5 Haziran 2015 Cuma

Sağ - sol yok, çıkar çatışması var!

Sağ - sol yok, çıkar çatışması var!

Ülkemiz tarihinde her daim sağ sol çatışması varmış gibi hava yaratılır ve insanlar bu yaratılan sağ ve sol içinde yer alan cemaat, fraksiyon gibi şeylerin içinde kendilerini ifade etmeye çalışırlar ve bu cepheleşme ve çatışma durumunda da başarılı olunmuştur. 12 Eylül öncesi sürekli vurguladığımız bir cümle vardı, “sağ – sol çatışması yok, faşist katliam var ve ona karşı direnen devrimciler!”

Türkiye devleti kurulmadan önce, Osmanlı son dönemlerinde de devlet yapımız ve insana bakışımız kul, köle ve efendi ilişkisi içinde Almanya’dan gelen o dönemde henüz adı konmamış olan ‘toplum mühendisleri’ tarafından biçimlendirilmiş ve devlet hiyerarşik yapısı modern batı dünyasına uydurulmuştur.  Yeni kurulan cumhuriyet, Osmanlıdan aldığı devlet geleneğini ve anlayışını devam ettirmiş, padişah yerine cumhurbaşkanı oturtmuştur. O devrin zamanın ruhuna uygun devlet adamı ve devlet anlayışı hakim olarak kabul edilmiş ve ulus devleti bakış açısı içinde homojen toplum yaratmak için devlet adına baskı araçları kurmuş ve yönlendirmiştir. ‘Padişah’ adı yerine ‘Türk Milleti’ adına kararlar verilmiş ve padişahın keyfiyeti yerini alan yeni mekanizma aynı keyfilikte devletin çıkarı için önüne geleni ezmiş, yok etmek için her türlü aracı kullanmıştır.

Fransız devrimi sonrası feodal yapının tasfiyesi ve yeni rejimin oluşması sürecinde eğitimin önemi anlaşılmış ve homojen toplum için en gerekli şey ‘eğitim birliği’, ‘dil birliği’,  olduğu anlaşılmıştır. Bu sayede ulus devleti içinde yer alan diğer kültürler ve halklar asimilasyona uğratılmış ve onların yok olma süreci hızlandırılmıştır.  Kapitalist sistemin doğuşu için sermaye birikimi ve feodal yapının iktidara güçlü şekilde gelmesini engelleyecek tek modelin homojen toplum yapısından geçtiği düşünülmüş ve uygulanmıştır. Sermeye birikimi, ulus devleti içinde yeteri kadar sağlandıktan sonra yeni sınıf ve iktidar sahipleri, geçmişten aldıkları miras olan emperyalizmi bu sefer kendi çıkarları için kullanacak ve geliştireceklerdir.  

Osmanlı bu emperyalist bakış içinde o dönem için sonsuz gibi gözüken ve fabrikalar için gerekli olan enerji kaynakları neden ile paylaşılması gereken topraklar olarak görülmüştür. Az gelişmiş ve ortaçağ teknolojisi ile 21. Yüzyılı yakalamaya çalışan Osmanlı, karşısında olan güç karşısında sürekli geri adım atan konumdadır. Ve reform yapabilecek ne gücü vardır ne de sermaye birikimi. Sermaye birikimi o dönemin ruhu içinde ulus devleti olmazsa olmazıdır. Homojen toplumlar kendi ırk temelinde kapitalistler ile sermaye birikimi sağlayacağı fikri yaygındır ve ilk kriz ile birlikte faşizmin temeli bu ulus devleti anlayışı içinde doğacaktır. Her şeyin üstünde gören (… über alles) ırkçı bakış açısı elbette Mussolini ve Hitler’i yaratacaktır…

Cumhuriyet, Osmanlıdan aldığı mirası sorgulamamış, olduğu gibi kabul etmiştir. Kurumları bugün dahi yaşamaktadır. Devletçi olarak kurulan cumhuriyet, yanı başında yer alan Sovyet ve ittifak içinde olduğu batı dünyası arasında bir tampon ülke olarak kurulmuş, bu sayede Sovyetlerin Akdeniz’e inmesi için bir duvar görevi görmüştür. Cumhuriyet rejimi ilan edilmeden, devletin biçimi ve tercihi İzmir’de toplanan iktisat kongresinde batıya ilan edilmiştir. Bu yeni rota sayesinde Lozan anlaşmasında yetkili devlet temsilcisi olarak kabul edilmesi sağlanmıştır.

Sermeye birikimi yapacak özel girişimcinin olmadığı ulus devleti sınırları içinde karma ekonomi çözüm yolu olarak bulunmuş ve bu sayede devlet eli ile kapitalist yaratma sürecine girişmiştir. Heterojen olan ve Osmanlıdan aldığı mirasını olabildiğince hızlı bir şekilde homojen yaratma sürecine girişmiştir. Elbette bu girişim cumhuriyet ile olmamış, ilk adımlarını Abdülhamit, Hamidiye Alayları ile Anadolu -  Mezopotamya topraklarında Hristiyan’sız bir ümmet birliği kurma girişimi ile atmış ama bunda başarılı olamamış, onun düşüncesinin başka boyutu ve daha ırkçı şeklini İttihat ve Terakki Partisi eli ile yapılacaktır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu politika devam ettirilmiş ve Mübadele ile ülkede Hristiyan azınlık daha azınlık konumuna getirilerek ülke yönetiminde etkili olmaları şansını dahi ortadan kaldırmıştır. Azınlıkların ticarette başarılı olmaları (ki bu zorunlu bir şekilde olmuştur, Osmanlı rejimi altında Hristiyanların,  Yahudilerin ve diğerlerin toprak sahibi olmaları engellenmiş, onların yaşam alanı olarak ticaret yapmaları teşvik edilmiştir.) onların ulus devleti anlayışı içinde kaderlerini çizmiştir. Kaderlerinde; sürgün, aşağılanma ve katliam vardır.  

Yeni devlet ulus devleti yolunu seçecek ve sermaye birikimi ile yeni sınıfı devlet eli yaratılacak ve bu süreç devlet korumalı sınıf 24 Ocak 1980 yılına kadar sürecektir.  Ve o dönemden sonra uluslar üstü kapitalistlerin ‘Liberal Ekonomi’ adı altında bütün devlet korumasının kalktığı ve yaratılan sosyal devletin yerine parası olanın parası kadar hizmet alma sürecini başlatmıştır. Devlet birikimi ile yaratılan tüm işletmeler ulusal ve ulus üstü firmalara ‘zarar ediyor’ gerekçesi ile devredilmiş ve devlet eli kapitalist sistemin yeni ihtiyacına göre ortadan kaldırılma süreci devam etmektedir.

12 Eylül sonrasında devlet yapımız yeniden yapılandırılmış ve dış etkilerin etkisi ile tipik Ortadoğu ülkesi refleksi gösteren liderlerin hakim olduğu ideolojisi, uzun vadeli hedefi olmayan parti görünümlü yapıların meclis içinde Karagöz - Hacivat gölge oyunu oynar gibi bir senaryonun parçası oluvermişlerdir.

12 Eylül öncesi gibi sonrasında da sağ -  sol çatışması yoktur. Bu dönemde tipik Ortadoğu liderleri gibi bölge lideri olduğuna inanan, ‘bir koyup üç alma’ peşinde olan kendi kasasını ve çevresindekilerin kasasını öncelikle doldurma peşinde olan, devlet olanakları ile yaratılan rantın paylaşımının yarattığı göreceli zenginlik içinde olanların oluşturmuş olduğu kaos vardır. Bu kaosun yaramış olduğu kriz girdabından bugün dahi çıkamadık. Gün be gün geçmişin tüm birikimleri yok edilmekte ve din bu süreç içinde erozyona uğratılarak liderler elinde maşa konumuna gelecektir. 

Din, yükselen değer olarak tüm ülkelerin gündeminde yer alamsı bu “Liberal Ekonominin” uygulanası için birer araca ve bir şeylerin üstünü örtülme aracı olarak ortaya çıkacaktır. Savaş, kapitalist sistem için krizden çıkış kapısı olarak kullanılması yeni bir durum değildir. Son krizden kurutulamayan kapitalist sistem, din kullanarak güçsüz ve kontrol altında bir düşman yaratmış ve resmi ilan edilmeyen savaşlar içinde kapitalist sistem kuzey ülkelerin yıkılan devlet yapısını göreceli refah sayesinde ayakta tutmaya çalışmaktadır.

Kapitalist devletler içinde hoşgörü devlet yapısı içinde oldu mu sorusu aklınıza gelebilir. Homojen toplum arzulayan ülkelerde hoşgörü göreceli olarak varlığından söz edilmesine rağmen, aslında yoktur. Bizim ülkemiz öznelinden diyebilir ki, hiç bir zaman hoş görü olmadı. Kısa tarihimiz içinde sürekli baskı ve iktidarın gücünü kullanan bir Sünni devlet yapısından söz edebilirim. Her dönem içinde ulus devlet bakışını özümsemiş ırkçı, mezhepçi ve batı karşısında aşağılık kompleksi olanların hakim olduğu sistem içinde masumlar, mazlumlar ve öteki olarak gördüklerinin üstüne her türlü baskı unsurunu kullanarak gitmiş bir devlet biçimi varlığını korumuştur ve korumaktadır…

Bu ülkede hiç bir zaman özgürlük olmadı.

Her daim bir baskı yapan vardır ve suç işleyenler masumları her daim cezalandırmış ve ölenler suçlu, katiller masum olarak ya da kader kurbanı olarak anılmıştır.

Sürekli olarak devlet dilinde yer alan ve propaganda aracı olarak kullanılan ülkemiz için sağ ve sol kavramları aslında aynı şey olduğunu ve ayrım olmadığını bugünden bakarak rahatlıkla söyleyebilirim.  

Günlük siyasi parti isimlerini kullanarak söyleyebilirim ki, AKP ile MHP, CHP ve de HDP (yarın başka partiler olabilir, parti isimleri çok hızlı bir şekilde tüketilmekte ve yenileri çıkmaktadır.)  arasında büyük fark yoktur. Kök olarak her biri aynı düşünceden gelen ve kendi hakimiyetini ve gücünü sürekli tutmaya çalışan bir birliktelikten bahsedebilirim. Bunlara ne sağ diyebilirim ne de sol. Çünkü sağ ve sol düşünce devlete bakışı ve devletin konumlandırmasında görüş farkı vardır, bunların o konuda yani devlete bakışları bile sağlam değildir, çıkarı için her şeyi yapabilecek konumda ve zihniyetteler… O yüzden bugün iktidarda olan AKP, sağ parti değildir. Mezhepçi ve ırkçı çıkar birliği etrafında toplanan güruh özelliğini göstermektedir. Çıkar ortadan kalktığında ANAP gibi dağılma potansiyeli taşımaktadır. İdeolojisi ve çizgisi yoktur. Hedef diye koydukları ideal bir gelecek projeleri bile yoktur. Olanlar ise var olan çıkar birlikteliklerin kısa vadeli hedefleridir, rant yarattığı sürece birlik sorunsuz devam etmektedir. Muhalefet partilerinde alternatif düşünceleri yoktur, o yüzden iktidar ne zaman sorun ile karşılaşsa, zor konuma düşse mecliste olan bir parti onun yedek değneği olmuş ve sorundan kurtulması için canla başla çalıştığına şahitlik edebilirsiniz. .

AKP - cemaat ayrışması işte bu çıkar kavgasının sonucunda ortaya çıkmış ve arlarında hiç bir uygulama ve çıkarı için her şeyi yama anlayışı arasında fark yoktur. AKP cemaattir, cemaat AKP’dir. Tek sorun liderlik sorunudur. Her ikisi de dincidir ve dini kullanan açgözlüler birliğidir. Gerçek anlamda dine inanmış olsalardı bu kadar yalanı arka arkaya her iki tarafta kullanamaz, vicdan hesaplaşmasına girmeleri gerekirdi. 

Devlet adına işlenen tüm cinayetler, devletin çıkarını korumaktan daha çok iktidarın çıkarını ve iktidar ile işbirliği içinde olan sermaye birikimi içinde olanları çıkarı doğrultusunda olmuştur. Kayıp silahların başka ülkeye birileri tarafından ihraç edilmiş olması, onlara rakip olan işadamların bir bahane ile vurulması veya korkutulması arkasında kontrgerillanın kuruluş amacından çok uzakta çıkar çatışmasının sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Homojen toplum, homojen ırk, dil, mezhep ve din yaratma süreci insanlık tarihinin son yüzyılında ortaya çıkmış ve kan göllerini kan okyanuslarına döndüren süreçtir. Bu süreçten ne yazık ki ülkemiz nasibini almış ve almaya da devam etmektedir. Ulus devlet savunmak bir anlamda öteki gördüğünü yok edip, onun birikimini sermaye birikiminde kullanmak anlamındadır. Devlet adına işlenen tüm cinayetlerin arkasında bu sermaye hareketlerin olduğu gerçeği çatışmaların sağ – sol ve başka bir adla anılmasını doğurmaz, sadece üstü örtülmek için kullanılan cümlelerdir.

Son cümleye doğru geleyim, hoşgörü bu topraklara en yabancı olan şeydir. Eğitim diye verilen kafa yıkama yeri olan okullarda hoş görü yerine çocuklar at yarışında yarışan atlar gibi görülüp belirli hedeflere koşan ve koştuğunda ödül alan bireyler olur… Yarışan insanlarda hoş görü olmaz, rekabet vardır. Rekabet ise ister istemez cepheleşmeyi yaratır. Çatışma ile beslenen AKP ve diğerleri meclis içinde varlıklarını korur, ortak çıkarları için hep birlikte el kaldırırlar… Bütün vekillerin ortak çıkarı maaşlardır, vekiller için sunulan olanaklardır…

Bu ülkede keşke sol yaşama alanı bulabilmiş ve kendisini geliştirme şansı bulsaydı, insanlar daha özgür ibadet eder, daha özgür kendisini tanımlayabilirdi... Bu mecliste olanların ortak düşmanı özgürlüktür... Özgürlüğü sahiplenenler ise soldur, geleneklere sahip çıkarak hoşgörü kültürünü savunanlar da sağdır...

Sonuçta hoşgörü ve özgürlük bu ülkede yoktur, sağ sol ayrımı da yoktur...

İsmail Cem Özkan


31 Mayıs 2015 Pazar

Devletin malı!

Devletin malı!

‘Devletin malı, yemeyen domuzdur!’ tekerlemesini çocukluğumda çok duyardım, çünkü o zaman her şeyin sahibi devlet ve o devletin de kurtçukları çoktu. Domuz biliyorsunuz Yahudi ve İslam geleneğine göre yemesi günah! Yani devlet malını yiyecekler bu tekerleme ile güya vicdan rahatlatıyor, günahı yiyor! Yemeyen ise ‘gavur’ olmuş oluyor!

“Yerli malı sonra çıkar kokusu” diyerek yerli olan her şeye karşı tiksinti, küçümseme eşliğinde liberal ekonomi geldi, ‘artık hiçbir şey karaborsada olmayacak, isteyen istediğini alacak!’ dendi, ama parası olana uygun bir söz olduğunu en kısa zamanda anladı, bu halk!

Liberal ekonomiye geçiş ile düşünce yapımızın değişmesini göstergesi, yaşama bakışımız ve yaşam içinde günlük olarak tükettiklerimizin göreceli olarak artığını bakarak söyleyebiliriz. Ne kadar çok tüketirsek o kadar çok liberal olmuş olduk. Tüketim, sadece mal üzerinde değil, fikir ve insan tüketimini de kapsadığını tarihin çöplüğüne bırakıldığımız da anladık!

Tüketim çılgınlığı yeni bir savunma aracını yükselen yıldız yaptı, din! Parası olanın çok tükettiği ve çok seyahat etmeye başladığı bir dünyada, tüketeni kuşatan ‘gecekondu’ mahalleri apartmana dönerken adı da ‘varoş’ oldu. Varoşlar, Lübnan’dan gelen Şii örtüme modelini kutsayarak direnme aracını saldırı aracına döndürerek şehri kuşattı. Önce, çekinerek girdikleri zengin semtlerdeki yeni yaşama giyimleri ile; önce yadırganan, sonra alışılan, daha sonra da modası ve kaliteli çizim eseri olan özgün eserleri ile tesettürlü yaşam ‘yeni’ olanın biçimsel görünümü oldu.  Yeni ama eski yaşama benzemeye ve bu benzerlik de tek fark öznelerin değişmesi ile birlikte, aydın, ilerici kimlikleri olanların ‘özgürlük maskesi’ arkasında liberal kimlikleri ile bu değişimi alkışlamasıdır. Liberal aydınlar, başörtüsünü özgürlük adına savunurken, Alevi vatandaşların ibadet özgürlüğünü görmemezlikten ve yok saymayı günün trendi olarak kabul ettiler. Onlar yeni yükselenin kuyruğuna takılarak, yeni kariyerler ve unvanlar peşindeydi. O unvanları ve bekledikleri saygıyı kısa sürede kavuşacaklardı. Yağma, varoşlardan başlayarak, yaşamın her alanına üstünlüğünü kabul ettirecek, yeni dönemin popüler söylemi rant olacaktı. Yoktan para kazanma adını vereceğimiz bir örgütlü düzenek!

Rant uğruna önceden yaratılmış işgal evleri olan gecekondular yıkılıp, yerine villalar yapılıyor, sahibi kalmamış mezarlar kimseye sorulmadan inşaat alanı yapılıyor, göğe yükselen binalara rant uğruna kolaylıklar sağlanırken, dört çarpar safari arabaları şehrin düz yollarında sık görülmeye başladı. Bu yeni yaşamın içinde yer alan kadın, yeni yaşam biçiminde erkeğin malını yemeyen domuzdur anlayışı içinde erkeğinin malını hızlı bir şekilde tüketirken, üstüne gelen kumlarını görmemezlikten gelmekte ve bu kumalar için şehrin yeni yerleşim yerlerinde semtler oluşmaya başladı. Eski eş, yeni kuma. Yasaya uygun değilse yasa yaşama uydurulur. Rant kapıları, para üzerine kurulu yaşamın bütün algılarını değiştirmekte, saf ve temiz olanların hep birlikte kirlendiğine şahitlik ettik ama gözlerimiz kapatmayı daha doğru gördük, çünkü ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’

Rant öyle bir zehirdir ki, insan kendi memleketinin deresini bile kurumasını göze alır hale getirir. Dağların tepesi altın için delinir, şehrin altı maden vardır diyerek ocağa dönüştürülür, siyanür ile toprak yıkanır, göçmen kuşlar yollarını kaybediyormuş, kaybetsin para gelen yerden göçmen kuşların yok olmasının ne önemi olabilir ki? Para gelen yerden derenin kurumuş olması, derelerdeki ekolojik yaşamın sonlanmasının ne önemi olabilir ki, insanlar kanser oluyormuş, yeni yaşamın kadını üç çocuk yapar ölenlerin yerini doldurur!  

Rant öyle bir yılan ki, dokunduğunu sarmalamakta, rant zehri öyle bir damarlarında akmaktadır ki, iktidarı elinde tutana daha fazla yetki vermekte ve yetkileri istediği gibi kullanması için göz yummaya başladı. Rant gelen yerden siyasi destek eksik edilmez!

Rant gelen yerden Mercedes marka araba eksik olur mu? Devletin malı yemeyen domuz demişken bu işten Diyanet İşlerinin nemalandırılamaması düşünülebilinir mi? İsraf haramdır ama Mercedes gelen yerde israf olmaz! O bir ihtiyaçtır ve yapılan işin riski karşısında Mercedes’in lafı mı olur! Zırhlı araçlar, sadece eski karşılıklı anlaşmalı Genel Kurmay başkanına verilmiyor, iyi biat eden, istenileni ‘şak’ diye yerine getirenler içinde bu ayrıcalıktan yararlanılması sağlanıyordu. Her işin riski vardır, risk karşılığında elde edilen şey ihtiyaçtır, israf denilemez!

Liberal düşüncenin ve yaşam biçiminin de bir ömrü vardır, her şey devlet içinden, her şey devleti yönetenler içine dönüşen bu çark, elbette bir gün üretimin hakim olduğu düzene de döner. O zaman tarih ve gerçekler ile yüzleşme komisyonu kurulursa, bugün yaşananların suç olmadığı zamandan, suç olduğu zamana doğru evirildiğinde; devletin malını kendi malı gibi savuran, yandaşına pay dağıtan, ‘her riskin bedeli vardır, o bedelinde ödülü lüks yaşamdır’ diyenlerin ve de işlenen tüm faili belli cinayetlerin ‘emri ben verdim’ diyerek sahiplenin sahiplenenleri olacak mı? 

İsmail Cem Özkan