5 Eylül 2014 Cuma

Yazlık: Şehrin Kolonisi

Yazlık: Şehrin Kolonisi

Salt Beyoğlu’nda açılan bir sergi üzerine hala düşünüyorum, çünkü sergiyi gezdim, gördüm ve benim üstünde ne gibi etkiler bıraktı anlamında düşünmekteyim. Bugüne kadar yaşantımız içinde sıkça karşılaştığımız bir olgunun üzerine sergi düzenlenmiş ve uzun araştırmalar sonrasında bizlerin beğenisine sunulmakla kalmamış, bizlere kısaca benimsediğiniz bir konuda düşünün demektedir. Gerçekten bugüne kadar tatil sohbetleri arasında sıkça duyduğumuz yazlık nedir? Ne zaman oluşmuştur, nasıl bir sosyal değişimin ürünü olarak yaşantımız içine aldık?
Yazlıklar bir anlamda senede bir kere gittiğimiz ya da gidemediğimiz bir coğrafi alan içindeki binadır. O bina genellikle ucuz olsun diye betonarme şekilde üretilmiş ve genelde estetik yoksunu geçici yaşadığımız alanlardı. Zaman içinde betonarme binaların yerini estetik, kullanışlı, modern mimarlık eseri olanlarda yaşantımız içine girmiş olsa da bu kooperatif binalar içinde yok denecek kadar azdır. Genelde yazlıklar sahil şeridi içinde siteler halinde inşaat edilmiştir, bu sayede hem ucuz hem de satışı, kiralanması kolay bir yaşam alanı olmuştur. Ekonomi çarkının işlediği bir çağda gayrimenkuller değerlendirilmesi önemlidir, ölü bir yatırım olarak doğan yazlıklar bugün ekonomi çarkı içinde ailelere belirli süre kiraya verilen küçük işletme halini almıştır. Bu değişim elbette her sene birbirini tekrarlayan tatil monotonluğunu da yok etmekte ve yerli turist olma özelliğinden evrensel bir gezgin olmaya doğru adımlar atılmasına da neden olmuştur. Henüz emekleme dönemi yaşıyor olsak da istikrarlı bir şekilde yurt dışına çıkan nüfus artışından bahsedebiliriz. Bu elbette yaşam kalitemizin ve dünyaya bakış açımız ile orantılıdır. Bundan otuz yıl öncesinde yurt dışına çıkış, aile birleşimleri ve yurt dışında yaşayan aile ziyaretleri haricinde yurt dışına çıkan hatırı sayılı nüfustan bahsetmezdik, bugün ise artık gruplar halinde gezileri olağan görmeye başladık.
Tarihsel olarak yazlık kavramını incelersek, elbette son yıllarda gelişen bir olgu değildir. Yazlık Avrupa kültürü içinde sörfler için olağan bir dinlenme ve senenin yorgunluğunu atma alanı olarak karşımıza çıkar. Yazlıklarında Dük, Baron, Kont… gibi toprak sahipleri yaz ayına özgü göçmen kuş avlama partileri yapmakta ve daha çok orman içinde ve göl kenarında yerleri tercih ediyorlardı. Bu Osmanlı döneminde de saray ve imparatorluk ailesi içinde geçerliydi. Onlar için yapılmış kuş evleri, dinlenme yerleri mevcuttur. Yaz aylarının sıcağı ve neminden kaçmak için yazlık saraylar yapılmış, bu yazlık saraylar saltanattan çok uzakta değildir. Vakti olanlar ve yaz aylarında çalışmak zorunda zenginler, saray çalışanları ve padişah ailesi için yazlık kavramı mevcuttur. Bugün anladığımız bir yazlık ve tatil anlayışı ile ilgili değildir. O dönemin kültürü ve yaşama bakışına göre mevsimlere göre yazlık, kışlık mekanlar yapılmıştır. Yazlık kavramı elbette Roma dönemi ile ilintilidir,  çünkü Roma kültürü bugün dahi bizleri etkilemeye ve günlük davranışımızda tercihlerimizin oluşmasında bilinçaltına fısıltılar halinde etkilememeye devam etmektedir. Tatil ve yazlık kavramını roma kalıntıları üzerinden ve elimize ulaşan öyküleri iyi incelersek onlardan bugüne kalmış bir miras olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız.
“Orta Asya’dan bir kısrak başı gibi” bu ülkeye gelenlerin yazlık anlayışı ise yaylalardır. Türkmen, Kafkas halkaları ve Kürtlerin her sene yaylaya göçü bir şölendir. Yaylada geçirilen yaz, her ne kadar başlarda kıl çadırı olan mekanlar iken, bugün daha yerleşik yayla evlerinden bahsedebiliriz. Yazlık deniz kenarında olan bir yerleşim yeri olmadığı gerçeği ile tarihsel süreç incelendiğinde karşılaşırız.
Bugün ki anlayışımız daha çok yazlık denildi mi deniz sahilinde, sahil şeridi boyunca uzanan ağaçların kesilip yerlerine beton dikildiği alanlar olarak yazlık ile doğayı betonlaştırdık, sahilleri yağmalarken oranın yerli canlılarını kendi yaşantımızın içinden çıkardık. İşgalciydik ama yerlileri işgalci görüp en ağır ilaçlar ile onları oradan uzaklaştırdık ya da yok ettik. Sahiller bir çok canlının barınma yeri iken, bugün denize girdiğimiz, denizin içinde taşları ve kayaları ayağımıza batıyor diye kaldırdığımız, bizi rahatsız edebilecek canlıları yok ettiğimiz, bizim için homojen ve steril bir alan yarattık.
Yazlıklar sahillerin yağmalanması ve betonlaşması anlamında karşımıza çıkmıştır. Çünkü yazlık sadece yazları gidip tatil yaptığımız yerleşim yeri değil, orası yılda bir ya da gitsek gitmesek de o ev, beton, bahçe ve sahil bizimdir! Üstelik oranın gerçek yerlileri oradan sürülmüş, coğrafi yapısı değiştirilmiş, ekolojik dengesi bozulmuş bir coğrafik alana yazlık adını verdik.
Yazlıklar sahil kenarında olduğu için ve kış ayları boyunca içinde yaşamın olmadığı betonarme binalar oluşan buhar ve tuzun etkisi ile çürümekte ve her sene yeni baştan bakım zorunlu hale gelmektedir. Hırsızlık vb sorunlardan bahsetmediğimiz halde önemli bir ekonomik anlamda getirisi yerine götürüsü olan bir kara delik işlevini görmektedir. Peki, neden yazlıklar bir dönemde birden popüler hale geldi ve şehirler ulaşımı en kolay ve sahilinde denize girilecek alanları kendi kolonilerini inşaat ya da işgal ettiler? Ekonomik olarak verimli olmayan yazlıklar nasıl oldu da birden mantar biter gibi bütün sahilleri işgal etti ve orada önemli bir çevre kirliliği yarattı?
Bu karma ekonomi tercihinde aramak gereklidir. Yeni kurulan Türkiye, ekonomide devletçi yapıdan daha çok karma ekonomiyi tercih etmiş ve buna göre bir siyasi, kültürel, sosyolojik bir üst yapının oluşması sağlanmıştır. Önceleri yönetim kadrosunda olan ve ayrıcalıklı (zengin ve bürokraside önemli yerde görev yapan)  vatandaşların yararlandığı bir ve henüz köylü olan vatandaşların ona ulaşmayı bırakın düşünemediği bir zaman diliminde başlamıştır. İlk turistlik bölge ilk yazlıklarında oluştuğu alanlardır. İlk defa saray ailesi dışında bürokraside görev yapan ve olanağı olanların deniz kenarında bir mekanı olmuştur. Yazlık sahil şeridinde görünmeye başlaması ve ülkenin siyasi ve her mahallede zengin yaratma projesi yazlık sayısının artmasına ve yeni bakir bölgelerin oturma açılması söz konusudur. Amasra’nın turizm ile tanışması ve ilk pansiyonculuğun yapılması tesadüfi değildir, çünkü yeni rejim burada ilk turizm sınavını verir. Zaman içinde Amasra özelliğini kaybedecek, çünkü sanatçılar ve aydınlar sürüldükleri yerleri birer turizm cenneti yapacak ve “Mavi Tur” kavramını turizm literatürüne kazandıracaklardır.
12 Eylül 1980 liberal ekonominin bu ülkede hayat bulması ve yeni bir yaşam ve düşünce yapısı içinde yazlıklar sahilleri bir anlamda yağmalamakta ve bu devletin en üst makamının yaşamı ile örneklemektedir. Fethiye - Göcek ve Özal kelimeleri yan yana gelirse tarihimiz bize bir çok şeyi daha çıplak anlatacaktır. Bakir koylar dünyaya açılacaktır, yatların yağları ve pis suları körfezlere dökülürken, liman ihtiyacı ortaya çıkmış ve bu amaçla bir zamanlar köy olan yerler şehirleşmeye yaz ve kış nüfusu arasında büyük farklar oluşmasına sebep olmuştur. Dengesiz büyüme ve kontrolsüz yağmalama dönüşü zor tahribatlara yol açmış, gerek nüfus demografik yapısı, gerek coğrafik özellikler bu yeni anlayışa uygun olarak yağmalanmış ve bir çok yerde ölü yatırım olarak kalıcı bir iz bırakmıştır. Mısır kraliçesi Kleopatra kendi yaşamı içinde Fethiye Göcek sahillerine bir gelmiş, orada güzellik ve sağlık almış olduğu hamam bile artık bir rant alanı olmuş ve bu yeni rant alanı içinde yok edilmiştir.
Yazlık bugün dahi varlığını korumakta ve hala sahillerimiz içinde yeni yazlıkların yapılmasına devam edilmektedir. Yazlıkların oluştuğu alanlar B2 yasası ile orman yangınları teşvik edilmiş ve yeni oksijen deposu olan alanlar birer karbondioksit deposuna doğru dönmektedir. Sahil kasabalar yaz aylarında büyük şehirlere dönüşürken, kışları sesiz ve terk edilmiş bir batı kovboy kasabası özelliğini göstermektedir. Bu dengesizlik elbette orada olması gereken alt yapıyı ve kanalizasyon, çöp arıtma tesislerinin hayat bulmasını imkan verecek ekonomik girdiyi imkansız hale getirmekte ve sorunlardan geçici çözümler ile gözden ırakta yapılmaktadır.
Yazlıklar geçici oturduğumuz yerlerdir ama denizlerimizi, derelerimizi ve yer altı sularını kirletmeye ve yaşam alanımızı diğer hayvanlar dışında bizimde kısıtlamaktadır. Koloni, sömürge anlamından türemiştir ve yazlıklar şehirlerin sömürdüğü bir yaşam alanı olarak varlığını korumaktadır.
Salt Beyoğlu’da başlayan sergi bende bu düşünceleri oluşturdu ama sergide elbette bunların hepsini bulma imkanınız yok. Biraz zayıf kalmış sergi ama amaç ve hedef konusunda belki de ben gerçek anlamda algılamamış da olabilirim.
İsmail Cem Özkan

Yazlık: Şehirlerin Kolonisi
5 Eylül – 16 Kasım 2014
Salt Beyoğlu


4 Eylül 2014 Perşembe

Bir ikona aşık olmak!

Bir ikona aşık olmak!

Pınar Çekirge aşkına hiç ihanet etmedi, hep sevdi, her zaman bunu dillendirmekten de çekinmedi. O bir ikona aşık olmuştu, ikon kendi yaşamının koşturması içinde, yapımcıların arka arkaya getirdiği nefes almamacasına bir setten ötekine taşıyordu. İkonun sesi yoktu, sesi başkası hayata verirken, o perdeye kendi görüntüsünü ve sessiz film gibi mimiklerini yansıtmaya çalışıyordu. Her şeyi kamera önünde öğrenecekti, ona kamera önünde nasıl davranmasını öğretecek ne bir öğretmen vardı ne de yönetmen, çünkü zamanları yoktu. Bir film bittiğinde diğerinin çekimleri hemen başlar, senaryo denen kağıt parçaları çekim öncesi kısa bir sunum ile anlatılırdı. Artık ondan o şekilde davranması beklenirdi. 
O sarışın bir ikondu ve şehri temsil ediyordu, öte yandan geleceği de. Sabır ile davrana mutlu sonu hak eder, ne kadar eziyet çekerse çeksin!
O beyaz perdenin bir imgesi olmuştu, o imge bir çok genç kızın hayalini süslerken, dergiler aracılığı ile kendisine haran bir erkek kitlesi yaratıyordu. Açık hava sinemalara akşamları giden halk, onun perdede görünmesini sabır ile bekler, giymiş olduğu hırkanın şeklini çıkarmaya çalışırlardı ellerde yünler ve şişler ile. O artık evin bir parçasıydı ve onun kıyafetleri, görünümü, yürüyüşü toplumun bir yönünü etkiliyordu, etkilemeseydi, arka arkaya çekilen o kadar filme kim giderdi. Filmleri salonları dolduruyor, salonların dolması yapımcıyı mutlu ediyor ve yeni filmin startını hemen veriyordu.
Filiz Akın, dört yapraklı yoncanın bir yaprağını temsil etmektedir. Dört yapraklı yonca şans demektir, umudu anlatır, güveni ve istikrarın habercisidir. Bir anlamı ile bu starlar topluma güven, huzur ve gelecek günlerin güzel haberlerinin geleceğini fısıldamaktalar. 
Dört yapraklı yoncanın bir yaprağı olacağını bilemeden girdi beyaz perdenin dünyasına. Artist mecmuasına gönderdiği bir fotoğraf, onun hayatını değiştireceğini ve genç cumhuriyetin starı olacağını bilemezdi. Henüz on dokuz yaşındaydı ve girdiği yarışmada birinci olmuştu. Fotoğrafı derginin kapağını kaplamış, bütün ülkeye yeni sanatçı olarak tanıtıldığı günlerde, okumuş, dil bilen ve şehirli bir kız olarak dikkatleri üzerine çekiyordu. 
Bozkırın havasından İstanbul’un Yeşilçam’ına doğru yola çıktığında henüz hayata ürkek bir kuş edası ile bakıyordu. Artık o İstanbul’un sinema dünyasının bir parçası olacaktı, birbirini izleyen ve birbirine benzeyen filmlerde rol alıyor ve dönemin ihtiyaçlarına yanıt veren bir yıldız olarak doğmuştu. O bir yıldız olarak sinemaya adımını atmış ve yıldız olarak yaşamasını bilmiştir ve iktisatta geçerli olan çan eğrisinin tepesindeyken sinemayı o bıraktı. Yüzden fazla filmde rol almış, birbirinden değerli yönetmenler ile çalışmış olmasına rağmen, kendi değimi ile kaliteli ve kendisini gösterebileceği filmler/ senaryolar karşısına çıkmamıştı. Yönetmenlerin en kötü filmlerinde rol almış olmasına rağmen, gönüllerde kurduğu taht, zaman içinde bir ikona dönecek ve unutulmazlar arasında yerini koruyacaktı. 
Pınar Çekirge’nin filmleri değerlendirmesi sonucuna göre yüzde onu sinema tarihine altın harfler ile unutulmazlar arasına kendisini kayıt ettirecek ve oradan geleceğe hep başı dik, onurlu, ülkenin batılı yüzü olarak hep gülümseyecektir. O bir sinema starıdır ve ikon olmuştur. Sahne ve tv ekranları için yaptıkları onun geçmişinin başarısının üzerine çıkmamış, hep sinemanın gölgesinde kalmıştır. O sinema ile tarihimizin belirli döneminde yerini almış ve hep orada kalmıştır. 
Peki, neden stara dayalı bir sinemamız oldu, neden şu anda starların yerini yönetmenler aldı sorusu aklınıza geliyordur, çünkü hepsi bir pazarlama yöntemi olarak karşımızda dururken, gözümüz ile görmediğimiz, kulağımız ile duymadığımız yapımcı, yani sermayenin neden görünür kılınmadığını sorguladınız mı? Bütün bu pazarlama araçlarının arkasında ki sermayenin istemleri sinemayı, sanatı, sanatçıyı belirlemekte ve kendi ihtiyaçlarına cevap bulmaktadır. Sermayenin ihtiyacı daha çok para ve daha çok ürünün piyasaya sürümüdür. Bunun içinde sömürü kaçınılmazdır. Para yatıran, parasına artı değer katarak kasasına koymak için hesaplar yapar ve güvendiği işe riski en az düzeyde tutacak şekilde parayı yatırır. Sermaye için risk önemlidir, o yüzden en az riskli olan şey daha önce denenmişi ve başarı kazanılmışı tekrar etmektir. Sinemamız doğuşundan star dönemine geçiş bütün bu ihtiyaçlara aranan cevaplardır. Star dönemi olarak kabul ettiğimiz altmışlı ve yetmişli yılların başında birbirine benzer ve sadece starların perdede gözükmesine dayalı gösterimlerin olması tesadüfi değildir. İkinci tesadüfi olmayan şey ise, iktidarın ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi ihtiyaçlar. Karmaşadan çıkmış, bir askeri darbe sonrası ve idam edilen siyasi liderler. Halk bir anlamda yeni dönemde de bastırılmış, sindirilmiş ve kendisini nispi olarak ifade ediyor gibi gözüküp, sessizce onayladığı bir dönemi işaret ediyor. Bu dönemde beyaz perdede verilen mesaj, sonu iyi biten filmler ve dramlardır. Her dramın, trajedinin sonu iyi biter. O yüzden yaşadığınız trajedi ve dram ne olursa olsun sabredin, sonunda hep birlikte güleceğiz mesajı bütün toplumun katmanlarına verilmektedir. Sınıf farkı ve kültürler arası ayrılıklar yok sayılmış, her orta düzeyde seyirciye bilinçaltına verilen mesajlı filmler denetleme kurulundan çabuk çıkıp, ülkenin en uzak köşesine kadar gidiyordu. 
Sözünü ettiğimiz altmışlı yıllarda ki sinema dünyasında yer alan sermeye grubu, bir sinema sektörü oluşturma yerine her filmden en çok kazanç elde etmeyi ve kısa yoldan Beyoğlu ile özdeşlemiş Sülün Osman geleneği ad değiştirerek Selçuk Parsadan ve şimdi adını bilmediğim bir isim ile yaşatmaktır. Bugün o günlerden bugüne yaşayan nice Sülün Osmanlar bu piyasadan gelip geçti. Köyden gelmiş, gözü henüz açılmamış, saf, temiz ama bir an önce zengin olma hayali olanlara Taksim meydanında bulunan anıt hala pazarlanmaya devam ediliyor. Nice güzel ve yakışıklı gençlerimiz Beyoğlu piyasasında meze olarak pazarlanma işlerini şekil değiştirmiş de olsa içerik olarak bugün varlığını koruduğunu düşünüyorum. Çünkü hala bir sinema sektörü oluşmadığına göre, bu piyasa, her ne kadar özneler değişmiş olsa da kendisini tekrar ederek ve zaman içinde biraz değişerek konumunu korumaktadır. 
Dünün starlarının yerini, bugün belli yönetmenlerin alması sermaye için bir şey ifade etmemektedir, aynı şekilde koydukları paranın karışlığını iş yapacağı insana yatırım ile “çorbasını” ısıtmaya ve var etmeye devam etmektedir. O yüzden yönetmenlerde adı duyulmuş, ekranlarda biraz popüler olmuş ve popüler sanatçılar arasından seçerek, yeni kişilerin yarışmalar aracılığı ile piyasa içine kaynaştırarak bir süreklilik kazandırılmış bir piyasadan söz etmekteyiz. Geçmişin dergilerin yaptığı işlevi bugün yarışmalar ve ekranlar aracılığı ile yaz döneminde uygulanan ve iş yapması beklenmeyen avantür işler ile piyasanın tepkisi ölçülmekte ve olumlu mesaj alınan yapımlar devam ettirilmektedir. Bu durum yeni bir anlayışı da beraberinde getirmiştir, çünkü sermaye grubunun tamamı ile değiştiği, yapımcılar, dağıtımcılar ve tv sahiplerinin inisiyatiflerine daha bağlı konuma gelmiştir. Film ve dizi film için para yatıranlar bu işin lojistik yönünü düşünmek ve çözmek zorundadır, çünkü ürettirdiği bir film, dizi elinde patlama ve iflas etmesi anlık bir durum olarak kendisini son yıllarda can alıcı şekilde hissettirmektedir. 
Çekilecek her film için bile bugün geçmişin starları olmasa da ünlü, iş yapacak yüzler aranır. İsmi olmayanlar ile çekilen bir fil büyük bir risktir, seyirci her ne kadar her şeyi tüketir gibi algı oluşmuş olsa da tüketim de hala seçicidir. Sinema / tv piyasamız sürekli değişi yaşamakta ve bu değişim her siyasi iktidar değişimi gibi bir birine paralel günlük olayların ve beklentilerin de izlerini üzerinde taşımaktadır. 
Zamanın ruhunu incelemek istiyorsanız, ülkemizde üretilen sinemalarımızın içeriğine, sesleniş diline bakın, o zamanın ruhunda ki toplumsal reflekslerimizi, algılarımızı gözlemleyebilirsiniz. Sinemamız günlük siyasi atmosferden bağımsız değildir, devletin ihtiyaçlarına göre ve sermayenin çıkarlarına uygun olarak konu çeşitliliğine gidebilmektedir. Devletten bağımsız, özgür bir sinemamız hiç olmamıştır, olma ihtimali de sermayenin devlet ile ilişkisine bağlı olarak yoktur. 
Pınar Çekirge, Başrolde Filiz Akın adlı kitabını oluştururken bir sinema zamanı kullanmış. Kitabın orta sayfalarına ulaştığımızda on dakika ara verip, o döne Filiz Akın ile birlikte aynı setleri paylaşmış Hulusi Kentmen, Necdet Tosun, Mualla Sürer kişilikleri çerçevesinde o dönemde perdeye yansıyan nice sinema emekçisinin anısını sayfalara yansıtır. Her biri özverili, güzel, değerli, dostları ile dayanışmasını bilen ve bugün unutulan meziyetlere sahip insanlardı. Onlar Filiz Akın’ı yaratmış ve beslemişlerdir. Onlarsız ne Filiz Akın olur, ne de diğer yonca yaprakları, ne de erkek starlar. İyi oyuncu gösteren yanında ve birlikte rol aldığı insanların yetenekleridir, onların iyi oynamaları starı daha büyük yapar ve ikon seviyesine taşır. 
Kitap her ne kadar Pınar Çekirge imzası ile çıkmışsa da Pınar Çekirge, alçakgönüllülüğünü bu kitapta da göstermiş, Filiz Akın hakkında yazanların birbirinden değerli yazarlar da kitabın sayfalarına; hem başlangıçta hem de son bölümünde yer ayırmıştır. Pınar Çekirge bir anlamda Filiz Akın hakkında kim ne yazmışsa bir ansiklopedi kaynakçası hazırlar gibi kitabını hazırlamış ve araştırmacılar için bir fener görevini sunmuştur.  
Pınar Çekirge aşkına hiç ihanet etmedi, etmediği gibi oturup kitabını yazdı. Aşkın ve tutkunun bir kitabı olarak son satırına kadar okudum ve bu içten duyguları yansıtan satırları okumaktan büyük keyif aldım. 
Sinemanın (bize ait ama tartışmalı tarih olarak) yüzüncü yılında yayınlan bu kitap bir döneme damgasını vuran star sistemini anlamak ve o dönemi o günkü koşullar içinde anlamak için önemli bir kaynak olarak karşımda duruyor. Bu zaman içinde yayınlanmasının bir anlamı ve değeri var, çünkü bugünkü sinemamız nereden geldiği ve nereye gidiyor sorusunu sormak için öncelikle bazı şeyleri bilmek gereklidir, bu kitap ile bu açığa karşı yapılmış en güzel müdahaledir diye düşünüyorum. Şimdiden iyi okumalar, benim gibi umarım zevk alırsınız. 
İsmail Cem Özkan


Pınar Çekirge
Başrolde Filiz Akın
Altın Bilek Yayınları, 2014
ISBN 978-605-5831-68-7



3 Eylül 2014 Çarşamba

Solda birlik!

Solda birlik!

Solda birlik kavramına inanmayanlardanım, önyargım gereği sol birlik olamaz! Çünkü solun birlik olabilmesi için durduğu zemini iyi tahlil etmesi gereklidir, ki benim izleyebildiğim kadarı ile sol örgütsel yapılar bulunduğu zemini tanımlama yerine olayların arkasına takılmış savrulmaktadır.
Gündemin peşinde, iktidar partisinin gündemi ve yan sorunları ile ilgilenen, kendisine ait ve yaşamı etkileyecek bir gündem yaratamamış bir solun birlikteliği, yeni gündemlerin oluşması için güç birliği oluşturmadığı, oluşturamadığını 12 Eylül sonrası yaşanan olaylar ile görmekteyiz.
Sol, en büyük birlikteliğini 12 Eylül sonrası oluşturulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi ile gerçekleştirmiş ve mücadele için önemli adımlar atmış olsa da, mücadeleyi sonuna kadar götürememiş ve iç bileşenlerinin iç ayrışma ve çatışması ile sonuçlanmıştır. Bunu yenilginin bir sonucu olarak okuyabiliriz, ama yenilgi travmasını henüz üzerinden atamayan solun yeni birliktelikleri yeni ayrılıklar anlama geldiğini ÖDP geçeği ile yeniden karşılaşırız. Gözyaşları içinde kurulan yasal parti, “bir arada yaşamı savunalım!” sloganı ile yeni bir şeyler söylemeye başlarken, birden bir arada olamayacaklarını anlamışlar gibi kısa sürede dağılma ile sonuçlandı. En büyük nedeni; bileşenlerinin gündeme, bulundukları ana dair; gerçekçi, somut bir değerlendirmelerinin olmayışıdır. Sosyalizm hedefi olduğunu söyleyenlerin nasıl bir ülkede yaşadıklarını bile henüz net olarak değerlendiremedikleri ve pratik günlük olayların etkisi ile farklı duruş sergilemeleri bu ayrılıkları tetiklemiştir. Pratik duruşun her zaman ileri aşaması işin teorileştirilmesidir ki, bu teorileştirmelerde bile mantık bütünlüğü olduğunu söylemek güçtür.
“Bir Arada Yaşamı Savunalım” diyenler bir arada olmadığı ortamda bu sloganın işlevi bitmiştir, yaratılan bir sloganın yaşaması için dahi olanak sunamamış bir sol ile karşı karşıyayız.
Shop in shop mantığı kapitalist işletmeler için anlaşılır, çünkü bir mekanı farklı firmalar ile kullanırsanız malın ve paranın hareketi için yeni olanaklar yaratmak anlamına gelir, fakat bu yöntemi siyasi birliktelikler için kullanmak başarıyı değil başarısızlıkları ve yaşanan yenilgi travmasının daha da derinleşmesi anlamına gelmektedir.
Sol, krizi yönetememiştir, yönetemediği içinde yaşadığı travmayı aşamamıştır!
Bu konu hakkında hemen hepimiz bir çok yazı yazmış, konuşmuş ama hala bu kaotik durumu aşmak içinde somut bir şey yapamamışız. Sadece “Gezi Direnişi” ve süreci yeni kapı araladığından bahsedip, o aralanan kapıyı daha çok açmak ve lider kadroların yerlerine gençlere bırakması sözleri sözde kalmış, örgütsel anlamda ve pratik anlamında adımlar atılmamıştır. Adım atamayanlar yine eski kadrolar ile ve bol tecrübesi olan ama krizi yönetemeyenler yeni birliktelik için arayışlara girmiş ve arayış içinde olanlar ‘Gezi Direnişini’ anlamış gibi yapan ama gerçek anlamda anlayamayanlar birlikteliği ile olarak karşımızda durmaktadır.
Solun nihai hedefi devrimdir!
Devrim hedefi yola çıkanlar ‘demokrasi’ için mücadele etmekten devrimci bir örgütsel yapı için çalışmaya fırsat bulamamıştır.
Gezi direnişi somut olarak ortaya çıkarmıştır ki, ülkenin devrim koşulları altında dahi bunu yönlendirecek ve liderlik yapacak devrimci bir örgütü yoktur, örgütü olmaması dışında bunu yapacak bir devrimci zihniyeti de yoktur! En azından bir zihniyet olmuş olsaydı, devrim için yapılması gerekenleri dünya ölçeğinde binlerce kez sınanmış yöntemleri uygulayan yapılanmalar mevcut olurdu!
“Küçük olsun benim olsun” mantığı içinde, güçlü oldukları yerlerde diğer düşünce yapısında olanları örgütsel çalışmasını engellemek bize özgü bir hastalık olarak varlığını korumakta, hatta diğer ve rakip olarak gördüğü hareketlerin ilk adımında zor ile susturmayı bir doğal şeymiş gibi görme alışkanlığı devam etmektedir. En olmaması zamanlarda sol içi çatışma birden ortaya çıkmakta ve atılan olumlu adımların yok olması anlamına da gelmektedir.
Sol kitlesel olmaktan korkmaktadır!
Sol, kitlesel halk hareketi olmak zorundadır ama halk hareketi sadece dergi/ gazete başlığında geçen bir söz olarak varlığını korur. “Halk” kavramı sadece örgüt üyesi olanlar anlaşılmaktadır! Çünkü, sol kendisi üyelerini kontrol etmekten korktukları için kitlesel olmayı tercih etmemektedir, çünkü kitlesel olursa içine her türlü ‘sızma’nın olacağı ve bu sızma ile kendisini arkadan hançerleneceği korkusu vardır. Sol içinde “hain”, “itirafçı”, “ajan” olduğu gerekçeleri ile bir çok insanın infazını kara leke olarak tarihinde taşımasına rağmen, hala “en temiz örgüt biziz” söylemini kullanmaktan çekinmezler. En temiz anlamı “en homojen örgüt” olmak anlamındadır.
24 Ocak kararları sonrası liberalleşen yaşam biçimi ve düşünce yapısı aynı zamanda sol içinde var olan kirlenmeyi hızlandırmış, kirlenme sonucunda eli temiz sol birey bile ortadan kalkmıştır. Diyojen gibi elimize fener alıp sokağa çıksak da bu kirlilik ortamında temiz politikacı bulmak gerçekten zordur.
Gezi Direnişi, sol kulvara bir çok eli temiz bireyi taşımış olmuş olsa da bu temiz bireylerin solu biçimlendirmesi, yönlendirmesi için somut olanağı yoktur. Çünkü var olan kalıplaşmış ve cemaat ilişkisi içinde olan siyasi yapıların içinde yaşama ve söz söyleme haklarını elde etme imkanları yoktur. Gezi Direnişi kendiliğinden yeni bir siyasi yapıyı oluşturacak kadar birikim sahibi değildir, çünkü çok kısa sürmüştür, arkasında güzel anılar bırakıp siyasi tarihimiz içinde erimeye başlamış ve yok olma tehlikesi altındadır. Bu erimenin en somut izdüşümü her ne kadar polis ve iktidar baskısı gibi gözükmüş olsa da bunun gerçek arka yüzünde “Gezi Direnişinin” gerçek sahibi solun kucaklayıcı olamaması ve kitlesel olma korkusunun yaratmış olduğu travmatik durumudur. Bu kucaklamaya uygun siyasi yapıların olmaması, bu yaratılan başarının sönmesinin en önemli nedeni olarak karşımızda durmaktadır.
Sol, somut olaylar karşısında kendiliğinden mücadele alanında birliktelik kurup, bu birlikteliği sistemli, uzun soluklu başarıya götürecek bir anlayışa sahip değildir. Çünkü ülkenin gerçeği gibi tek doğruya ve tek mücadele biçimine inanan sol; mütevazı, bir arada mücadele etmeyi, hoşgörülü ve kendisinin dışında yer alanların yaşaması için olanak yaratmayı kendisine dahi söylemekten çekinen bir yapı ve anlayış olarak kendisini korumaktadır.  Ve bu koruma zırhı içinde üyelerini bir arada tutacak etkinlikler yapmaktan öte bir şey yapmamaktadır.
Kısaca, sol birliktelik girişmeleri benim yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı bana inandırıcı gelmemektedir, sadece kamuoyunu oyalayıcı ve travmanın daha da derinleşmesi anlamından başka işlevi olmayan girişimler olarak karşımızda durmaktadır.
Öncelikle birlik yerine, her sol yapı kendisini tanımlamalı ve tek doğru, tek örgüt, tekçi bakış açısından kurutulacak, kitlesel olmayı kendisine hedef koyacak yeni bir örgütsel şema üzerine kafa yormalı ve pratik olarak kendisini ispatlamalıdır.
Sol birlikteliğin tek amacı vardır, kitlesel olmak, bu amaçla bir araya gelenler öncelikle kendilerini ve bakış açılarını değiştirerek işe başlamalıdır…

İsmail Cem Özkan

2 Eylül 2014 Salı

Bir alkış üzerine…

Bir alkış üzerine…

Günlük politik olayları normal şartlarda yazmam, çünkü günlük olan adı üstünde sabun köpüğü işler. Gün sonunda dahi unutulur gider. Hafızası olmayan toplumlarda bu unutkanlık olay yaşanırken meydana gelir.
Ülkemizin değişik zamanlarda tarihi kırılma anları olmuştur, kırılma sonucunda oluşan artçı sarsıntılar ve esas amaca yönelik düzenlemeler bir çok insanın kafasının karışmasına ve hangi amaç ile bu dokunuşların yapıldığı sorgulanır ve sorgulama da olay ile birlikte unutulur gidilir.
12 Eylül, bize liberal düşünceyi ve Ortadoğu hedefine yönelik yol haritası hediye etmekle kalmadı, kirli bir savaşı da armağan olarak bıraktı. Kirli savaşın koşullarını 12 Eylül rejimi yaratmış ve bu yaratılan ortamının kontrollü unsuru olarak PKK taraf olarak yerini almıştır. Şimdi kontrollü olması kavramını kısaca açıklayayım, çünkü ilk kurşunu PKK sıktığı sanılır ama bu bir yanılgıdır, ilk kurşunu 12 Eylül sonrasında başka bir Kürt örgütü sıkmış ama etkisi olmamıştır. PKK’nın sıktığı kurşunun kelebek etkisi yapması sadece PKK örgütlü yapısı açıklanamaz, açıklamaya çalışmak demek olayları bir bütün görmemek anlamına gelir. O dönemde ilk kurşun sonrası devletin refleksi ortadadır. Küçümsenmiş hatta bir vızıltı olarak algılanmış olmasına rağmen, Özal açısından rahatsızlık duyduğu Kürt sorunun gündeme getirip, 12 Eylül generallerinin yarattığı Kürtleri ‘kart - kurt’ görme bakış açısını değiştirmek içinde bir fırsattır. Özal bu fırsatı değerlendirmek istemiş ne yazık ki bu fırsat onun istediği gibi olmamış ve kendi sonunu da hazırlamıştır. Buna rağmen, Özal ve liberal düşünce yapısı köklü değişime uğraması için ortam hazırlanmış ve Türk tarihi içinde açıkça konuşulmayan konular tabu olmaktan çıkmış, tartışılır, konuşulur olmuştur. 12 Eylül rejiminin yasakladığı bu konu aslında başka bir şeye hizmet etmiştir, çünkü rotamızı Ortadoğu’ya çevirdiğimizde ister istemez karşımıza Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve diğer sorunların çıkacağını darbeciler ve projeyi hayata geçirenler biliyorlardı. Bu sorunu baştan zor ile bastırıp yok sayarak, Kürtleri ve Alevileri asimilasyon etmek için bir fırsat yaratmıştır ama bu fırsat direnç ile karşılaşmıştır. 12 Eylül rejimi solu yok ettiği gibi diğer sorunları da bir koğuş sistemi ile toplum ile kaynaştırıp, çoğunluğun içinde erimesini tasavvur ettiği yaptığı müdahalelerle anlaşılıyor. Alevi köylerine cami, Kürt köylerinin Kürtçe kalan isimlerini değiştirmek, ‘Türkçe Konuş’ kampanyaları bu bakış açısının sonucudur.
PKK’nın yönlendirdiği ama belirleyemediği bir adı konmamış düşük yoğunluklu kirli savaşın hala sona ermemiş olması bugün yaşadığımız süreci tam olarak kavramamızın önünde engel olarak durmaktadır. Çünkü sona ermemiş bir olayın romanı yazılamayacağı gibi, tam olarak figürleri ile birlikte anlaşılması zordur. Çünkü sonuca bakarak at izini, it izinden ayırmak daha kolaydır, yaşanan süreçte bu izler iç içedir ve savaş karmaşık ilişkilerin bir bütündür.
Erdoğan hükumeti ile birlikte 12 Eylül rejiminin reflekslerinde bir değişime şahitlik ediyoruz. Susurluk olayında yaşadığımız sürecin bir sonucu olarak yeni dokunuşlar ve savaştan nemalananların değişime uğradığını ve yeni bir kadronun bu savaş içinde yer aldığına şahitlik etmekteyiz. Susurluk olayının aktörlerinden birinin “dağda çatışma yerine ovada siyaset” tezi Erdoğan hükumeti ile birlikte gerçek anlamda karşılığını bulmuş, PKK yıllarca istediği bir muhatap bulmuştur. Bu muhatabını kaybetmemek için her türlü özveride bulunmasının beklide en önemli nedeni liderinin bir adada tutuklu olmasıdır. Liderinin geleceği için, lider konumunun üzerine başka bir kişinin/kurumunun söz hakkının olmaması için her türlü örgüt içi bir hiyerarşi yaşamaya devam etmektedir. Bu örgüt şeması içinde lider dışında birilerinin popüler olması söz konusu dahi olamaz. Çünkü “dere geçerken at değiştirilemez!”
PKK tipik bir Ortadoğu örgütüdür, lideri etrafında ve liderine sonsuz bir biat kültürü ile bağlı yapısı vardır. Aynı şekilde muhatabı konumunda olan Erdoğan içinde geçerlidir. Bunun böyle olmasının tek nedeni artık bizlerin kabul edelim etmeyelim bir Ortadoğu ülkesi olmamız ve toplumun homojen yapısı dil, kültür yerine din ile ölçüldüğü noktadayız.
Son yapılan seçim ve bu seçimi olanaklı kılan referandum sürecinde kurumların, bireylerin almış olduğu kişisel ve kurumsal konumları bu tipik Ortadoğu ülkesi olmamızın yaratmış olduğu zeminin çöl kumları ile kaplanmış olduğundan anlaşılmaktadır. Çöl kumu üzerinde politika; omurgasız, birbirini taklit eden tekrarlar, kişiliksiz, kültürsüz, değeri olmayan ve ne zaman kimler ile ittifak kuracağı belli olmayan bir kaosu anlatır.
PKK, muhatabını kaybetmemek için bu çöl kumları üzerine refleks olarak öğrendiği tepkileri sürekli vermektedir. Bunda bir istikrar sergilemektedir.
Politika çıkarlar ilişkisidir, çıkarlar sorunların çözümünden daha önceliklidir. 
Kürt sorunun çözümü bir çıkarlar ilişkisi içinde devam etmektedir. Muhataplar kapalı kapılar arkasında bir birlerine fısıldamaktalar ve bizler dışarıda olanlar bu fısıldamalardan anlamlar çıkarmamaya çalışmaktayız. Kulağımıza gelen fısıltıların hangisi doğru ve balon olduğunu ayıracak kadar bilgi sahibi değiliz ve olay henüz sonuçlanmamıştır. Sonuçlanmadığı içinde hareketlere bakarak bir sonuç çıkaramayız, sadece anlamlar çıkarabiliriz. O anlamlarda bizim önyargılarımız olur ama önsezilerimiz ile hep çelişki içindedir.
Mecliste bir yemin töreninde birilerinin alkışlaması anlaşılmamış, hatta neden alkışladı diye suçlamaya kadar götürülmüştür. Bu yaşanan süreci anlamamak anlamına gelir ve sizin yaratmış olduğunuz gerçek ile yaşanan gerçek arasında oluşan uçurumu da işaret eder. Önsezileriniz sizi doğrularken, ön yargılarınız ne yazık ki hayal kırıkları yaratmaya devam etmektedir.
Mecliste yaşanan alkış bu ilişkilerin doğal sonucudur ve o sonucu belirleyen bizim bilmediğimizi kapılar arkasında gizlenen gerçeklerde kendisini konumlandırmaktadır. ‘Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ yapan ve bir masa başında pazarlık yapanlar ile devletin refleksleri zaman zaman paralel olması, birbirinin liderinin ruhunu okşaması kadar doğal ne olabilir ki? Bizler ilkelerin olduğu bir zemin üzerinde değiliz, çöl kumları üzerinde yapılan politika, bireylerin çelişki gibi duran tavırlarını anlamak için çöl fırtınasının esip esmediğine dikkatlice bakın derim, bu arada gözünüzü kumlardan koruyun, çünkü bir bakmışsınız gözünüz sizin gözünüz olmayabilir, başkasının gözü ile olaya bakar bulabilirsiniz kendinizi.
Çölde olayları izlemek kolay değildir, çünkü her çölün tanrısı sürekli değişir, bugün biat ettiğiniz tanrı ertesi gün başkası olabilir…
İsmail Cem Özkan