13 Haziran 2015 Cumartesi

Tüketim zamanında her şey yarımdır!

Tüketim zamanında her şey yarımdır!

Her kelimeye anlam veren bizleriz ve bizim geçmişimiz, algılarımız zaman içinde değişime uğruyor, kelimelere ve cümlelere yeni anlamlar yüklüyoruz. Değişim kaçınılmaz, kelimeler aynı ama anlamları farklı, her kelimeye zamanın ruhu şırınga ediliyor. O yüzden geçmişin en nadide eserlerini okuyamıyoruz, okuyunca da anlayamıyoruz… Gözyaşlarına neden olan hikayeler, romanlarda ki pasajlar bugün bize yabancı ve neden göz yaşını bu kelime ile düştüğünü çıkaramıyoruz...
Her şeyimiz ile oynanıyor...

Yaşam,  sanırım birilerinin egosu üzerinde durduğu için olabilir mi, yoksa para ben de benim isteğim her şeyin üstünde diyen ve klasik kapitalist mantık içinde müşteri her daim haklıdır. Yani parası olan her daim haklıdır, çalışan bu haklı karşısında boyun eğmek ve onun egosu altında ezilmek zorundadır…

Genelde başakların verdiği rolleri iyi oynuyoruz, kendi seçimiz olan roller sadece gece yarısı yalnız kaldığınızda o da nadiren oynarız... Yaşamın her döneminde birilerine şirin gözükmek, çıkar ilişkilerimiz bozulmasın diye bizden beklenen role uygun davranışlar geliştirip, ona göre beklentilere yanıt vermek için çok uğraş veririz, hatta bir yarış atı gibi verilen hedefe ulaşmak için tüm enerjimizi harcarız. Bir avuç şeker ile de eğer başarırsak ödüllendiriliriz.

Boşluk olmasaydı, hayatın anlamı olmazdı... İyi ki boşluk var!

Hayatımız içinde bazı dönemler boşluk barındırır, bu boşluk anlarımızda karar verme sürecindeyiz. Nereye ve nasıl gideceğimizi bilmeden önümüze konan sınavlarda başarılı olmak adına gireriz. Puanımız nereyi tutarsa artık bizim planımız, geleceğimiz, yaşam çizgimiz, arkadaş çevremiz puanımızın tutuğu alan içinde olacaktır. Geçmişimiz artık yoktur, geçmişimizde oluşan arkadaşlıklar, çevre, birer nostalji olarak bazılarında kalabilir ama çoğunlukla unutulur gidilir.

Müzikte boş anlar olur, o anlar diğer notaların anlamını daha iyi anlarsınız, hissedersiniz, hatta su gibi içersiniz... Müzikte notalar arasında bırakılan boşluk büyük anlamlar içinde barındırır, nefes almanız gerektiğini anımsatır gibidir. Dörtnala kalmış bir atın eşiğinde doğanın bıraktığı ses ve arabanın içinde oluşan sessizlik anını hiçbir nota adlandıramaz, o an sessizliktir. Sessizce doğada oluşan ses armonisinden uzakta sessizce pencereden dışarıya bakarız.

Kapitalizm tek ruhu vardır, o da tüketimdir.

Tüketim olmadan kapitalizm olmaz. Başlangıçta birikimin önemini öne çıkardı ama yaşam için tüketimin olması gerekliydi. “Üretim kadar tüketim” sloganı sermeye birikimi zamanında öne çıkaran kapitalizm, zaman içinde bu sloganın artık işe yaramadığını anlamış ‘yerli malı’ haftaları sonlanmıştır. Tüketim çılgınlığı liberal ekonominin hayata geçirilmesi ile birlikte insanın düşünebileceği sınırı dahi aşmıştır. Üretim yapan fabrikaların borsalarda ki kağıtları üretimden bağımsız olarak, tüketim amaçlı kullanılır olmuş, üretim olmadan şişirilmiş bir rakamlar topluluğuna doğru eğilim göstermiştir. Olmayan paranın olan rakamları dünya borsalarında hareketli bir şekilde satılırken, tüketim de ’global’ olarak homojen hale getirecek şekilde dönüşüm yaşamıştır. Her ülkeye göre üretim yerine, her ürüne uygun tüketici yaratıma süreci başlamış ve olağan hızlı ile devam etmektedir. Tüketime uygun insan profili zaman içinde heterojen yapısı homojenleşme yönünde bozulmuş ve devam eden bir süreçtir. Tüketen insan artık doğada var olan canlı türlerinden ayrışmış, kendi fanusun içinde yaşamaya başlamıştır. İnsan kendi yarattığı doğası içinde tüketilmektedir.

İnsanı tüketen, yaşamı tüketen sistemin adına kapitalizm denir.

Tüketim, ticaretin ve sermayenin doruk noktasıdır...

Yaşamak için tüketen toplumlarda kapitalizm yoktur, takas, imece vardır. Onları da artık eskiden yazılmış roman ve hikaye sayfalarında okur ne anlamına geldiğini bilemeyiz.

Kapitalizmde arzuların üstünde tüketim vardır... Gerçek ihtiyacın dışında tüketim, hatta bazı sosyal hastalıklardan kurtulmak için kullanılan tedavi yöntemi bile olmuştur. Kısaca fazla tüketim yapmak için, tüketim çeşitlendirilmesi, yeni biçimler verilmesi gerektiği kadar tüketim için yeni ihtiyaçların oluşması şarttır, ihtiyaçlarda PR ve reklam sektörünün işidir...

İnsan, tüketim çılgınlığı içinde ilişkileri de tüketilir.

İnsan daha iyisini arayışını tüketim ile sağlamaz, aksine üretim ile arar. Üretimin olduğu yerde daha iyisi vardır, tüketimin olduğu yerde daha ucuzu vardır.

Suriye’de yaşanan iç savaş ortamında kadın fiyatını bir sigaradır, savaşabilecek olan bir erkeğin fiyatı 250 dolarmış. İşte insan fiyatı!

Türkiye’de geleneksel toplum içinde bir kadının fiyatı başlık parası, erkeğin bir maaşı ve biriktirdiği emekli sandığından alacağı kadardır...

İnsan kaynakları diye bir birim oluşturulmuştur iş yerlerinde. O birimler işyeri için gerekli elemanı seçmek ile yükümlüdür. Orada tecrübeler ile hazırlanmış bir form vardır. O formun en son ve alıcı sorusu sizin aslında değerinizi (fiyatınızı) kendiniz belirlemeniz istenir. Kısaca fiyatını söyle demektir. Eğer fiyat yazmazsanız o zaman sen işi bilmiyorsun anlamına gelir, fiyatını belirleyemeyen biri tüketilecek eleman olamaz! Her fiyatı olanın bir kullanım süresi vardır, gençler her zaman yeni teknolojiye daha iyi uyum sağladıkları ve daha verimli oldukları düşünüldüğünden tecrübenin artık değer olmadığı bir süreci yaşar olduk. Firmalar iç eğitim ile o güne kadar alınmış tüm eğitimleri çöpe atar ve kendisi için daha verimli yöntemi çalışanından bekler.

Romantizm çağı bitti, çünkü romantizm çağında üretim vardı. Tüketim çağında değiştirilen çarşaflar ve odalar vardır.

Tüketim çağında her şey yarımdır, çünkü tam tüketemeden yenisi çıkar ve onu almak istersin… Doyumsuz, beklentisi olmayan ama sadece tüketen bir insan profili bu dünyada zamanın ruhu içinde yaşamaya devam ediyor.


İsmail Cem Özkan

8 Haziran 2015 Pazartesi

Bir dönem kapanırken…

Bir dönem kapanırken…

Bir dönem kapanırken elbette başka bir süreç başladığı anlamına gelir. Kimse başlayanın nasıl bir son hazırlayacağını bilemez, yaşayarak öğrenir. 12 Eylül’den bugüne sürekli değişim yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. Tipik Ortadoğu ülkesi konumuna geldik, ülkenin siyasi lideri bile tipik Ortadoğu liderleri gibi hukuk tanımaz, kanunları işlediği suçu ortadan kaldıracak şekilde düzenleyen biri oldu. Her yaptığını yasalara uydurmadı, yasaları yaptığına uydurdu.

Keyfi suçlamalar, keyfi emirler. Paranoyak düzeyde insanları cezalandırdı. Homojen, emir dinleyen kullar yaratma girişiminde bulundu. Gerçekleri değil, kendi gereğini kabul eden, o gerçek üzerinden kararlar alınmasını arzuladı. Yaratılan sanal gerçeklik, soyut hedeflerin peşinden her türlü eleştiriyi yok sayan, hoşgörüsüz, tek doğruyu bilen olarak emirler saldı sağa sola. Gizli kapaklı işler, örtülü ödeneklerin verdiği rahatlıkla kendi ülkesi dışında ülkelere ayar vermeye çalıştı. Binlerce insanın göç yollarına düşmesinden, katliam uğramasından, iç savaş koşullarının oluşmasından katkısını her daim gizli övünmeler ile kabul etti. Çıkarı ve hedefi için ülkeyi savaş çizgisi üzerinde tutmaktan, Osmanlı idealinin yeniden yaratacağı ve şanlı savaşlar ile kahraman olacağı düşlerini gerçek sanan, oturuşu, yürüyüşünü Kasımpaşalı delikanlı olmaktan çıkarıp, dünyayı Kasımpaşa görüp onun ağası olmaya heveslenen bir savurganlığın tipik bireyi ortaya savruldu. Savrulan sadece kişiliği değildi elbette, kendisi ile birlikte artıklarından nemalanan bir önemli çevre de bu savrulmanın ürünü olarak ortaya çıktı.

Her dönemin bir sermaye grubu vardır, o sermaye grubu palazlanırken, çıktığı kültürü küçük gören, varoşlarda yaşadığını unutan, onları daha da ezen konuma döndü. Din ile her şeyin ağzını örteceğini, kurandan kopardığı ayetler ile suçların üstüne sayfalar atarak yok edeceğini, hac’a gidip imajını değiştireceğini ve de hiç hesap sorulamayacağını düşündü, inandı.  Arkadaşlarının suçlarının ortaklığa savrulması karşısında ve ilişkilerin deşifre olmasından rahatsızlık duyup onlara şemsiye olmayı seçmesi elbette gelmekte olan sonun ertelenmesi için yapılan hamlelerdi... Her türlü muhalefet hareketi kendisine karşı yapılan darbe olarak gören bir paranoyak tutum, ister istemez kişilik parçalanmasına şizofreni tanımının ağızdan ağıza yayılmasını ortaya çıkardı.

Dinci bir rejimin bir ülke için ne kadar tehlikeli olabileceğini ve laiklik denen kurumun neden ortaya çıktığını pratikte kanıtladı. Din ve siyaset yan yana geldiğinde karanlıklar zifiri karanlıklara dönebileceği, hesapsız, ayarsız tepkilerin din adına yapıldığında hesap sorulamayacağı, aile yaşamın, alışkanlıkların, geçmişin tüm birikimlerin bir balyoz altında ezildiğini yaşayarak gördük. Dinci yapıların çıkar etrafında nasıl birleştiği ve yine çıkar çatışması içinde nasıl bir birlerin boğazına sarıldığına şahitlik ettik. Din adına insanların birer bombaya döndüğü, kafalarda soru sormayı ortadan kaldırdığı, her şeyi açıklayan bir liderin olduğu yerde önce biat etmek gerektiği ve verilen emri yerine getir denildiği bir süreci yaşadık. Dinci siyasetin işe yaradığını gören ezilen, horlanan dini gruplarında nasıl siyasete girdiği ve o örnek aldıkları dinci yapıların birer kötü kopyası olduğunu da yaşayarak gördük. Dincilerin olduğu yerler kirlenmeye ve saf duyguları nasıl Hassan Sabbah gibi silaha dönderdiğine şahitlik ettik.

Her türlü dini söylem yapan ve dinden güç alanların ne kadar kirli olduklarını ve çevrelerini nasıl ve hızlı bir şekilde kirlettiklerini yaşayarak gördük. Dincinin Hristiyan'ı, Alevi’si, Şii’si, Sunni’si olmadığını aslında her biri birbirinin kötü kopyasını olduğunu gördük. Dincileri ortak noktada buluşturan kirli hesaplarıdır. Çıkarları için her şeyi yapan ve her şeye bükülenler, hedefleri için girmeyecekleri renk ve ortam yoktur. Elbette bu sadece yaşadığımız son döneme ait gözlem değildir, Alevi inancın siyasi temsilcileri 12 Eylül öncesinde nasıl koalisyon hükümetleri içinde koltuk yarışı içinde, devletin (!) çıkarı için idama giden gençlerin oylamasından kaçıp ortada gözükmemeyi seçtikleri bilinen gerçeklerdir. Dinciler ortak refleksleri vardır, güçlü olduklarında tartışılmaz doğrulara biat eden cemaat isterler… Zayıf olduklarında ise mağdurluklarını nasıl ekonomik güce dönüştürüp, o gücü kendi kişisel çıkarları yönünde harcadıkları ve savurduklarını kısa tarihimiz içinde binlerce örneğini bulabilirsiniz.

Sonuç olarak ve sözü fazla uzatmadan, dincileri siyasi hayatımız içinden uzaklaştırdığımız an çağdaş dünyayı kucaklayabilir, onların yarattığı kirlik ortamından çıkabiliriz. Din insanın içinde yaşaması gereken özel bir alan olarak sınırlandırıldığın da, devlet ile din kurumların ilişkileri kesin çizgiler ile belirlendiğinde hayat daha da güzel olacaktır. Boğaz kesmeler, insan katletmeler, bir otele koyup yakmalar, dine küfretti diyerek mizah dergilerini basmalar tarih olacaktır. Dinciler karanlığı zifiri karanlığa dönderir, ırkçılar karanlığı kan gölüne dönderir. İnsanlık kendi elleri ile yarattığı karanlık ortamdan çıkmak zorundadır. Bunun için öncelikle gerçek anlamda laik sistem yaratılmalı, ırk politikasının temeli olan ulus devlet anlayışından uzaklaşılmalıdır…

Bir dönem bir bomba patlaması ile kapanıyor…

Karanlıkta yaşamak istemiyorsak çevremizde yer alan karanlık dincileri gerçek yüzlerini ortaya sermek ve onları çevremizden uzaklaştırmamız gereklidir...

Dini kendi kişisel çıkar hedeflerine alet edenler dincidir, inandığı için dinci değildir.


İsmail Cem Özkan 

Bir bomba!

Bir bomba!

Bir bomba ile bütün hayatının değiştiğini gelecek zaman içinde daha iyi anlayacak, ama bombanın bıraktığı keskin koku henüz dağılmadan bunun farkına bile varmayacak. Bomba yaşamın akışı içinde bir çok insan için son nefes olurken, tarih çizgisinin de kırılma noktası olacağını kimse önceden bilemezdi.

Diyarbakır, 5 Haziran 2015. HDP düzenlediği miting. Halk büyük bir coşku ile HDP eş başkanlarını beklemekte. Her mitinge olduğundan daha fazla coşku ve umut içinde. Devletin yıllar önce ‘Kürtler meclise girmesin’ diye ortaya çıkardığı %10 baraj. O baraj ya aşılacak ya da yıkılacaktı.

Riskli bir seçim.

12 Eylül ülkenin kaderinin ve konumunun değiştiği kırılma süreci anlatır. O dönemde yasaklar o kadar ileri boyuta taşınır ki, Kürtçeden başka dil bilmeyen analar mahpus damlarında çocuklarını görür ama konuşamaz. Çünkü Türkçe dışında tüm diller yasaklanmış, Kürtçe ve Kürtlerde zaten yoktular. Yok olanların konuşması mı olurmuş, siyasi organizasyonlar  mı? Olamazdı. Olamazdı ama Kürtlere karşı önlemeler alınır, Diyarbakır cezaevi Kürtler işkenceden geçirilir, işkence altında Kürtçe ifade alınır ama Türkçe savunma yapmaları istenirdi. Olmayan ve anlaşılmayan diller savunma içinde olamazdı. Olduğu an, anlaşılır dil olana kadar işkenceden geçirilir, savunma ihtiyaç duyulmadan cezası kesilir, kalemi kırılırdı. Kürtler yoktular ama cezaevleri onlar ile doluydu.

Devlet yeni rotasına doğru yapılanırken, Türkçe konuş! Afişleri sağa sola asılırken, direnişin ateşini de yakmıştı. Devlet olmayan halka karşı silahlı milislerini oluşturup, korucu köylülerden sivil bir düzensiz ordu kuruyordu. Aşiretler ve ağalar arasında ki çatışmalar incelikle kullanılıp kendisine taraf topluyordu. Savaş bir orduyu dinamik tutar ve her daim savaş koşulları altında bir koyup üç alacak seferlere çıkabilecek özgüveni oluşturabilirdi. Güçsüz, birkaç anlaşılmayan dilde konuşan vatandaşlar direnci küçük bir kıvılcımdan ateşe dönerken ordunun dinamik olmasını, adı konulmamış savaşın olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyenlerin lobi faaliyetleri ile savaş kontrollü olarak devam edeceği planlanmışken, o planın suya düştüğü yıllar içinde anlaşılacaktı. Güney’de devam eden Irak İran savaşı yeni boyutlara sıçrarken, Güney’de gelişen Kürt direnişin etkisi karşılık bulacak ve özgür alanlar yaratacaktı. Kontrollü savaş, kirli savaşa, düşük yoğunluklu savaştan kontrol dışına çıkmış Ortadoğu siyasetinin bir figürü konuma gelecek bir sürecin de işaretlerini iyi okuyamayan devlet, yok saydığını Başbakan Süleyman Demirel (1992) Diyarbakır’a giderek realiteyi tanıdı. O gün olmayan halk olduğu, konuşulmayan dilin konuşulduğu, olmayan tarihlerin olduğu gerçeği ile karşılaşıldı. Fiili olarak artık bu ülkede bir şeyler değişiyordu. Sokaklarda Kürtçe türküler söylenir oldu. Ama bunun yasal süreci hiçbir zaman gerçekleşmedi. Fiiliyatta olan yasal zeminde yok. Bugünde yasal düzenleme henüz gerçekleşmemiştir. İktidar elindeki yasları zorlayarak yeni duruma uygun yorumlar yaparken yasal düzenleme yapma konusunda fazla adım atmamaya özen göstermiş ve çözüm süreci realite tanınma ile başlamış olmasına rağmen, pratikte adımlar atılırken, hukuki zeminde üstü örtülü ve kapalı kapılar arkasında fısıltı sesleri duyulması dışında önemli bir gelişme olmamıştır.

16 Şubat 1999 yılında Ortadoğu merkezli PKK örgütünün lideri yeni mekanı olacak olan adaya yolculuğu başlamış, yargılanmış ve ceza alarak bir adanın içine yerleştirilmiştir. Bu süreç içinde hukuki düzenleme yapılıp, Kürt sorunu için önemli adımlar atılacağı düşünülürken, koalisyon hükümeti seçime gitmiş ve yenilgi ile çıkmıştır. Bu yenilgi bir anaysa kitabının atılmasını işaret etmiş olmasına rağmen, Kürt sorunun çözümü konusunda kafaların net olmaması, dışarıya verilen sözlerin etkili olduğu fısıltıları yayılmıştır. Yeni bir parti ve lider bu sürecin sonucunda doğmuş, kısa sürede iktidara gelecektir. AKP’nin iktidar süreci bu dağılmanın sonucunda toplayıcı ve sorunları çözen bir iktidar beklentisi ile yola çıkmış ama beklentilere yanıt vermek yerine kendi önceliklerini öne alarak ülkenin daha da Sunnileşmesi için geçmişten gelen ve hukuk kitaplarında olan yazılı olanları işine geldiği gibi yorumlayarak yeni bir sürecin çatışmasını da ortaya çıkarmıştır. Çatışama ile iktidarını güçlendiren ve her çatışmada farklı bir partiyi yedek değneği olarak kullanarak sorunların üstünden gelmesini bilmiştir. İhtiyacına göre yasalarda düzenleme yaparken, Kürt sorunu, Alevi sorunu, Romen sorunu gibi başlıklalar belirlemiş ve o kavramların tanımlanmasını yapmak adına Gülen Cemaatinin organize ettiği Bolu toplantılarda pratik adımların neler olacağını taraflar eşliğinde tartışmasını yapmıştır. Fakat her şeyin sözde kaldığını ve yasal ihtiyaçların göz ardı edildiği ve çatışmalar içinde öne çıkarılan başlıkların her seçim döneminde birer pazarlık aracı olarak öne çıkmıştır. AKP iktidar partisi olmaktan çıkıp devletin partisi olma süreci içine girdiğinde, devletin yönetimin içinde yer alan ordunun söz hakkının elinden alınması için Ergenekon Davası’nı araç olarak kullanarak başarmıştır.  Arkasından bu davanın önemli taraftarı olan Gülen Cemaati ‘paralel devlet’ diyerek Ergenekon davasında izlediği yolun bir benzerini izleyerek iktidarın tek sahibi olduğunu ilan etmek için adımlar atmıştır. Bu sırada en önemli ittifak yaptığı kesim pazarlık masasında yer alan yok sayılan Kürtler ve onun temsilcisi PKK olmuştur. PKK yıllardır aradığı muhatabını bulmuş ve bulmuşken sonuca gitmeye her türlü AKP karşıtı hareketi nötralize ederek çıkarına göre adımlar atmıştır. Gezi Direnişi bu sürecin en önemli kırılma noktasıdır. Gezi Direnişi, cemaat – AKP çatışmasını gün yüzüne çıkarmış, AKP – PKK pazarlık masasını görünür kılmıştır.

AKP iktidarı her sıkıştığında meclis içinde yer alan partileri işine geldiği gibi kullanmış ve bir anlamda düşman yok müttefik var anlayışını hayata geçirmesini bilmiştir. İşine gelen her türlü değişimi yaparken, toplum içinde biriken muhalefeti göz ardı etmesine sebep olmuştur. Özgüveni artan AKP lideri, her şeyi bilen, her şeyi anlayan ve her şey hakkında görüşü olan biri olduğu pompalanmış ve ona inanmıştır. O özgüven içinde kafasına yerleştirilen başkanlık ve tek adam profili devletin ve ülkenin iyiliği için kaçınılmaz olduğunu düşünmüş ve bu konuda adımlar atmaktan çekinmemiştir. Düşmanlarını bir bir risk olmaktan çıkaran, sorunsuz bir siyasi düzlemde her şeye kadir ve muktedir olan iktidar sahipleri ilk yenilgilerini Ortadoğu politikasında almış, Arap Baharı ile Arap dünyasının ve İslam aleminin liderliğine soyunuş ama kısa sürede olamayacağını anlayarak onlardan gelecek paralar ile ülkeyi yeni biçimine döndüreceği hesapları yapılmıştır. Örtülü ödenekler sorgulardan uzakta, dışarıdan gelen sermayenin aracılık payı adına özel hesaplarda para birikimi yeni bir kast oluşturulmuş ve yaratılmıştır. Para her deliği açar hale geldiğinde “bir bilen’nin” de sonun başlangıcı süreci hızlı bir şekilde devam etmiştir.

Seçim 2015 yılı bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bir bilenin kafasında yarattığı dünya gerçekler ile çatışmasına şahitlik edeceğimiz bir sürecin adı oldu.

Bir bomba, başkan hayali görenin hayalini Titanik gemisi gibi batırdı... Son bombayı (Diyarbakır’da konulan bomba, 5 Haziran 2015) kim koyduğunun artık pek önemi yok, çünkü o bombanın patlamasını engelleyemeyen beklediği sonuca ulaşamadan hayallerinin altında kaldı... Her şeye hakimim, her şeyi ben yaparım ve ben belirlerim diyen biri, aslında ne kadar zayıf, ileri görüşü olmayan, diktatör hevesli, ne yaptığını bilemeyen, egosu ve gücüne tapan birisi olduğunu ortaya çıkardı. Sürekli karanlık iş yapan ve karanlık işlerinden güç alan, adaleti, hakimleri, savcıları, vekillerini, valilerini kendisinin kölesi gören, hanımlarını cariye olarak sunanların arkasında olduğu hayali cemaat ilişkisinde bir bomba ile dağıldı, yok oldu. Şimdi dağılan ve yok olan hayallerinin peşinde koşarken; can aldığı, can acıttığı, cezalandırdığı kesimlerin önünde güçsüz, çıplak ve savunma yapacak kadar bilgi ve birikimi olmayan biri olarak çıkacak... Artık çocuklarının geleceği için yağmaladığı, gemicikleri malı olarak gören, hastanelerde, sitelerde, İsviçre banklarında olan gizli hesaplarının da ortaya serilmesi ve haksız kazanç yaptığı için elinden tek tek alındığını göreceği günlerin başladığını sanırım o bombanın patlaması ile olacağını hiç düşünmemiştir...

Son başlamıştır, haksız olarak elde ettiği ne varsa elinde tek gecekondu kalıncaya kadar alınması adalet için önemlidir... Böyle birinin tekrar lider olamayacağı bir gelecek için hesap sorulmalıdır, sorulmaz ise bu suça sormayanlar ortak olmuş olacaktır...

"Bir bomba patladı, tüm hayatı değişti" sözü birilerin anılarının başlangıç cümlesi olacak...

İsmail Cem Özkan