18 Aralık 2014 Perşembe

Cibali Karakolu

Cibali Karakolu

Nuits de noces (Bir Düğün Gecesi) adlı bir Fransız bulvar komedisinden Refik Kordağ ile Muammer Karaca tarafından uyarlanarak ilk kez 1955 yılında Karaca Tiyatrosu’nda sahnelenen ve o tarihten başlayarak 1972 yılına kadar pek çok temsil veren Cibali Karakolu son temsilinden 42 yıl sonra Şehir Tiyatroları Sahnelerinden seyircileri selamladı.
Üç perde ile seyirciyi selamlayan oyun, ilk perdesi bir düğün, İkincisi düğün sonrası gerdek odası(salonu), üçüncü sahne bir karakolda geçmektedir.
Cafer Sabah komiserdir, sert görünümlü çapkın biridir. Karısından çekinmesine rağmen, bir erkek çapkın olmalıdır düşüncesini hayata geçirmiş ve çapkınlık sırasında Necip Zoka ismini kullanmaktadır. Tesadüf sonucu sevgilisi karısı ile karşılaşmış olsa da isim karmaşalığından yararlanarak rahatlıkla ret edecek ve haksız konumunu ısrarlı sözleri ve kelime oyunları ile ortadan kaldıracaktır.
Oyun basit bir çapkınlık, kadın erkek ilişkisi olarak ilk başta algılanabilir, fakat oyun günlük yaşama göndermeler ile hatta gönderme dışında direkt verdiği mesajlar ile kadın erkek ikiliğinden çabuk sıyrılıp bir orta oyun havasında, geçmiş bütün tiyatro geleneklerini, göreneklerini içine alacak şekilde yeniden biçimlenmektedir. Klasik tiyatro ile geleneksel tiyatromuz harmanlanmış, yaşamın can damarına mesajlar ileten, aynı zamanda eğlenmeyi öne çıkaran, bol kahkahalı seyirlik oyundur.
Oyun o kadar güzel uyarlanmış ki, günümüzde yapılsa bunu ben yazdım diye altına imza atarlardı. Fakat geçmişin ustalar emeğe saygıdan olsa gerek, uyarlama yaptıklarını ve yeninden biçimlendirdiklerini saklamamışlar.
Her yönetmen yeninden yorumlayarak sahneye koyar, her sahne geçmişin kötü bir taklidi değil, yeninden yorumlanması olarak karşımıza çıkar. Bu oyun bu konuda çok şansı, çünkü geçmişte yapılanları taklit etme yerine yeninden yorumlanma ve kurgulanması ile seyirciye ulaşmıştır. Üstelik bunu ben yazdım diye iddia edilmeden ulaşmıştır. Oyuncular ve yönetmen sahneye konulurken dar kalıplar içinde hapsolmamış, kendi özgünlüklerini de sahnede yaşatma ve gösterme şansına da sahip olmuşlar. Zihni Göktay 100. yıl nedeni ile Şehir Tiyatrolarını selamlarken söylediği sözde gibidir. Zihni Göktay; “100. yılında şehir tiyatroları, çok kültürlü, Laz'ı, Kürd'ü, Arnavut'u, hiç ayrım yapmadan bir arada sahne aldığı, sahnelerden seyirciyi selamladığı, ayrımsız olarak bir arada huzur içinde, sahnenin gök kubbesi altında birlikte ürettiği ve bu sahnenin Türkiye gibi bir yüz ölçümde düşünülmesi gerektiği ve var olan çatışmaların yok edilip, birbirini tanıyan, hoşgörü ile yaklaşan, barış içinde bir arada yaşayacağımız bir yarın temennisini iletmiştir.”
Zihni Göktay 50. sanat yılında 50 yaşlarında bir komiseri canlandırmıştır, ustalarından almış olduğu bilgiyi, göreneği, kültürü, konuşma adabını seyirciye başarılı bir şekilde ulaştırmıştır. Umarım ondan el alan sanatçılar da gelecek kuşağa bu kültürü, ahlakı taşıyabilir.  
Oyun üç bölümden oluşmaktadır ve orada bulunduğunuz zaman içinde zamanın akışını izleyemeyecek kadar eğleneceğinizi söyleyebilirim ama  İstanbul trafiğinin (toplu taşıma) 24:00 da bittiği göz önüne alınarak düşünüldüğünde üç saat bir İstanbullu için fazla gelebilir, çünkü gece yarısı biten oyundan çıktıktan sonra İstanbul trafiği gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Benim gibi Anadolu yakasında oturan birinin eve ulaşımında toplu taşıt aracı ve motorlar yoktur. Tek araç vardır, o da taksi! Oyuna gidenlerin bu gerçeği peşinen kabul etmesi gerekmektedir, çünkü benim gibi İstanbul 24 saat yaşayan şehir, gece yarısı biraz zaman aralıklı da olsa toplu ulaşım aracı vardır, karşıya giden motorlar vardır diye düşünürse karanlıkta tek başına kalma durumu yaşayabilir. Oyun Cibali Karakolunda geçerken, gece yarısı makul şüpheli olarak başka bir karakolda sabahlama gerçeği de her daim sizin üzerinizde kara bulut gibi dolanabilir. Bir yandan eğlendiğin bir karakol, diğer yandan gerçek karakol!
Oyunu teknik açıdan incelersek, sahneye düzeni, bölümler arası geçiş, koreografi, dekor oyun ile ve oyuncular ile bütünleşmiş, rahat ve özgür hareket alanı bırakmaktadır. Oyunu izlerken seyirci olarak ben bu rahatlığı hissettim. Işık, ses ve kostümlerin bölümlere göre seçilmesi başarılı olarak gördüm. Ses konusunda zaman zaman hoparlörden gelen seslerde patlamalar olsa da süreklilik taşımadığı için hemen göz ardı edebiliyoruz. Oyuncular Zihni Göktay’ın hızına ve doğaçlamasına doğal tepkiler ile katılması, oyun ritmini yavaşlatacak bir hareket içinde olmadıklarını gördüm. Büyük bir ustayı sahnede büyütenler bu yan oyunculardır. Eğer oyun sahnede büyürken, oyuncularda büyüyorsa burada birlikte üretim ve birlikte çalışmanın huzurunu görebilir, hissedebilirsiniz.
100. yıla yakışan bir oyun olmuş…
İsmail Cem Özkan

Cibali Karakolu
Yazan: Henri Keroul- Albert Barre
Çeviren: Muammer Karaca - Refik Kordağ
Yöneten: Nedret Denizhan
Oyuncular
Berrin Koper, Betül Kızılok Bavli, Cem Karakaya, Cem Uras, Deniz Yeşil Mavi, Derya Kurtuluş, Doğan Altınel, Ertan Kılıç, Eylül Soğukçay, Hülya Arslan, Hüseyin Kefeli, İbrahim Ulutaş, Murat Bavli, Müge Çiçek Türkoğlu, Nacı Taşdöğen, Seza Güneş, Şehnaz Bölen Taftalı, Tarık Şerbetçioğlu, Tuğçe Açıkgöz, Zihni Göktay
Sahne Tasarımı: Rıfkı Demirelli
Kostüm Tasarımı: Canan Göknil
Işık Tasarımı: Mustafa Türkoğlu
Koreografi: Senem Oluz
Efekt: Levent Akman


16 Aralık 2014 Salı

Güneş Batarken Bile Büyük

Güneş Batarken Bile Büyük

Goethe alman dilinin kurucusu kabul edilir, felsefe alanında ve edebiyat alanında yapmış olduğu katkılar ile bir anlamıyla Almanların Shakespeare’dir. Yaşadığı çağın bir anlamda ruhunu temsil etmektedir. Goethe yaşamına dair yazılan bu oyunda hem o dönemin sorunlarına, hem bugün yaşadığımız sorunlara göndermeler yapılmaktadır. Özgürlük, bağımsız bir bireyin kendi düşünce dünyası ve var olan tüm sistem mekanizmalarına karşı duruşunu sergileyen özgün bir örnektir.
Oyun Fransız işgalinde olan Weimar şehrinde Goethe’ye ait bir şatoda geçmektedir. Fransız devrimi sonrası Fransa bir kargaşa dönemini yaşamış ve Napolyon’unun mutlak iktidarı ile sonlamıştır. Burjuva devrimi ihtiyaç duyduğu sermeye birikimini ve sömürgeci, yayılımcı geleneğinin de mirası etkisi ile
Öncelikle Avrupa içlerine doğru seferler yaparak, Napolyon Fransız halkına göreceli bir refah sağlayarak yeni düzenin temelini atmıştır.
Napolyon tek başına bir istilacı değildir, onu yaratan Fransa’nın içinde bulunduğu ortamdır, o sadece bir öznedir ve o özne görevini baskı ve yayılmacılıkla kendisini ifade etmiştir.  Burjuvazi feodal beylerinden iktidarı alırken, kendisine bağımlı ve ihtiyaçlarını giderecek yeni bir iktidarı yaratmıştır. Bu yaratılan iktidarın işgal ettiği Almanya’da bu oyuna konu olan olaylara kısa bir göz atarken, baştan da belirttiğim gibi o dönemin ruhuna da göz atmış oluyoruz.
Avrupa o dönemde tutucudur, özgürlükler kısıtlıdır. Özgürlükler ayrıcalıklı sınıfın elinde olması, halkın bu ayrıcalıklı sınıfa hizmet etmekten başka kaderi yok gibidir. Yanı başlarına gelişen, özgürlük çığlıklarının dalgaları Almanya içlerine kadar vurmuş olmasına rağmen, bu işgal o rüzgarın karşısına direnç olarak ve Almanya için ayrı bir tarih çizgisinin oluşmasını da ortaya çıkarmıştır. Bu kargaşa ortamında sanat ve lider insanların ortaya çıkması tesadüfi değildir. Her dönemin liderleri ve kahramanları olduğu gibi, o liderler etrafında bir düşünce ve sanat akımının da oluşması kaçınılmazdır.
Goethe bu kargaşa ortamında alman halkı için ışık olmuştur daha fazla ışık ve aydınlık isterken, gelenekçi Katolik bakış açısını da temel almıştır. Goethe yaşamı bir anlamda bu sürecin aynasıdır, tek farkla Goethe direnmek yerine yaşamı olduğu gibi kabul edip, var olan tüm iktidar hırslarını ret üzerine kurmasıdır. (elbette oyunda bu şekilde yansıtıldığı için bu yorumda bulundum)
Her sanat eseri kendi gerçekliğini yaratır ve yaşatır, okuyucusuna ve izleyicisine bu geçekliğin varlığını kabul etmesini aruzlar. Oyun metni yazılırken gerçek bire bir alınmamış, sanatçının kafasında yarattığı gerçeklik ve tarih yeniden oluşturulmuştur. Oyun bu yeni oluşturulan tarih çizgisi ve anlayışı içinde yorumlanmaktadır.
Goethe kadınlara karşı zaafı vardır, kendi yaratmış olduğu fanus dünyada kadınlara methiyeler dizerken, öte yandan kendi düşünce yapısını ve eserlerinin de konusunu oluşturmaktadır. Yazmış olduğu mektuplar aşk kelimeleri ve cümleleri ile kadınlara seslenirken, öte yandan kendi yaratmış olduğu eserinde dip notlarını oluşturmaktadır.
Napolyon, Weimar şehrini kuşattığında mareşalleri için kalacak ve şanlarına uygun mekan arayışında Goethe’nin yaşadığı şatoyu uygun görür. Oraya mareşalini gönderirken, mareşale yapılacak olan her davranışın kendisine karşı yapıldı vurgusunu da not olarak habercilere iliştirir. Mareşal, bir konttur ülkesinde. Savaş sırasında şanına uygun bir göreve getirilmiş, sanat ve edebiyat sever biridir. Goethe hayranıdır, onun ile tanışmaktan ve aynı ortamda bulunmaktan büyük bir mutluluk duyacağını belirtir. Savaş şehrin her yerini yıkarken, tiyatro binasının sağlam kalması için Goethe ile görüşmeye gelen oyuncusu, bu savaşta arabulucu olmasını ve şehrin simgesel ve kültürel yapılarının savaş nedeni ile yıkılmamasını ve yağmalanmasının önlenmesini ister. Fakat Goethe duruşu buna uygun değildir, çünkü gurur düşmandan bir şeyi rica etmeye hazır değildir. Elbette sadece düşmandan değil, hiçbir kurumdan rica edecek yapısı yoktur, inancı ve duruşu buna aykırıdır. O kendi iç dünyasındadır ve savaş gibi yıkıcı olan devletlerin birbirini yok etmesinin ne arasında ne de karşısında duracaktır. O tercihini barış içinde yaşamaktan yana koymuştur ve yaşanan yıkıma karşı duyarlı değildir. Bu sırada sahneye mareşal ve Napolyon dahil olur, bir fırsattır, fırsatı değerlendirir, dileklerini Goethe son çalıştığı Faust eserinin henüz bitmemiş çalışmalarının okunması sırasında davranışları ile iletir. Napolyon kayıtsızdır.  O öncelikle savaşın gidişatı ile ilgilidir. Mareşali sanat severdir, tiyatro korunacaktır. Savaş ve yaşam… Goethe savaşı görmezden gelir ama sonucunu yaşayarak öğrenir. Schiller ve Goethe arasında görünmez bir rekabet vardır, o rekabet her fırsatta tartışma dönüşmektedir. Her ikisi alman edebiyatı için önemli bir noktadır, bugün dahi alman kültürünü etkilemeye devam etmektedir. Goethe yaşamına yeni kadınları alır, onlara mektuplar yazar, kalplerinden etkilemeye devam eder. Çocuğu yaşında kadınlar bile onun için anlık bir duygu seli yaratır, birlikte olur. Eşi her ne kadar soylu bir aileden gelmemiş olsa da bu yaşama uyum sağlamış, fakat bu çapkınlıkların yaratmış olduğu tahribatı da ruhundan hissetmektedir.
Ölüm, yaşamın olduğu her yerde vardır ve nefesini sürekli hissettirir. Ölüm Goethe hayatında vardır, en yakınlarını tek tek kaybeder ve tek başına kalmıştır. O ikinci perde de o kayıp ve yalnızlığına doğru gidişe şahitlik ederiz. Bu gidiş biraz (bana göre) aceleye gelmiş ve birbirini tekrarlayan cümleler ile seyirciye ulaştırılır. Goethe artık yalnızdır ve ölüme giderken oyun ismi olan “Güneş Batarken Bile Büyük” cümlesini kurarak güneşe ve sonsuzluğa doğru yürür…
Oyun teknik açıdan incelersek; sahne düzenlemesi ve oyuncuların rahat hareket etmesini sağlaması açısından başarılıdır. Bölümler arası geçişler, ışık ve sahne düzenlemesi uyumludur. Müzik seçimi döneme uygun olarak seçilmiş ama zaman zaman sahne düzeni içimde oyuncuların konuşmasını bastıracak kadar boyuta kadar gelebilmektedir. O da doğal çünkü klasik müzik zaman zaman sesini yükseltirken, zaman zamanda en alt düzeye kadar inebilmektedir. Beethoven 3. senfonisi buna güzel örnektir. Daha sonra bestelediği 9. senfonide 3. senfonide Napolyon için gösterdiği hoşgörüyü geri almıştır. Fransız devrimin ayak sesleri bu senfonilerde oldukça coşkulu olarak seyirciye o anı ulaştırır.
İki bölümden oluşmuş olması, her konuyu işlemek istemiş olası doğal olarak içinde tekrarları barındırır. O tekrarlar her ne kadar rahatsız etmemiş olsa da tercih olarak alınabilinir ve oyun daha az zamanda seyirciye ulaşabilirdi.
Oyuncular açısından bakarsak, uzaktan görebildiğim kadarı ile her biri başarılı bir şekilde verilen görevi yerine getirmiş, oyunun içinde seyirciye ulaştırılan metne hayat verdikleri her an hissettirmekteler. Yazan ve yöneten Kazım Akşar metne hayat verdirirken oyuncu seçimini başarılı bir şekilde yapmış, rahatsız edici, sonradan eklenmiş bir oyuncu yoktur. Her biri başarılı olarak rollerini yapmışlar. Reha Özcan, Meral Bilginer, Atsız Karaduman, Ayla Baki Yücesoy, Mehmet Şahin … her biri diğer teknik elemanlar ile birlikte alkışı hak ettiklerini düşünüyorum ve bu alkışı oyun sonunda alıyorlar. Alın terlerinin haklarını alkışlar ile aldıklarını düşünüyorum.
Her tiyatro eserinde mesajlar gizli ya da açık olarak verilir, üstelik mesajlar şimdiki zamana aittir, ama geçmişin gölgesi şeklinde verilir. Bugün yaşadığımız kaos ortamı içinde açık, sade ve hedefi belli mesajlar seyirciye doğru bir şekilde ulaştığını düşünmekteyim.
İsmail Cem Özkan

GÜNEŞ BATARKEN BİLE BÜYÜK 
2 perde | 2 saat 30 dakika
Yazan : KAZIM AKŞAR
Rejisör : KAZIM AKŞAR

OYUNCULAR
REHA ÖZCAN
MERAL BİLGİNER
ATSIZ KARADUMAN
HAKAN GÜNERİ
ENGİN DELİCE
AYLA BAKİ YÜCESOY
BERRİN AKHASANOĞLU
MEHMET ŞAHİN
GÖKALP KULAN
CANSU GÜLTEKİN
ŞEYDA TERZİOĞLU
SELİN TEKMAN
PINAR EFE
REZZAK AKLAR
BERK YÜCESİR
TOLGA KORTUNAY

DEKOR TASARIMI
ŞİRİN DAĞTEKİN YENEN
GİYSİ TASARIMI
NALAN ALAYLI
IŞIK TASARIMI
ÖNDER ARIK
DANS DÜZENİ
TANJU YILDIRIM
KUKLA TASARIMI
HAKAN DÜNDAR
YÖNETMEN YARDIMCISI
AYLA BAKİ YÜCESOY
ASİSTANLAR
SELİN TEKMAN
CANSU GÜLTEKİN
SAHNE AMİRİ
AHMET ALİ SARABİL
KONDÜVİT
ZEYNEP REHA DAĞARSLAN
IŞIK KUMANDA
HAKAN ÇAĞLI
SUFLÖZ
HANDE HACER BAHÇELİ
GÖRÜNTÜ - MONTAJ
VURAL ÇINAR