1 Nisan 2015 Çarşamba

Karanlıkta kaldık, karanlıktan hala çıkamadık!

Karanlıkta kaldık, karanlıktan hala çıkamadık!

Bir gün herhangi bir ülke değil, yaşadığımız ülkede ülkenin üçte ikisi karanlıkta kaldı. Kafalar karıştı, ne yapacağını bilemeyen esnaf hemen jeneratör almak için satan firmalara ulaşmaya çalıştı. Olanlar ise mazot almak için en yakın petrol bayisine koştu. Dükkanların önlerinde irili ufaklı jeneratörler ve onların oluşturmuş olduğu ses kirliliği var olan kirliliğe biraz daha katkı sundu.
Acaba ülkede bir şeyler mi oluyor diye bir birine merak içinde soran bakışlar ve anlama telaşı içinde insanlar, seçim de yok ama diye ünlem ile biten cümleler kurmaya başlıyor.
O ana kadar kimsenin aklına gelmeyen neden sonuç ilişkileri hemen ortalık yere serilip dillendirilmeye başlıyor. Acaba devlet büyüklerinden birine suikast mı oldu? Evet, bir yerde bir şeyler oldu ama ulaşılması ve bilgilendirilmesi istenmiyor! Karmaşık duygular ve anlamsız cümleler!
Sorunun ekonomik bir karşılığı mutlaka vardır, çünkü en işlek zamanlarda dükkanların kasaları çalışmıyor, fiş kesemedikleri için alış veriş aksıyor. Kredi kartı ile alış veriş yapma alışkanlığı olanların ceplerinde nakit para yok! Oturmuşsun bir cafe de ya da lokantada bir şeyler ısmarlamışsın, kartın cebinde ama kasa çalışmıyor!  Her yer karanlık nidaları bile sokaklardan duyulmuyor, ne radyo ne de cd çalarlardan ses çıkmıyor, çünkü elektrik yok, ezgilerin yerini jeneratör motorları almış, takatakataka…
Bazı bürolar karanlığa mum ile karşı koyuyor ama çalıştıracakları bilgisayarlarının pillerindeki şarj bitmek üzere. Yazdıklarını mail olarak atma imkanları da kısıtlı, çünkü cep telefonunu modeme dönderip yapacak ama çekim alanı sorunu var!
Van dışında her yerde elektrikler yok diyor biri, ne İzmir, ne Ankara, ne de Mersin… elektrik içinde olayları izleyebiliyor, hepsi karanlıkta ve cep telefonları ile ulaşanlar bu kadar geniş çaplı bir kesintinin arkasında kedi mi diye soruyor ama aynı anda tüm şehirlerde kediler trafolara mı hücum etmiş, onları kim eğitmiş!?
Karanlıkta insanlar elektriğin önemini bir kere daha iyi anladılar, nasıl köle yapıldıklarını ve bağımlı hale dönüştürüldüklerini kısa da olsa düşündüler. Birkaç gün öncesinden tv ekranlarında, sokakların billboardlarında Akkuyu Nükleer Santrali ilanı çıktı, algı oluşturulmaya çalışılıyor. Temiz enerji, gülen ve spor yapan insanlar! Her elektrik kesintisi işte bakın elektriğimiz bize yetmiyor, santral gerekli imajı oluşturulmak için PR firmaları tarafından uygulanan bir algı tekniğidir. Geçmişte her baraj inşaatı öncesi ülke karanlığa kısa süre kalır, saatli elektrik kesintileri düzenli yapılırdı. Geçmişin karanlık propagandası bu güne mi uyarlanmıştı? Söz sokağa dökülmüştü, yemedik biz bu karanlık numarasını diyenlerin de sesleri caddelerin duvarlarında ve billboardlarda yankılandı. Ama bunu fırsat bilenler meclisten sabaha karşı düzenlemeyi geçirmişle. Yani boşuna dedikodu çıkmamış oldu, madem çıktı gereğini yerine getirelim dediler sanırım!
Zaman karanlıkta geçti ve elektrikler geldiğinde web gazeteciliği yapan sitelerin duvarlarına teknik bilgiler yansımaya başladı. Bu kadar büyük ve çaplı bir elektrik kesintisinin nedeni elektrik hatlarında olması gereken değerin altında elektriğin olmasıymış. Doğalgaz ile elektrik üreten santraller, dolarda ki ani yükselme sonucunda karlarında büyük bir düşüş yaşamışlar, çünkü ödemelerini sabit kur üzerinden değil, borsadaki harekete göre yapıyorlarmış.
Haftalar öncesinden hatta aylara bile vurabiliriz, Merkez Bankası genel müdürüne kavgada ağza alınmayacak sözler söylenmiş, “beceriksiz”, “neyi bekliyor”, “bilmiyor” gibi sıfatlar havada uçuşmadan mikrofonlar aracılığı ile duyulan cümleler ve kelimeler doları olağan çizgisinden çıkarmış, yerinden yukarıya doğru fırlatmış. İşte bu fırlamadan kar elde edenler kadar zarar edenlerde olmuş. Zarar edenler ayakkabı kutusunda biriktirdikleri paraları kaslarına almadan sorunu santralı kapatarak çözme yoluna gitmişler. Zararın neresinden dönersen kar diyerek santrallerde bakım yapılıyor bahanesi ile sivil itaatsizlik örneği gösterilebilecek sessiz bir direnişe geçmişler. Elbette bu direnişten birileri (muhatapları) haberi olmuştur ama bizim gibi tüketici nereden bilsin yukarıda fillerin nasıl tepiştiğini! Birden karanlıkta kaldı sonuçta, üstelik kamuoyunda açıkça da tartışılmamış bir konu!
Dolar fırlamış, elektrik üreten santraller bakımda. Bu elektrik hatlarında olması gereken elektrik oranın düşmesine sebep olmuş. Bir anda ülke elektrik üretimi ortalamanın altına düşünce Avrupa enterconnecte sistemi (ENTSO-E) şalterleri indirmiş, elektrik dağıtımının güvenliği için! 
Yani kardeşlerim, abilerim, ablalarım ve de sevgili kadınlar ve de erkekler anlayabildiğim kadarı ile yaşadığımız aslında hiçbir şeyden yasalar önünde sorumlu olmayan bir kişinin mikrofonlar önünde çalışanına ayar vermeye kalmasının sonucuymuş... Kısaca karanlığın teknik açıklaması böyleymiş…
Birileri sivil itaatsizlik yapmış, bakıma almış. Yaslarda yasak olmayan ama mesaj içeren bir durum, öte yandan bu elektrik üretimi için canla başla genelde yandaş işadamları lehine özelleştiren ve özel firmalara elektrik ürettirip satın alan devletin bir açığı da bu karanlıkta kalınca gün yüzüne çıkmış.
Kısaca daha çok para için ülke karanlıkta bırakan özel firmaların sorumsuzluğu ve bunu denetleyecek kurumun yetersiz kalmasıymış... Şimdi soru şu; bir daha bu olay olmaması için nasıl bir elektrik piyasası yapılandırılacak? Üretim yapmayan firmalara yaptırım gelecek mi?
Karanlıkta kalmamızın sonuçları itibarı ile; ortada kimse suçlu değil, kimse sorumlu değil...
Her yer karanlıktı. Elektrik geldi, her yer yine de karanlık!
İsmail Cem Özkan


Sondan başa doğru!

Sondan başa doğru!
Genelde anlam vermediğim şey, henüz olayların başındayken en son yapılması gereken eylem biçimini en başta yapılmasıdır. En son yapılması gereken eylem biçimi de insanın kendi vücudunu bir bombaya döndürmesi ve yok etmesidir. Kısaca, son çaredir ve bu son çareyi hiçbir kişinin yaşamasını istemem.
El yordamı ile yol almaya kalktığımızda ne zaman nasıl bir duvar ile karşılaşacağımızı bilemeyiz. Kirli savaşın yaratmış olduğu yakın tarihimizin dehlizlerinde bir çok olay iç içe geçmiş ve kimler tarafından yapıldığı bugün bile tartışmalıdır.
Soğuk savaş süreci sonrasına birçok tarihçi “karanlık savaş” adını takmış. Bu karanlık savaş süreci içinde; işgaller, iç savaşlar, dünya savaşından farkı olmayan kitlesel kıyımlar, ortaya çıkarılan yeni düşmanlar ve bu düşmanlar için orantısız güç şeklinde son teknolojinin prova edilmesi… Toleransın yerini yargısız infazlar aldı. Yargısız infazların katilleri ise ‘meçhul’ şekilde aramızda sessizce dolanmaya devam etmekteler.
Karanlık savaş süreci içinde ölüm kutsanmış, kutsal amaçlar uğruna bir çok insan ‘canlı bomba’ olarak kendisini patlatmıştır. İdealist bakış açısıyla bu eylem biçimine anlamlar yüklenmiş ve savaşta birey bir silaha dönderilmiştir. “Amaca giden her yol mubahtır, ölüm ise en kestirmesidir.” anlayışı ‘global’ güçlere karşı savaşanların içinde yaygınlık kazanmış ve bu sayede iki taraflı bir korkunun da inşaat süreci tamamlanmıştır. Korku hem düşmana hem de örgüt içinde gelişebilecek olan muhalefete karşı savunma ve saldırı aracı olarak ortada durmaktadır. Lideri için ölen, liderinin sözünü iki etmeyen ve sorgulamayan birer mekanik insanlar topluluğu hayatın içinde dolanmaktadır, bir emir ile kendisini ve çevresini yok etmek için fırsat kollamaktadır. Birinde teknoloji var, ötekinde iman! Sonuçta ölüm meşrulaştırıyor, sıradanlaştırılıyor. Ölüm bazı coğrafyalarda sorgulanmadan kabul edilen bir sürecin parçası olabiliyor.
Bazı coğrafyalarda mücadele edenler için “biz daha iyi ölürüz, siz ölmesini bilmiyorsunuz!” karşılaştırması yapıldığına şahitlik edebilirsiniz. Savaşan güçlerin medyalarında birbiri ile rekabetleri bu sözler ile ortalığa serilebilmektedir.
Normal koşullar altında ölümün karşılaştırması olmaz, “bak biz daha iyi yaşıyoruz, sizin de bizim yaşam kalitemize çıkmasını isterim!” karşılaştırması yapılmalıdır. Burjuvalar nasıl yaşıyorsa halkın tümü o şekilde yaşasın diye hareket edilmelidir. Ezilenler, ezenlerin yaşam kalitesine çıktığında ortada ezen kalmaz, ama ezenleri ezilenlerin yaşam kalitesine düşürdüğünüzde ortada her daim bir ‘ezen’ kalacaktır, çünkü onu gerçekleştiren devlet mekanizması kendisini güçlendirmiş ve yeni bir ezen kadro yaratmış olur.
Ölenlere bakarak daha iyi ölürüz veya öldürürüz bir insanlık tarihinin izini ve birikimini taşımaz. Hedef daha İyi, daha güzel yaşam olmalıdır.
Her cinayetten kahraman ve destan yazma huyumuz, kültürümüz vardır. Ama her cinayetin sorgulanması ve yüzleşilmesi gereken tarafı da vardır.
Ne olursa olsun, hayata tutunmak ve yaşamak için her ortamda direnmek ve yaşamı savunmak zorundayız. 
Ölüm yaşamın sonudur ve ona ulaşmak için çok acele etmeyelim, nasıl olsa doğa bize acımadan getirecek o günü... 
Devletin varlık sebebi her daim tartışmalı olmalıdır, çünkü devlet adı altında cinayetlerin üstü örtülmekte, yargısız infazlar yapılmaktadır. O yüzden gerçekleri arayan insanlar tarafsız olamaz, çünkü gücü elinde bulunduranlar katildir, çünkü o cinayet için ortam hazırlamıştır. 
Bir daha devlet cinayet işlememesi için ne yapmak gerek, nasıl önlem alınır konusu gündeme getirtilip, onun için çalışmak ve mücadele etmek gereklidir.
Üç insan öldü, üçünü de katıksız biliyorum ki devlet öldürdü. Öldürenler; sorgulamadılar, vicdanen hesaplamadılar, gözlerini kapattılar ve ateş ettiler. Üç insan kurşun fabrikasından çıkan, para karşılığında alınan maddeler ile öldürüldü.
Ölenlerin hepsini seviyorum, öldürenleri ise net söyleyeyim sevmiyorum, sevmek içinde beni zorlayamazsınız. Çünkü öldürmek dışında çareler varken, en son yapılmasını başa alarak bir cinayet işlenmiştir.
Üç insan öldü. Takvim yaprakları içinde üzgünüm anılacak ve hatırlanacak bir gün daha oldu... 

İsmail Cem Özkan

30 Mart 2015 Pazartesi

Örtülü cinayet!

Örtülü cinayet!

Devlet kendisini korumak adına bir çok yan örgüt kurar ve bu örgütler her daim örtü altındadır ve bu örtüyü devletin gizli kasasından finans ederler. Çünkü devletin kamuoyunda görülmesini istemediği yüzü bu örtü altındadır. Örtü sadece devletin değil, uluslararası güvenlik kurumların oluşturmuş olduğu ve kara parayı kontrol altında tutacak olan yapıları da örtü altına alır ve destekler. Ulus devleti mantığının dışında evrensel olarak oluşturulmuş kurumların yan örgütlenmeleri de bu örtü altındadır ama devletin ne kadarından haberi vardır bilinmez, çünkü örtü altında oluşan karanlık noktalarda bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz olaylar ve olgular oluşmakta ve dağılmakta ve de yeniden oluşturulmaktadır. 
Devlet temel varlık sebebi, var olan sistemin korunması ve kapitalizmin ihtiyacı olan güvenlik şemsiyesini istenilen yerlere kadar uzanmasını sağlamaktır. Burada amaç evrensel olarak işleyen kapitalist sistemin işleyişine yönelik olabilecek saldırıları bertaraf etmek ve sistem için gerekli olan kara paranın kontrollü bir şekilde yirmi dört saat hareket halinde olmasını sağlamaktır. Kapitalist sistem kara paraya ihtiyaç duyar ve bu paranın kontrolü bir şekilde lazım olan yerlerde kullanılmasını sağlamaktır. 
Kara paranın kontrol dışına düşmesi demek, kapitalist sistemin felç olması anlamına gelir yani öngörülmeyen yerde kapitalist sistem dışı bir sistemin oluşması ve yaşaması için olanak doğabilir ki, bu sistemin işleyen çarkının dağılması anlamına gelir. Kapitalizm kendisinden önce yaşamış olan tüm sistemlerin birikiminden yararlanan ve kendi sistemini daha uzun yaşayabileceği ortam hazırılar. Kendi içinden doğan ve doğal düşmanı olan işçi sınıfının sürekli parçalanmasını ve gücünü toplayamaması sistem için önemlidir. O yüzden kapitalist sistem kendisi ile işbirliği yapan sendikaları kurur ve yönetir. Bu sendikaların kontrollü olması içinde göreceli olarak özgürlükler tanınır ve o özgürlükler içinde hareket etmelerini devletlerin öznel durumlarına göre olanak sunar. Her ülkede sınıf sendikacılığının hareket alanın farklı olmasının nedenleri işte bu özgün koşullara uygun örgütlenme modelinin uygulanmasıdır. 
Kapitalist sistem ile mücadelenin günümüz koşulları içinde artık coğrafya, etnik kimlik, din ile mümkün olamayacağını yaşanan son otuz yıllık tarihimize bile baktığımızda görebiliriz. Kapitalist sistem ulus devleti kurdurulan borsalar ve özelleştirme ile parçalamış, yarı ya da tam bağımlı devletler konumuna getirmiştir. Üretim artık tek bir coğrafya üzerinde kurulu devletler üzerinden değil, parçaları değişik ülkelere dağıtılmış, montaj sanayinin gelişimine olanak sunmuştur. Bir marka değişik ülkelerde kendi malının bir parçasını ürettirerek, hem tekelci konumunu global hale getirmiş hem de kontrol dışı oluşabilecek olan yapılanmalara karşı da önemlini almış oluyor. Bir işçi artık hangi ürünün hangi parçasını ürettiğini bilemez konumundan çıkmış, ürettiği parçanın ne işe yaradığını dahi bilemez konuma gelmiştir. Bilgi teknolojisine dayanmayan, bir makinenin bir dişlisi konumuna kadar indirgenen işçi, yerine istihdam edilebilecek binlerce işsizin gölgesi altında çalışmaya çalışmaktadır. Aynı zaman dilimi içinde eskisine göre daha fazla mal üretmesine rağmen, eskisinden daha az gelir ile yaşamaya ve tüketmeye çalışılmaktadır. 
Sınıflar arasında uçurum artıkça eğitim artık sosyal devlet kavramı içinde olduğu gibi eşit değil, paraya göre eğitim, ihtiyaca göre mesleki eğitim şekline dönderilmiş, sağlık sektörü sanayileştirilerek parasına göre sağlık hizmetinden yararlanılan klasik bir ticarethaneye dönderilmiştir. Hastalar artık müşteri konumundadır ve ilaçlar parası olanın parasına göre üretilmekte ve sunulmaktadır. Aynı marka ilaçlar fiyatına göre (değişik renk paketler içinde) etki dozu ayarlanarak piyasa sürülmektedir.  İlaçların satışı ve sunumu için gerekli eğitimin de artık gereksiz olduğu, her hangi bir marketin rafından alınacak şekilde piyasaya sürülmeye başlaması tesadüfi değildir. 
Örgüt para demektir, para varsa ortada örgüt olmak için önemli bir koşulun ana damarı olmuş demektir. Kara para sistem ile mücadele etmenin ön koşuludur, kontrol altında para ile sistem içinde demokrasinin göstergesi olarak kullanılan seçime dahi girilemez. Seçime girmiş partilerin her birinin kaynağını açıklamayacağı parası olması kadar doğal bir şey yoktur. Seçimi kazandıktan sonra bu kaynakların çıkarlarına yönelik ekonomik / siyasi kararların alınması şaşırtıcı değildir. Para olmadan günümüz koşulları altında artık şehrin semtleri arasında bile gidilemezken, paralar bankaların İBAN numarası aracılığı ile Amerika’da yer alan bir merkez tarafından incelenmekte ve bireysel hesaplar dahi kontrol edilmektedir. Kullandığımız otobüs kartları, banka kartları ve cep telefonumuzda ki kartlara kadar her şey kontrol amaçlı üretilmiş ve bireylere cazip hale getirtilerek kullanmaları sağlanmıştır. Bu kartlar içinde yer alan teknolojinin nüfus cüzdanından - pasaporta kadar kimliklerin içine de yerleştirilmesi ve evrensel olarak kullanılan standartlara uygun şekilde zorunlu kullanıma sürülmesi tesadüfi değildir. Düşünebiliyor musunuz, her ülkede prizler farklılık gösterirken kimlikler ve tüketim kartlarında bir standart vardır. 
Bir devlet içinde paranın örtülü olarak kullanımı tek bir merkez tarafından yapılması geleneksel olarak vardır, örtülü ödenekten aktarılan paralar yan yapılar tarafından kullanılması ve kontrol dışında tutulması bu geleneğin içindedir. 
Örtülü ödenek olan devlette hangi işler yasalara uygun hangileri değildir araştırması yapabilecek her hangi bir makam olamaz, çünkü her durdurulan tır bir bakmışsınız örtülü ödemek ürünü çıkmış, durdurana hapis ve sürgün az bile olur... 
At izi it izine karıştığı yerde kim kimdir, kim hangi örgütün elemanıdır, kim kime bilgi taşıyor ya da bilgi getiriyor diye sorgulama ihtimali ortadan kalkar, çünkü her şeyin üstüne bir örtü örtülür.
Devlette yorgan, ayağa göre değil örtüye göre uzatılır ve sistemin çıkarları ve korunması olarak örtülü olarak varlığını korur. Bu devlet organizması içinde her daim vardır ve devlet var olduğu sürece varlığını koruyacaktır. 
Örtülü ödeneklerin olduğu devletlerde düşman yaratılır ve o düşmen ile savaşılması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü savaş olduğu sürece ve savaştan yararlanan büyük tröst firmalar ahtapot gibi dünyayı sardığı sürece savaşlar eksik olmayacak ve savaşlar olduğu sürece kimse bu örtülü olan şeyleri sorgulayamayacak ve gündeme dahi getiremeyecektir. Elbette devlet mekanizması içinde bu ödeneği suistimal eden liderler olabilir, ancak o suistimaller sistemi tehlikeye sokmadığı sürece göz yumulur ama tehlikeye soktuğu an bir savunma duvarı bu ödeneklerin kurumları önüne bir anda çıkabilir. 
İsmail Cem Özkan

29 Mart 2015 Pazar

Kendime baktım!

Kendime baktım!

Kendime doğru dönüp baktığımda acaba derim ben grupçu muyum, sanırım değilim ama önyargılarım çok keskindir ve önyargımın parçalanmasına genelde izin vermem, çünkü o önyargı yılların birikimi ile oluşmuştur ve içinde binlerce deneyin sonucu yatar. Ama çevreme bakıyorum, "genelde" insanlar grupçu. Yani kendi cemaatleri içinde yaşayan ve cemaat dışına düşmekten korkan, kendisine güvenmeyen bireylerden oluşuyor. Çünkü kendisine ait olmayan düşünceyi bile kendisinden çıkmış gibi savunur gözüküp, içselleştirmediği yaşama bakışı içinde çelişkiler içinde sağa sola dalgalanırken bile cemaat içindeki ilişkileri dikkate alıp, onun ile birlikte hareket etmeye çalışmasını uzaktan izliyorum.

Denizde bir kayık, dalga kayığı sağa sola sallarken, içinde olanları da aynı ivme ile sallamaya devam eder. Kayıktan denize atlamayı, yüzmeyi kimse göze alamaz, çünkü dalga her an insanın nefes borusuna kaçan bir su damlacığın içinde barındırır. Korkudur insanları bir arada tutan.

Cemaat ilişkilerinin temelinde korku vardır. Korkunun biçimlendirdiği bireylerin özgür olarak düşünce üretmesi ve kendi düşüncesine sahip çıkması beklenemez. Bu bireyin dinci, sağcı, solcu gibi aidiyetler taşımasının pek anlamı yoktur, çünkü hepsi bir birini taklit eden ve birbirinden etkilenen ve kendini tanımlarken başkasının üzerinden anlatan bireylerin oluşturmuş olduğu birliktir. Her cemaat heterojendir ama homojen gibi hareket eder, homojen gibi gözükmeye özen gösterir...

Sözün başına döneyim, insanlar, cemaat grupçusudur ve kendi cemaatinin düşüncesi dışında ki tüm düşüncelere ve hayat biçimine kapalıdır.

Ben grupçu olmadım ama bana karşı grupçu zihniyet ve aidiyet duygusu ile hareket edenlerin davranışlarına muhatap kaldım. Grupçu zihniyet ile hareket eden arkadaşlarımı birey olarak ele aldığımda tek tek çok iyiler ama bir araya geldiklerinde Martin Luther'in sözü ile söyleyeyim “bir domuz boku” gibi oluyorlar. Birey olarak her biri çok iyi insanlar ama cemaat dışına kalma korkusu yüzünden ne yazık ki cemaattin farklılıklar ile birlikte yaşama karşı örmüş olduğu duvar içinden dışına çıkamıyorlar. Dış dünyadan ne yazık ki korkuyorlar.

Bir arada yaşamayı içselleştirememiş, farkı düşünce özgürlüğünün özgürlüğün kendisi olduğunu kavrayamamış, toleranslı olamamış bireyin hangi cemaate üye olduğu beni açıkçası hiç ilgilendirmiyor, çünkü cemaatlerin durduğu yerden bağımsız olarak ilişkiler ve etik kuralları bir birlerine benziyor...

İşte benim önyargım burada başlıyor ve grupçuları yanımdan uzaklaştırıyorum. Huyum kurusun ne yapayım, kokan insanlar ile yan yana ancak otobüslerde ve İstiklal Caddesi’nin koşturması sırasında olabiliyorum...

Her gruba eşit mesafede yaklaşırım ama her grup bana eşit mesafeden yaklaşmadığını, işi düşünce beni arandığını ve ‘bedava iş’ yaptırmak için kısa süreli gururumu okşayarak işi yaptıracağını düşünen cemaat ‘uyanık’ bireyciliği rolünü karşımda oynarken görürüm. Ve ilginç tarafı benden aldıkları her pozitif davranışı, ‘kar elde ettik,’ ‘kandırdık’ mantığı içinde baktıklarını bana hissettirmeleri. Cemaat çıkarını öne alarak benden faydalanmayı insanlığın doğal yasası gibi gören ve hatta bunun teorisini yapanlarda da şahit oldum.

Dayanışmayı tek yönlü gören, kendi cemaatinin yararına davrandığım sürece benim ile ilişki içinde olan, işi bitince arkasını dönen bir çok kişi çevremde oldu, olmaya da devam edecek ne yazık ki. Sonra diyecekler ki; “geleceği hadi birlikte kuralım”. Bu sözde bile kandırmaca var olduğunu görüyor ve biliyorum. Gelecek dediği cemaatin çıkarına olursa ok (tamam), olmazsa "tu kaka" dır.

Artık sıkıldım; cemaat ilişkisi içinde olan ve kişiliğini cemaat dışında gösteremeyen ve cemaat örtüsü altında kendisini ifade edenlerden. Geleceğin güzelliğinden bahsediyorlar, aslında hepsi durumundan memnun ve değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar, çünkü değişim; cemaat ilişkisinin yeniden oluşması demektir ki, kimse bu riski göze alamaz. Alışkanlıklar bozulamaz, bozulduğu an yeni düzenlemede hangi rolü oynayacağını bilemezler, boşlukta kalmış bir atom taneciği gibi yaratmış olduğu duvarlara gidip sert olarak vurur ve savrulur. Cemattin ilişkisi içinde kendisini tanımlayanların çoğunluğu ‘denizden çıkmış balık gibi’ nefes almaya zorlanır. Nefesiz kalma korkusu elbette cemaatine biat etmeye olağan karşılamasını sağlar. Ve solcu olduğunu söyleyen ve ‘tek değişmeyen şeyin değişimin kendisini olduğu’nu savunan genel kabul gören doğrudaki değişimin aslında istikrarlı ve değişmezliği ‘sonsuz’ gibi görmeye devam ederler.

Grupçu bakamıyorum hayata ve hiç bir grubun çıkarı ve geleceği beni fazla ilgilendirmiyor. Çünkü kendimi ait olarak gördüğüm bir grubum yok, içinde kendimi tanımlayabileceğim çevremde yüzlerce değişik grup var ve tanımlayabildiğim kadar o gruplar içinde söz söyler ve ayrılırım. Söz söylediğim ve karşılıklı dayanışma olduğu sürece o grubun içinde yer alırım, tek yönlü ve sadece ben verici olduğumu hissettiğim an; o grup benim için tarih olmuştur! Tarih olan yüzlerce grup var çevremde ama sadece benim dışımdalar.
İsmail Cem Özkan