm siyasi partiler siyasi iktidarın kriz döneminde yan değneği olma özelliğini göstermiştir. Her kriz döneminde muhalefet partisi değişmiş olsa da genel gözlem içinde her biri zaman içinde yan değnek olarak iktidarın iktidarda kalmasını sağlamıştır. Yani iktidar kriz yönetmesini bilmiş ve iktidar ömrünü uzatmıştır.
Erdoğan siyasi bir liderdir. 12 Eylül siyasi perspektifine uygundur. Hatta arzu edilen bir profile sahiptir. Erdoğan iktidara geldiğinde lider konumunda değildi, zaman içinde lider olmaya ve konulara hakim olmaya başlamış, bugün artık her şeyi ben bilirim konumuna gelmiştir. Erdoğan iktidara geldiği günden bugüne hep kendisini güçlendirmiş, çevresini de rant ile beslemiştir. Her şeyden rant elde etmeyi bilmiş, inşaat sektörünü, ekonomik işleyişi rakipleri karşısında gerek gördüğünde bir silah olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Siyasi güç aynı zamanda ekonomik gücü artırmış, ihalelerden “sakal ovuşturmak” doğal olmuştur. Herhangi bir ihaleden aracının yüzde alması, uluslar arası firmaların değişik ülkelerde rüşvet davalarının açılması ve ceza almasına rağmen ülkemizde her hangi bir tepki olmaması bu işleyişin bizde doğal karşılandığını işaret etmektedir.
Erdoğan cumhurbaşkanı yemini ederek yeni bir sürecin de başladığını işaretini vermiştir. Daha yetkili, daha sorumsuz sorumlu olacağı bir süreç. Çünkü devlet işleyişinden başbakan sorumludur, ama bakanlar kurulunu gerek gördüğünde yeni konumu ile Erdoğan rahatlıkla başkanı olabilecektir. Bakanlar kurulu aldığı her kararı Çankaya taşıyıp fikir alacaktır. Bu beklentiyi bizzat Erdoğan seslendirmektedir.
Yeni süreç elbette yeni operasyonel işleri de haber vermektedir, çünkü cemaate karşı başlatılan ve halen süren bir hareket var. Bu operasyonel dönemde bakanlar kurulu ve AKP yeniden dizayn edildi... Bu yeni düzenlemede Hüseyin Çelik kapı önüne bırakıldı bir anlamı ile, peki neden? Hiç vazgeçilmez olan Hüseyin Çelik neden kapı önüne bırakıldı?
Benim aklıma gelen şey; yeni düzenlemede cemaatlere karşı bir operasyon yapılacak, bu cemaat sadece Gülen çevresi değil, daha geniş düşünülüyor! Bunun ile ilgili ilk ipuçları cemaat medyasında verildi. MİT, cemaati gözlem altına almış, içinden bilgiler alıyor. Kim, nerede, ne yapıyor biliniyor. Erdoğan ne demekteydi, “inlerine ineceğiz!”
Evet, bu “inlere inme” işini yeni sorumlu başbakana yaptıracaklar, çünkü devlette devamlılık esastır.
Peki, Hüseyin Çelik kimdir, ne yapar? AKP dışında ilgilendiği işleri var, vakıf yönetiminde ve cemaat işleri ile içli dışlı. Öte yandan Kürt konusunda duyarlı, Kürdistan yönetimi ile ilişkileri var. Ermeni açılımının mimarları arasındadır. Van’daki Ermeni Kilisesinin açılması ve sene de bir de olsa ibadet yapılmasının mimarlarından. Ama onun hükümet için zayıf karnı cemaat ilişkisi olarak görüldüğünü düşünüyorum. O, AKP sözcüsüdür, o yüzden her konuda bilgi sahibidir, şimdi yapılacak olan operasyonda bilgi sahibi olması istenmemektedir. Çünkü en ufak sızma planların ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çelik, anladığım kadarı ile hükümetin ve AKP’nin cemaat tarafından zayıf karnı olarak görülmektedir.
Kurulan yeni düzenleme, iktidar partisini seçime götürecek kadroları belirleyecektir, yeni milletvekillerini seçecektir. Seçim koşullarına rağmen seçim deneyimi olan Çelik, kapı önüne bırakılıyorsa, basit, sıradan bir şey olmadığını bana düşündürüyor...
Düşünüyorum ama doğru mu çıkacak, bunu zaman gösterecektir

İsmail Cem Özkan

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Obruk tehlikesi şehirlere indi!

Obruk tehlikesi şehirlere indi!

Gün geçmiyor ki ekoloji sistemimizde değişimi konuşmayalım. Yıllar geçmiyor ki, her gelen yaz diğerini aratır hale gelmesin. Yazları çok sıcak ve hatta zaman zaman fırtınalara teslim olduğumuz, felaketler ile iç içe yaşar olduk. Anlık yağışlar ve sel felaketleri toprağı beslemez, çünkü toprak bir anda yağan yağmur etkisi ile suyu içine almaz ve beton işlevi görür.
Yer altı yatırımı olmayan şehirler bir yandan susuzluk tehlikesi ile karşı karşıyayken, öte yanda sel sorunu ile uğraşmaktadır. Çelişki gibi duran bu durum yaşadığımız yazın küçük bir öyküdür.
Kurak bir yaz geçirdik ve geçirmeye de devam ediyoruz. Her ne kadar su baskınlarına neden olan sağanak yağışlar olmuş olsa da; susuzluğumuzu yok edemedi. Kuraklık barajlarımızda suyu buharlaştırdı, şehirler ırmaklardan ve çaylarda son kalan suyu içme suyu olarak çekiyor. Susuzluk artık bir gerçek, su borularından yosun kokusu geliyor, tuz kurudu ve kokuyor!
Bu durum başka bir gerçeği de fısıldıyor, İstanbul ve diğer şehirler için “obruk” tehlikesi var!
Toprağın çökmesi ile oluşan baca veya kuyu görüntüsü veren derin çukurluklara verilen addır, obruk. Çökme içinde yer altında bir boşluk olması gereklidir. O boşluk değişik nedenler ile oluşabilir. Yer altı suyun çekilmesi, maden ocağının üretimi durdurması ve o alanın terk edilmesi ve bir çok neden. obruk için yer altında boşluk olması ve zaman içinde çökmesidir. Bu bilinen bir gerçektir ve ülkemizde Konya Ovasında meydana gelen obruklar ile uzaktan da olsa bilgi sahibiyiz.
Şehirlerimizde obruk tehlikesi varsa, bu tehlikeye karşı nasıl bir tedbir alınıyor?
O konuda bir çalışma var mı?
İstanbul’un altında yer alan kireç taşları üzerine yapılmış bir çalışma var mı?
İstanbul yer altı suları konusunda bir çalışma yapıldı mı, bu konuda elimizde veriler bulunmakta mıdır, yer altı sularının durumu nedir? Çünkü barajların boşalması her ne kadar acil bir konu olarak karşımıza geliyorsa, aynı derecede ve daha tehlikeli olan şey yer altı sularının yok olmasıdır. Ve hayati boyutta önemlidir, çünkü önceden bilinmeyen bir yerleşim yerinde o çukurun oluşması bir çok insanımızın yok olması anlamına gelir. Sadece barajları beslemez yer altı suyu, aynı zamanda toprağı besler. Toprak öldüğünde orada yaşam olmaz.
Elbette şehirler için bu soruyu sormamı gerektiren bir çok neden var ama en önemlisi belediyelerin hizmeti olan yol ve kaldırım çalışmasıdır, çünkü toprağın üstünü beton ile kapladılar, parklar sosyal tesis adına beton ile kaplandı ve doğal olarak yıllardır toprak su ile beslenmiyor...
Bu beton ile kaplanan yerlerin altında bulunan yer altı sularının da yok olduğunu düşünüyorum.
Obruk konusunda sorduğum soru hayati olarak karşımızda duruyor ve depremden daha tehlikelidir...
Yerleşim yerlerinde gözükmez gibi bir düşünce yanlıştır, Almanya’da maden ocakları kapanan şehirlerde gözükmüştür. Araştırırsanız dünyanın bir çok yerleşim yerinde obruk gerçeği ile karşılaşırsınız.
Bu konuda farkındalık yaratıp, sorunu görünür kılmak zorundayız, çünkü birden her hangi birimiz bu çukurlara düşme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Yer altı suları su ile beslenmediğinde kaçınılmaz olarak boşluklar oluşur ve yeryüzünün basıncına dayanamaz. Bu bir depremden daha sinsidir ve ne yazık ki ölümcüldür.
Obruk, Konya ovasından şehirlere indi, bu sorun ile baş edilebilinir, yeter ki elimizde veriler olsun. Görebildiğim ve araştırmalarımın sonucunda elimizde veri yok, hatta bir çok şehrimizin yer altı haritası dahi yoktur. Bu sorun zengin fakir ayrımı yapmaz, neresinin altı boşaldığını bilemeyiz. Hiçbir bina obruk karşısında güvenli değildir, hiçbir gökdelen obruk içine düşmez ve yıkılmaz değildir. Binaları depremlere göre yapanlar, obruk karşısında çaresizdir. Bizim bilmediğimiz ve yer altı sularının yapmış olduğu nice yer altı nehri kurudu, mağaraların içi büyük olasılıkla boş!
Bir çok şehirde kanalizasyon ağı yok, yer altına bırakılıyor kanalizasyon. Kanalizasyonun yaratmış olduğu gaz sıkışması ve patlamasının tehlikesini İstanbul’da yaşanan çöp patlaması ile görmüştük. Yer altında bizi bir çok tehlike bekliyor ya da oluşmaya ve olgunlaşmaya devam ediyor…
Her an bir obruk gerçeği ile karşılaşabiliriz. Bunun tek suçlusu elbette var olan iktidar ve yönetim değildir ama önlem alınmazsa ne yazık ki, işlenen cinayette en büyük parmak izi sahibi olarak anılacaktır.
Şehri yönetenler, lütfen toprağın su ve hava alması için mekanlar yaratın, çünkü o canlıdır ve sürekli değişim yaşar. Ekolojik sistemin en önemli ayağıdır, onun üzerini beton ile kaplamayın, nefes alamazsa ölür. Bırakın, şehir biraz tozlu olsun, yağmur yağdığında şehir toprak koksun!

İsmail Cem Özkan