22 Mayıs 2015 Cuma

Direnişin resmi yapılıyor…

Direnişin resmi yapılıyor…

Gezi direnişinden geriye kalanlar nedir diye sordu bir arkadaş, gezi henüz bitmedi ki geriye bir şey kalsın. Gezi direnişinin başlangıcından bugüne iki yıl geçti ve direnişin sonuçları, devam eden barikat ateşi ve kora dönüşmüş alevin sıcaklığı hala bir şekilde bizleri etkilemeye devam ediyor.

Gezi Direnişi 31 Mayıs günü polis baskını ile başladı. Polis ezan okunduktan sonra gaz tabancalarını ateşlemesi ile Gezi Parkı içinde kurulmuş olan çadırların içini doldurdu. Hazırlıksız yakalananlar ilk şaşkınlıklarını atlatır atlatmaz direnişe başlamıştır. Gezi Direnişinin birden büyüyeceği ve tüm ülkeyi kucaklayacağını başlangıçta hiç kimse düşünmemişti. Polisin orantısız güç kullanımı, çadırların yakılması, direnişçilerin karşılarında ki organizeli devlet gücüne karşı içgüdüsü ile savunmaya geçmesi birden ülkenin gündemi içinde dikkat çekmiş ve ertesi günde polis aynı sertlikte ve şiddet ile saldırması ile birlikte Gezi Direnişi artık park içinden çıkmış ve bir özgürlük mücadelesine dönmüştür. Özgürlük söylemlerinin direnişin ruhunu belirleyecek ve ülke sınırlarını aşan bir yankı bulacaktır. Devlet mekanizmasını kullanarak her türlü baskıyı kendisinde meşru görenlere karşı artık özgürlük türküleri söyleniyor, özgürlük sloganları atılıyordu. Polis ve yardımcı güç olarak kullandıkları zabıta güçleri bu gelişen durum karşısında şaşkınlık yaşamış, ‘dövdük, yaktık, küfür ettik ama gitmediler’ diye sanırım kendi içlerinde konuşmuş olabilirler. 

Gezi bir direniş ateşi yakmış, ateş 31 Mayıs günü yanmış ve bugünde hala yanmaya devam etmektedir. Elbette bu ateş şimdilerde meydanlarda yanmıyorsa, inanın gönüllerde yanmaya devam etmekte ve ülkenin değişik yerlerinde devam eden direnişlerde yanmaya devam ediyor. Gezi ülke tarihinde ilk defa yaşanan bir sürecin adıdır. İlk defa büyük bir güce karşı direniş ülke sathına bir anda yayılmış ve direniş barikatları kurulmuştur. İlk defa büyük bir halk hareketi öndersiz, örgütsüz ve içten gelen direniş ruhunu açığa çıkarıyor, var olan tüm baskıcı anlayışa, organizasyona karşı sesini çıkarmakla kalmıyor direniyordu. Kapatılan köprülerden kitlesel olarak barikatı yılarak geçiyor, direniş camlardan dışarıya taşan tencere seslerine karışıyordu. Direniş yaşanıyordu ve bu yaşananları hiçbir kitap yazmıyordu. 

Gezi Direnişi başlamasından sonra iki yıl geçmiş, bugün Metal İşçilerinin ellerinde direniş alevi ve ruhu. İşçiler ellerine aldıkları ayakkabılar ile zıplayarak ve kendilerine özgü sloganlar ile bağlı bulundukları sendikayı çöpe atıyorlar ve direniş Gezi’de olduğu gibi hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Gezi ruhu direniş olan her yerde yeniden filizlenmekte ve sarmalamaktadır. 

Gezi sürecini anlatan bu arada bir çok kitap çıktı. Kitapların bir bölümü ticari kaygılar taşımış olsa da direnişin ruhunda ticaret yok paylaşım vardı. Her paylaşılan şeyi ticari olarak düşünen ve kapitalizmin kirlettiği düşünce yapısını hala üzerilerinde taşıyanlar işi paraya döndürme telaşına girip, çektikleri fotoğrafların üzerine copyright yazarak pazarlama içinde olmuşlardır. Ajanslara bağlı çalışanlar, haber merkezlerine gönderdiklerini aynı zamanda kamuya açık olarak yayınlayarak var olan anın haberlerini haber alma özgürlüğü içinde kullanılmış ve paylaşılmıştır. Özgürlük hepimiz için gereklidir ve ilk defa direnişin ilk haftalarında hep beraber yaşıyorduk. Özgürlüğün kaos oluşturmadığı ve parayı dahi kullanımdan düşürecek kadar geniş bir alanı yarattığına hep beraber şahit olmuş, evlerde yapılan yemekler direnişçilere ve direnmek için taşınmıştır. Sağlık için ilaçlar hep beraber el birliği ile ya satın alınarak her kesin kullanıma sürülmüş ya da öğrenilen ilaç yapımları el birliği ile üretilmiş ve ihtiyaç anında kullanılmıştır. Beyaz önlüklü sağlıkçılardan, kitap okunmasını teşvik eden kütüphaneciler, her meslekten birey kendi mesleğinin olanlarını direnişe sunmuş ve direniş içinde canlı yayın yapan bir tv bile oluşturulmuştur. 

Gezi Direnişi sosyal medyanın gerçekten sosyal olmasını ve yaygınlaşmasını da beraber getirmiştir, çünkü resmi yayın niteliğinde olan tüm medyanın dışında yeni haber kaynakları yaratılmış ve bu kanallar kullanılmıştır. Her türlü yasaklamalara karşın DNS ayarları değiştirilmiş, DNS ayarları duvar yazısı dahi olmuştur. 

Direnişin yarattığı özgürlük alanları kendi evimizi korur gibi koruduk. Hayatımızda ilk defa yaşadığımız ve ayol gerçekten devrim oluyor yazısına kadar yansıyacak şekilde gelişti. Bir devrim havası vardı ama iktidar olacak iktidar yoktu. Direniş lidersizdi ama kimse lider telaşına düşmeden kolektif akıl ile sorunların üstünden başlarda geliniyordu. Silah ve öldürme timleri ortalığa çıktıktan sonra ölüm kontrgerillanın elinden ve devletin desteği ile gençlerimizi elimizden almaya başladı. Yaralananlar, ölenler, sakat kalanlar, beynin yarısını kaybedenler direnişin ne kadar hazırlıksız ve savunmasız olduğunu gösteriyordu. Bütün bu tehlikeleri bile bile halk yine meydanlara çıktı, yine kavga etti. Daha fazla kan akmasın, daha fazla ölüm olmasın diyerek parklara çekilme kararı bir ortak düşünce ile sessizce alınmış ve uygulanmıştır. Bugün Gezi Direnişi park formlarında yaşamaya devam etmektedir. 

Bugünlerde bir sergi açılacak, Gezi Direnişini anlatan. Haydar Özay ressam arkadaşımız yaklaşık bir yıldır emek verdiği sergi Gezi Direnişinin başlangıç gününden bir gün önce açılışı yapılacak ve Parklarda yarattığı eser dijital baskı ile çoğaltılarak sergilenecek. Haydar Özay’ın yarattığı resim tıpkı Gezi Direnişi gibi bitmeyecek, sürekli eklemler yapacak, yeni vurgular ekleyecek gibi. Haydar Özay eserinde kendi duruş noktasına göre direnişi yeniden yorumlamış ve onun yorumu ile karşımda durmaktadır. Resim içinde ararsanız binlerce öykü bulabilirsiniz, tıpkı direnişte olduğu gibi. İmgeler ve gerçekler iç içe geçmiş, bizi o ateşin harlı olduğu günlere götürmektedir. Ölen hiçbir arkadaşımız unutulmamış, zaten unutmamak ve sürekli hafızlarımızda başlangıç günleri taze kalması için oluşturulmuş ve hayata geçirilmiştir. 

Haydar Özay yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığı resim son haline gelmek üzere. 30 Mayıs günü açılışı yapılacak ve Gezi Direnişinin yiğit evlatlarının anaları ve babaları ve de bizler gibi kardeş / yoldaş olanların katılımı ile mimarlık odasının terasında açılacak.

Direniş bugünlerde Metal İşçilerinin olduğu alanda yaşamaktadır. Bütün meydanlar Taksim’dir. 

Her yer taksim, her yer direniş!

İsmail Cem Özkan



21 Mayıs 2015 Perşembe

Savaş yorgunu olmayalım!

Savaş yorgunu olmayalım!

Savaş yorgunu bir halkın torunları, savaşın gerçek yüzü ile karşılaşmadıkları için, yaratılan resmi tarih söyleminde uydurulan destanların havası ile daha fazla ırkçı ve görmediklerine düşman olmuşlardır. Düşmanlık kendini tanımam ve sevmezliğini getirmiştir. Çünkü kime ve nereye göre tanımlayacağını bilemeyenler, dünyanın tek sahibi, hükümdarı ve her millet tarafından anlaşılma zorunda olan biri olarak görmekte ve her yaptığını haklı ve doğru olarak görmektedir. Çünkü tarih bilgisi şanlı bir milletin evladı ve her daim zaferler ile taçlandırılmış uydurulmuş bir gerçeklik üzerine oturmaktadır.

Yorgun, kaçkın, toprak hasreti içinde yaşamış dedeler, savaşın gerçek yüzünü torunlarına anlatacak kadar uzun yaşayamadılar. Onlar arkalarına solmuş fotoğraflar ve kırpıntılar halinde kalmış anılar bıraktılar. Şimdi bir çoğunun mezarı bile yoktur, uğruna savaştıkları topraklarda, betonların istilası sonucunda sonsuzluk uykusuna yattıkları kabristanları bile sökülmüş, üzerine betonlardan oluşmuş, siteler, villalar, apartmanlar hatta bir bölümüne gökdelenler oturmuştur. O uğruna savaştıkları, işgal edilmiş şehirler bugün yoktur. Bugün ne için kan döktüklerini sorgulayacak bir durumda söz konusu değildir. Savaştıkları düşmanlarının bütün varlığı o toprakların üzerinde, onların dilini öğrenme ve onların ülkesinde doğum yapma telaşı içinde olan torunlar ve de onların çocukları vardır.

Savaş yorgunu bir halkın torunları, bugün savaşları ekranlar karşısında tanımış, bilgisayar oyunları ile içine girmiş savaşmıştır. Bir oyundur, o oyunun bir parçası olmayı ise askerlik yapmış, Kürtler ile savaşan şanlı bir ordunun mensubu olarak yapıp, koleksiyoner olarak dönüp ırkçı, hoşgörüsüz, bireyler olarak aramızda azınlık olarak yaşamakta ve her gelen asker cenazesinde marşlar söyleyip, tekbir getiren olmuş azınlık üyesi olarak karşımızda durmaktadır. , parası olanlar yurtdışı eğitiminden geçip, parası olanların yanında emir kulu olarak onların hizmetinde bilgilerini sunmuş, olan çocuklarının geleceği için özveriler ve beton daireler almaya uğraşmaktadır.  Dedelerinin savaştıkları topraklarda, sözde geçmiş bilgileri içinde ülkeyi yağmalamakta ve yağmalanması içinde her türlü desteği sunmaktadır. Sorarsanız kendilerine aslında bu ülke ve bayrak için her şeylerini vereceklerdir, ama özelleştirilen firmaların gerçek sahipleri (!) olan sermaye sahiplerine her türlü biat etmeyi doğal ve olması gereken olarak algılamaktalar. Ülke bayrağının üstünü firma logoları kaplamış olmasına kimse itiraz edemez, çünkü ulusal olarak görülen bütün değerler ve organizasyonlar sponsorsuz ayakta kalma şansları yok gibidir. 

Savaş yorgunu bir halkın torunları, savaş gerçeği ile tanışamadıkları için, uydurulmuş tarih bilgileri içinde Ortadoğu’nun lideri olmaya ve çöl üzerinde savaşmaya gönüllü bir kuşak yetiştirmiştir. Bu savaş bilmeyen ve anlı tarihi değerlerini yeniden hayata geçirmek için yola çıkanlar, ülkenin geleceğini, kuşaklarını, çöl fırtınaları içinde bırakmak ve savaş içinde o şanlı günleri dönme hayali içindedir. O hayal içinde yok ettikleri, üzerlerine sünger çektikleri kan dolu geçmişleri ile yüzleşmeye ve düşmanlıkların yeniden görünür olmasını da beraberinde getirmiştir. Savaş düşmanlıkları yaratır veya yenide ortaya çıkarır. 

Tarih bize başka şeyi de anımsatır, savaş yorgunu dedeler kıtlık içinde, yokluk ve böceklerin istilası sonucunda ölmeyip da ayakta kalan erkeklerin savaştan kaçıp kendi köylerinin dağlarında saklandığını fısıldar. Ama kimse bu gerçeğin üstünü açmaya kendisine yediremez. Ne de olsa zafer kazanmış bir halkın ve yeni oluşturulmuş bir devletin şanlı ve zaferler ile dolu bir ulusun bireyleridir. 

İşgal edilmiş bir başkentten, yeni oluşturulmuş bir başkente taşınan benlik, yeni başkentin merkezinde yaratılan destanlar, savaşlar, kahramanlıklar ile yeniden geçmiş değerlendirilmiş, işgal kuvvetleri ile nasıl yokluklar içinde savaşıldığını ve yokluklar içinde düşmanı nasıl denize döktüğünü anlatır. Hatta düşman kaçarken nasıl şehirleri yaktığını anlatır ve solmuş fotoğraflar ile bunu kanıtlamaya uğraşır, basılmış madalyaları onurlanarak gösteririz. Fakat zaman içinde karşılaştırmalı tarih içinde düşmanlarında kahramanları olduğu ve onların da zaferler ile o günleri anımsadığı gerçeği ile karşılaşırız. Geçmiş anlatıldığı gibi değil, bazı romanlarda geçen gibi olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Tarih bir roman gibi kurmacadır ve o kurmaca tarihi gerçek görür, romanı kurmaca olarak düşünmeye devam ederiz. 

Tarih bize başka bir gerçeği de fısıldar; bir ülkeden işgal kuvvetleri elini kolunu sallayarak gidiyorsa, o ülke özgürlüğüne kavuştuğu anlamına gelmez, açık işgal yerine işbirlikçileri ile işgal devam ediyor demektir. Sadece işgalin üstü işbirlikçiler ile örtülmüş olur... bu gerçek ile ancak devlet yeniden biçimlenirken karşılaşırız, çünkü bizlere verilmiş olan güdülerin artık işe yaramadığını değişim zamanında farkına varırız, illüzyon bozulmuştur, her bozulan illüzyon yıkıntıyı ve hayal kırıklıklarını ve de travmalarını beraberinde getirir. Denizin ortasında durmuş sağa sola savrulan bir mayından farklı olamayan gerçeklerin ne zaman nerede patlayacağını bilemeden yaşamın getirmiş olduğu tesadüflerin içinde var olmaya devam ederiz.  

Savaş yorgunu bir kuşağın torunları, hala kendi hayal dünyalarında ve yaratılan gerçeklerin içinde yaşamaya devam etmektedir. Büyük bir çoğunluğu bir hayal dünyasından başka bir hayal dünyasına geçtiğinin farkına bile varmayacak, yıkılan illüzyon yerine yeni illüzyon içinde yaşamaya ve mutlu olmaya ve kendisini orada bulmaya devam edecektir. 

Savaş yorgunu dedelerinin gördüğü gerçekler ile bugün görülen gerçekler arasında tek bir orta nokta vardır, o da coğrafya. Onun dışında ortak olan sanırım birileri kan bağı kurar, birileri kafatası ölçer, birileri uğruna ölecek bayrak olduğunu düşünür. 

İşgalden kurtulmuş bir şehrin, yeniden başkent olacağı hayalini kuranlar, o şehrin işgalden aslında hiçbir zaman kurtulmadığını ve hala yağmalandığı gerçeğini hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdir. 

Savaş yorgunu ve kaçkını bir kuşağın torunları bugün birilerinin çıkarı için dedeleri gibi savaş içine sürüklenmek istenmekte ve yeni destanlar yazmaya heveslendirilmektedir. Deler ile torunlar arasında en büyük ortaklık işte bu çıkarlar kavramına gelir dayanır, çünkü bu ortak çıkar kapitalist ve emperyalist devlerin çıkarıdır. Bu çıkar çatışmasında bizler birer piyonuz ve her piyon; şah oyununda olduğu gibi önce oyun dışı kalabilir konumundadır. 

Savaş, hangi gerekçe ile olursa olsun her daim sonucunda zafer kazananlar para sahipleri ve kasalarına para dolduranlardır. Diğerleri yarattıkları ve yaratılan destanın bir parçası ile övünme hakkına sahip, travmalar içinde yaşayan bireyler olma dışında ellerinde başka bir gerçeklik içinde olamazlar. 

Savaş yorgunu dedelerin torunları umarım savaş yorgunu olmaz, dedeleri ile kader ortaklığını yaşamaz…

İsmail Cem Özkan

19 Mayıs 2015 Salı

Seçilmiş adam!

Seçilmiş adam!

Bir ülkenin liderleri tesadüfen seçilmemiştir, tarih bilgilerimiz tesadüfen hiçbir şeyin olmadığını bize fısıldar. Yakın tarihimiz üzerine bilgilerimiz ise her zaman resmi okullarda öğretilen bilgiler ve sonradan romanlardan, anılardan öğrendiğimiz başka bir gerçek ile çelişir. Çelişkiler içinde tarihte ise doğu bir yerle saklanmıştır, bizim bulmamızı ister gibi dikkatimizi çekmediği yerden bize göz kırpar.

Dikkatimizi çekmeyen yerler ise her zaman gözlerimizin önünde olan ama o kadar çok güdülenmişiz ki o gözümüzün önündekini göremeyiz. Bakarız, elimiz ile dokunuruz, hatta kafamızdan yeniden yeniden yaratır, öyküleştiririz ama algılayamayız. Algılarımız başka bir ülkeye gidip, kendi toplumumuza bulunduğumuz yerin tarih bilgisi içinde baktığımıza başka bir kapının aralandığını hissederiz. Çünkü bize verilen ve güdülendiğimiz gerçeklerin gerçek olmadığı, birilerin çıkarlarına hizmet eden bilgiler olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Her daim bir şeylerin altına süpürülen gerçekler özgür bir ortam bulduğunda ortaya çıkmakta ve algılarımıza hadi yıkılın ve yeniden kurulun emrini verir. Ama yıkılan yerine gelen gerçeklerin de ne kadar gerçek olduğunu bilemeyiz, çünkü karşılaştırmalı tarih yerine hala tek yönlü kaynaklardan beslenen ve kanıtlar bulunan ve da yaratılan kaynaklar ile yeni algılar oluşur ve yeniden güdüleniriz.

Tarih, yaşadığımız devletin resmi bildirimine göre 19 Mayıs günü Samsun’da başlar. Elbette tarih bir noktadan başlamaz, akan bir çizginin her hangi bir anına burası benim başlangıcım diye not düşülür. Doğum günlerimiz bizim kişisel tarihimizin başlangıcı sayılır. Toplumun tarihi ise bireylerin yaşamlarına göre düzenlenmez ama bireyler tarih içinde rollerini iyi oynadıklarında tarihin kırılma noktaları diye bakılabilir. Anadolu topraklarının en son büyük dönüşümü 19 Mayıs günü kırılma noktası olarak kabul edebilir miyiz, sanmıyorum ama ülkenin kaderini belirleyen o günü not düştüğü için başlangıç sayalım.  Çünkü 19 Mayıs öncesi İstanbul işgal edilmiştir, savaş yorgunu askerler ve onların komutanlarının bir bölümü işgal altında yeni bir devletin oluşması için geçmişin devlet yapısı olanakları içinde toplantılar düzenlemekte ve yeni organizasyonlar kurmaktadır. Yer altına itilmiş bir imparatorun savaşan bireyleri işgal altında da mücadelelerine devam edecektir. NATO yıllar sonra bunun için Gladio adı altında organizasyon kurmuş, resmi ve sivil vatandaşlarından işgal altında nasıl mücadele edileceği, mühimmatların nerede saklanacağını ve gerek görüldüğünde nasıl kullanacağını NATO’nun Münih Kampında eğiterek ve sistemli bir şekilde verecektir. Ülkemizde Gladio yerine Kontrgerilla demişiz. Bugün dahi bu organizasyon siyasi ve çatışma için ortam hazırlamakta ve devletin bekası için kullanılmaktadır. İşgal olmadan da düşman ile savaşan yer altı örgütü, örtülü ödemekten finans edildiği gibi kendisine ait finans kapıları da açmıştır. Faili meçhul ama kimin yaptığı ve kimlere hizmet ettiği hissedilen bir çok olayın karanlık noktasında bu organizasyonu el yordamı ile hissetmemiz boşuna değildir.

Mayıs’ın 19’unda Samsun limanına varan bir gemi, yolcularının kim olduğu ve hangi amaçlar ile limana yaklaştığını sömürge devletin ileri gelenleri elbette biliyordu, çünkü onların onayladıkları seyahat kartları ile işgal altında ve kontrol altında ki limana ineceklerdir. Samsun İstanbul arası o zamanlarda kara yolu ile ulamak çok zor olduğu için belki zorunlu deniz yolu hattı varmış, ülke kara yolu ile yağmalanmadan önce denizlerin önemi biliniyormuş… Savaş gemileri yeter ki saraya yakın olmasın, silahlar savaşa dönmüş olmasın yeterliydi. Jurnalcilerin taşıdığı jurnaller ile savaş gemileri yok ama şehirlerarası işleyen yolcu gemileri ve takalar dün daha çok denizlerin üzerinde görünürmüş. Karadeniz sahiline vuran deli dalgalara bugüne göre daha ilkel olan deniz ulaşım araçları mücadele eder ve yol alırmış…

Samsun öncesi 1917 yılında Kuzey ülkesinde yeni bir sistem doğmuş, işçi sınıfının iktidarı kapitalist sistemi korkutmuştur. Erken doğum olup olmadığını bilmedikleri sisteme karşı kapitalistler önlem alması kadar doğal bir şey yoktur. Aynı şekilde işçi devleti kuranlar sınırlarını güvence almak için savaştıkları ve alternatif oldukları kapitalistler ile tampon geçiş için sınırlarını güvenceye alması kadar doğal ne olabilir ki? Direkt temas yerine geçiş alanlar içinde iki sistem bir biri ile karşılaşacaktır. Denizlerde limanları koruyan dalgakıranlar gibi devletlerin oluşması, bu dönemde olması ve iki sistem arasında savaş nedeni olacak çatışmaları en aza indirecek yapılar oluşması tesadüfi değildir.

İşgal altında olan Devlet-i Aliye toprakları yeni bir devletin doğuşuna şahitlik edecektir. Bu yeni doğan devlete hem kapitalistlerden hem de Sovyet devletinden destek alması ve biçimlenmesi tarihin kırılma noktasına işaret eder. İşte 19 Mayıs bu anlamda bir başlangıç noktası olarak okunabilir. Gözle görünmeyen ve kayıtlar ile kanıtlanmayan yeni bir anlaşmanın hayata geçirilmesine işaret eder.

Kısrak başı gibi uzanan bu memlekete ulus devleti oluşmaktadır. Bu ulusun adı yıllardır Devlet-i Aliye’ye verilen isim olacaktır. Türkiye. Bayrağı biraz düzenlenerek standart hale getirilecektir.  Karma ekonomi ile yönetilecek, Badat – Berlin Demiryolu hattının bir bölümü güney sınırı olacak şekilde planlanan bir ulus devlet! Bu devlet Sovyet tarafında Ermenistan’ın parçalanması, güneyde Kürdistan’ın parçalanması anlamına gelmektedir. Her iki ulusun önemli toprakları yeni oluşan ülke toprakları içine verilmesi bir siyasi tercihtir.  Bir anlamda iki sorun zamana yayılarak yeni oluşan devletin uluslaşması ve bağımsız hareket etmesini engelleyecek bir mayın gibi ülke içinde saklı kalacaktır. Kürtler bu yeni oluşturulan ulus devletler içinde parçalanacak ve bir anlamda cezalandırılacaklardır. Onların uluslaşması ve bağımsız olmaları görünmeyen anlaşma ile mutabık kalınacaktır. İran’da oluşan Mahabad Cumhuriyeti Sovyet şemsiyesi çekilmesi ile ortadan kalkması tesadüfi değildir. İran denilen bir devlet batı komşusu gibi kurulacak ve aynı şeye hizmet edecektir. Bir anlamda saldırmazlık anlaşmasının mayınlı topraklarıdır.

Türkiye, Mayıs 19’unda kurulduğu gerçeği ile kurucunun Nutkunda önemli yer tutması tesadüfi değildir. Seçilmiştir. Çanakkale Savaşları olmamış olsaydı seçilebilir miydi? Abdülhamit zamanında oluşturulan Hamidiye Alayları içinde yaşadığı tecrübeler olmamış olsaydı ve Anadolu – Mezopotamya topraklarında yaşan halkları iyi analiz etmemiş olsaydı, Samsun çıkışının bir anlamı olabilir miydi? Enver Paşa ile girmiş olduğu iktidar mücadelesinde ilk dövüşte kaybetmiş olması, eline geçen fırsatı iyi kullanmış olması onu kurucu bir devletin babası yapmıştır. Geçmişin devlet geleneğinden gelen ve Alman disiplini ile organize olmuş bir kadro hareketi verilen bu olanağı en iyi şekilde değerlendirmiştir. Meclis’i İstanbul’dan Ankara’ya taşıyarak bu görünmeyen elin istekleri yönünde bir devlet oluşturulmuş, yeni devletin bekası için İzmir ekonomi kongresinde alınan kararlar ile her ülkeye güvence verilmiş bir devlet yeni tarih çizgisi içinde yerini almıştır.

Tarih liderleri olaylar yaratır der. Olayları yaratan ve organize edenler liderlerin başarılı olup olmayacağına karar verir. Kızıldere’ye giden yolda devrimci liderlerin sonunu hazırlayanlar, Samsun’da karaya adım atanların başarısını hazırlayanlar aynı düşüncenin ve amacın üründür.

Samsun’da atılan ilk adım, ulus devleti amacı doğrultusunda Koçgiri’de halkın ateşler içinde kalması, Topal Osman ve arkadaşlarının Karadeniz ve Ankara'nın kuzey doğusunda Sakallı Nurettin Paşa emri ve yönlendirmesi ile İstiklal mahkemeleri sorguluyormuş gibi yapıp akladığı ve cezalandırdığı bir çok karanlıkta kalan olaylar yaşanmıştır. Dereler Abdülhamid ve İttihat ve Terakki iktidarı döneminde olduğu gibi kan akmıştır, göller rengini değiştirmiştir.  Hamidiye alayında gönüllü ve zorunlu olarak görev yapanlar işledikleri suçlardan dolayı ya başka nedenler ile cezalandırılmış ya da ödüllendirilmişler. Şeyh Sait olayı, Ağrı isyanı, Dersim süreci le devam eden toplumun yeni düzenine karşı direnişler zor ile yok edilmiş, sürgünler, ölümler ulus devleti adına Türk Milleti adına işlenmiştir. Biz zamanlar padişah adına işlenen devlet cinayetleri artık Türk Milleti adına işlenir olması ile ulus devleti oluşmuştur.

19 Mayıs işte bu değişimin başlangıç günüdür. Lideri ise bu değişimin başaralı olmuş olan seçilmiş kişisidir. Seçilmiş olduğu için ona biat edilmiş ve kimse onun liderliğini sorgulamamıştır. Liderlik vasfını iyi değerlendirmiş ve kendisine karşı oluşabilecek olan tüm muhalif hareketi ise bugün yaşadığımız gibi hukuk ve adalet yorumlanmış ve işletilmiştir.

Liderleri olaylar yaratır, bazıları lider olmak için kendisini yetiştirmiş ve geliştirmiş olmasına rağmen, bir çoğu alt yapısı olmadan tesadüfen lider olmuş ve tiranlığını eline geçirdiği güç ile ilan etmiştir.  19 Mayıs günü ilk adım atan kişi kendisini geliştirmiş, Alman disiplini ve eğitiminde geçmiş, birden fazla dil bilen, tarih bilgisi olan batı kültürü içinde yeni bir toplum yaratma ideli olan kişidir. Ulus devleti acımasızlığı içinde homojen bir toplum yaratma ideli peşinde koşmuş ve muhaliflerini acımasızca yok etmiştir. 12 eylül 1980 yılında batı ülkemize yeni rol verdiğinde bu yaratılan illüzyon bozulmuş, ulus devlet yerine liberal devlet anlayışı ile Ortadoğu ülkesi konumuna getirildik. Samsun’da atılan ilk adıma en büyük çelmeyi 12 Eylül 1980 günü yapılan darbe ile yapılmış ve ulus devlet iflas etmiştir.  

Ulus devleti olarak kurulurken mayınların bu seksenli yıllardan sonra hareket etmesi ve Kürtlerin uluslaşma yolunda mücadeleleri tesadüfi değildir. Verilen roller yeniden dağıtılmakta ve ülke bu sefer de yine dışarıdan gelen uyarıcılar yeni değişimlere gebedir.

İsmail Cem Özkan