24 Mart 2015 Salı

Nüfus çoğalınca ne oluyor?

Nüfus çoğalınca ne oluyor?

Devletler, kendi nüfusunu artırmak için kendi egemenlik toprakları altında yaşayan ailelere ve çocuk yapabileceklere bir çok teşvik vermektedir. Yeter ki nüfus artsın!
Evrenimizin sınırları bellidir ve üzerinde yaşayan canlıları besleyebileceği kaynağı kıttır ve o sınırına yakın bir döneme doğru geçtiğimizi bilim insanları belirtmektedir.
Nüfusun artması, savaşları kaçınılmaz kılmakta ve kıt kaynakların daha da kirlenmesi anlamına gelmektedir. Her üretilen çöp, yer altı ve üstü kaynaklarımızı yok etmekte ve üretim için ayrılan alanların da yok olmasına sebep olmaktadır. Kaynakların kıt olması onları birer ticari metaya döndürmektedir.  Sanayinin bir parçası olan kaynaklar için insanlar, birbirinin üzerine basarak o kaynağa ulaşacaktır ya da doğanın onlara vereceği cezaya kayıtsız teslim olacaklardır.  
İnsanlık, doğa karşısında hakim ve kontrol ediyor olarak algılanabilinir ama doğa her zaman insanın bu algısının yanlış olduğunu zamanı gelince en acımasız şekilde göstermektedir.
Her canlı çöp üretir, üretilen çöplerin bir şekilde ekolojik dengenin üstünde olduğunda çevreye zarar verir ve var olan ekolojik dengenin bozulması anlamına gelmektedir. Denge bir bozuldu mu, doğanın yeni bir dengeye ulaşması öyle kolay değildir, çünkü doğanın alışık olduğu zaman döngüsü, biz insanların son yıllarda yakaladığı zaman döngüsünden farklıdır ve daha ağırdır. İnsan doğa döngüsünü bozmak ile kalmamış, kendisi için işleyen zaman döngüsünü de hızlandırmıştır. Eskiden daha uzun zamanda yapılan işler, teknolojinin gelişimi ile daha kısa zamanda yapmaktadır. Örneğin insan dünyanın her yenide daha ucuz, daha hızlı bir şekilde ulaşmaktadır. Elbette ulaşımda ki bu gelişim, kendi doğası içinde yaşayan bakterilerin, virüslerin, canlılarında hareket etmesi anlamına gelmektedir. Afrika’da görülen bir çok salgın hastalık, birden başka ülkelerde yayılmakta ve önlenemez bir salgın hastalığa dahi dönebilmektedir.
Her yıl ülkemiz üzerinde bu topraklara ait olmayan canlıların yaratmış olduğu zehirlenme sonucu bir çok insanımız hayatını kaybetmektedir. Virüsler her sene farklı isimler altında salgın hastalığa sebep olmakta ve önlem alınmadığında kitlesel ölümlere de sebep olabilmektedir. Gerçi bu kitlesel ölümlere sebep olan virüslerin bir bölümü laboratuvar ürünü biyolojik silah denemesi sonucunda da olmaktadır.
Son yıllarda bilim insanları, bizleri uyaran bir çok açıklamalarda bulunuyorlar, çünkü bu şekilde nüfus artmaya devam ederse kendi sonumuz yanında dünyamızda bizim ile birlikte yaşayan canlılarında tükeneceği konusu vurgulanıyor. İnsan nüfusu kontrol edilmeli ve azaltılmalıdır, aksi halde dünyanın üzerinde dengesiz şekilde var olan tüketim çılgınlığı kaçınılmaz sona doğru bizi savurmaktadır.
Dünya her gün daha da kirlenmektedir, her hangi bir yerde ki kirlilik evrensel olarak hepimizi etkilemektedir. Bir yerde patlayan bir yanardağ, dünyanın öteki ucunda bizlerin daha az güneş almamızı tetikleyebilmekte ve kıtlık ile karşı karşıya kalmamıza sebep olabilmektedir. Aynı zamanda uçak ile yapılan ulaşımın kirlilik oranına göre durmasına sebep dahi olabilmekledir.  Bunlar bilinmesine rağmen bir çok politikacı ise bunun tersini söylemekte ve açıkça üç – dört çocuk isteyebilmekteler. Bu sadece bizim gibi gelişmekte olan ülke politikacıların tercihi değil, gelişmiş ve nüfusu azalma eğilimi olan ülkelerin politikacıları içinde geçerlidir. Politikacılar kendi dar bakış açılarından ve her daim iktidarda ve ‘üstün’ olarak yaşayacak devletlerinin olacağı varsayımız üzerinden bunları ileri sürmektedir. Ülkelerinin ve devletlerinin daha uzun yaşaması için daha fazla nüfus!
Daha fazla nüfus olursa eğer ne olacak?
Dar ve ben merkezli bakışa göre; var olan kıt kaynaklarını büyütmek ve geliştirmek adına başka ülkeleri işgal etmek için, kısaca savaş için... Daha fazla çöp üretmek için, kıt kaynakları daha kıt yaparak, o kaynakları ticari araç olarak kullanmak için, kısaca ticari ürün çeşidini artırmak, var olan ücretsiz ürünleri para ile alınıp satılan ticari araca döndürmek… Daha ucuz işçi için, daha çok köle için, daha çok kapı kulu için…
Peki, bizim gibi ülkelerde üç çocuk için diretenler ne yapıyor; kızları okuldan soğutmaya, (kızlar okuldan uzaklaştırılırsa o zaman çocuk yaşta evlenebilirler ve genç yaşta anne olabilirler, kaderlerine karşı boyun eğerler, isyankar olmazlar!) kızlar okumasın diye kafesler hazırlamaya, onlarsız bir şehir yaşamı kurmaya, onlarsız bir cemiyet oluşturmaya ve “her şey erkeklere hizmet için üretilmiştir!” demeye getiriyorlar...
Erkeklere ne diyorlar; kadınlar size hizmet etsin diye yaratıldı, onlardan çocuk yapın, üç dört çocuk! Bunu duyan erkek ne yapıyor, sevdiğini söyleyerek aldığı (bakın aldı diyorum!) kadını, dövüyor, akşamları yatağında tecavüz ediyor, sonra çıkıp dışarıda başı bağlı olmayan (yanında erkek olmayan) kadını cinsel ilişkiye hazır olarak görüyor, pantolonunu havalandırıp önüne çadır kurup kuytu yerde tecavüz ediyor, tecavüze direneni öldürüyor. Sonra hakim karşısına çıkıyor, mahkemede gösterdiği iyi halden cezası düşüyor, hatta “çık dışarıda daha çok kadın var seni bekliyor!” diye kulağına fısıldanıyor.
“Bu ülkenin daha çok çocuğa ihtiyacı var!” peki ne için; daha çok? Onu kendisi düşünecek değil ya, adına düşünmüşler, kadını ona ‘hediye’ etmişler çocuk yapsın erkeği eğlendirsin diye! Kadın erkeğinin elinin kiri olur ancak, erkek eline ne kadar kadın zarından çıkan kan bulaştırırsa o kadar evinin erkeği, kadının efendisi olur!
Sonra çıkıp birileri der ki; bu ülkede kadına yönelik şiddet yüzde binbeşyüz artmış…
Çoğu insan bunu bile duymaz!
“Kadına yönelik şiddet eskiden haberlerde gösterilmiyordu, bakın medya özgür, eskiden işleniyordu buna benzer cinayet ama medyaya yansımıyordu, o dönemde sansür vardı, saklıyorlardı, bakın artık özgür medya yazıyor, o zamanlar rakamlar gözükmüyordu şimdi gözüküyor, gözüktüğü içinde abartı gibi geliyor” diyenler ve düşünenler az değildir.
Nüfusun arması daha fazla çöp ve yaratılan o çöplerin çevreye verdiği zarar kontrol edilemezse, bir zamanlar çöp dağlarımız patladığı gibi yeni patlayacak dağlarımızın da olmayacağını kim söyleyebilir? Kaynaklarımız kıt, kıt olan kaynaklardan yaşadığımız sistem içinde ancak parası olan ve dengesiz bir paylaşım söz konusudur.  
Çok çocuk yapın diyenler her daim parası olan ve sistemin kaymağından faydalananlardır ve çoğunluğun ‘iyiliğini’ istermiş gibi gözüküp, kendi yaşam kalitesini daha da yukarıya çıkarmak, sermayelerine daha fazla sermaye katmak isteyenlerdir. Sizin soyadınızı taşıyan yeni nesiller isteyebilirsiniz, fakat bu yeni kuşağa sizler nasıl bir dünya ve çevre bıraktığınızı düşünün. Allah artık onların rızkını verecek kadar başı dinç değil, çünkü dünyanın her yerinde bir savaş ve haykırış duyuyor, hangi birine yetişsin! Akılsız insanların yaratmış olduğu girdabın yanlış olduğunu söylemek için yeni bir Nuh tufanı mı yaratması gereklidir. İnsan kendi eli ile yeni Nuh tufanını nüfus artışı ve daha fazla çöp üreterek hazırlıyor!
Kulağınızı politikacıların dışında biraz da olsa bilim insanlarına verin, onlar karanlık bir geleceği çiziyor, kıt kaynaklar çok kan akıtacak diyorlar. Şundan otuz yıl önce bedava musluklardan içtiğimiz suyu bugün plastik şişer içinde para ile alıyoruz, yarın nefes alacağımız atmosfere de para vermeyeceğimizi kim iddia edebilir? Çocuklarımız havaya para vermesin, bizler suya para verecek kadar doğayı tükettik, kirlettik! Gerçi biz bireylerden daha fazla sanayi sahipleri kirletti, sessiz kalarak onların suçuna ortak olduk.

İsmail Cem Özkan

22 Mart 2015 Pazar

Son nefese doğru yolculuk!

Son nefese doğru yolculuk!

Ortaçağ'da Avrupa'da 'Cadı Avı' adı altında masum ama toplum içinde öne çıkan kadınları yok etmek amacı ile uydurulmuş bir ölüm oyunu vardır. Cadı avında kadının hiç kurtulma şansı yoktur, çünkü kadın ateşin içine atılır ve ateşten sağ kurtulursa cadıdır ve öldürülmesi gereken  şeytandır. Eğer ateşin içinden çıkamazsa masumdur, Allah günahlarını affetsin diye papazlar arkalarından dua eder. Bugün Avrupa mezarları içinde kaç kadının yanmış cesedinin külleri vardır bilinmez, çünkü bu av; Avrupa içinde gelişmesi muhtemel tüm kadın hareketlerinin zamanından önce çıkmış halini yok etmiştir. İlerici, var olan toplumsal değerlere karşı baş kaldırmış, hatta bilmeden var olan değerleri sorgulamış tüm kadınları cadı ilen  edilerek yok edilmişlerdir.
Bu cadı avının yaratmış olduğu kültür ne yazık ki bugün dahi varlığını korumakta ve gerek görüldüğünde erkek kadın ayrımı yapılmadan tüm insanlar üzerinde uygulanmaktadır. çünkü cadı avında  savunma hakkı yoktur, verilmiş olan karara uyulması zorunludur, kısaca son nefesi hangi koşul altında olursa olsun vermek ile yükümlüdür, av için hedef olan kişi.
Cadı avı için öncelikle koşullar oluşturulur ve hazırlanır. Hedefteki kişi üzerine bazı suçlar atılabilmesi için ortam hazırlanır, moda değim ile kumpas kurulur ve o kumpasın masum hedefinde ki kişi artık bilmeden oluşturulan girdabın içine sokulur. O girdap içinde olan kişi, ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ne kadar haklı olduğunu haykırırsa haykırsın artık oluşturulan atmosfer içinde bir süre sonra 'suçlu' olduğunu kendisi bile kabul edip, kaderine razı olur. Cadı avı öyle bir şeydir ki, 'kurban' kendisini gerçekten kurban olarak gördüğü an başarıya ulaşmıştır, son nefes kaçınılmazdır.
Yakın tarihimiz içinde cadı avına benzer bir çok operasyon sol üzerine, sol içinde bireylere yönelik olarak hem devlet hem de örgütler eli ile uygulanmıştır. Hem savaşan, hem de savaştığı gücün tüm kültürünü üzerinde taşıyan yapıların içi yapısı içinde cadı avı kaçınılmazdır, çünkü iktidar (erk sahibi) olan gücünü ancak cadı avı ile kendisini korumakta ve yönetmek ile yükümlü olduğu kendi toplum önünde gücünü göstermek için bir fırsattır. Cadı avı aynı zamanda erkin gücünü gösterdiği ve kanıtladığı bir seremonidir.
En son yapılması gereken eylemler, kültürümüzde en önce yapılan eylemler olması bir tesadüfi değildir, çünkü en son yapılması gereken eylem insanın kendisini (vücudunu) silah olarak kullanması ve son nefese giden yolculukta 'ölüm' bir mücadele aracı olur. Artık kendisi yok olurken, arkasında gelenlerin yaşaması için son çığlıktır. "Artık yeter!" demenin, başka çıkış kapısı olmayanların son mücadele yöntemidir. Ölüm oruçlarında son nefesini veren her birey onurumuzdur, çünkü onların çığlığı insan hakları konusunda ileri bir adımı, zulüm karşısında direnişi gösterir. Çünkü hiç bir ölüm orucu boşuna değildir, var olan tüm zulme karşı isyandır.
İsyan aynı zamanda bir cadı avının parçası olabilir, çünkü son nefese giden yolda bazı kurumsal yapılar, bireyi test etme aracı olarak, var olan baskıları 'protesto' etmek amaçlı olan eylemlerde, seçme hakkını elinden alarak bireye 'zorunlu' görev vererek de olabilir. Yetişmiş olan tüm üyelerin bir çırpıda ateşin içine atıp, onların son çığlıkları üzerinden politika yapmak her ne kadar kabul edilemez gibi gözükmüş olsa da, insanlık tarihi içinde hiç de azımsanamayacak kadar çok görülen bir yöntem olarak durmaktadır. İçimize sızmış olan ajanları temizledik, içimizdeki düşmana karşı taviz vermedik, onların iftiraları sonucu birçok arkadaşımız acı gördü, öldü diyerek yapılan tüm suçlamalar bir cadı avının parçası olabilir.
Son yıllar içinde İslam adına bir çok insan kendi bedenini bombaya dönüştürüp bir yerlerde patlatması tesadüfi değildir, savaştan kazanç sağlayanların yaratmış olduğu ortamın bir sonucudur. Bu sayede batıda geliştiren islamofobi'nin beslenme kaynağı olarak ortada durmaktadır. Her patlayan canlı bomba batıda korku olarak yansıtılmakta ve savaşılması gereken ve içlerinde var olanların dışlanması için gerekli olan bir yeni düşman yaratılır ve o bomba olan insanların düşünce yapısında olanların artık 'hedef' olması kaçınılmazdır. Yaratılan ortamda; kendi toplumu için, emek ücretinin düşürülmesi,sendikal mücadelenin rafa kaldırılması, bir silah üretmek, satmak, kullanmak ve de işgal etmek için meşru bir zemin yaratılır ve o zemin üzerinden savaşlar, işgaller yapılır. Savaş kapitalist sistemin nefes alması için gerekli olan bir çıkış kapısıdır. Sistem ne zaman krize girse, savaş ile krizin çıkış kapısı aralanır. Düşmanlık, ötekileştirme, cadı bu kriz çıkışında önemli birer neden sonuç ilişkisi olabilmektedir.
Kızıldere, son nefesi verenlerin son noktasıdır. O son nokta tesadüfi değildir. Uzun, sabırlı ve sistemli olarak uygulanan bir politikanın sonucudur. O yol sistemin koruyucuları ve politikasını belirleyici olanlar tarafından batıdan bize ithal edilmiş cadı avının modern versiyonudur. 68 kuşağının devrimci liderlerini cadı olarak ilan edilmesi ve onların eylem yapacak ortamlarının hazırlanması ince ince işlenmiş bir politikanın sonucudur. 12 Mart sürecine giden yol ve o 12 Mart'ın sonucunda oluşturulan cadı avı ve devrimcilerin birer cadı gibi ateşin içine atılıp, sonra onların son nefeslerini izleyen süreç; planlı, sistemli uygulanan bir politikanın sonucudur. Kızıldere bir sonuçtur.
Kızıldere'ye giden süreç; gençliğin işçi sınıfı ile iletişime geçmesi, grevlerde yer alması ile başlar. Amerikan askerlerinin denize dökülmesi bile kuşağın kültürü olarak algılanırken, işçi sınıfının grevlerinde gençlik, işçi el ele olması ve köylerde toprak reformunun savunulması ve nerede bir felaket olsa gençliğin orada olması sistem için tehlike 'çanların' çalması anlamına gelmektedir ve bu çanların sesi Kızıldere için oynanan bir oyunun (kumpasın) parçasıdır. Çünkü insanların önüne öyle olanaklar yaratılır ki, insan ister istemez bu olanakların yaratılmış olan ortamda verilen rolü başarı kazanmışcasına ve zafer edası ile katılır.
Her operasyon öncesi hedef olarak görülenlere rahat hareket etmeleri için ortam hazırlanır ve o ortamda yapılan her türlü hareket hoşgörü ile karşılanıyormuş gibi yapılır ve vakti geldiğinde operasyon yapılır. Birilerinin son nefesi için ateş yakılır ve ateşin içine hedeftekilerin önemli bölümü ateşin içine sürüklenir.
Mahir Çayan ver arkadaşları için yaratılan ortam ve yaratılan ortam içinde kimlerin hangi rolü oynadığı bugün tarihe karşılaştırmalı olarak bakma imkanımız var. Çünkü o dönemde yaratılan hava gazetelere yansımıştır. Büyük puntolar ile halka sunulan haberlerin dilleri ve gidilen süreç çıplak olarak verilmiştir.
Mahir Çayan ve arkadaşları cezaevlerinden kaçmaları, Karadeniz sahiline kadar ulaşmaları ve Kızıldere'de hiç bir güvenlik önlemi olmadan bir evde sıkıştırılmaları tesadüfi değildir. Çünkü lojistiği iyi kullanan o dönemde kontrgerilladır. Kontrgerilla eğitimi yıllar süren, sistemli, düzenli bir sürecin parçasıdır. Kontrgerilla eğitiminde verilen derslerin uygulamalı olarak gösterildiği bir operasyondur. Mahir Çayan ver arkadaşlarına başka bir çıkış kapısı bırakmayan bir süreçtir. Mahir Çayan ve arkadaşları aptal değildir, çok akıllı oldukları ve yaşadıkları süreci bilince çıkardıkları geride bıraktıkları yazılardan ortaya çıkmaktadır.
Deniz Gezmiş'lerin idam edileceğini bilerek yola çıkmışlardır. Bu konuda daha sonra ki yıllarda yayınlanan anılardan biliyoruz. Yurt dışına kaçma ve orada yeniden oluşacak ortam için fırsat kollamayı kabul etmemişlerdir, çünkü onlar kendilerini kavgaya çağıranların kavgasını kabul etmiş, yenileceklerini bile bile bu kavgada hedef olmuşlardır. Hiçbir hazırlığı olmayan, gerçek anlamda örgüt olamayan bireylerin yaratılmış atmosfer içinde kendilerini güçlü görmeleri, Filistin kamplarında askeri eğitim almış olmaları bir suni olarak pompalanan kahramanlık ve destanlık atmosferinin parçasıdır.
Türkiye iç dinamikleri  ile değişen bir ülke değildir. Her türlü değişim dış müdahale sonucunda içte oluşturulan atmosferin ortaya çıkardığı sonuçlar ile kendi tarihini çizmiş ve o tarih içinde kendi halkına bir çok zulüm yapmış ülkedir. Kendi insanına acımasızdır. İşkenceler ile  oluşturulmuş suçlamalar ile bireyler ateşin içine atılmış, ateşten çıkarlarsa cadı, çıkmaz ise dua edilmesi gereken "kader kurbanı" olmuşlardır.
Ülkemiz için biçilen rolü yerine getirilsin diye liderler yaratılmış,  o liderlere kendi sonlarını hazırlayacak ortamlar bir senaryo eşliğinde sunulmuştur.
Sol ve devrimci dalga binlerce yıldır muhalif kalmasına göz yumulan azınlıklar içinde oluşması için ortam hazırlanmıştır. Alevi, Karadeniz'in kadim haklarından ve Kürtlerden devrimci çıkması ve solun o taban içinde hayat bulması siyasi bir tercih sorunudur. Ülke kurulurken, ulus devleti fikriyatı Osmanlı döneminde kabul edilirken kadim halklar içinde, devletin kademesinde rol almamış kültürler içinde taban bulması ama yöneticilerin hakim olan kültürden gelmesi tesadüfi değildir. Kontrollü bir muhalif hareket ve kısa süreli iktidar olmalarına izin verilmiş, iktidar gücünün yaratmış olduğu kültür ile barışmalarına ve onları benimsemelerine izin verilmemiştir.
Kızıldere, saf, temiz ve halkların tam bağımsız ve özgür olmalarını isteyen önderlerin yok edildiği bir sürecin sonucudur.
Cadı avı için yaratılan ortamın sonucudur.
Devrimciler son nefeslerini verirken dahi haklı olduklarını ilan ettiler. onların cesareti, bilerek çıktıkları yolları bizlere bir şeyler anlatıyor. O anlatılan şeyleri iyi algılayabilirsek, son yapılması gereken eylemleri öne almadan, bilinç ile kendi irademizi koyabilirsek, lojistik, hedefe giden yolları kendi gücümüz ile ağı örebilirsek o zaman Kızıldere bir şeyler anlatmış olur.
Kızıldere'de atılan her çığlık, her söz bizlere bir şeyler fısıldıyor, destanlaştırmadan, duygusal tepki vermeden, gerçekten anlamak için gayret edersek, ülkemiz tarihinde gerçekten bir 'iç dinamik' olarak bizlerin gücü ile çok şey değişebilir, özgürlük adına bir şeyler yapılabilinir. özgürlüğün yolu; cadı avında cadı olmadan, o girdaptan çıkmaktan geçiyor.
İsmail Cem Özkan