19 Mart 2015 Perşembe

Duygusal tepki!

Duygusal tepki!

Sol, 12 Eylül yenilgisinden sonra kendisini izleyici konumda, olayların arkasından sadece yorum yapar halde buldu. Bu yorumcu konumuna o kadar alıştı ki, Marks’ın 11. Tez’i sadece geçmişte söylenmiş güzel bir söz olarak algılanır oldu. Zaman zaman o söz kullanılsa da, nasıl olsa devrimcileri değil, felsefecileri ilgilendiriyor algısı bilinç altına işlenmiş olduğunu düşünüyorum. Bu ihtiyaç yok algısı sanırım solun kılcal damarlarına kadar işledi!
12 Eylül sol tarihi için önemli bir kırılmanın ve yenilginin tarihidir. Her ne kadar kendisini yenilmiş hissetmeyen solcular olsa da genel anlamda sol yenilmiş olduğunu bugün yaşanan kriz ortamına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü sol gündemi sadece yorumlamak ve birbirinin açığını aramak ile geçirmekte, içinde ki liberallerden temizlenme telaşı ve yorgunluğu içindedir.
Sol kırılmanın etkisi ile bir çok değerli üyesini sağın liberal rüzgarına kaptırmış olmasına rağmen, sağ sularda politika yapan liberallerin bir bölümü hala kendilerini solcu görmekte ve sol adına konuşmaya ve geçmiş anıların yarattığı rüzgar ile çevresine hayran kitlesi toplama telaşı içindedir.
İşverenin sağcı olması, işçinin işçi olmaktan çıkarmaz, o yüzden medya alanında sağ medyada çalışanlar patronların çıkarına uygun yazı yazarken, hala kendilerini solda görmeye ve solcu gibi özel yaşamında devam etmekteler. Ki bireylerin iş dünyası ve özel yaşantısı arasında ki çelişki artık çelişki olmaktan çıkmış, patronu için kalem oynatmak bir işçinin yapması gereken görev olarak algılanır olmuştur. Bir fabrikada ki işçi ile medya çalışanı kendisini eş görerek, yaptığı iş ve sonucunu da doğal olarak eş görmekte ve sonuçta oluşan olumsuzluktan kendisini sıyırabilmektedir. Mantık süzgecini bir silah fabrikasında çalışan işçi ile kendisini eş gören bir medya çalışanı (editör, gazeteci vb) sonuçta yaptığımız işin ürünü birilerin canını acıtıyor olabilir ama yaşamak için çalışmak ve patronun ihtiyacı olan artı değere katkı sunmak zorundayım diye mantık yürütür. Vicdan rahattır!
Sol kulvarda olup da duygusal politika yapmayan yok gibidir, solcular genelde duygusaldır ve duyguları ile tepki verirler! Yaşanan sol içi çatışmaların önemli bir bölümü, verilen bu duygusal kararların sonucudur. Duygusal insanlar kriz yönetemezler, her kriz ayrılık demektir. Her ayrılık ise ileride oluşturulacak teorik çalışmanın başlangıcını temsil eder. Ayrıl, sonra ayrılık sebebi olan duygusallığı ortadan kaldıran mantığa uygun teori oluşturma süreci. 
Bir çok medya alanında verilen duygusal tepkiler, aynı zamanda çatışmalar içinde zemin oluşturur. Gruplar, fraksiyonlar arasında incir çekirdeğini dolduramayan sudan sebepler yüzünden çatışmalar olmakta, çatışmalar sonucunda oluşan küslükler ve ön yargıların oluşturduğu duvarların örülmesini de beraber getirir. Artık küsülen tarafın ne dediği, ne yaptığı önemli değil, her koşul altında o haksızıdır ve muhatap alınmaya değmez!
Birbiri ile ilişkisi olmayan solcuların oluşturduğu yapılarda bir arada yaşamanın koşulları üzerine teoriler üretilir, geleceğin profili içinde ‘hoşgörü’, ‘çok kültürlü’, ‘bir arada yaşam’dan dem vurulur, “o belirsiz geleceğin ‘ilk nüveleri’ şimdiden atılmalıdır” diyerek de büyük ve keskin cümleler kurulur.
Sol, solcu söylemler yanında sağın benimsemiş olduğu davranış biçimlerini içselleştirmiş ve bilinçaltından o davranışları duygusal tepkiler ile vermektedir. Üstelik vermiş olduğu tepkinin sağ bir tepki olduğunu bilincine bile çıkarmaz ve her daim haklı ve ders verir konumdadır.
12 Eylül kırılması ile geçmişi ile bağı kopanların, geçmişi ile bağ kurma adına geçmişin destanlaştırılması, dokunulmaz kılınması, eleştirilmesi yerine güzellemenin yapıldığı bir süreç sonunda; eteklere biriken geçmişten kaynaklanan (kırılma döneminde yaşanan cezaevi süreçleri) birikimin oluşturmuş olduğu taşlar, fırsat ele geçer geçmez bir birine atılmakta ve güvensizlik; hareketleri belirleyen önyargıların temel taşı olmayı korumaktadır. Eteklerde bitmez tükenmez ve her geçen gün yeni taşların da eklendiği bir süreci yaşamaktayız. Her geçen gün, geçmişi ile yüzleşemeyen, geçmişi hakkında açıkça konuşamayanlar kafalarında oluşturmuş oldukları kendi gerçekliği içinde yeni taşlar eklemekte ve karşı tarafın yapması muhtemel olan siyasi çalışmayı da taşa tutarak yapamaz, iş göremez hale getirmektedir.
“Ya bendensin ya değilsin”, ya da başka söylem ile “ya sev ya da terk et” anlayışı sağ anlayış olduğunu hepimiz biliriz ama bu sağ anlayışın sol görünüm içinde olduğunu yaşayarak görüyoruz. Bu sağ duruş, bugün “geçmişime, hareketime küfretti” (eleştirdi) bakış açısı içinde ‘küçük olsun benden olsun, biat etsin’ mantığı düzlemi içinde ilişkiler oluşturulmaya çalışılmakta ve geçmişin destansı havası içinde bir arada durmaya çalışılmaktadır. Bu da politika yapamazlığı beraberinde getirmektedir, çünkü sağ duruş üzerinde sol politika olmaz.
Kitleden uzakta, birkaç göstermelik eylemler dışında meydanlarda olmayan, kendi yazar, kendi okur, kendi seminer verir, kendi dinler, sanatın para getiren tarafı ile ilgilenilip, kurumların kirasını karşılayan etkinlikler ve cafeler yeni sürecin sadece ekonomik boyutunu yansıtır.
Ülkemizde politika dinci ve etnik kimlikler üzerine politikanın dominant olduğu bir süreci yaşamaktadır.
Büyük kırılmadan sonra ülkemiz solu, sağ zeminde ve etnik kimlikler ve aidiyatlar üzerinden politika yapar oldu. Sorgulamadan biat et, geçmişi anlamadan ve bilmeden yarına kucak aç dönemindeyiz.
Sol, “mazlum halk ile dayanış, onların haklı mücadelesine destek ver” yerine, Kürt hareketinden daha fazla Kürt halkının mücadelesini (ayrılma hakkını) savunan, dayanışma yerine onlar adına karar veren, onlar gibi düşünüp onların çıkarına kararlar alıp, onlar adına tavır geliştirilen bir sürecin parçası oluverdi. Bu parçası olduğu şey dayanışma değil, solu ortadan kaldıran ve Kürt halkının kendi istemleri ve çıkarlarına karşı yapılmış bir müdahale olarak, hem kendisine hem de var olan Kürt halkının tercihine zarar verir konuma gelmiş durumdadır. Solun görevi ülke içinde yaşayan halklara ‘kendi kaderini tayin hakkı’nı kullanması için ortam hazırlamaktır, onlar adına söz söyleme ve eylem yapması değil.
Sol, etnik kimlik üzerinden politika belirlemez, solun tercihi sınıf temellidir, sınıf politikası yapar ve geliştirir. Bir arada mücadele etmeyi “bütün dünyanın işçileri birleşin” sloganı atarken sınıf temeli bir sistemi hayal eder ve o yönde örgütlenmek gerektiğini vurgular.
Yaşananları anlamak yerine duygusal tepkiler verildiği, iktidarın bilerek ya da bilmeyerek yedek değneği olduğu bir süreci yaşıyoruz.
İktidar bugün pervasız hedefine doğru koşuyorsa bunun tek sorumlusu muhalefetin iktidarın yedek değneği olma işlevi ve iktidarı kollayan tavrıdır. İktidarı kollamak için illa onun ağzından konuşmak olmadığını yaşadığımız son on yıldaki gelişmelere de bakarak anlarız. Demek ki bizler birbirimize karşı küfrederken aslında başkasını kolluyor ve koruyoruzdur! 
Kısaca bu dönemde, birbirini anlamak yerine birbirine küfredenlerin hepsi iktidarın yedek değneğidir. O yüzden küfredenleri muhatap alıp ve duygusal tepki verilmesini anlamıyorum! 
Politika duyguların dışında akıl ile yapıldığında hedefine doğru adım atmış demektir, duygular ile hareket edilmesi var olan kaosun ve girdabın kronikleşmesini sağlar. 
Sol, yakın tarih içinde kriz yönetememiş, krizlerden ders çıkarıp yeni krizlerin oluşmasını engelleyecek yaptırımlar alamamış olduğunu, duygusal tepkiler ve o durumun sonucu oluşan rahatsızlığın devam ediyor olmasından anlamaktayız. 
Krizi yönetemeyenler geçmişlerine öykünerek günü kurtarır, o yüzden sol geçmişini yaşamaktan bugünü tespit edememiş, yarını kucaklayacak örgütsel bir ağ kuramamış olduğunu yaşadığımız politik kriz ortamında bir kere daha gördüm... 
Solun, sol politikası olmadığı için dayanışma ile yetinir konuma gelmiş, halkın ve günlük olayların dışında gözlemci konumda sadece olayları yorumlarken görüyoruz...
Sol, 11. Tez’i yeniden anımsamak ve içselleştirmek zorundadır. Duygusal tepki yerine akıl ile tepki veren ve yaşanan her krizden kendisi lehine sonuçlar çıkarmalıdır. Aksi halde bu duygusal tepkiler gelmekte olan zifir karanlık koşullarda, İran solunun yaşamış olduğu gibi, solun hepten yok olması ve dinci “sol” yapılar içinde yaşam alanı arama tercihi ile karşı karşıya kalabilir.

İsmail Cem Özkan

17 Mart 2015 Salı

Komşum Hitler

Komşum Hitler

Herhangi bir şehirde, eski bir binanın bilmem kaçıncı katında bir mutfak. Aynı zamanda konuklarını ağırlayacak kadar geniş. Eski yapı olduğu için kapılar mutfağa açılmaktadır, çünkü geçmişte soba ile ısıtıldığı için kış ayarlında kapılar kapalı kalır ve ısıtılırmış. Şimdi soba yok, kapılar her daim açıktır.
Günlerden herhangi bir gün, ev sahiplerine misafir gelecektir. Selçuk, evin erkeği. Bir iş yerinde çalışmaktadır ve patronundan beklentisi vardır. Yıllarını iş yerinde geçirmiş, çalışmasının karşılığı olarak kademe yükselmesi beklemektedir. Beklentisi sonucu bir gün patronunu ve eşini evine çağırmıştır. Ebru, Selçuk’un eşidir ve bir iş yerinde çalışmaktadır. Bir de oğulları vardır ve okul tatil olduğu için kamptadır.
Aykut, bir iş yerinin CEO’sudur. Eşi Gamze ev kadınıdır ve kendisini blog yazarı olarak tanıtmakta ve moda sosyal dünya içinde kendisine yer aramaktadır. Kendisine yarattığı dünyanın içinden o role uygun davranmaktadır. Sesini inceltmekte ve davranışları ile bu sese uygun bize göre abartılı davranışlar içindedir. Sosyal dünya içinde arkadaşları vardır ve kocasının ilgisizliği dışında başka ilgilenenlere gönlünü kaptırmıştır ve o kaptırdığı kişinin aynı zamanda cenazesinin olduğu zamandır. Ama kocasından sakladığı ilişkiyi açık etmemek için cenazeye gitmemiş, kocasın çalışanın evine bir akşam üstü yemeğe gelmişlerdir.
Her şey normal gibi gözükmektedir. Ebru ve Selçuk aralarında ki sorunları bu akşam için unutup, mutlu aile profili çizeceklerdir. Her şey normal ve patronun gözüne girmesi için olması gereken özen gösterilmiş günlerden biridir.
Konuklar gelir, salondan zaman zaman sesler gelmektedir. Gelen sesler tv sesidir. O gün olağanüstü bir şey olmuş, ekranda belgesel kanallarından eski liderler oturma odalarına canlı olarak ekrandan çıkmaktadır. Ne tesadüfi ki Selçuk ve Ebru’nun evine Hitler gelmiştir. Hitler, Ebru ile dans etmiş, Ebru’nun konuklar için hazırladığı dolmaları yemiştir.  Konuklar mutfakta, Hitler salondadır. Konuklar, Hitler’in varlığından haber olduktan sonra olaylar gelişir ve Gamze’nin sosyal medya aracılığı ile olayları canlı yansıtması sonucu medya ve şehrin insanların haberi olmuştur. Hitler hayranları Hitler için evin önüne gelmiş, tezahürat etmektedir.
İşin içine medya çalışanları katılır. Ve olaylar zinciri yan odada Hitler vurgusu üzerine kurgulanır ve internet, tv yayınlarının yasaklanmasına doğru giden süreç başlar, çünkü buna benzer olaylar başka evlerde de olmaktadır. Bütün diktatörler evlerin salonlarında bulunan tv ekranlarından çıkmaktadır.
Bu oyunun konusu kısaca bu, peki bu oyun bize ne anlatıyor?
Açıkça vurgulayayım, bana hiçbir şey anlatmıyor, sadece Hitler hayranı olan bir kalabalığın olgusu vurgusu dışında. Mutfaktakiler mi gerçek Hitler, salonda oturan mı diye soru sorulur ama mutfaktakilerin Hitler ile benzerlikleri küçük bir anlık anekdotta geçer, o da Aykut, Gamze’nin sevgilisini öldürtmüş, Selçuk, Aykut’u bazı şeylere ikna etmek için ortam hazırlamak adına dövdürmesidir. Aslında tüm diktatörler bizim içimizde ve bizim ile yaşıyor denmek istenmiş ama başarılı bir vurgu yoktur. Çünkü mutfağa gelen kameramanın neden salona gitmek istememesi tam yansıtılmamış, ayakları yere basmayan bir direniş olarak karşımıza çıkmaktadır.
Traji komik diyebileceğim bir oyun izledim. Kara mizah unsurlar var mıydı, tersine balon mizah unsurların bol bol kullandırdığını gördüm. Karikatürlerde balon konuşmalarda kullanılan dilin sahnelerde uyarlanmış halini. Anlık gülüp geçilen ve geriye hiçbir iz bırakmayan metinler. Şimdi yazıyı yazarken acaba nerede ve neden güldüğümü anımsamıyorum bile. Ama keyif ile zaman geçirmek için seyirlik bir oyun.
Sahnede oyun akışı içinde ışığın çok iyi kullanıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Sahne tasarımına Barış Dinçel eli değdiğini sahneyi ilk anda görür görmez hissettim. Bir Dali ruhu bizim sahnemize esintisi bırakmış gibidir. Oyunun vurgulanması gereken kapıları ve ekran aracılığı ile olağanüstü koşulu çok iyi anlatmış.
Kostüm, sahne tasarımına uygun yapılmış, beni rahatsız eden hiçbir şey yoktur. Arkadan gelen sesler zaman zaman kulağımı tırmalayacak ve sahnede konuşmaları kaçıracak boyutta yüksek olmuş, fakat sanırım öyle bir tercih kullanılmış olduğunu düşündüm.
Oyundan geriye seyircinin alkışı ve hoş vakit geçirmesi kaldı. Aklıma bir soru bıraktı mı, düşünüyorum, sorguluyorum ama bir şey bulamadım. Hitler figürü, sosyal medyanın kullanımı vb..  faşizm yaşanırken ve şimdi ki zamanda yaşanan durum?
Oyuncular kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yapmışlar ve keyifli dakikalar geçirmemize vesile oldukları için teşekkür ediyorum.
Şehir Tiyatroları sisteme ve yaşadığımız politik kaosa dokunmayan oyunlar seçmiş olmasına rağmen hala eleştiri oklarını üzerinden atamamış, sürekli eleştiri altında olduğu gerçekliğini sahneye çıkan Genel Yayın Yönetmenin konuşmasında hissettim.
100. yılında Şehir Tiyatroları perdelerini açmaya ve genç yazarlara da alan açmaya devam ediyor. Bu bile başlı başına başarıdır.
İsmail Cem Özkan

KOMŞUM HİTLER
Yazan: ALİ CÜNEYD KILCIOĞLU
Yönetmen: TOLGA YETER
Dramaturgi: ARZU IŞITMAN
Sahne Tasarımı: BARIŞ DİNÇEL
Kostüm Tasarımı: GAMZE KUŞ
Işık Tasarımı: MAHMUT ÖZDEMİR
Efekt: YUSUF TUNCER
OYUNCULAR
ASLI NİMET ALTAYLAR, CANER ÇANDARLI, EMRE ŞEN, IŞIL ZEYNEP TANGÖR, MAHPERİ MERTOĞLU, TANKUT YILDIZ